AB katılım ortaklığı belgesi, Kürtçe yayın ve kültürel haklar

Avrupa Birliği’ne aday ülke olma hayali otuz yılda ancak gerçekleşen Türkiye egemen sınıfları, varılan noktayı “büyük başarı”, “zafer” gibi gösterdiler ve emekçi yığınları bu sürece adapte etmeye çalıştılar. Epeyce de başarı sağlamışlardı ki, birdenbire Avrupa Parlamentosu tarafından Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu ve Kürt sorunu gibi “hassas” sorunlar gündeme getirildi. Ve çok iyi gidiyor izlenimi yaratılan süreç adeta dinamitlenmiş oldu. Bir yıl önce gereklerini yerine “getirme taahhüdü ile imzaladıkları Helsinki Sözleşmesi’nin gerekleri doğrultusunda hiçbir adım atmayan gerici Türkiye egemen sınıfları bir açmazla karşı karşıya kaldılar. Türkiye’nin hiçbir düzenleme yapmadığını sorgulayan Avrupa Parlamentosu, aslında hiç gündemden düşürmediği, Türkiye’den daha fazla taviz koparma ve kendine mahkûm etmede kullandığı kozlarını bir kez daha gündeme getirdi. Türkiye raportörü, Fransız parlamenter Phippe Morillon, üyeliğe hazırlık aşamasındaki Türkiye için tavsiye niteliği taşıyan ve üyelik önünde engel olarak gösterilen gerekçeleri rapor ederek şöyle açıkladı:
Azınlıkların korunması ve Kürt sorununun çözümü; Kıbrıs sorununa çözüm bulunması; terörizmle mücadelenin son bulduğu kabul edildiği ölçüde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin politikadaki ağırlığının aşamalı olarak azaltılması, MGK’nın bir danışma kuruluna dönüştürülmesi.
Türkiye’den daha önce yerine getirilmesi istenen Kopenhag kriterleri konusunda bir çaba sarf edilmediğine değinen parlamenterler, son olarak hazırlanan KOB (Katılım Ortaklığı Belgesi) ile durumu yeniden formüle ederek Türkiye’nin önüne sürdüler.
Demokratikleşme, insan hakları ve azınlıklar konusunda iyileşmelerin süratle devam etmesi, TCK’nın 312. maddesinin yeniden düzenlenmesi, DGM’lerin kaldırılması, idam cezasının kaldırılarak yasaklanmasını öngören AİHS’nin 6 numaralı protokolünün imzalanması, OHAL’in kaldırılması, MGK’nın bir danışma organı olarak düzenlenmesi, Kürt sorununa ekonomik, siyasi ve sosyal içerikli, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygılı bir çözüm getirilmesi, Kıbrıs’ın kuzeyindeki işgal güçlerinin geri çekilmesinin sağlanarak Türkiye’nin çözüm arayışlarına katkı sunması. … Sonradan eklenen Ermeni sorununa ilişkin önerge ise şöyle; Avrupa Parlamentosu, Türk hükümeti ve TBMM’yi Türk toplumunun önemli bir parçası olan Ermeni azınlığına yönelik desteğini arttırmaya ve özellikle modern Türk devletinin kuruluşundan önceki soykırımı tanıyarak bu desteğini göstermeye davet eder, diyerek Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği yolundaki taşların temizlenmesi için pürüzleri sıralamaktadır. Ayrıca tarım ve sanayide uyulması gereken ve çevre sorunlarını da kapsayan bir dizi yükümlülük sıralanmış oldu. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde önümüzdeki dönemin esasını Türkiye’nin adaylığını hukuki çerçeveye oturtacak olan “Çerçeve Yönetmeliği” adlı belgenin Avrupa Bakanlar Konseyi’nce kabulü oluşturacak. Düne kadar tartışılan Kopenhag Kriterleri yerini bu defa KOB’daki yükümlülüklere bıraktı.
Helsinki Toplantısının üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen Türkiye demokratikleşme konusunda bir gelişme kaydetmedi. Başbakan Ecevit, Helsinki Toplantısı sonrasında “3–5 ay içerisinde bu düzenlemeleri yaparız,” demiş olmasına rağmen herhangi bir şey yapılmadı. Bu süreçte, idamı kaldırmak, anti-demokratik yasaları ortadan kaldırmak, insan hak ve özgürlükleri konusunda adımlar atmak yerine hak ve özgürlük için mücadele eden işçi ve emekçilere yönelik saldırılarını artırarak sürdürdü. Örnek vermek gerekirse: Gözaltılar, dernek kapatmalar, gazete-dergi kapatmalar ve toplatmalar azalmadı. Yeni Evrensel gazetesi 10 gün süreyle kapatıldı. OHAL devam ediyor ve bölgeye girişi yasaklanan yayınların sayısı artıyor. Düşünce ve örgütlenme mücadelesi yürüten birçok kişi gözaltına alındı ve tutuklandı, işkencenin açığa çıkarılması yönünde çaba göstermesinden dolayı Sema Pişkinsüt görevinden alındı. Birçok bölgede yapılan İnsan Haklan Üst Kurul Toplantıları senfoni müzik dinletisiyle bir şova dönüştürülürken siyasi parti temsilcileri bile bu toplantılarda düşüncelerini dile getiremediler. Bizzat İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Rüştü Kazım Yücelen tarafından engellendiler. Düşünce ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar, örgütlenme hakkına yönelik saldırılar, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik baskılar daha da arttı. 10’u aşkın sendika toplu iş sözleşmesi yapma hakkından yoksun bırakıldı, idamın kaldırılması, affın çıkarılması, Kürt sorununda demokratikleşmenin sağlanması gibi sorunlarda hiçbir adım atılmadı. Ancak AB süreci yine de içeride bir beklenti ve ümit vaat etme süreci olarak kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor.

KATILIM ORTAKLIĞI BELGESİ VE KÜRTÇE EĞİTİM VE YAYIN
Yıllardır Kürtçenin varlığını inkârda ısrarla direnenler, Kürtlerinin dilinin Kürtçe olduğunu, AB Katılım Ortaklığı Belgesi ile birlikte nihayet tartışmaya başladılar. Hatta daha da ötesi Kürtçe yayın konusunda bir yol ayrımına gelmiş oldular. Son birkaç haftadır, Kürtçe TV ve yayın hemen her kesim tarafından konuşulur bir durum oldu. Ama herkes esas olarak Kürtleri bir halk ve bu halkın konuştuğu dili de Kürtçe görmekten özenle kaçınarak, Türkçe anlamayanlara neden anladıkları dilden yayın yapmayalım ki mantığıyla yaklaşmaktadırlar. MHP’li İsmail Köse gibi, Kürtçe yayın idama gider diyerek anayasal engelden söz edenler de az değil. Hemen belirtmek gerekir ki, bir askeri cuntanın antidemokratik anayasasıyla yönetilen Türkiye’de demokrasiden söz edilmesi gülünç kalmaktadır.
Anayasada belirtilen Türkçe dışındaki diğer dilleri her yönüyle yasaklayan maddelerin esas hedefinin Kürt dili olduğu görülmektedir. Yıllardır varlığı yadsınan, “Dağ Türkleri” denilen bu halk, tüm hak ve özgürlüklerinden yoksun olmayı hiçbir zaman kabullenmeyerek hep derdini dile getirme mücadelesi verdi. Zeynep Oral “Kürtçe Televizyon” başlıklı yazısında durumun gerçekten böyle olduğunu çarpıcı olarak açıklamaktadır. Oral şöyle yazıyor:
“Hiç unutmuyorum: Yetmişli seksenli yıllarda, gazete için Güneydoğu’ya gidip seri röportajlar yaptığımda, kimi zaman dil sorunuyla karşılaşırdım. Özellikle yaşlılarla bir araya geldiğimde, onlar Türkçe, ben Arapça ya da Kürtçe bilmediğimden, çocukların, gençlerin ya da askerliğini yapmış birinin tercümanlığı aracılığıyla anlaşırdık. İstanbul’a dönüp, bunları gazeteye yansıttığımda ya da yansıtmak istediğimde, Arapça konuşulduğunu yazabilir, ama Kürtçe konuşulduğunu yazamazdım. Çünkü yasaktı. Artık ne kata-kullilere başvururduk. Yok, “yerel dil”, “yöresel dil”, “yörenin şivesi” vb. diye lafı geveleyip durur, ama “Kürtçe” konuşuluyor diyemezdik… Yasak dikilirdi karşımıza.” (Milliyet, 19 Kasım 2000)
Fakat bugün artık uşaklıkta sınır tanımayan geniş bir globalci yazar takımı ve diğer zatı muhteremler kulüplerine girmeye aday oldukları batılı efendileri karşısında izah etmekte güçlük çektikleri bu ve benzeri durumların hiç değilse görünürde düzenlenmesini istemektedirler.
AB Katılım Ortaklığı Belgesi’nde azınlıkların anadillerinde radyo ve televizyon yayın hakları olduğu ve bunun önündeki engellerin kaldırılması yönündeki tavsiyesi yeniden Kürtçeyi ve Kürtleri gündeme getirdi. Lozan’da azınlıklar olarak tarif edilen ve yıllardır gayri Müslimler olarak algılatılan ve ısrarla azınlıklar kategorisine bile alınmayan Kürtlerin dil ve diğer kültürel talepleri bir kez daha gündeme oturdu. Bu durum aynı zamanda gerici egemen sınıfların ikiyüzlü tutumunu sergilemede yine bir turnusol kâğıdı görevi görmüş oldu. Demokratikleşmeden bolca söz edenler, soyut bir demokrasi kahramanı olarak televizyon ekranlarında ve köşelerinde ve imkân buldukları her fırsatta demokrasiden söz edenler, Kürtlerin kendi doğal ve insani hakları söz konusu olunca nasırına basılmış gibi bağırmaya başladılar. Bir göz boyama, Avrupa Parlamentosu’nu ve dışarıyı kandırma ve geçiştirme olarak değerlendirme tutumu bile bu denli yankı uyandırmaktadır. Uygulanmamak üzere kabul ederek katılım sürecini Türkiye lehine işletmek isteyenlerle inkârda ısrar edenler de kendi aralarında tartışmaya başladılar.

ARTIK YADSINAMAYAN KÜRTÇE VE KÜRTÇE YAYIN
Kürt dili ve kültürü önünde yıllardır örülen barikatların hiçbirinin Kürtçeyi unutturamadığını, aksine, yazılı ve görsel ve diğer olanakların da kullanılarak Kürtçenin dilbilimi alanında da mesafe kat ettiği rahatlıkla gözlenebilir. E. Çölaşan bile inkâr yerine başka bir yolu seçerek; “Peki hangi Kürtçe lehçesiyle yayın yapacaksın? Bunların bir yığın lehçesi var, birbirini anlamazlar.” diye yazmaktadır (Hürriyet 16 Kasım). Bu gerekçeyi gerçekçi ve ikna edici bulmamış olsa gerek, Çölaşan şöyle devam ediyor; “Kürtlerin yayınladıkları gazete ve dergiler, haberler, yazılar yorumlar ilanlar ve her şey Türkçe.” Oysa gerçek, Çölaşan’ın bildiği gibi değil. Kürtçe yayınlar kütüphaneler dolduracak kadar mevcut. Kürtçe kitaplar, gazeteler, dergiler, romanlar, kasetler, filmler, mizah dergileri de var. Tüm yasaklara, kovuşturma, hapis ve ölüm pahasına, en ufak eğitim ve kültür çabasını boğma ve yok etme uygulamalarına karşın öncesi bir yana 77 yıldır yasak olan bir dil ile konuşmak, Kürtçe konuşmayı başarmak anlaşılmalı ve algılanmalıdır. En küçük olanağı değerlendiren Kürtler yazı dili olarak Kürtçeyi öğrenmek, öğretmek ve yaygın bir entelektüel araç haline getirmek için olağanüstü bir yetenek göstermişlerdir ve bunu bir hak olarak kazanacaklardır. Bu gerçek bir yana, Kürtçe bir dil olarak gerçek bilim çevrelerince de kabul ediliyor.
Güneş dil teorisyenleri ve onun savunucusu olan profesörler aksini iddia etse de Hint-Avrupa dil grubunun İrani diller kategorisinde değerlendirilen Kürtçeyi, İran, Irak, Suriye, Rusya ve Türkiye sınırları içerisinde yaşayan on milyonlarca Kürt konuşuyor. Televizyon yayınlarını izliyor. Bin yıl öncesine ait Kürtçe eserler mevcut ve bunlar bugün okunup değerlendirilebiliyor. Burada önemli olan Kürtçe diye bir yazı dilinin var olup olmadığı gerçeğidir. Kürtlerin, Türkçe yazıp okuyor olmaları ya da Kürtçe konuşamıyor ve okuyamıyor olmaları ise bu düzenin ve onun savunucu olan Çölaşanların ayıbını göstermektedir. Eğer bugün üniversitelerde kürsü sahibi olmuş “bilim adamları”nın bazıları da “iyi ama hangi Kürtçeyi yayın dili yapacağız? Zazaca’yı yapsak Kurmançkiler darılacak, Kurmançki yapsak Zazalar darılacak” diyerek bir gerçeği böyle gerekçelerle izah etmeye, bertaraf etmeye çalışıyorlarsa, bu bile verilen mücadelenin başarısıdır. Çölaşan ve onun gibilerinin baskı ve asimilasyona bu denli direnen bir dil ve kültür karşısında artık saygı ile eğilip geride yaşattıkları ve bıraktıkları derin izlerden dolayı özeleştiri yapması ve yüksek sesle “AB istediğinden dolayı değil, artık yeter, güneş balçıkla sıvanmıyor” demesi gerekir. Ama ne yazık ki onlar inatlarını sürdürüyorlar. Doğal olan bu olsa gerek! Çölaşan yazısını “Eğer AB’ye gireceksek adam gibi girelim. Onurumuzu satmadan, rencide edilmeden, bunların oyuncağı olmadan, böyle saçma sapan konularla uğraştırılmadan,” diye bitirmektedir.
Doğrusu hangi onurdan bahsettiğini anlamakta güçlük çektiğimizi belirtmeliyiz. O, ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla peşkeş çekildiği, tahkim yasasıyla her türlü ulusal birikimin ve değerlerin satışının serbest edildiği, sanayi ve tarımın uluslararası tekellerin korumasına bırakıldığı, bütün değerlerin yaratıcısı ülkemiz işçi ve emekçilerinin açlıkla terbiye edildiği, Cottarelli’nin bir Amerikan sömürgesinde gezer gibi talimatlar yağdırdığını bilmiyor değildir. Enerji ve ulaşım başta olmak üzere tüm KİT’lerin özelleştirilerek satışına ses çıkarmamanın, hatta özelleştirme savunuculuğu yapmasını GAP’ın talana açılmasıyla, yerli halkın hayvan bakıcısı ve ırgat olarak kendi topraklarında köleliğe mahkûm edileceğinin şimdiden yapılan yabancı yatırımlardan belli olduğu ortadayken, bölgenin bu bakir topraklarının bir küllüğe dönüştürülünceye kadar sömürüleceği gerçeği neden onun ve onun gibiler için onur meselesi edilmiyor? İncirlik üssünün bir Amerikan üssü olarak işlev görüp komşu ülkeleri üst üste bombalaması neden onur sorunu olmuyor?
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren adım adım ulusal bağımsızlığından uzaklaşıp yabancı sermayenin etki alanına giren ve hızla bağımlı hale gelen ve geri kalmış bir ülke konumundan kurtulamayan Türkiye’nin AB’ye girişiyle hiçbir konuda kendi başına karar alamayacak olduğu bilinmemekte midir? Dünyada geçerli olan ekonomideki kuralları birkaç büyük tekelci kapitalist ülkenin belirlediği, serbest ticaret koşullarını bu en büyüklerin dilediği gibi yönlendirdiği, iç hukuk diye bir kavramın bu gerçekler karşısında çaresiz-işlevsiz kaldığı, tahkim yasasında olduğu gibi globalleşme adına tüm ulusal değerlerin tahrip edilerek her ülkenin eşit derecede gidişatta söz ve karar sahibi olmasının olanaklarının böylece ortadan kalktığı, bunun imkânsız olduğu, politikada güçlü olmanın bundan bağımsız olmadığı da bilinmektedir. AB’nin Türkiye’yi aday üye statüsüne on yıllar geçtikten sonra almasının nedenlerinin temelinde Türkiye’nin bir sıçrama tahtası olarak kullanılmak istenmesi ve Kafkaslar ve Ortadoğu’ya uzanma isteği bulunmaktadır. Türkiye’nin ve bölgedeki ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynakları, petrol, doğalgaz zenginlikleri Avrupa’nın iştahını kabartan talan sofrası olarak duruyor. Ekonomiyi, politikayı, kültürü ve tüm ulusal değerleri güçlü etkisiyle kısa sürede kasıp kavuran ve kendi ilişkilerini egemen kılan gelişmiş kapitalist ülkelerin tam egemenlik sağlaması anlamına gelen globalizmin, ezilen ve sömürülen dünya halkları için ne anlama geldiği, bu birkaç yıl içerisinde çarpıcı sonuçlarıyla ortaya çıkmıştır. Son bir yıl içerisinde Amerika’dan Prag’a kadar dünyanın dört bir yanında geniş ve etkili olarak işçi ve emekçilerden yükselen itirazlar ve gidişata karşı direnişler artık Yeni Dünya Düzeninin ezilenleri kandırmada eskisi kadar etkili olamayacağını göstermektedir.
En güçlü birkaç AB üyesi ülkenin diğer ülkeleri etkisi altına aldığı ve aday ülke durumundaki ülkelerin pazarlarına göz diktiği ve yer yer bunun için kapışmaların yaşandığı yakın tarihimizde sabittir. Anti-emperyalist olmayı gülünç ve dinozorluk olarak değerlendirenlerin, AB’ye karşı çıkanları, tüm emperyalist ilişki ve anlaşmaların iptal edilmesini ve bağımsız ve demokratik Türkiye diyerek bir aydınlatma ve örgütlenme mücadelesi verenleri alaya alanların bu tür çıkışlarını yine de anlıyoruz! Yatağan işçilerinin, Bergama köylülerinin, Trakyalı üreticilerin, kamu emekçilerinin haykırışlarına ve onur mücadelesine sessiz kalanların, Kürtlerin anadillerinde haber dinlemelerine ve özel ya da devlet kanallarında bilinçlerini bulandırmaya, kendine yabancılaştırmaya dönük yayınlara bile tahammül edemeyip bunu bir “onur” sorunu olarak görmeleri olsa olsa ırkçı yaklaşımın bir kez daha dışavurumu olabilir. Amerika ve Avrupalı kurum ve kuruluşlar karşısında hiçbir değer bırakmadan ölçüsüzce takla atmakta yarışanların, bunların temsilcileriyle bir araya gelmek veya yemek yeme onurunu elde etmeyi evire çevire anlatanların değerleri ve onurlarının onların bu yeni piyasada elde ettikleri nemalarıyla orantılıdır. Gerisi ise lafı güzaftır!
Başkasının dili ve kültürü üzerinde baskı ve zor uygulama “onur”u taşıyanların, kendi onurlarına düşkünlüklerinin sınırı da onunla orantılıdır.
Eski “solcu”sundan en sağcısına kadar hemen her köşe yazarı KOB (Katılım Ortaklığı Belgesi) kapsamında Kürtçe TV konusunda yazı yazdı. Aynı günkü Hürriyette “Modern Zamanlar” yazarı H. Uluengin Kürtçe yayın savunucusu olduğunu belirtirken, bunun arkasındaki “pragmatik ve taktik yaklaşımı”nı da açıklıyordu:
“Kürtçe TV artık Türkiye’nin gündemindedir ve demokrasi dünyasından kopma rizikosu göze alınmadığı takdirde, bu hak eninde sonunda hayata geçecektir.” Devamında; “Tarihte yazı dili ve merkezde ana-lehçe geliştiremediği için sönmek’ ihtimali bir ara çok artmış olan Kürtçe yeni iletişim teknolojileri sayesinde bu virajı kıl payı kurtarmıştır. Kürtçe vardır ve şu an nispeten garantidedir.” Piyasayı, arz ve talep sorununu bir bilen olarak bu Uluengin, eski solcu “… siz ister serbest bırakın ister yasaklayın, eğer talep mevcutsa, Kürtçe de, Çince de, Zazaca da, zartça da zurtça da modern iletişim teknolojisi sayesinde damın üstünden ekrana girer. Yasaklarsanız daha geç ve gizli girer ama eninde sonunda yine girer.” diyerek, sorunu bir halkın varlığı, onun hak eşitliği talebi olarak görmek yerine, aksine inkârı seçen bu “aydın” zevat ve her soydan Yeni Dünya Düzenci liberalin hemen tümü artık zapturapt ile zart zurt ile ve kart kurt ile durumu kurtarmada zorlandıklarını dile getirmektedirler. Başta bölgedeki halk olmak üzere ülkenin tüm bölgelerindeki Kürtlerin çanak antenler aracılığıyla Kürtçe yayınları izlediğini vurgulamaktadır. Yıllardır uygulanan tüm baskı ve göz altılara ve yıllardır bölgede yaşanan çatışmalara karşın, çanak antenler defalarca toplanmış olmasına rağmen Kürtlerin kendi dillerinden bir şarkı, bir türkü ve bir haber edinme özlemlerini hiçbir güç söndüremedi.

AB ADAYLIĞI SİSTEME NEFES ALDIRMADA BİR MANİVELA
Başbakan Ecevit “Çağdaş iletişim teknolojisi sınır tanımıyor. Kuzey Irak ve Avrupa’dan Kürtçe yayın yapılıyor. Bunu göz önünde tutarak bir sonuca varmak gerekir,” diyerek Kürtçe yayın ve eğitim konusuna yaklaşımını açıkladı.
Mesut Yılmaz bu durumu gerekçe göstererek “Vatandaşlarımızın önemli bir bölümü çanak antenlerle bölücü örgütün yayınlarını izliyor, devlet olarak bundan memnun değilsek, bölücü olmayan, yeterince Türkçe de bilmeyen vatandaşlarımızın gereksinmelerini karşılayalım.” AB’nin, konuyu kültürel haklar kapsamında ele alması karşısında “Asıl tehdit bugünkü durumun devamıdır… Devlet olarak aklınızı kullanacaksınız, o vatandaşları kendinize çekecek bir yayın politikasını hayata geçireceksiniz. Başka çaresi yok.” diyen Yılmaz, AB’nin Türkiye’den atla deve istemediğini de belirterek, “Biz onlara açıkça Lozan’da kabul ettiğimiz dini azınlıklar dışında bir azınlık kavramını kabul etmeyeceğimizi söyledik. Memnuniyetle gördük ki, söylediklerimiz dikkate alınmış. İstenenler atla deve değildir” demektedir.
Mesut Yılmaz sistemden kopmuş olan bölge halkının yeniden sisteme kazandırılmasında görev ve sorumluluk almış bir misyoner olarak yaptığı açıklama ve atraksiyonlarıyla ilgi çekiyor. Kürt reformcu çevrelerinin de başını döndüren ve şimdiden hayranlığını kazanan Yılmaz “AB’ye girmenin yolu Diyarbakır’dan geçer” açıklamasıyla yeni bir dönemin açıldığını ve bu yeni dönemin sözcülüğünü sırtlandığını da deklare etmiş olarak kabul edildi. Bingöl’e bir okul açılışı için giden Yılmaz’ın bölge halkının talepleri arasında olan OHAL’in kalkması gerektiğini ifade etmesi ve poşulu Kürt gençleriyle medyaya görüntü ve poz vermesi ve HADEP il yöneticilerinin görkemli karşılama töreni düzenlemeleri ve bunun ANAP il yöneticilerince engellenmesine içerleyip üzülmeleri bu konuda Mesut Yılmaz’a büyük bir misyon yüklediklerini gösteren önemli belirtilerdir.
Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Aslan Güner’in 300 gazeteciyi çağırdığı davete 200’e yakın gazeteci katıldı. Katılan namlı kalemşorların kendi ağızlarından değerlendirmeleri ordu-basın ilişkilerinde yeni bir “beyaz sayfa” açıldığı biçiminde. Derya Sazak, kokteyle rekor katılımın olmasında, ordunun “kırmızı-mavi kuvvetler” ayrımına son veren anlayışının egemen olduğunu iddia ediyor. Resepsiyon AB-KOB’un tartışıldığı günlerde yapıldı. Kürtçe yayın konusunda da karşıt bir düşünce beyan etmeyen askerlerin defalarca “askerler işini yaptı, sıra sivillerde” biçimindeki açıklamaları bilinmektedir. Bölgede askerler tarafından seyyar olarak kurulan radyolardan Kürtçe yayın yapıldığı da bilinmektedir. Genel Kurmay bu davet ile yeni bir şey söylemek yerine söylediklerini teyit etti ve Andıç belgelerindeki açıklamalara onay verdi.
Genel Kurmay’dan “tüyo” alarak Güneydoğu’da yapılan toplantılar ve HADEP ile ilişkilerinden dolayı CHP’yi eleştiren Ecevit’in açıklamalarından sonra ortaya çıkan Andıç belgeleriyle Kürt reformcu çevrelerinin hareket sınırları da çizilmiş oldu. AB’yi bir kurtuluş yolu olarak öneren ve tüm çabasını buna hasrederek dünün anti-emperyalist tüm söylem ve silahlarını rafa kaldıranlar ve yine AB’ye, ne karşı ne de karşı değil pozisyonunu sürdüren “sosyalistler” Yeni Dünya Düzeniyle uyum ve birleşmede aşama kat etmeyi demokratikleşme ve özgürleşmede mesafe kat etme olarak anlayan tüm libarel çevrelerin sağı ve soluyla tam bir mutabakat içinde oldukları ve bu gidişat içerisinde yakın geleceğin ittifaklarını örmekle meşgul oldukları görülüyor.
Bozulmuş olan klasik sağ ve sol partiler dengesinin gidişatının yeni argümanlarla yeniden şekillendirilerek, mevcut parti ve politikalardan uzaklaşmış, düzenden ümidini kesmiş yığınların akıtılacağı kanalların yaratılması, kafa karışıklığını derinleştirerek ideallerinden uzaklaşmış, dünü unutturulmuş ve burjuva liberal politikaların girdabında örselenip sisteme yeniden entegre edilmiş Kürt yığınlarını sorun olmaktan çıkarmak da bu dönemin asıl sorunları arasındadır.
Hatta önümüzdeki süreçte AB adaylığının onayı için bir referandum yapmayı gündeme getirerek uzun süren bir beyin yıkama ve sisteme adapte etme ve referandum vesilesiyle kitleleri yeniden biçimlendirme hesaplarının yapılması da olası görünüyor. Türkiye egemen sınıfları önümüzdeki günlerde AB’ye girmeyi bir referandumla kitlelerin önüne sürebilirler. Referandumu içeride kendi pozisyonlarını güçlendirme ve dışarıya karşı Kıbrıs, Kürt sorunu ve Ermeni sorunlarında şoven bir dalga estirerek milli birlik ve beraberlik ruhunu tazeleme gösterisine dönüştürme hesabıyla beraber bu referandumla Kürt liberal burjuva çevreleri, HADEP’i, liberal solcu ve ÖDP gibi “sosyalist” çevreleri, RP de dâhil olmak üzere “laik” ve “şeriatçı” geniş kesimi ortak hedefte bir araya getirme… Bunu şimdiden hesaplayanlar var.
Gerici egemen sınıflar AB sürecinin çok hızlı gelişmesi değil, aksine, kendi hesaplarının gerçekleşmesi için çaba sarf etmekteler. Ancak diğer yandan kurtlar sofrasına atılmış bir av olarak, Türkiye AB ülkelerinin iştahını kabartmaktadır ve dolayısıyla da girdiği yolda yürümeye mahkûm edilmiş olarak ilerlemektedir. Türkiye gerici egemen sınıfları aynı zamanda bir operasyon ve reorganizasyon süreci olarak işlettikleri adaylık aşamasını işçi ve emekçilerin, tüm ezilen ve sömürülen emekçi halkın demokrasi, özgürlük ve daha iyi bir yaşam özlemlerinin patlamasını engellemek, sürece yayarak beklentiye sokmak ve soğutup yok etmek için değerlendirmektedir. İşçi ve emekçilerin ekonomik ve demokratik taleplerinin yaşamsallığı ve aciliyeti, Kürt sorununun çözümüne ilişkin acil talepleri ve bunların patlama öğeleri taşıyarak birikmesi sürecin seyri içerisinde yeniden yeniden değerlendirilerek bölünüp parçalanmak ve etkisiz kılınmak istenmektedir.
Kıbrıs sorununun KOB’a son anda eklenmesi ise Türkiye’ye daha fazla boyun eğdirme kozu olarak değerlendirilebilir. Bu koz, Türkiye’nin üyelik girişimlerinde asli bir engel olmayacak ama zaman ileri sürülecek ve değerlendirilecektir.

Aralık 2000

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑