(Atina’da düzenlenen 3. Uluslararası Sendikal Konferans’a İtalyan Delegasyonu’nun sunduğu tebliğ.)
Son 20 yıldır finansın ekonomi üzerinde ağır bastığı derin bir süreç gözlemekteyiz. Bu süreç, kapitalist kalkınma modelinin yaşadığı değişim ile benzer bir değişim göstermekte ve genelde ekonominin mevcut durumunu tanımlamakta kullanılan bir terim olan küreselleşmenin gerçekte ne olduğunu açıklamaktadır.
Küreselleşmenin içeriğini belirleyen, sermaye hareketinin hem sınaî hem de finansal biçimlerde dünya ölçeğinde yürüttüğü işlemlerdir. Sermaye akışı, sapkın / yoldan çıkmış / dizginden boşanmış birikim araçlarının temelinde yer almakta ve bu araçlar, ulusal ekonomilerin mali sermayenin egemenliği altına girerek, emperyalist kutuplar arasındaki uluslararası rekabet ilişkilerinin bir parçası haline gelmelerine neden olmakta ve bu ilişkiler de mali sermayenin uluslar-üstü örgütleri (G8, DB, IMF, OECD, BM vb.) içerisindeki uzlaşma / tavizler tarafından düzenlenmektedir.
Mali bir öz de taşıyan bu küreselleşme süreçleri, gerçek ekonomi üzerinde tahrik edici etki bırakmaksızın mali kârları maksimize etme amacı taşıyan kendi iç mantığını izler.
Yüz binlerce insanın yoksulluğa itilmesi (ki Arjantin krizi bunun en son örneğidir), bu yoldan çıkmış mekanizmaya göre, gelecekteki güvenli ve sürekli ekonomik kalkınma için ödenmesi gereken kaçınılmaz bedeldir.
Serbest piyasa ve rekabet, küreselleşmenin temelleridir ve her tür politik ve sosyal, ama halk karşıtı tercihi meşrulaştırmak için dalgalandırılan bayraklardır; her şey bu genel ilkelere dayanmalıdır ve dünyada gerçekleşen tüm olaylar, bu terimlere göre kıyaslanmalıdır.
Sadece bu mu?
Kültürel alandan tutun da ekonomik, politik, sendikal vb. alanlarda her aşamada zikredilen resmi ideoloji; serbest piyasa ve rekabetin genel olarak ilerici değerler olduğuna, iş ve yararlılığı genel kalkınma faktörleri olarak gören ‘demokratik’ büyümenin unsurları olduğuna halkın inanmasını istiyor. Ama aslında olayların çok farklı olduğunu görüyoruz.
Küresel bir piyasada işleyen küresel bir ekonominin olduğu, yani bütün insanlığın kapsandığı doğruysa eğer, neden kendi ekonomik, parasal, siyasi, askeri ve devlet sınırlarına sahip bir Avrupa Birliği kuruldu? Küresel bir devlet ve uluslararası hukuk örgütleme lafları sarf edilirken neden BM gibi bir aygıt bugün kriz içerisindedir? Teorik olarak soğuk savaşın kadük olmuş bir ürünü olan ve birkaç devleti, o da en güçlülerini, kapsayan bir araç olan NATO gibi bir yapı neden yeniden güç kazanıyor?
Belli ki küreselleşme hikâyesi doğru değildir ve farklı dinamikleri ve gerçekleri saklamak, ortadan kaldırmak için kullanılıyor.
Doğru bir şekilde tahlil edildiğinde şu ortaya çıkar: giderek daha çok bir ekonomik savaşa benzeyen bu rekabetin gerçek özneleri, büyük ekonomik emperyalist bloklardır, özellikle ABD/K. Amerika bloğu (NAFTA) ve Avrupa Birliği -Japonya’yı unutmadan. Bunların merkezinde, kendileriyle bağlantılı büyük mali güçler vardır ve blokların tüm politikalarını, ihtiyaçlarına göre yeniden planlamaktadırlar.
Bu gerçeklik günlük olaylarda ortaya çıkmakta ve Euro’ya geçişle birlikte Avrupa’da oluşan güçlü ekonomik yoğunlaşma sürecini bu olaylarla gözlemleyebilmekteyiz.
Bugün telekomünikasyon, finans, sigorta, savaş sanayi gibi alanlarda ve büyük işletmeler ve önemli sektörlerde finansal ittifaklar ve şirket birleşmeleri oldukça yaygındır. Ayrıca bu büyük ekonomik yoğunluklar, sınır tanımaksızın faaliyetlerini farklı alanlara genişletmektedirler.
Kısacası, ekonomik bloklar içerisinde, en fazla kâr amacı taşıyan ve serbest piyasa ile ilgisi olmayan yoğunlaşma ve tekelleşme süreçlerini görmekteyiz.
Gerçek durumun, bize anlatılan küreselleşme masalları değil de bu olduğunu gösteren belirtiler, günümüzdeki gelişmelerin her aşamasında ortaya çıkmakta ve fark edilmektedir.
ÖZELLEŞTİRMELER
Ekonomik alanda, yoğunlaşma süreci yanında kamu işletmelerinin ve hizmetlerinin özelleştirilmesi yaşanmakta; bunlar mali sermayenin kullanımına sunulmakta ve böylece ellerine spekülasyon için yeni olanaklar geçmektedir. İtalya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde gündeme getirilen özel emeklilik fonları da aynı işleve sahiptir.
1990’larda Avrupa çapında gerçek bir özelleştirme süreci yaşandı. Amaç, üretici sistemin bütününde devletin varlığını asgariye indirmekti. Avrupa’da bu yıllardaki merkez-sol ve merkez-sağ hükümetler, bütçe açığı sorununu çözmek ve Maastricht kriterlerine uymak için kamu işletmelerinin elden çıkarılması programlarını uygulamaya sokma isteklerini ifade ettiler.
Bu süreç, Avrupa Ortak Pazarı (1992) uygulamalarının başladığı sürece denk geldi. Dünya çapında ekonominin derin küreselleşme süreci, yöneticilerimizi, bir bütün olarak kamu hizmetlerini özel işletmelere verme yoluyla uluslararası rekabet sorunlarına farazi çözümler arama yoluna itti.
Şunu hemen belirtmek gerekir ki, günümüz koşullarında her özelleştirme sürecinin istihdam üzerinde nicel ve nitel olumsuz etkileri olmuştur.
Örneğin unutulmamalıdır ki, en iyi durumda bile meslek hareketliliği (mobility) ve ücrette esneklik büyük ölçüde artmış ve çalışma düzenini, yoğunlaşma ve vardiyaları olumsuz anlamda etkilemiştir. Ayrıca hemen hemen bütün özelleştirme süreçleri iş güvencesinde azalmaya ve sendikal haklarda da sınırlamalara yol açmıştır. Özellikle ekonomik ve demokratik gelişimin düşük olduğu ülkelerde ücret, sendika ve işçi hakları anlamında güvencenin tamamıyla ortadan kaldırılması; esnek çalışma, en az işçi ile en fazla iş yaptırma, (terli ve yarı-terli emek) ve genel olarak aşırı sömürü biçimlerinin kural haline getirilmesi söz konusu olmuştur.
Özelleştirmelerin kamu borçları ve dış borçları azalttığına dair özelleştirme yanlıları arasında yaygın olan görüş de yanıltıcıdır.
Uluslararası gerçeklik bize gösteriyor ki, en iyi devlet işletmelerinin, aile mücevherlerinin, satılması, uzun vadede gerçek bir yarar elde etmeksizin devlet malının azalmasına yol açmaktadır.
Aslında özelleştirme süreçlerinin uygulama prosedürleri yoluyla bile, uluslararası neoliberalizmin, devlet kolektiflerinin seçeneklerini ve yönelimlerini bastırmak için, özellikle mali anlamda yeniden biçimlendiğini görüyoruz.
Sonuç olarak, referans kapitalizm modeli ne olursa olsun, özelleştirme süreçleri seçeneği, farklı biçimlerde de olsa, spekülatif mali ekonominin üretici sektör aleyhine ağır bastığı serbest piyasayı yüceltmek için neoliberalizm açısından temel hale gelmiştir. Özelleştirmeler kapitalizmin yaşamsal lenfleridir ve en yüksek kârları elde etme amacına ulaşılmasını hedefleyen hâkim ilkelerin ve güçlerin gelişip serpilmesini sağlama açısından belirleyicidir. Ve bu hiçbir zaman eşit dağılım ve genel toplumsal fayda sürecine dönüşmez. Uluslararası kapitalist sistemin özelleştirmeler yoluyla hedeflediği denge, istikrar, kârlılığın sosyal, politik ve çevresel dengeleri altüst etmekten başka bir işe yaramadığı ortaya çıkmıştır.
SOSYAL DEVLETİN YIKIMI
Sosyal yönden de bunların işçiler, emekliler, işsizler ve geçici işçiler üzerinde altüst edici etkileri vardır.
Özelleştirilmiş olsun ya da olmasın, hizmetlerin giderek paralı hale gelmesi nedeniyle ekonomik gücü sınırlı olan kesimler sıkıntıya girmektedir.
Sağlık ve eğitim gibi zorunlu sosyal hizmetler bile devlet için birer ekonomik kaynak haline gelmiştir; halkın bu hizmetler için ödeme yapması istenmekte, vergi yükü değişmemekte ve dolaylı vergiler artmakta, böylece işletmeler sistemi desteklenmeye devam edilmektedir.
Bu alanda bile devletin sosyal devletten KÂR DEVLETİ’ne doğru değişen rolü açıktır; yani devlet, uluslararası rekabeti desteklemek için mali kârlara boyun eğmiştir. En derin değişim, iş sisteminde ve sosyal koruma sisteminde olmuştur. Sosyal devletin yerini almakta olan işletme-devleti, yani merkezine piyasa mantığını, kârların korunması ve arttırılması hedefini koyan bir Kâr Devleti, sosyal hakları iyi niyet bağışlarına dönüştürür; kâr, esneklik ve üretkenliği ‘sosyal ilahiyat’ın yeni biçimleri haline getirir. Mümkün olan tek kalkınma modelinin ilham aldığı bu felsefeye göre, sosyal harcamalar uluslararası yüksek rekabet sistemine uymamaktadır ve vazgeçilmez toplumsal ihtiyaçlarla arabuluculuğa yer yoktur.
Kâr Devletinin yeni rolü, örneğin Maastricht Avrupası’nın ortaya çıkardığı tekno-merkezci çözümler yoluyla tanımlanmaktadır.
Sosyal Devletin bugünkü krizi aslında devletin değişen rolü ile yakından bağlantılıdır; çünkü ekonominin geçirmekte olduğu olağanüstü dönüşüm, iş piyasasında daha fazla esneklik gerektirmekte, Fordist devirle bağlantılı devlet biçimini yetersiz kılmaktadır. İşgücü piyasasındaki bireylerin aralıklı devamlılığı ve ‘açık tarihli iş sözleşmesi’ni korumaya dair dar perspektifler ile kitlesel sanayi işgücünün rolü ve tipik biçimi değiştirildiği gibi, sosyal ve geleneksel korumacı sistemi hali hazırda karakterize eden sorunlara ek olarak başka yeni ve ciddi sorunlar da ortaya çıkmaktadır.
Şu açıktır ki, sosyal devletin krizi ve toplumsal çelişkilerin ortaya çıkış biçimlerinin belirlenmesi, kalkınma modelinde köklü bir değişim sağlayacak bir perspektife sahip olmak için temel konular olarak görülmelidir. Aslında şu anlaşılmalıdır ki, refahın reformu, sermaye birikiminin yeni süreçlerine yol açmak için devlet kurumlarının elindeki araç durumundadır.
Bu hedefe ulaşmak için, sosyal güvenlik ve sağlık hizmetleri gibi temel alanlarda tasarruf politikası, sosyal harcamalarda kesinti, kamu mülklerini (işletmeler ve sosyal konutlar) satma ve temel hizmetlerin tedarikini özel kuruluşlara verme, hatta kamu hizmetini bütünüyle özel şirketlere devretme (örneğin sosyal emeklilik ödentileri yerine özel sigortaların getirilmesi) yoluyla refahın (sosyal devletin) özelleştirilmesi politikasını benimsemişlerdir.
İş pazarının ve iş / işçi bulma kurumunun reformu bile, giderek daha da güçlü bir özelleştirme süreci doğrultusundadır. Yeni ‘işe alma’ sisteminde uzmanlaşmış acenteler doğmuştur ve bu sistem, geçici iş ve esnek işgücünün binlerce yeni biçiminden oluşmaktadır.
Her yurttaş için sosyal koruma sağlama görevini terk eden, her tür evrensel hakkı tahrip eden, sefalet içindeki insanların refahını sağlama işini ‘yük’ olarak gören bir Kâr Devleti söz konusudur.
ESNEKLİK
İşgücü politikaları açısından ‘Anglosakson’ modeli ve ‘Renan’ modeli, yani Amerikan ve Avrupa modelleri, iş ve ücret esnekliği bakımından giderek daha da benzeşmektedir.
Yeni ‘sömürge’ ülkelerde üretimin de-lokalizasyonu süreci hâlâ devam ederken, ekonomik olarak en gelişmiş bölgelerde işsizlik artmakta ve giderek artan sayıda yeni türden ‘tipik olmayan’ işler denenmektedir. Bu tür işler toplu sözleşmelerle düzenlenmemekte, bu nedenle esnek işgücünü genişletmektedir.
Esnek işgücü, mesleki hareketlilik, işin gerektirdiği her işleve uyum sağlama becerisi, her an işe hazır olma, iş saatlerinin uzatılması, ücrette güvencesizlik, milyonlarca işçiyi küresel finans hâkimiyeti çağının yeni köleleri haline getirmektedir.
Bütün bunlar, ‘rekabet’ adına işçi haklarından fedakârlık edilmesi gerektiği için olmaktadır.
Politik alanda, demokratik alanın daraltıldığı açıkça görülmektedir; kurumlar açısından, her seçimde oy kullanma oranının giderek düştüğü, sayısı her geçen gün artan bir kitlenin kendilerini özdeşleştirecekleri bir politik temsilden mahrum oldukları ve Avrupa için en uygun politik model olarak tanımlanan iki turlu sistemin de kurumlara girişi kısıtladığı görülmektedir. Açıkça görülen bu durum sendikal alanda da uzun zamandır sürmekte, anti-demokratik kurallar işçilerin uzlaşmacı ve işverene dayanan geleneksel sendikalar dışında örgütlenmesine engel olmaktadır.
Askeri alanda, bu mali, ekonomik ve sosyal gelişmeler, silahlı çatışmaların artmasına neden olmaktadır.
Yugoslavya’ya saldırı, Afganistan’daki savaş, Filistin’deki askeri işgal, Irak’a karşı askeri müdahale tehdidi en yakın ve bariz örneklerdir; ama dünya çapında irili ufaklı birçok ülkeyi kapsayan daha onlarca çatışma vardır; hatta atom silahları bile bu çatışmalarda yeniden gündeme gelmektedir.
Bu durumda savaş, rekabeti desteklemenin bir yolu olmayıp, ‘REKABET’in kendisidir; çünkü bu, inanılmaz sayıda artan ve belki akıldışı ve saçma görünen savaşların, savaş sanayisi ile yani dünyanın en güçlü sanayilerinden biri ile bağlantılı olup, devletler ve diplomatik müdahaleler yoluyla, ve muhtemelen insani yardım bahaneleriyle doğrudan kendi piyasalarını yaratmaktadır.
ULUSLARARASI REKABETİN ETKİLERİ
Rekabetin bu etkileri, hem zengin ülkelerde hem de azgelişmiş dünyanın varoşlarında, bu gelişmeden çıkarı olanlar ile onun cezasını çekenler arasında bariz bir bölünme yaratmaktadır. Bu ceza çekenler arasında dünya çalışanlarının büyük bir çoğunluğu yer almakta; gelişmiş ülkelerde yapısal işsizlik, gelirde düşme ve işçilerin yaşam koşullarında kötüleşme olarak kendini gösterirken, varoşlarda da açlık ve ümitsizlik biçimini almakta ve bir toplumsal aşağılanma sürecini daha da ağırlaştırmaktadır.
Bu varoşlar, 1960 ve ‘70’lerde olduğu gibi Orta Afrika ya da Bangladeş gibi ülkeler olmayıp, kapımıza kadar gelen Rusya, Balkanlar ve Kuzey Afrika gibi ülkelerdir.
Finans ve teknolojinin kalkınmanın temel ayaklarını oluşturduğu küresel bir dünyada yaşıyoruz.
Teknoloji ve finans hâkimiyeti dünyanın bütün ülkelerine ve halklarına eşit oranda yayılmadığı ve gelişmiş ülkelerde yoğunlaştığı için, bu dönemin karakteristik özelliklerini finans belirlemektedir.
Ancak bu ülkeler ‘bütün insanlığın’ genel gelişimi adına, hatta çalışanlar adına hareket etmemekte, aralarında rekabet ve çatışmaların olduğu ekonomik bloklarda örgütlenmektedirler.
Bu nedenle, piyasa ve rekabet ‘mistisizmi’, birisinin ‘turbo-kapitalizm’ olarak adlandırdığı bu çılgın işleyişte işçilerden, işsizlerden, emeklilerden kendi haklarından vazgeçmelerini istemeye kadar varmaktadır.
Başka bir deyişle, işçiler ve halkın çoğunluğundan, vazgeçilmez sosyal, ekonomik ve politik haklara sahipken, genel çıkarlar adına değil de şirket çıkarları için ve Amerika ve Asya’daki ‘RAKİPLERİNE’ karşı Avrupa’nın finansal, ekonomik ve politik gücü lehine somut çıkarlarından vazgeçmeleri istenmektedir.
Bu feragat ‘rica’ yoluyla değil, devletin ve onun organlarının zorunun, özel, ama modern kullanımı yoluyla dayatılmaktadır.
ÜCRETLER
Finans merkezli mevcut ekonomik çerçevede ücretlerin artması için verilen mücadele, medyanın, partilerin ve uluslararası konfederatif sendikaların her gün bize anlattığı gibi korporatif bir mücadele değildir.
Son yıllarda görülen ücret daralması ve üretkenlikte artış sosyal refahı yükseltme değil, mali spekülasyon amacı gütmüş, böylelikle yatırımlar ve sosyal kalkınma için ayrılan sermaye küçülmüştür.
Sermayenin bir bölümünü, başta sosyal hizmetler alanında olmak üzere tüketimde artış yoluyla yeniden üretime sokmak, hayali ekonomi yerine gerçek ekonomiye nefes aldırmak ve istihdam şansını arttırmak demektir.
Daha iyi ücret talebinde bulundukları için işçileri suçlayanlar aslında bütün toplumu yoksullaştırmak isteyenlerdir; bu nedenle işçilerin daha fazla ücret için yürüttükleri kolektif mücadeleyi korporatif bir mücadele olarak değil, sosyal savunma mücadelesi olarak görmek gerekir.
PARA AVRUPASI
Yukarıda belirtilen gelişmelerin izini AB sözleşmelerinde görmek mümkündür. Günümüz Avrupası halkın Avrupası değil, bankaların ve ekonomik bloklar arasındaki uluslararası rekabetin Avrupa’sıdır. Bu, sosyal alandan, çalışanlardan / emekçilerden; borsa, emeklilik fonları ve uluslararası sermaye hareketleri vasıtasıyla mali spekülasyon lehine büyük bir transfer anlamına gelmektedir.
Halk için ise bu, somut olarak daha düşük gelir, esnek işgücü şeklinde iş güvencesinden yoksunluk, kötü çalışma koşullarını reddedenlerin işsizlik tehdidiyle karşı karşıya kalmaları, tüm sosyal hizmetlerin paralı hale gelmesi, ulaşım giderlerinin artması, özelleştirmeler ve kesintiler yüzünden büyük kamu hizmetlerinin yıkıma uğraması gibi daha da uzatılabilecek ama bilinen şeylerden oluşan bir liste demektir.
İşaret edilmesi gereken anlamlı bir veri şudur: Maastricht kriterlerine uymak ve Euro sistemine girmek için izlenmesi gereken sosyal haklarda ve ücretlerde daralma politikası, birçok ülkede sosyal demokrat ya da ortanın-solu hükümetler tarafından uygulanmaya konmuştur. Bütün ülkelerdeki geleneksel konfederatif sendikalar moneter / parasal mantığı kabul etmiş ve işçi hareketini güçlü savunma ve saldırı araçlarından yoksun bırakmıştır.
Son yıllarda sol partilerin ve sendikaların yönetici gruplarının atanması işi yanında, inceden inceye yürütülen bir ideolojik kampanya da ortaya çıkmıştır.
Kültür dünyasının ve aydınların da neredeyse tam katılımına tanık olan bu saldırı, gerçek seçenekleri mistikleştirilmiş bir görünümle sunulmuştur. Sonra da, çalışan işçilerin bankaların Avrupası’na boyun eğmesi, anlaşma, sosyal diyalog olarak adlandırılmış, yani hayali bir genel çıkar yaratılmıştır.
Genel bir değer olarak görülen rekabet işçiler arasına bile sokulmuş, böylece derin bölünmeler yaratılarak kolektif tepki kapasitesi büyük ölçüde zayıflatılmıştır.
Bugün ‘genel’ çıkarlarını gözetmeksizin kendi çıkarında ısrar edenler korporatizm ile suçlanmakta ya da izole edilmekte, hatta biraz abartılarak söylenirse baskıya uğramakta -tabii ki demokratik yollardan- ve İtalya örneğinde olduğu gibi, kamu hizmetleri sunan yerlerde grev hakkını kısıtlamak için yapılan müdahaleler bunu kanıtlamaktadır.
Son 20 yıldır işçiyi işçiye düşürmek ve onları birey boyutuna indirgemek için çok çalıştılar; sınıf bilincini ve birliğe dair tüm referansları parça parça yok etmeye çalıştılar.
Rekabet ideolojisi, kitlesel iletişim araçlarının gücü, aydınların teslimiyeti, işçilerin ve halk katmanlarının kolektif kimliğinin çalınmasında önayak olmuş; onları Tanrı Pazarı’nda yalnız bırakmış ve böylece ekonomik ve sosyal açıdan reorganizasyon süreçleriyle, siyasi açıdan ise işçi hareketinin yönetici gruplarının tayini ile başlatılmış olan işi tamamlamıştır.
MALİ SERMAYE ‘KARA DELİĞİ’
Bu ideolojik aygıtlar, örgütlenmeye çalışan ve sosyal gerileme süreçlerine karşı çıkan tüm sosyal güçleri ayırt eder durumdadır. Bunun çalışan kesim üzerinde iki esaslı etkisi vardır:
Birincisi, işçi sınıfının maddi çalışma koşullarıyla yakından ilintilidir: sosyal alçaltma, sosyal devletin kesin olarak tahrip edilmesi, ağır vergilerin artırılması;
İkincisi ise, demokrasi ile ilintili olup işçilerin hiçbir şeye karar verme yetkilerinin olmamasıdır.
Demokrasi hırsızlığı ve gelir (maaş) hırsızlığı, büyük ekonomik kaynakların işçi sınıfından Avrupa finans merkezine aktarılması için esas sebepler, olması gereken şartlar ve yapısal ihtiyaçlardırlar. Bunu yaparken de, hükümetlerin ya da devlet sendikalarının politik çizgileri bir yana, toplumun tüm unsurlarını finansal dinamiklere bağlı kılmayı amaçlamaktadırlar.
Yalnızca işçiyi değil işi de tahribata uğratan, o politik, ekonomik ve sosyal gelişmeleri yaratmak için hâkim bir finansal boyuta doğru giden ekonominin bu dönüşümüdür; sanki ekonomide bir kara delik oluşmuştur: her şeyi yutan ve içerisinde işçilerin ve toplumun tüm kazanımlarının yok olduğu bir kara delik.
Mali sermayeden bahsederken metafizik ve önceden bilinmeyen kurumlardan değil net tanımlanmış banka kurumları, iyi tanınan çokuluslu grup ve bir (tür) politik sendika sınıfından bahsediyoruz. Bu sınıfın sermaye güçleriyle sadece ittifak içerisinde değil aslında onlarla bir bütün haline gelmesini, özelleştirme ve emeklilik ödentileri gibi ekonomik faaliyetlere borçluyuz. Dahası mali sermayeden bahsederken, Avrupa çapında daha geniş ekonomik gruplar, sermaye merkezleri ağları oluşturarak ‘kendi’ Avrupalarını kurmakta olan kurumlardan bahsediyoruz.
Bu yüzden, işçi sınıfı hareketinin gelişimi için bu sermaye boyutunun mahkûm edilmesi kaçınılmazdır. Çünkü zaman geçtikçe, bu boyut, her türlü dengeli sosyo-ekonomik ve politik gelişim hipotezinin düşmanı olarak artacaktır ve dolayısıyla işçi sınıfının ve çoğunluk Avrupa halkının da düşmanı olacaktır.
İşçi sınıf hareketinin yeniden yaratılması, şüphesiz ki, maddi koşulların savunulmasından başlamalıdır; fakat tanımlanmış değer yargılarına ve genel referans noktalarına, yani kısacası giderek artan çarpık sosyal gelişmeye karşı çıkacak bir kimliğe eşit derecede önem vermelidir. Bu değerler, sermaye güçleri tarafından uluslararası güç ve ilişkiler projesi adı altında tanıtılmakta ve bunlardan dolayı önceden beklenen tehlikeli ve artık giderek artan boyutta trajik görüntüler beklenmektedir.
Radikal bir sendikal anlayışın yeniden yaratılması, bu her iki aşamayla da yüzleşmek, uygun cevaplar bulmak anlamına gelmektedir.
Somut olan, mücadele ve örgütlenmenin hâlâ desteklenmesi ve gücünün çoğaltılması gereken temel araçlar olmalarıdır ama genel bakış açısı için de bir cevap vermek gerekmektedir. Genel bakış açısı derken, kimlik açısından, sermayenin empoze ettiği çarpıtılmış görüntüye karşı işçilerin kolektif görüşlerini destekleyecek bir kimliğin olması önemlidir.
İdeolojik ve dini etkinlikler, günümüzde genel bir ‘global’ mekanizma, yani market olduğunu iddia etmekteler ve buna her şeyin ve herkesin teslim edilmesini gerektiği görüşündeler.
Eğer işimizi kaybedecek olursak kaygılanmamıza gerek yok, çünkü bu yolla ‘sistem’ daha iyi çalışmakta; eğer gelirlerimiz düşürülecek olursa kaygılanmamıza gerek yok, çünkü bu yolla ekonomimiz Avrupa’da ve rekabet gücüne sahibiz demektir; toplu taşıma araçları kullanım fiyatları artarsa ve hizmetler daha kötüye giderse kaygılanmamıza gerek yok, çünkü özelleştirme böyle daha iyi işliyor (‘yarın bize daha iyi bir gelecek sağlayacak olan’ aynı özelleştirme); inanacağımız ve oyumuzu kullanacağımız bir parti bulamıyorsak kaygılanmamıza gerek yok, çünkü denge ve politik modernlik sunacak tek sistem iki kutuplu sistemin kendisidir!
Bu sonsuz formülü bize dayatarak/sunarak, uygulamak istedikleri en kötü etkinlikleri desteklememizi teklif ediyorlar.
Fakat bizim düşüncemiz, tam da, bu eğilimin tersyüz edilmesinden yana, çünkü çalışanlar işyerlerinde, ekonomik ya da varolan günlük maddi sorunlarla ve rizikolu perspektiflerle karşılaşıyorlardır. Bizce her değerlendirmenin ve seçeneğin başlangıç ve kaynak noktası, ‘sistem’ değil ama işçilerin kişisel ve kolektif yaşamlarının somutluğu ve gerçek durumları olmalıdır: onların ihtiyaçları ve hakları.
Somutluklardan söz ederken sadece katı ekonomik kavramlardan bahsetmiyoruz, ama aynı zamanda, yaşam ihtiyaçlarından, bundan da öte, işçilerin toplumdan beklentilerinden: bilimsel ve teknik gelişmelere uygun bir kültür ve şekillendirici düzeye ulaşma ve onu muhafaza etme, her yurttaş için sağlık ve sosyal güvenlik, makul nitelikte iş ve barınma garantisi istiyoruz.
Bir başka deyişle, bizce geçerli olan bir değer yargıları sistemini yeniden yaratmak istiyorsak, yeni uluslararası şartlar içerisinde işçilerin somut durumlarından başlamamız gerekiyor, çünkü bu bugünkü üretimin boyutudur ve işçiler arasındaki sonuç ve gerekli çokulusluluğu aynı ekonomik ve maddi sürece tabi tutmaktır.
Bizim görüşümüzce şunlar kuvvetli bir işçi kimliğinin bütünleyici parçalarıdırlar: daha eşit ve dengeli bir toplum fikrinin olumlanmasında, sağlam, alternatif ve radikal bir sendikal hareketin yeniden oluşturulmasında anti-kapitalist, anti-emperyalist değerler çalışmamızın temelini oluşturmalıdır.
HAVAYOLLARI ÇALIŞANLARININ ULUSLARARASI TOPLANTISI
20 Nisan’da İspanya’dan STAVLA sendikası, Bask illerinden LAB, Yunanistan’dan PAME, Fransa’dan Sud Aerien, Hollanda’dan AEI/De ve UNIE, İtalya’dan SULTA-CUB ve CUB Ulaşım ve SABENA ve Ligabue çalışanları temsilciler arasında bir toplantı gerçekleşti.
Toplantıda her ülkenin hava ulaşım sektörleriyle ilgili tecrübeler aktarıldı.
Sabena çalışanlarından bir delege de bu toplantıya katıldı. Bu işçiler, şirketlerinin batmasından sonra işlerini kaybetmişlerdi.
Ekonomik ve yasal çalışma şartlarına saldırının temel kaynağı ve yapılan çeşitli müdahalelerin değerlendirmelerinden görülüyor ki, liberal politikalar, Avrupa Topluluğu tarafından benimsenen kuralsızlaştırma ve özelleştirme, ulusal devlet ve hava yolları firmalarından kaynaklanmaktadır. Daha da ötesi, sürekli ve yoğun bir şekilde esnek işgücüne başvurmak, işçi cephesini giderek zayıflatmaktadır.
Mümkün olduğu kadar daha fazla kâr güden bu politikalar, ayrıca yolcular için kaygılandırıcı derecede güvenlik standartlarının kötüleşmesine de yol açmaktadır.
Bu kaygılandırıcı çerçeve karşısında, geleneksel Avrupa sendikaları arasında bu korkunç gelişmelere karşı çıkacak gerçek bir genel istek mevcut değil.
Ülkelere özgü durum farklılıklarına rağmen, katılımcılar, hak taleplerinde bulunmak için, hem hava yolları çalışanlarına özgü hem de ülkelere özgü ortak platform bulma konusunda hemfikirlerdi:
• Hava yollarını toplu taşıma ve sosyal servis olarak görüp savunmak. Servis endüstrisinin genişlemesine ve bu alanın özelleştirilmesine karşı mücadele etmek.
• Özelleşmiş ve parçalanmış firmalarda bugüne kadar kazanılmış meslek, gelir seviyeleri ve iş haklarının korunması (sosyal ek madde).
• Avrupa ve ülkeler çapında tüm meslek kategorileri için genel kontrat kuralları.
• Esnek çalışmaya karşı çıkmak.
• Tek bir ülkede bile olsa işçilere karşı olası bir saldırıda somut yeni tür sempati yolları bulmak.
• Greve gitme hakkını ve sendikaların özgürlük hakkını savunmak.
• Çevreyi koruyarak Havayollarının geliştirilmesini desteklemek.
• Sağlıklı çalışmayı ve çalışanların güvenliğini geliştirmek.
Bu toplantıda bulunan tüm sendikalar ve delegeler, bu atılan adımın daha da genişletilip havayolları alanında çalışan diğer sendikalara da götürülmesinde hemfikirler. Bu toplantıda olmayan bu sendikalar da bu çağrının amaçlarını paylaşıyorlardır. Bunu yapmak için düzenli aralıklarla fikir alışverişinde bulunmaya ve bunun için de koordineyi sağlayacak sürekli bir organ kurmaya karar verdik.
Toplantıya katılan sendikacılar ve delegeler, bu yeni adımı daha işler hale getirmek ve atılacak yeni adımları belirlemek için bir sonraki toplantıyı mümkünse Haziran ayında Brüksel’de yapmaya karar verdiler.
Roma, 20 Nisan 2002