Slogan, sosyal olaylar ve bilinç ilişkisi açısından temel kategorilerden birini oluşturur.
Sosyal olay ve olgulara müdahale durumundaki insan iradesi, kendisini, kuşkusuz pek çok biçimler alan kategoriler içinde ifadelendirir. Topluma ve sosyal olaylara, demagojik ya da idari ve polisiye önlemlere varıncaya kadar geniş bir çeşitlilik gösteren insan müdahalesinin biçimleri, her şeyden önce, belirli amaçlara sahiptir; az çok düzenli her insan müdahalesi ise, belirli programlar çerçevesinde gelişir, strateji ve taktik gibi belirli kategoriler oluşturur.
İnsanın doğaya yönelik müdahalelerinde, ilişkinin bir yönünde insan ve insan ilişkilerinin bulunmaması, görece bir kolaylık getirir; çünkü değişkenlerde bir azalma vardır. Sosyal olaylara müdahale ise, çok yönlü değişkenler hesaba katılmadan ve müdahale, toplumsal faktörlerle insan ve insan ilişkilerindeki hızlı değişmeler göz önünde bulundurulmadan, ne denli programlara konu edilir ve planlanırsa planlansın başarıyla uygulanamaz. En başta gelen neden, müdahalenin konusu olan olayların, yalnızca müdahaleden değil ama toplumsal gelişmelerin nesnelliğinden ve müdahalelerin çok yönlülüğünden etkilenen değişkenliğidir. Ve insan, sadece bilgiye dayalı bilinçli hareket içinde değildir. İnsanın kendisi de, yaşadığı toplumsal koşullar ve geçmişten gelen kalıntılar tarafından şekillendirilmiştir. Doğru ya da yanlış bilincini de biçimlendiren bu koşulların iniş çıkışları ve insanların bu koşullar içindeki hareketi, bunlardan birbirinden farklı etkilenen insanların ruh hali ve moral durumu da içinde olmak üzere etkilenmesini şartlar. İnsanların toplumsal koşullardan maddi bakımdan etkilenmelerinin yanına eklenen ve buradan kaynaklanan moral etkilerle yüz yüze kalmaları, bugün şöyle ama yarın böyle davranmalarını açıklar. Daha kalıcı faktörler olarak, önyargı ve alışkanlıklar, toplumsal yaşama ve insana politik ve ideolojik bakımdan dayatılan kural ve kurumların oluşturdukları baskı, insan eğilimleri ve düşüncesiyle eylemini koşullandıran etkenler durumundadır ve sosyal olaylara doğrudan müdahalenin unsurları olan ve sürekli beslenen bu etkenler dikkate alınmadan, sosyal olaylara başarılı hiçbir müdahale girişiminde bulunulamaz.
Buraya kadar sayılan etkenleri temelden koşullandıran ise, artık dünyanın hemen her yerinde, köleci ya da feodal türden daha geri toplumsal örgütlenme biçimlerine yer bırakmamacasına egemenlik sağlayan, toplumun emek/sermaye karşıtlığına dayalı kapitalist örgütlenmesidir. Toplum, çıkarları uzlaşmaz karşıtlık halindeki sınıflara bölünmüştür ve küçük bir sömürücü azınlık büyük çoğunluğu egemenliği altında tutmakta ve yönetmektedir.
Bu çerçeve, sosyal olaylara insan müdahalesinin her değişik alanında belirleyicidir. İnsanların tüketim hırsını ortaya çıkarıp körükleyen tamamen kapitalist bir kategori olan reklamcılık sektörü örneğin, taktiği ve stratejisi ile hedef kitlesi ve sloganları ile etkide bulunmayı hedeflediği ve yönlendirmeyi amaçladığı insanı, onun ilişkilerini ve sosyal koşullarını dolaysızca hesaba katmadan işini göremez; başarısı, bu hesabı doğru yapmasıyla sınırlanır.
Politikada da işler farklı yürümez. Hatta sermaye partilerinin giderek daha çok politik kampanyalarını reklâm şirketlerine ısmarlamaları ve her gün daha fazla -reklâm şirketlerinden belli başlı farkları, gerçeği onlardan daha büyük oranlı çarpıtma ve yanlış bilgilendirmeyi yönlendirme olan- medyaya dayanmaları, düzen yanlısı politika açısından reklâmcılarla politikacılar arasındaki farkı azaltmaktadır. İkisi de tapon mallarını satma peşindeki tüccar türündendir. Amaçları, kendilerini ve mallarını (sermaye politikacısının belli başlı malı, bu malı satmaya çalıştığı halkın çıkarlarıyla taban tabana zıt programı ve bundan da çok, bu programın temsil ettiği büyük sermayenin çıkarlarıdır) hedef kitlelerine beğendirmek ve halkın mallarına rağbet etmelerini sağlamaktır.
Reklâmcılar bir yana bırakılırsa, sermaye partileri, varlık nedenleri olan büyük sermayenin ve emperyalizmin çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik politika ve uygulamalarını, ülkenin ve halkın çıkarına politika ve uygulamalar olarak gösterme zorluğu içindedirler. Halkı, ülkenin ve halkın çıkarlarının ifadesi gibi sunmaya uğraştıkları kendi sömürücülerinin, büyük sermaye ve emperyalistlerin çıkarlarının peşine takmaya çalışırlar. Bu aldatma, kuşkusuz her sermaye partisi açısından, ancak kendisi aracılığıyla gerçekleşebilir bir yürüyüş olarak sunulur ve halk sermaye partilerine oy vermeye ve onları desteklemeye çağrılır.
Halka, emperyalist ve gericilerin, büyük sermayenin çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik politikaları “en inandırıcı” biçimde hangi sermaye partisi ülke ve halkın çıkarlarının gereği olarak göstermeyi başarırsa, oy desteğini sağlama ve halkı soyma ve ezme yarışını o kazanır; “derin devlet” açısından da sorun yoksa belirli bir süre için halkın ensesinde boza pişirme işini o yürütür.
Yarışı kazanmanın birçok koşulu vardır. Halkın körüklenen dini, milliyetçi vb. önyargıları, yarışı kazanmak için elverişli bir pozisyon sağlamalıdır. Bu, sermaye partilerinin tümünün bu önyargıları besleme ve istismar etmede de birbirleriyle ciddi bir yarış içinde bulunmalarını açıklar. Genellikle düşünmeye, duygu ve inançlara vb. ilişkin geleneksel eğilim ve davranış kodları, bu nedenle tüm sermaye partilerinin en başta yücelttikleri değerler arasındadır. Gerçeği az çok yansıtsa ya da hiç ifade etmese de, bütün sermaye partileri “vatan” ve bayrağı, “ulus” ve “toprak bütünlüğümü çok sever ve savunurlar; tümü dini siyaset aracı olarak kullanmak üzere teşvik eder ve savunur vb. 28 Şubat günlerinde bu nedenle açmazda kalan ve zorlanan bu partiler, bir yandan durumlarını açıklamaya, diğer yandan da bu alandaki boşluklarını, -zaten süre giden yaman bir demagojik propaganda etrafında- başka alanlarda doldurmaya yönelirler. Ama bir şey değişmez: sermaye partileri halkın önyargılarını gözetmekle kalmaz, kışkırtır ve bunlar üzerinden halk içindeki desteklerini artırmaya çalışırlar.
Toplumsal gelişmenin aldığı biçim ve içinde bulunduğu düzeye uygun ideolojik biçimlerden hareket etmekte olan sermaye partileri, verili süreçlerde diğerlerine göre halkı aldatmada bir adım önde olma yeteneği göstermeye adaydırlar. Örneğin Kürtlere karşı imha savaşının dayatıldığı koşullarda en azgın milliyetçi, ABD yönelimi “yeşil kuşak” konseptinin yaygınlık kazanmasının ardından en dinci, 12 Mart zorbalığının halkı tam teslim almaya güç yetiremediği koşullarda zorbalığa tepki ve gericilik açısından yatıştırma ihtiyacının karşılanması zorunluluğunun kesiştiği noktada sosyal demokrasi vb. toplumsal siyasal koşullar ve genellikle egemen sınıfların ihtiyaçlarını karşılama bakımından öne çıkar.
Ancak sermaye partilerinden biri ya da birkaçının diğerlerine göre öne çıkışı, emperyalizm ve büyük burjuvazinin yalnızca dolaysız çıkarları tarafından değil ama her özel durumda halkı en çok yatıştırma yeteneğine sahip görünene daha fazla değer kazandıran egemenlerin dolaylı çıkarları tarafından da koşullandırılır. En son, başka benzer etkenleri de sayılabilecek elverişli imkânların geçer akçe kılınabilmesi için, sıra, şu ya da bu sermaye partisinin politikalarını halka kabul ettirebilme konusunda göstermek zorunda olduğu ustalığa sıra gelir. Söylendiği gibi medya ve reklâmcılık sektörünün gösterdiği gelişme karşısında, bu alanda partiler arasındaki ustalık yarışının neredeyse sonuna gelinmiştir.
Sağ ya da “sol” görünümlü, milliyetçi ya da dinci, “liberal” ya da şimdi pek para etmese de bir gün yine edebilecek “devletçi” programlarıyla sermaye partilerinin, kendi çaba ve yürüttükleri mücadelelerle en azından tamı tamına ilgili olmayan yükseliş ve düşüşlerine tanık olunuyor. Belirli koşullar (dönemsel olarak emperyalizm ve büyük sermaye açısından değer kazanan ve halk kitlelerini etkilemeye yatkın ideolojik biçim, önyargılarla ilişkisi ya da liderin sürükleyiciliği gibi daha ikincil olan çekicilikler vb.) bakımından elverişli pozisyonlara sahip sermaye partileri, çoğu kez bu kadarı da olmaz, dedirtecek konumlara yükseltilmek de dâhil olmak üzere, sağlanan sermaye ve devlet destekleri ve medya ve reklâm oyunlarıyla, ülkenin “kaderine egemen” olacak yüceltilme sürecinden geçip iktidar merdivenlerinden tırmandırılıyorlar. Bunda, kendi program, strateji, taktik üstünlükleri, politikaları ve ürettikleri sloganların değeri giderek düşüyor. Sermaye partilerinin iktidara tırmanışlarında kendi etkinliklerinin payının azalması, olsa olsa giderek sermaye partilerinin değer kaybını gösteriyor; ama kuşkusuz, politika ve onun araçlarının, örneğin propagandanın önemini, taktiğin ya da sloganlarının eskisine göre daha da değerlendiğini görmezden gelmeyi gerektirmiyor. Halk kitlelerini sahte hedeflere yöneltmek, bölerek yönetmek ve buna uygun seferber etmek, kuşkusuz eski önemini koruyor. İzledikleri politikaların, onlara da kapitalizmin dorukları tarafından dikte ettirilmesine bağlı olarak, sermaye partileri birbirine benzeşip tekleştikçe, partiler yerine bu “doruklar” ve onların politika, taktik, slogan vb. üretimleri belirleyici oluyor. Hareket alanları, gönüllü ya da gönülsüz emperyalist ve tekelci sermaye odakları tarafından belirlenen politikaları izlemeye daraltılan sermaye partileri, program, taktik, slogan vb. yönlerden de kendileri dışında üretilmiş malları tüketme durumuna geriliyorlar. Kapitalist toplumun yönetilmesi, daha uzmanlaşmış birimlerin devreye girmesiyle, giderek sermaye partilerinin etkisizleştiği bir süreç olarak gelişiyor.
Parlamentolar, parlamentolarda toplumun yönetilmesi sürecine katılan partiler, en gelişkin burjuva demokrasilerinde bile, asıl iktidar taçlarını başlarında taşıyamamışlar ve devlet işleri kurmay bürolarında ve askeri ve sivil yüksek bürokratlar tarafından daha gizli kapaklı ama ince hesaplarla planlanıp kararlaştırılmış; politikalar, parlamento toplantılarında ve sermaye partilerinin genel kurul ya da yönetim toplantılarında değil ama buralarda üretilip geliştirilmiştir. Öteden beri politika, politikacılara bırakılamayacak kadar ciddi işlerden sayılmış; politikacılara, sermaye partilerine ve parlamentolara kararlaştırılanı halka benimsetmek üzere nutuk atma işlevi düşmüştür. Şimdi medya ve reklâmcılık sektörünün gelişmesine bağlı olarak “nutuk atma” ya da halk kitlelerini etkileme işlevi bile, burjuva politikacısı, partisi ve parlamentoların dışına kayma eğilimi göstermektedir. Eski hummalı seçim kampanyalarının yerini şimdi daha çok TV şov ve programlarında arzı endam etmeler almakta, birkaç büyük gazete ve TV kanalı halkın eğilimlerini oluşturma ve yönlendirme işini sermaye partilerinden daha fazla üstlenmektedir. Sadece politikaların halka dayatılması değil, ama şu ya da bu sermaye partisinin övgüsü ya da reklâmının öne çıkarılmasıyla partilerin ve hatta kişisel reklâmlarıyla liderlerinin halka dayatılması, giderek medyanın daha çok yüklendiği görevlerden olmaktadır. Medyanın dar siyasi çıkarlarla değil, ama tekelci sermayenin doğrudan kuruluşu olarak, sermayenin bütünsel çıkarları açısından işini yürütmesi, bu tür işlevleri yüklenmesinin temel nedenini oluşturmaktadır. Üstelik propaganda ve yönlendirme medyanın başlıca işi değil midir?
Politikaların Pentagon, Beyaz Saray, ABD Merkez Bankası ve diğer doruklarda oluşturularak, ABD emperyalizminin elde etmiş olduğu güce bağlı olarak, Avrupa, Japonya vb. odakları da kuşatıp oluşturma sürecine çekerek, IMF, DB, DTÖ, BM, NATO vb. kurmaylarının ve son moda “think tank” kuruluşlarının da katkısıyla dünyaya yayılması; hem neredeyse tüm ülkelerin hem de tüm sermaye partilerinin programlan ve izledikleri politikalar bakımından birbirlerine benzemelerine götürmüştür. Hâlâ Blair’in “üçüncü yolu” benzeri “özgün” politik konumlar geliştirilme çabası yok değildir; ancak gerek “üçüncü yol”un gerekse hemen bütün geri ülkelerde gündemde olan “düşük yoğunluklu demokrasi”lerin temelinde, tekellerin çıkarları ve buna uygun olarak geliştirilen politikalar yatmaktadır. Kuşkusuz her ülke kurmay ve üst bürokratlarına bu politikaları kendi ülkeleri özgülüne uygulama işi düşmektedir; ancak çerçeve hiç de geniş ve esnek olmayan biçimiyle verilmiştir.
Çerçeve böylesine verilmiş olunca, az çok farklarıyla hemen bütün ülkelerde hangisi olursa olsun tüm sermaye partileri yürüttükleri belli başlı propagandalar, belirlenmiş olan politikaları uygulamaya yönelik tarz ve üslupları, taktikleri ve kullandıkları sloganlar neredeyse bütünüyle aynılaşmıştır.
Sosyal yardımlar mı kısıtlanacak; hemen bunların “bütçeye getirdikleri ağır yükler”in üzerinden bir propaganda kampanyası gündeme oturur. İşsizlik mi; yabancı işçileri hedef alan bir kampanyayla desteklenen “kamu kuruluşlarının arpalık olduğu” edebiyatı ortalığı kaplar, çare bellidir: özelleştirme. Ekonominin geriliği, “yabancı sermaye düşmanlığı” ile açıklanır; yoksulluk, bütün bunlarla. Ülkeye yabancı sermaye girişini teşvik edecek önlemler ya da rantiyeye milyonlarca dolar hortumlanması demek olan borsanın işlerlik ve etki alanını genişletici önlemler “devrim” olarak sunulur. Sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi ya da memurların işten çıkartılmasını düzenleyecek personel yasası, “reform” olarak nitelendirilir. Sermaye partilerinin yalnızca politikaları değil ama sloganları da, kendi özgünlükleri de hesaba katılmak koşuluyla buralardan türetilir. “Dürüst Ecevit” ya da “Baba” payeleri, “Tonton”, “Sarışın Kadın” övgüleri, sloganlaşmış haliyle sermaye partilerinin hizmetine sunulur. “Kopenhag Kriterleri” ya da insan hakları, işkenceyi olumlayan ve işkencecileri el üstünde tutan bütün sermaye partilerinin sloganı olur. “Hukukun üstünlüğü” sloganı, hukukun ayaklar altına alınışını gizlemeye yarayarak, tüm sermaye partilerinin dilindedir. “Demokrasi” ve ikna edici olamadığı yerlerde “demokratikleşme”, tümünün ortak sloganıdır. Ama daha da öğretici olan, “hukuk”, “demokrasi” vb. içerikli demagojik propagandif değeri olanların ötesinde, ajitasyon ve eylem içerikli özelleştirme, enflasyon, sosyal güvenlik vb. konulu sloganların “evrensel” ve partiler-üstü karakteridir. “İşletme hastane-müşteri hasta” ya da “işletme okul-müşteri öğrenci” sloganlaştırmaları, ülkeler ve partiler-üstü nitelikleriyle, tamamen ideolojik kaynaklı olmalarının ötesinde, belirli bir programın (“Yeni Dünya Düzeni programı) ve belirli politikaların (globalleşme politikaları) ürünü olarak üretilmişlerdir.
Özelleştirme ya da sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi politikasının uygulanma süreci ise, propaganda ve sloganlar üretilmesi bakımından öğreticidir.
Özelleştirme politikası ’80’lerin ilk yıllarından itibaren gündeme sokulmuştur; ancak hızlı bir özelleştirme son yılların uygulamasıdır. Önce yoğun bir propaganda süreci işletilmiş ve mağdur olacak işçilerle halkın bütününün “istihdamı artıracak”, “işsizliği önleyecek” vb. özelleştirme politikasına kazanılması gözetilmiştir. Bu dönemi karakterize eden, “KİT’lerin oluşturduğu kambur” ve “ülkenin bu kamburdan kurtulmadan düze çıkamayacağının ikna edici pratiklerle halka benimsetilmesi uğraşı olmuştur. Örneğin Zonguldak madenlerinin bir çırpıda kapatılmasının oluşturacağı tepki ya da TÜPRAŞ’ın ön hazırlıksız özelleştirilmesi ile SSK’nın aniden kapatılmasının yaratacağı öfke dikkate alınarak; önce yoğun bir özelleştirme ve sağlayacağı kazançlar propagandası eşliğinde” halkın “kendi pratiğiyle” KİT’lerden bıkması için elden gelen yapılmıştır. Zonguldak madenlerine ya da İskenderun Demir Çelik’e tek kuruşluk yatırım yapılmayıp ürün maliyetlerin yükselmesine seyirci kalınmış, ardından zararına çalıştıkları ve dolayısıyla işçi çıkarma zorunluluğu içinde oldukları propaganda edilmiştir. SSK prim borçlarının ödenmemesi karşısında hiçbir patron soruşturulmaz ve devlet tek kuruş sigorta primi ödemezken, SSK hastanelerine hiç yatırım yapılmadığı gibi personel de alınmamış, üstelik SSK fonları çarçur edilmiştir. Ama sorumluluk SSK’nın ve SSK hastanelerinin “devletçi” yapısına yüklenmiş; asıl olarak ise emekçi ve emekli sigorta primi ödeyenler doktor, hemşire kıtlığı ve ekipman yokluğu ile ek yatırımlarla yenilenmeyen hastanelerin dar olanaklarının zorunlu sonucu kuyruklar ve bakımsızlık ile “terbiye edilme” yoluna gidilmiştir. Aynı süreç, özel hastanelere teşviklerle beslenen “paralı olsun, bari tedavi olalım”, “özelleştirilsin kurtulalım” propagandasının yaygınlaştırılması süreci kılınmış ve sloganlar bu temelde üretilmiştir. Bugünkü özel sigortalar ajitasyonuna, emeklilik yaşının yükseltilmesi ya da TÜPRAŞ ve Telekom gibi yeni yatırımlarla özelleştirmeye hazırlanan “pasta”nın asıl dilimlerinin satışı eylemlerine böyle gelinmiş; sermaye, “yaptım oldu” çizgisi izlememiş ya da sadece uzak amaç ve hedeflerini açıkladığı ama özelleştirmeyi adım adım gerçekleştirmeye girişmediği bir yol tutturmamıştır.
Bu, kuşkusuz karşıtlarına bir karşı tutum geliştirme süresi verme anlamına da geldi ve örneğin “mezarda emeklilik” sorununda ciddi boyutta bir karşı koyuş ortaya çıktı; ancak bu, bir çırpıda ve ön hazırlıksız bir uygulamanın taşıdığı tehlikeye kıyasla tercih edilmişti. Üstelik bu süreç, ’80 başlarından beri defalarca değişen hükümet partilerinin birinden diğerine tümünün, politika tarzı, üslubu, taktik ve sloganlaştırma yönleriyle olağanüstü bir uyumu sergiledikleri bir süreç olarak yaşandı. Tümü birden tek parti gibi davrandılar ya da belirli odaklarca kararlaştırılmış olan sadece belirli bir politikayı değil ama belirli taktiği, tarzı ve sloganları da uyum içinde hayata geçirmeye yöneldiler.
***
Peki, durum emeğin cephesinden, emeğin politikacıları açısından nasıl görünüyor?
Emeğe yakınlıklarından söz edilebilecek parti ve örgütlerin, sloganlar ya da genel olarak toplumsal gelişmeye siyasi iradeyi yansıtan müdahaleleri sorununda doğru bir pozisyon alabildikleri söylenemez.
Sloganlar sorunu, her şeyden önce nesnel olarak sınıfın çıkarlarını yansıtan politik bakımdan doğru bir konumlanışı zorunlu kılar. Doğru bir dünya görüşü ve programa ve doğru bir politik hatta sahip olmak, kuşkusuz tayin edicidir. Bu olmadan, doğru sloganlar üretilmesi baştan olanaksızlaşır ve bu sorunda sermayenin gerçek olmayanı gerçek göstermek, emekçileri ve halkı kendi çıkarlarıyla ilgisiz bir yönde seferber etmeye yönelik platformuna gönüllü ya da gönülsüz bir kayış kaçınılmaz olur. Örnek, Avrupa Birliği karşısında ÖDP’nin durumudur. Yaklaşım ve tutumuyla AB’yi “ehvenişer” ve Türkiye’nin üyeliğini karşı çıkılması gerekmez sayan ÖDP’nin, bu sorunda doğru sloganlar üretmesi imkânı kalmamaktadır.
Ama sorun doğru bir politik hat ve tutuma sahip olmakla çözülmemektedir. Örneğin yine ÖDP, Kongresi sonrasında, “özelleştirmeye hayır” demeyi kararlaştırmıştır; ama emperyalistler ve gericilikle başta işçi sınıfı olmak üzere halk arasındaki özelleştirme konulu çatışmayı şimdiden kaybedilmiş saymaktadır. Bu haliyle ÖDP’nin bu çatışmayı yönlendirmeye katkıda bulunacak yerinde ve zamanında atılacak doğru sloganlar geliştirmesi düşünülebilir mi? Anlaşılması gerektiği gibi, doğru sloganlar üretilmesinde taktik tutumun doğruluğu da zorunlu koşuldur. Geriye, özelleştirme örneği üzerinden konuşulursa, sermayenin bu saldırısının püskürtülmesine katkıda bulunmak üzere, her durumda emekçileri ve halkı sermaye karşısında birleştirmeye ve birleşik mücadelelerini geliştirmeye hizmet edecek, kendi tecrübeleriyle doğruluğuna inanacakları, mücadelenin her yol ayrımı ve virajında yenisi ile değiştirilecek ama her seferinde hem taktik çizgi ve hem de programda ifadesini bulan ana doğrultu ve bunları ifade eden başka sloganlarla uyum içinde olacak sloganların üretilmesi kalacak ve kuşkusuz tek bir “özelleştirmeye hayır” sloganıyla yetinilemeyecektir. Bu noktada ise belirleyici olan, sloganların sınıfın, emekçilerin ve mücadelelerinin içinden üretilmesi ama sınıftan ve mücadelesinden kopuk, masa başında ve sınıfın durumuyla mücadelesinin düzeyini ve o anki taleplerini bir sonraki ve genel talepleriyle bağlantısı içinde dikkate almayan slogancılığa düşülmemesidir. Slogan, slogan yarışı niyetiyle ya da şan olsun diye veya öfkeyi haykırmak üzere bağırmak için değil ama sınıfın ve genel olarak emekçilerin bir önceki talebinin elde edilmesinden bir sonrakinin elde edilmesine geçişi kolaylaştırmak, dolayısıyla mücadelenin ilerletilmesine hizmet etmek üzere gereklidir. Kapitalizme ve egemenlerin iktidarına karşı öfkenin dışa vurulmasını ifade eden sloganlar kuşkusuz belirli bir ihtiyacı karşılar; ama her durumda bunların tekrar edilmesi, tekrar edeni sadece slogancı yapar ama sınıfın mücadelesinin ilerlemesi ve düzeyinin yükselmesine olumlu bir katkıda bulunmasını olanaksızlaştırır.
Ancak bırakalım “özelleştirmeye hayır” sloganıyla yetinilmesini, birçok durumda, genel program hedeflerinin, son amacın ya da ana doğrultunun belirtilmesiyle yetinildiği çok oluyor. SİP’in sözde sosyalizmi vurgulamak ya da sosyalistliğini belgelemek üzere, hemen her sosyal olay ve gelişme karşısında “sosyalizmi” slogan olarak ileri sürmesi, bunun en göze batar örneğidir. Çeteler sorunu mu, “çetelere hayır, yaşasın sosyalizm”; IMF dayatmaları mı, “IMF’ye hayır, yaşasın sosyalizm”! Bu yaklaşım ve tarzla sosyalizmin yakınlaştırılamayacağı kesindir. Aynı şey, demokrasi genel hedefine ilişkin sloganlarla iktidar sorununa işaret eden “kahrolsun faşist diktatörlük” türünden sloganların yeri ve zamanı gözetilmeden durmadan tekrarlanması açısından söylenmelidir. Kuşkusuz sosyalizme vurgu yapılmalı, bir iktidar sorunu olarak faşist diktatörlük konusunun emekçilerin gündemi haline getirilmesine çalışılmalı ve faşizm sorununa dikkat çekilmelidir. Ama eğer, sorun, zaten politik olarak aydınlanmış emekçi kitlelerin henüz küçük bir bölümünü oluşturan sınıf bilinçli ileri unsurların, devrimci ya da sosyalistlerin bir kez daha “kazanılmaları”, kendi kendilerini ajite etmeleri ya da hareketlendirmeleri değil emekçi kitlelerin aydınlatılması, kazanılması ve harekete geçirilmesine katkı yapmaksa -ki öyledir-, sloganların kitlelerin durumunu, eğilimlerini, ruh hallerini, önlerindeki sorunlar karşısındaki kavrayış ve tutumlarını hareket noktası olarak almasından kaçınılamaz.
Toplum, emekçi kitlelerle emperyalistler ve başlıca kaynağı tekelci sermaye olan gericilik arasındaki karşıtlık üzerinde hareket etmektedir. Toplumsal gelişmeye damgasını vuran derinlerinde emek-sermaye karşıtlığı bulunan karşıtlık budur; emperyalistler ve gericilerle devrimciler ya da ileri unsurlar arasındaki karşıtlık değil. Ve yine toplumsal gelişme ve olaylar, sağ-sol ya da faşist-sosyalist veya devrimci gibi düşünsel karşıtlıklara dayanarak oluşmuyor. Dolayısıyla toplumsal gelişmeye sınıf bilinçli ya da devrimci politik müdahale, bunun bir biçimi ve gereği olarak taktik ve sloganların belirlenmesi, sosyalistleri ve onların düşünce ve ihtiyaçlarını değil ama nesnel toplumsal etkenleri, siyasal güç ilişkilerini, emperyalizm ve büyük sermaye karşısında emekçi kitlelerin nesnel ve öznel açıdan içinde bulundukları durum ve eğilimlerini çıkış noktası olarak almak zorundadır.
Bu durumda, yalnızca sosyalizm ve faşist diktatörlük karşısında emekçi kitlelerin hangi pozisyonda bulundukları ve ne tür bir ilgiye sahip oldukları değil, ama asıl olarak, toplumun gerçek dönüştürücüsü güçler haline gelebilmeleri için sınıf bilinçli öncünün yapacağı çalışmanın içeriği önem kazanır.
Açıktır ki, faşizmi yenilgiye uğratıp diktatörlüğünü alaşağı edecek ve sosyalizmi kuracak güç, bütün diğer emekçi kitleleri peşinden sürükleme yeteneğindeki, kendisini kendisinden başka kimsenin kurtaramayacağı işçi sınıfıdır. Bu durumda sorun, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi kitlelerin bu gerçeğin bilinciyle donatılması sorununa dönüşür; buradan, bir aydınlatma faaliyetinin zorunluluğu sonucuna varılır. Eğer sınıfın ve sınıf mücadelesinin içinden davranılır ve sorun dışarıdan sınıfa akıl verme ya da emekçilere, masa başında üretilmiş, dolayısıyla dar grupların çıkar ve ihtiyaçlarının ifadeleri olan politikaları dayatmak olarak anlaşılmazsa, yapılacak tek şey, budur.
Evet, faşist diktatörlük yıkılarak sosyalizmin kurulması gibi sonal ve genel amaçlar kuşkusuz açıklanmalıdır. Ancak sınıf mücadelesinin bugünkü koşulları, emekçilerin durumu ve güç ilişkileri dikkate alındığında bu amaçların dolaysızca emekçileri harekete geçirmesinin olanaksızlığı ortadadır. Bundan iki sonuç çıkar: Birincisi, henüz büyük çoğunluğuyla sosyalizm ve üstünlükleri konusunda bilgisiz, hatta önemli bir çoğunluğu faşist vb. partilere oy veren ve sosyalizme karşı önyargılarla doldurulmuş emekçileri politik olarak dönüştürme, nesnel ve tarihsel olarak kendilerine yüklenmiş işlev ve amaçların bilgisine sahip kılmak üzere bugünkü durumdan ve emekçilerin acil taleplerinden hareket etme ve ikincisi, belirli bir aydınlanma yaşamış görece ileri unsurları sosyalizm bilgisiyle eğitme zorunluluğu.
Ya da başka bir söyleyişle, bugün “yaşasın sosyalizm” türü sloganlar, henüz az sayıda ileri unsuru etrafında toplayabilen, hedef kitlesi ilerleme halindeki yeni unsurlar ve onların birleştirilmesi olan, ama bugün harekete geçiremediği çoğunluğu gelecekte harekete geçirebilmesi için yerli yersiz tekrarlanmasından kaçınılması zorunlu propaganda sloganları durumundadır. İktidar hedefini dile getiren örneğin “kahrolsun faşist diktatörlük” sloganı açısından da aynı şey geçerlidir. Bugün ancak bir propaganda sloganı olan ve iktidar sorununun niteliğine işaret eden bu slogan, çoğunluğu hareketlendirmek üzere etkilemeye başlayacağı zaman, bu niteliği değişecek ve ajitasyon sloganı haline gelebilecektir. Ancak bu slogan, yalnızca iktidar sorununa değil iktidarın niteliğine de vurgu yapan bir özelliğe sahiptir ve bu yönüyle örneğin “işçiler birleşin iktidara yerleşin” ya da yer yer işçiler tarafından atılan “sermaye mezara emek iktidara” gibi iktidar değişikliği talebinin dile getirildiği sloganlardan ayrılmaktadır. Bu ikincileri, henüz hâlâ, örneğin faşist partilerin etkisinden tam kurtulmamış emekçi kitleler rahatlıkla kullanabilir ve bu sloganlar emekçileri bölücü hiçbir özellik taşımazken; “faşist diktatörlük”le ilgili olanı, bugün için aynı geniş katılımı doğal olarak sağlayamamakta ve bu yönü mutlaka göz önünde bulundurulması gerekmektedir. (Aynı titizlik, genel hedefi belirli bir yönüyle ortaya koyan ya da mücadelenin belirli bir yönünü dile getiren “faşizme ölüm halka hürriyet” sloganı açısından da gösterilmelidir.) Ancak kuşkusuz bu sloganlar da, katılımcılarının sayısı ne olursa olsun, bugün propaganda sloganı durumundadır; ama gelecekte iktidar hedefine yürüyüşün ajitasyonunu yapan bir işlev kazanacaklarını söyleyebiliriz. Aynı sloganın işlevindeki değişikliğin bu seyri, sloganın eylem sloganı, geniş yığınları eyleme çağıran bir slogan haline gelmesi ile ilerleyecektir. Örneğin “genel grev genel direniş” sloganının sırasıyla propaganda, ajitasyon ve eylem sloganı halinde ortaya çıkışını ülkemizde de yaşadık ve bugün aynı slogan, yeniden ajitasyon sloganı olarak işlev görmektedir.
Önemli olan her sloganın her somut durumda hangi işlevi yüklendiğini bilmek ve buna uygun davranarak henüz propaganda sloganı durumundakileri yerli yersiz ve kullananları geniş çoğunluktan ayırıp tecrit edecek biçimde kullanmayı zorlamamaktır. Bilinmelidir ki, sosyalizm, ne kadar çok “sosyalizm” sloganı atıldığına değil, ama nesnel koşullarının olgunlaşmasının yanında, bir toplumsal dönüşüm ve gerekli iktidar değişikliği için hazırlığın yeterince iyi yapılmasına bağlı olarak gerçekleşebilir.
Hazırlığın en temel koşulu, kapitalizm koşullarında yalnızca dini ve etnik değil ama mesleki, bölgeci, işletme içinde bölümcü vb. ayrımlar körüklenerek bölünmüş ve önyargıları beslenerek sermaye partilerinin yedeği haline getirilmiş işçi ve emekçilerin kendi sınıf çıkarları temelinde sermaye karşısında birleştirilerek politikleşmesinin sağlanması ve diğer emekçi kesimleri peşinden sürükleme yeteneğindeki işçi sınıfının çıkarlarının bilincine varan bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmesidir. Bu, kuşkusuz işçi ve emekçilerin sermaye karşısındaki mücadelesi içinde gerçekleşebilir. Bu nedenle, temel sorunu, işçi ve emekçilerin sermaye karşısında birleşmeleri ve mücadelelerinin ilerletilmesine hizmet etmek olan taktik ve slogan olarak tüm politik müdahaleler, ne genel amaçların tekrarlanmasıyla yetinebilir ne masa başında belirlenebilir ve ne de bir kez belirlendikten sonra değişmez sayılabilirler. Taktik ve sloganlar, doğrudan mücadelenin içinden ve her özel dönem ve süreçte onun nesnel ve öznel koşulları göz önünde bulundurularak ve sonal amaçlan yakınlaştırmak üzere, her somut durumda, emekçilerin birleşmesi ve mücadelelerini bir adım ileriye taşıma hedefiyle saptanmak zorundadır. Üstelik sloganlar, belirli hedefler konusunda aydınlatmanın kısaca formüle edilmiş özlü ifadeleri olarak, belirli fikirleri işçi ve emekçi yığınlara taşıyan araçlardır. Ve her somut durumda, sınıf çıkarları etrafında birleşmelerine yardım edeceği işçi ve emekçi kitlelerin yarınki değil ama içinde bulunulan anda karşı karşıya olduğu kavranabilir somut sorunlar üzerinden kafalarını açmalı, ufuklarını genişletmeli ve birleştirici olmalıdır. Söylenen, ekonomik sorunların açıklanması ile sınırlanmak değildir; politik aydınlatma faaliyetinin kitlelerin o gün için ilgilerinin yoğunlaştığı ve bu yoğunlaşmanın kaçınılmaz olduğu sorunlardan hareketle yürütülmesidir. Emek ile sermaye arasındaki çatışma, örneğin yaygınlaştırman özelleştirme uygulamaları ya da örneğin grevlerin gündeme girdiği toplu iş sözleşmeleri üzerinde yoğunlaşmışsa; IMF dayatmaları ve emperyalizm sorunu ile hükümetin rolünü, kolluk güçlerinin belirli tutumları nedeniyle devletin yönelimlerini vb. vb. bu çatışmaların somut gelişmesi üzerinden açıklamaktan başka bir yol çıkmazdır.
Kitleler, belirli politika, taktik ve sloganların doğruluklarına, onları sınayacakları tek alan olan kendi mücadeleleri içinde, kendi pratik tecrübeleriyle inanacak ya da inanmayacaklardır. Bir taktik ve bir slogan, kuşkusuz genel amaçlarla uyumlu olmalı; ancak kitlelere ulaştırılmasına aracılık ettikleri fikir ve politikaların doğruluğunu pratik olarak kanıtlayıcılıkları kuşkulu olmamalıdır. Dolayısıyla slogan, tek başına emekçilerin içinde bulundukları koşulları ve kısa vadede yapmaları gerekenleri değil, ama kendi çıkarlarının gereği olan politikaları kabul etmelerine yardım edici, o anın sorunları açısından kafalarını açarak, onları doğru politikaları benimsemeye hep bir adım yakınlaştırıcı olmalıdır. Bu başarıldığında, hem ajitasyon sloganı eylem sloganına dönüşecek ve hem de birleşen kitleler parti politikalarını deneyden geçirerek benimseme yolunda adım atacaklardır. Yaşanan anda propaganda sloganları durumundaki sloganların yerli yersiz tekrarlanmalarının, henüz bu sloganların doğruluğunu kabule hazır olmayan ve doğruluğunu teslim etmeleri açısından daha bir dizi kendi tecrübeleriyle eğitilmeye ihtiyacı olan kitleleri, aydınlatma faaliyetiyle birlikte yaşayacakları bu tecrübelerden geçmelerini reddetmeye yöneltmesi, karşılaşılabilecek en olumsuz durum olacaktır. Slogan kitlelerin ve mücadelelerinin ilerlemesine hizmet etmiyorsa, bir hiçtir.
Sonuç olarak, her sloganın somut olması, somut durumu yalnızca çözümlemekle kalmayıp ona alternatif oluşturması, kitleleri birleştirici ve mücadeleye çekici ve politik bakımdan ilerletici nitelik taşıması, dolayısıyla ve son olarak nihai amacı yakınlaştırıcı özelliğe sahip olması, sloganlar belirlenirken dikkat edilecek başlıca kıstaslardır. Emeğin politikacıları, propaganda ve ajitasyon faaliyeti yürütmede, kitleleri aydınlatmada ve bunun araçlarını doğru, yerinde ve zamanında kullanmada, en az, kitleleri benzeri araçları kullanarak aldatan ve köleleri olarak kalmaya bugüne kadar böylelikle ikna eden burjuvazi kadar ustalaşmadan, sermaye egemenliğine katlanmaktan kaçınılamayacak.
Temmuz 2000