Coğrafi esneklik nedir?

Coğrafi esneklik, genel anlamda, üretimde işyeri olarak kullanılan mekânların yer değiştirmesi, kapatılıp, bir süre sonra aynı yerde veya bir başka yerde tekrar açılması ve işyerinin kullanım şekillerinde değişiklik yapılması ile ilgili fonksiyonların tümünü kapsar.
İşletmelerin parçalanarak, bazı parçalarının ülke içinde veya ülkelerarası taşınması, parçalanan kısımların aynı mekânda ayrı ayrı yerlere taşınması veya aynı yerde, kısımların birbirinden soyutlanması, ayrı şirketlere bölünmesi, coğrafi esnekliğin konusuna girer. Yani üretimin mekânsal değişikliklerinin tümünü içeren, üretim faktörlerini de değişime uğratan düzenlemeleri tanımlar.
Coğrafi esnekliğin konusuna giren endüstriyel süreçlerin üretim süreci olarak karşımıza çıkardığı ve günlük yaşantımızı etkileyen unsurlarını, nereden geldiğini anlamamıza yardım edecek gelişmeleri kısaca açıklamaya çalışalım.
Esnek üretim denince, ilk akla gelen fonksiyonel esnekliktir. Bu da işletmelerin biçimsel, hacimsel ve yapısal parçalanmasına ve yer değiştirmesine denk düşer. Üretim araçlarının daha çok fonksiyonlu ve çeşitli amaçlar için kullanılmasına, işlevlerinin artırılmasına uygun düzenlemeleri içerir. Dolayısıyla işletmelerde ve toplumda, üretim ilişkilerinin tümünü etkileyen, birbiri ardı sıra etkileşim sürecine giren bir dizi toplumsal anlayışlara ve düzene etkisini beraberinde getirir. Toplumsal yaşamda ve iş yaşamında, geleneksel ahlak ve kültür olarak şekillenen ilişkiler içinde bazı anlayışlarda ve tutumlarda farklılaşma yaratır ve algılamayı değiştirir. Geleneksel iş ahlakının değişimine karşı tepkileri ise, ideolojik bir platformda absorbe edici önlemler geliştirir. Bununla kalmaz, yapısal değişim sürecinin karmaşası içerisinde ideolojik çelişkilerin çözümüne ilişkin yöntem ve biçimlerde de karmaşa yaratır. Toplumun gelişmeye açık dinamiklerini sabote ederek, ideolojik ve politik birikimleri dağıtıcı ve gerçek hedeflerinden saptırıcı girişimlere dayanaklık eden bir rol oynar.
Örneğin, işsizlik, bu sürecin bir fenomeni olarak, herkesin iş sahibi olduğu, ama hiç kimsenin sürekli ve düzenli bir işinin olmadığı ve gerçek işsizliğin ortadan kaldırıldığı iddia edilen bir tanımlamayla sınırlanmaya çalışılır. Oysa bir insan, iş yaparak, kendine yetecek bir ücret aldığı sürece işe sahiptir, bu şartlara sahip değilse işsizdir. Ama fonksiyonel esnekliğin öne sürdüğü iddia, ara sıra iş bulsa da, işsiz kalsa da, kısmi bir iş ile geçinemeyecek gibi ücret alsa da, bu kişinin, işsiz olmadığı biçimindedir.
Her işsizin, aynı zamanda, her türden ve her zaman iş bulabilir fonksiyonlara sahip olduğu, piyasada herkese uygun iş olduğu propaganda edilir. Gerçekten de, daha önce çalıştığından daha kötü koşullarda olma ve ne ücret alınacağı pazarlık edilmediği zaman herkese iş varmış gibi de görünür. Ya da bir iş (AB ülkelerinde iş, “işyeri” olarak tanımlanıyor) için, 3 veya 4 kişi istihdamı demek olan kısmi zamanlı işle, bir işçinin ücretini 4 işçiye bölüp vererek, işsizliği ortadan kaldırma yöntemi gibi masaüstü hesaplarıyla işsizliğin olmadığı da “ispatlanıyor.”
Bu tartışmanın bir başka yönü de verimlilik ve kâr üstüne yürütülen spekülasyonlarda yansır. “Verimlilik = kâr” mantığı ile sömürünün artışına karşı çıkan her fikri “verimsizliği savunma” olarak suçlamak, sömürüyü artırmayı savunmanın en kestirme yolu olarak kullanılmaktadır. Oysa iktisadi bir tanımlama olan “verimlilik”, kârın tam tersine, toplumsal amaçlı üretimin sonucu artan bir tanımlamadır. Yani birim zamanda, sömürüyü azaltmak, işçinin artık değerden aldığı payı artırarak da daha çok üretim (daha verimli bir üretim) yapılabilir. Dolayısıyla, toplumun genel çıkarı söz konusu değilse, olumlu anlamda bir verimlilikten bahsetmek abestir. Çünkü verimli bir üretim, üretimi yapanın refahını artırmadığı sürece, ya da toplumun refahını artırmadığı durumda, sadece sömürünün artmasına karşılık gelir. Ama kapitalizmin ideologları, sadece kârın artması için yapılan aşırı sömürüyü, “verimlilik” olarak kabul ettirmek isterler.
Bu örneklere benzer binlerce ilişki tarzına ilişkin tanımlama, gerçek anlamından saptırılarak, esneklik kavramı ve süreci içerisinde, topluma adapte edilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla, fonksiyonel esnekliği ve esnek üretimin diğer alanlarını, (sayısal esneklik, işgücü piyasasında, ücrette esneklik, pazarlarda esneme, vs. yeniden-üretim sürecindeki üretim ilişkilerinde, verimlilik, kalite, vs. üstüne yürütülen politikalarda da) bu esnekliğe yapısal uyum sağlayıcı hukuksal ve toplumsal kuralları, birbiri ardı sıra eklemlenen faktörler olarak geliştirir.
Yapısal uyum, bu anlamda, üretimde mekânın esnekleştirilmesiyle başlayan ve üretim ilişkilerinde esnekleşme ile sürdürülecek bir ekonomi-politikanın harcı durumuna gelir. Ki, üretim süreçlerinde yapılacak değişikliklere uygun kültürel, ideolojik, siyasal yapılanmada da benzer değişimlere gerek duyulur.
Bütün bu etkileşimin başlangıç noktası olarak ise, coğrafi esnekliği ele almak gerekir. Çünkü endüstriyel ilişkiler ağının biçimsel değişimi için, sayılan tüm fonksiyonel ve yapısal esnekliğin uygulanabilir olması ve buna toplumun ikna edilebilirliği gereklidir. Endüstriyel yeniden yapılanma, üretim faktörlerinin tümünü içeren etkisiyle, başlangıç olarak üretici güçlerin coğrafi düzenlemesi biçiminde karşımıza çıkar. Böyle bir düzenlemede sektörel ve biçimsel olarak üretim ki en başında daha çok maddi üretimden söz etmek gerekirse, var olan gelişimi içerisinde ülkelerarası ilişkiler açısından da, yeni bir coğrafya düzeni kurmaya çalışmaktadır.
Bu düzenlemede kışkırtıcı rolü oynayan etmen ise, sermaye hareketinin hızı ve devinim sürecidir. Kısaca, P-M-P+Kâr (rant) olarak bilinen (para-meta-para+kâr) sermayenin devinimi, daha kısa sürede ve kârı artıran bir hareket hızını yaratacak sürece dönüşmek istemektedir. Artmak isteyen sermaye hareketinin hızı ile birlikte, yatırımlarda, üretimde ve dağıtımda da daha büyük hızda bir dönüşüm gerekmektedir.
Yeryüzünde mevcut üretici güçlerin tümünde yer değiştirme ve harekette, hız ve serbestlik elde etmek üzere, mülk edinme tarzında daha serbest, daha kuralsız bir hâkimiyet kurmaya çalışılmaktadır. Sermayenin rahatça her alana girip-çıkmasının kolaylaştırılması için yapılan bir dizi değişikliklere gidilmektedir. Üretici güçler olarak, işgücü, sermaye, topraklar, hammaddeler, kara ve denizlerden elde edilen ürünler, hava, su, elektrik, üretim araçları, fabrikalar, makineler ve insanlar, hayvanlar, vs. akla gelebilecek birikmiş tüm doğal ve insani rezervlerin kolay hareket edebilecek ve alınıp satılabilecek duruma getirilebilmesinin olanakları hazırlanmaktadır.
Üretim faktörleri üzerinde, üretici güçlerin hareketinde ortaya çıkan bu ivme, üretim ilişkileri, yani özetle, işçi-işveren ilişkilerinde, -yani işçi ile patron arasında, küçük işletme sahibi ile büyük işletmeler ve holdingler arasında, ulusal ekonomilerle, metropol ülke ekonomileri, uluslararası tekeller arasında, vs. türündeki ilişkiler- anlaşmalar ve ticari ilişkilerin bütününde, yeni düzenlemeleri zorlar. Ki, bu zorlamanın da etkisiyle tekeller ve tekelci gruplar arasındaki rekabet hızlanmakta, bu da işçiler ve diğer emekçi sınıfların kesimleri arasında rekabetin kışkırtılmasının dayanağı olarak değerlendirilmektedir. Ve “coğrafi esnekliğin” konusu olan üretim faktörlerinin yer değişimine uygun örgütlenmeler ve sosyal düzenlemeler de, bu rekabetin bir devamı olarak ortaya çıkıp etkinlik kazanır.
Coğrafi esneklikle birlikte gelişen üretim faktörlerindeki bu gelişim, ister istemez mevcut iktisadi kuramların temelinde yer alan kavramların içeriğini yeniden gözden geçirme, bazı kavramları yeniden tanımlama, vs. gibi ihtiyaçları da dayatmaktadır.
Coğrafi esnekliğin yol verdiği üretim organizasyonu; işçiyi yığından yalıtan, işyerinin hızla yer değiştirmesi, ülkeden ülkeye taşınması da dâhil, işyerinin somut olarak işçiden bağımsız hareketinin imkânı, işçilerin sınıf olarak birleşmesi, kaynaşması ve dayanışmasının önüne engeller dikmektedir.
Dahası coğrafi esneklik; doğanın, insanın, bilimin, tarımın ve sanayinin gelişimini de engelleyen etmenlerin ortaya çıkmasına, ülkelerin ekonomik olarak planlama yapmasına, ülkelerin kalkınmasının önüne de engeller çıkarmaktadır.

COĞRAFİ ESNEKLİĞİN AMACI, ÜRETİCİ GÜÇLERİN DAHA HIZLI YER DEĞİŞTİRMESİDİR
Coğrafi esneklikle; sermayenin hızlı yer değiştirmesi yanında, ihtiyaca göre, üretim araçları ve işçilerin de yer değiştirme fonksiyonları artırılmaya çalışılır.
Sermaye, hareketinde, emperyalist sisteme ait özellikleri nedeniyle, iki belli başlı karakter içerir. Bunlardan birincisi ve en belirgin olanı, kâr, daha çok kâr ve faiz (rant) elde etmeye koşulludur. İkincisi ise, eşitsiz ve dengesiz gelişim yasasını izler. Üretim araçlarının mülk edinme tarzındaki gelişme de, yol, su, elektrik, makineler, fabrikalar, bankalar, okullar, alet ve edevatlar, vs. ile işgücü kaynağı olarak insanın ve doğanın aynı sistem içinde sermayenin bu hızına ayak uydurması istenir.
Coğrafi esnekliğin en dolaysız amacının, kârın en yoğun alınabileceği alanlara kayışı, bu amaçla mekân değişikliklerini daha hızla yapma imkânı sağlayacağını söyleyebiliriz.
Sermaye, sınırsız kâr isteği ve hızlı devinimle, en büyük birikimini hangi alanda, hangi sektörde, hangi bölgede (ve ülkede) yapabilir ise, oraya en çabuk bir biçimde ulaşmak ister. Var olan birikime ise en kısa yoldan ve en az yatırımla el koymaya çalışır. Bu ulaşımın önündeki engelleri ise, hiçbir sınır tanımadan kaldırmayı amaçlar.
Devletlerin sınırlarını, yasalarını, kurumlarını, işçi sınıfına ve emekçilere belli haklarını tanıyan ve kollayan güvencelerini (yasal ve kurumsal) örgütlerini, kârı en kestirme ve en yüksek düzeyde elde etmesini engelleyen ne varsa onu kabul etmek istemez, onları önünden kaldırmak ister. Ama gerek işçi sınıfının mücadelesi, gerekse, genel olarak sınıflar mücadelesinin sömürüyü sınırlandırma yönündeki kazanımları (milli devlet politikaları, gümrükler, ulusal sanayi ve tarımın korunması önlemleri, anti-tekel yasalar, sosyalizmin uluslararası etkisi altında şekillenen kurumlar, işçi ve emekçi örgütleri, vs.) kârın sınırsız artırılmasında sermayenin önündeki engeller olarak ortaya çıkar.
Yeni liberal eğilimin öne çıktığı (gümrük duvarlarının alçaltılması ve sermaye dolaşımı önündeki engellerin azalması, serbest kur, ulusal parada korunmanın kalkması) son 20 yılda, iletişimin ve ulaşımın hızlanması ve SB ve Doğu Bloğu’nun da çökmesiyle coğrafi esneklik hem geniş bir manevra alanı buldu; hem de tekeller-arası rekabette daha çok ihtiyaç duyulan bir araç oldu. Başka bir söyleyişle, tüm dünya toprakları, bu topraklarda yaşayan ülkelerin halkları ve yaşanılan mekânlar, yeraltı ve yerüstü servetleri ve turizm imkânları, tarihi eserler ve kültür mirasları vs. sermaye hareketinin hızına uygun olmak üzere yeniden paylaşılır hale getiriliyor. Ve bu yağmalamanın hızını kestiği düşünülen yasa, kural, gelenek, değer yargısı, devlet organizasyonları, ideoloji, fikir, vs. ne varsa tümünün bu amaca uygun hale gelmesi için çalışılıyor.
Kuşkusuz ki; bugün coğrafi esneklik olarak adlandırılan gelişmelerin tarihsel kökleri vardır. Ve bugünü anlamak için bu tarihsel köklere de inmek gerekir. Ancak, sonuçta bir dergi yazısının sınırları içinde sorunu toparlamak bakımından sorunun bu yanını şimdilik bir tarafa bırakmak gerektiği de ortadadır. Yine de şunu belirtmek gerekir ki, bugünkü coğrafi ya da fonksiyonel esneklikle sanayinin henüz oluştuğu dönemlerdeki esnek çalışma yöntemleri ve mekân değişikliklerini ayırmak gerekir. Çünkü o gün emek mücadelesi ve sanayi gelişmenin kendi seyri içinde onu geliştirici rol oynayan “esneklik” yöntemleri, bugün tekeller tarafından ülkelerin ekonomisini çökertmek, emek güçlerini parçalamak, kârdan çok da rantı artıran yöntemlerin oradan oraya göçü olarak, yağma ve talanın yaygınlaşıp pervasızlaşması olarak biçimlenmesiyle, eski dönemlerdekinden farklıdır. Dahası; bu ilişkiler ’70 öncesi ve sonrası (Fordist ve post-Fordist teknikler ayrımı) arasında bile farklılıklar göstermektedir. Ve bu yüzden de bu yazının sınırları içinde daha çok da yakın geçmişle bugünün farklılıklarına değinilecektir.

COĞRAFİ ESNEKLİK NASIL GELİŞTİ?
Bir örnekle başlayalım:
“Avrupa’da Beşikten Mezara İstihdam Tarih Oluyor” adlı makalenin sahibi T. Roth, The Wall Street Journal’deki yazısında, “Hollanda’da her iki işçiden biri, İspanya’da toplam işgücünün %41’i, part-time veya geçici bir işte çalışmaktadır. Fransa’da ise, %14 olan toplam işgücü içindeki part-time veya geçici işçi oranı bugün %26’ya ulaşmış bulunmaktadır.” (1.7.1996) demektedir. Bugünkü tabloda ise, Almanya’da geçici işçilik %50 artmış, Fransa’da ise, toplam işgücü istihdamı içinde %75’e ulaşmıştır. İtalya’da da 14–29 yaş arası işsizler için “iş eğitimi sözleşmesi” adıyla geçici işçilik istihdamı yaygınlaşmaktadır. İspanya’da 1986 yılında çıkarılan bir yasa ile geçici işçi istihdamı, 1988 yılında %93’ü bulmuştur. Sendikaların baskısı ile daha sonraki yıllarda bu oran düşürülmüştür. AB üyesi ülkelerin tümünde öğretmen ve hemşireler, yaygın olarak geçici işçilik statüsünde çalışmaktalar. Ayrıca “kendi hesabına çalışma”, hemen tüm Avrupa devletlerinde birçok sektörde yaygınlaşmaktadır.
Ş. Oğuz, “Türk Henkel Dergisindeki “Dünya’da İşsizlik” adlı yazısında şunları belirtiyor:
“Şu anda dünyada aşağı yukarı 300 milyon kişi, doğduğu yerden çok uzaklarda ve politik sınırlar dışında çalışmak zorundadır. Artı, Dünya Bankası’nın bir araştırmasına göre, 1 milyara yakın bir işsiz sayısına giden bir dünya vardır. İşsizlik dünyada iki sebepten dolayı meydana gelmektedir. Bunlardan bir tanesi, ileri teknoloji ve otomasyondur; üretim artık giderek emek-yoğun sanayilerden makine ve sermayeye (high-tech sermayelere) doğru gitmektedir. İkincisi, uluslararası rekabetin giderek acımasız hale gelmesi ve hatayı affetmez bir yapı arz etmesi yüzünden ucuz emeğin bulunduğu yerlere doğru, sermaye ve yatırım akışkanlığının sağlanmasıdır.” (Mayıs 1996)
Dünyadaki işsizliğin artması, dünyadaki toplam üretimin verimsizliğinin yanı sıra, ekonominin krizlerinin de nedeni olan sistemsel bir çarpıklığın sonucudur. Bu çarpıklığın temelinde ise, doğayı ve yaratılan değerleri insanların genel refahı için kullanmak yerine, bir küçük azınlığın refahı için kullanmak üzere örgütlenmiş olmak yatar.
Tekellerin 70’li yıllardaki krizi sonrası girdiği yönelimde, endüstriyel işletmeciliğin modelinde yeni bir açılım ortaya atıldı. Bu açılım, “toplam kalite yönetimi” olarak standart bir üretim teknolojisinin dünyadaki tüm üretime adaptasyonuna olanak sağla yan düzenlemeler olarak karşımıza çıkar.
Stoksuz üretim, fason üretim, kısa süreli ve parçalı üretim, sipariş üstüne üretim, vs. gibi küçültülmüş ölçekli üretime uygun işletmecilik tercih edilmeye başlar. Just-in Time, yani tam zamanında üretim, sipariş üstüne üretim olarak yaygınlaşmaya başlar. En küçük birimlerdeki üretimden, en büyük holdinglere ve çokuluslu tekellere kadar, aşağıdan yukarıya doğru siparişler üstüne örgütlenmiş bir üretim modeline yönelinir.
Küçültülmüş üretim teknolojisi ile değişime sokulan yeni üretim organizasyonunda denetimin sağlanması, bilgisayarla yapılabilir. Bu nedenle bilgisayar, kalite yönetiminin ikamesi ile coğrafi esnekliğin yaratılabilmesinin vazgeçilmez bir unsurudur.
Tekeller, büyük işletmecilikten küçültülmüş ölçekli işletmelere doğru bir kayışı tercih ederken, kârın maksimize edilmesi için emeğe ödenen ücretler arasında rekabetin kışkırtılmasını hedefler. On binlerce küçük işletmeye bölünmüş şirketleri, her ülkenin kendi içinde bölünmüş şirketleri arasında olduğu gibi, diğer ülkelerin bölünmüş şirketleri ile de rekabete sokar. Sadece bir tek ülkedeki şirketler arasında değil, aynı tekele bağlı çeşitli ülkelerden on binlerce motor şirketi veya lastik şirketleri gibi, jant, vs. arasında rekabet edecek koşullara uyarlanarak ve daha küçük parçalara bölünerek, azami kâr elde etmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla, tek bir ülkenin firmaları arasında rekabet koşulları yerine, uluslararası rekabet koşullarına göre uyarlanmış işletmecilik, pazara sokuluyor. İşletmelerin kolayca kapanması, rekabet edemez duruma gelmesi sonucu, bu işletmelerden işçi çıkarımı da daha kolay hale getirilerek, azami sömürünün koşulları arttırılıyor.

COĞRAFİ ESNEKLİĞİN YAYGINLAŞMASI, KAMU ALANINA MÜDAHALE İLE BAŞLADI
Üretimdeki mekânların esnekleşmesi, uzunca bir zamandan beri dikkat çekici bir unsur olarak üretim sürecinde etkili olmaktadır.
İşletmelerin iç mekânlarında üretim akışının sürecini ve yönünü değiştirmekten başlayarak işletmelerin ülkeden ülkeye taşınmasına kadar varan, coğrafi etkenin üretim sürecine bir unsur olarak girmesi, son 20 yıldır, sistemli bir politika olarak, uluslararası sermaye tarafından yönlendirilmektedir. Toplam Kalite Yönetimi adıyla dünyada yaygınlaştırılan ve 2. Dünya Savaşından bu yana yürütülen çalışma; coğrafi esnekliğin işletmelerin kendi içinde mekânlarının bölünmesi sorununda olduğu kadar işletmelerin taşeronlaştırılması, ya da ülkeler arasında nakledilen işletmelerin birbiriyle bağlantılı çalışmasının imkânlarının genişletilmesinin aracı olarak kullanılmaktadır. Toplam kalite yönetiminin teknik ifadesi olan 9000’li standartlar, aslında dünyanın her köşesindeki üretimin standartlaşmasını, buna bağlı olarak da üretimin herhangi bir coğrafyaya bağlı olmadan gerçekleştirmesini amaçlamaktadır. Çünkü Toplam Kalite Yönetimi, bir yandan standartlara uyulmak koşuluyla üretimin taşeronlaştırmasını kolaylaştırdığı gibi, üretimin ve işletmelerin mekân olarak da birbirinden çok farklı yerlerdeki işletmeler arasında bölünmesine imkân tanımaktadır. Büyük işletmelerin bölünüp parçalanması ve uluslararası planda dağıtılması, elbette bu de-santralizasyona karşın her gün daha büyük bir sermaye temerküzü (sermaye yoğunlaşması), tekellerin üretimindeki etkinliklerinin artırması da böylece mümkün hale gelmiştir. Yani tekeller; Toplam Kalite Yönetiminin yaygınlaşmasına bağlı olarak bir mekana, entegre veya büyük işletmelere bağlı kalmadan da, üretim üstündeki kontrollerini yaygınlaştırmada yeni imkanlar elde etmişlerdir.
Nitekim, büyük ölçekli üretim yapan entegre işletmelerin, “taşeronlaştırma” benzeri bir biçimde parçalanarak, taşınması kolay, işçi sorunlarını asgariye indiren, sınıf mücadelesinin imkanlarını dağıtma amaçlı girişimleri önce Avrupa, ABD, Japonya gibi merkezi kapitalist ülkelerde devreye sokuldu. Ye daha sonra da Türkiye gibi ülkeleri de kapsayarak, kamu sektörünün dağıtılmasının (KİT’lerin ve kamuya ait hizmet kurumlarının) da bir aracı olarak işletildi.
Örneğin TOFAŞ ve RENAULT’nun ana işletmesinde çalışan her 1 işçiye karşılık “yan sanayi” denilen ve bu işletmelere “iş yapan” firmalarda 10 işçi çalışmaktadır. Bu örnek bile sanayideki parçalanmanın boyutlarını göstermektedir. Kamuda ise; örneğin Sümerbank; önce üçe bölünmüş, sonra Sümerbank’ın 16 dokuma fabrikası 16 ayrı firma olarak parçalanmış, her fabrikada (kapatılmayanlar) sayısız taşeronlara “bölünerek” özelleştirme tamamlanmıştır. Ya da; kamunun elektrik dağıtım kurumu olan TEDAŞ; il il, bazı büyük iller ikiye, üçe bölünerek özelleştirirken, her özel firma da sayısız taşeronları devreye sokmuştur. PTT posta servisi, İGDAŞ vs. pek çok KİT de aynı yöntemle alt taşeronlaşmanın yaygın olduğu kamusal alana örneklerdir.
Türkiye’de son 15 yıl içinde, bir kurtuluş reçetesi olarak propaganda edilen özelleştirme; kamu işletmelerinin üretim mekânlarının, arsalarının, sosyal tesislerinin, bazı kısımlarının haraç mezat satımından ibaret olmuştur.
Özellikle entegre tesislerden bazıları parçalandı, coğrafi bakımdan parçalanması imkansız olanları ise, kalite yönetiminin dağıtılma tekniğine terk edildi.
Aynı şirket veya işletme içerisinde toplanan işçilerin dağıtılması ve birbirinden soyutlanmasının yöntemi, kalite çemberleri veya grup çalışmaları biçiminde kümelere ayrılma tekniğiyle gerçekleştiriliyor. Ve elbette bu yöntemler, artık herkesçe bilindiği gibi, aynı zamanda endüstriyel demokrasinin gerçekleştirilmesinin aracı olarak da propaganda ediliyor.
Parçalanmanın bir diğer yöntemi olan taşeronlaştırma ise; sanayide kendisini KOBİ işletmeciliği biçiminde bir “alt işletmecilik” modeli olarak gösterirken, aynı zamanda coğrafi yer değişimine de uygun bir zeminde biçimlenmiş.
Bir yandan Toplam Kalite Yönetiminin teknikleri, öte yandan taşeronlaştırmanın genelleştirilip yaygınlaştırılması üretimin özgürleşmesi, yeni bir teknolojik devrim gibi tanıtılıp yoğun bir ideolojik baskı da bu uygulamaların aracı yapılıyor.
Ana işletmenin alt yapıları olarak açılan küçük ve orta işletmeler pıtrak gibi çoğalırken, bu durum aynı zamanda yabancı sermayenin, fiziken daralmış gibi görünen işletmelerin ana merkezlerini ucuza kapatarak, bütün “alt işletmeleri” ucuza ve kolayca kontrol altına alacağı imkânı yaratması bakımından son derece önemliydi. Bu yüzden de kamudaki büyük KİT’lerin birer birer işletmelere ayrılıp öyle satılması önem kazanıyordu. En kârlı olan kısımlarını yabancı tekeller kapışıyordu. Tabii böylece kısımların başka bölgelere taşınması da, satın alma da, işçi çıkarımı ve hak gaspları da kolaylaşıyordu.
70’ler sonrasında Türkiye’de de, yabancı sermayenin, “coğrafi” bakımdan özelliklerine daha çok dikkat ettiğini söyleyebiliriz. Örneğin Dünya Bankası, Türkiye’nin bir “tarım ülkesi” olarak kalmasına özen göstererek verdiği kredileri yönlendirdi. Ve sadece “tarım” ve “tarıma dayalı kredi”ler verdi. Şimdi de Türkiye; enerji geçiş yollarının güvenliği ve limanı olma özelliği ile GAP ve belli alanlardaki tarımsal imkânları ile çimento sanayi hammaddesiyle, bölgenin tatlı su kaynaklarının büyük bölümüne sahip olması ile önemli görünmektedir. Ye tabii, SB’nin dağılmasından sonra; Kafkasya, Balkanlar, Ön Asya, Ortadoğu gibi kriz bölgelerinin merkezinde olma, Orta Asya ile akrabalık bağlarının olmasıyla önem kazanmış bulunmaktadır. Özelleştirilen işletmelerden Fransızların çimento fabrikalarını satın alması, batılı enerji tekellerinin enerji sektörüne el atması, GAP’ın, Çukurova’nın, batılı tarım tekellerinin ve enerji firmalarının gözde alanları olması, Etibank’ın, THY’nin, Telekom’un, IMF’nin en çok ısrar ettiği özelleştirmeler olması bir rastlantı değildir.
Uluslararası tekeller; coğrafi konuma ve imkânlara elbette başka ülkelerde de önem vermektedir. İtalya, Akdeniz ticareti bakımından, “coğrafi düzenlemeye” sokulmaktadır.
Toplam Kalite Yönetiminin yayıldığı ülke olarak da Japonya aslında coğrafi esnekliğin tipik örneklerini vermiştir. Örneğin ’80’li yılların sonunda, Japonya limanlarından otomobil parçalarıyla yüklü olarak yola çıkan “fabrika gemiler” (bu gemiler montaj fabrikası olarak kullanılıyordu), verilen siparişler üstüne, montajları yolda yapılan otomobilleri kendilerine bildirilen limanlara bırakıyordu. Ve elbette sadece üretimin bir bölümü değil, fabrikalar da bölgenin çeşitli ülkelerine yayılıyordu. Örneğin 1992 yılında Mazda Motor (Japon), girdiği krizden kurtulma çabası içinde fabrikalarını Japonya’dan Singapur’a ve Çin’e kaydırmaya başladı. Filipinler ve Tayvan gibi 8 Güneydoğu Asya ülkesine ise, yeni fabrikalar kurmaya başladı. Ayrıca tüm Asya çapında yaydığı, araba yedek ve yan parçalarını üretmek üzere açılan işletmelerde, uluslararası IQEM: kalite yönetimi) standardizasyon olarak düzenlemelere giderken, bu 8 ülkedeki fabrikalarında Japonya’da ve Doğu-Güneydoğu Asya ülkelerinde yapılan parçalar, monte edilmeye başladı.
Türkiye’den bir örnek verirsek; 102 yıllık dünya pet şişe tekeli Schmalbach Lubeca, 2 yıl önce Türkiye’de de şubesini Dudullu Organize Sanayi Bölgesi’nde açtı. Bu Alman kökenli dünya devi, pet şişe, muhafaza kaplan üretimini yürüttüğü 22 ülkede, 65 fabrikaya sahip. 1969 yılında tekelin hisselerinin önemli bir bölümünü, Amerikan Şirketi Continental Can satın alır. Avrupa’nın tanınmış tekellerinden VIAG, aynı bünyeye katılır. Dünyanın en büyük yatırımcı ve menajer firması Alianz Capital Partners tekeli tarafından, maddi ve danışmanlık hizmeti ile desteklenir. Avrupa’nın tanınmış birçok vakumlu kapak ve teneke kutu firmaları da aynı bünyede faaliyet göstermektedir. Schmalbach Lubeca, marmelât şişelerinin Ar-Ge çalışmalarını Fransa’da, kapaklardan oksijen sızmasına karşı Ar-Ge çalışmalarını ise Amerika’da yapıyor. 1998 Eylül’ünde Dudullu OSB’de açtığı şubesi, su ve meşrubat şişesi üretiyor. Açıldıktan kısa bir süre sonra ise, Türkiye’de aynı sektörde üretim yapan Starpet AŞ şirketini tümüyle bünyesine kattı. Böylece Türkiye tekeli olarak üretilen pet şişelerin tümü, Fransa ve ABD’de Ar-Ge çalışması yapılan bir teknoloji ile üretilirken, uluslararası standartta üretime sokulmuş oldu.

COĞRAFİ ESNEKLİK, SERMAYE HAR£KETİNİ HIZLANDIRIRKEN, KONTROLÜNÜ DE ARTIRIR
Coğrafi olarak esnetilmiş üretim, esnetilmiş pazarlar, sermayenin gelişimi ve dünyaya egemenliği için ortaya atılan “yeni bir yöneliş” olarak karşımıza çıkmakladır. Burada, emperyalist hegemonyanın daha çok kâr sağlamaya yönelik örgütlenme modelinde de bazı yeni düzenlemelere ihtiyacı vardır. Örneğin, tekeller, “General Motors”. “General Electric”, “Ford”, “Chrysler”, “IBM” gibi ABD tekelleri, gittikleri ülkelerde tüm sermayesi kendilerine ait şubeler açma eğilimindeyken, ulus devlete ait korumacı yasaların engeliyle karşılaşarak, yerli sermaye ile ortaklaşmaya yönelmek zorunda kalıyordu. Pek çok geri ülkede bu ortaklıklar, yabancı tekele, %49’dan fazla hisse sahibi olamama gibi bir sınır getiriyordu. Ama yeniden organizasyon sürecinde ortaklıklar, şubeleri olan firmalarla bu yüzde 49–51 gibi oranları kaldırırken, çok daha az paylarla bile “alt işletme”, “taşeron firma” yöntemiyle, daha etkin bir egemenliği mümkün kılar hale gelmiştir. Yüz yılın başlarında, Lenin, emperyalizm tahlilini desteklemek için örnek verdiği, tekellerin çeşitli yöntemlerle (yönetim kurullarındaki oy hesapları vb. yollar) yüzde 8 hisse ile yüzde 92’lik sermaye kesimini denetlemesi; günümüzde taşeron firmalar ve “alt işletmeler” yoluyla, son derece kestirme yollardan gerçekleştirilmektedir. Alt işletmelerin, de-santralizasyonun ve karşıtı gibi görülen santralizasyonun (merkezileşmenin) aracı olmasının nedeni de, budur.
Bir ülkedeki ana işletmeler, yani tekellerin ortaklığındaki şube firma, toplam üretimin %2 veya %20 gibi küçük bir bölümünü üstlenirken, yani sadece Ar-Ge ve son ürün montajını elinde tutarken, aslında tüm üretimi denetlemektedir.
Örneğin Türkiye’deki bir yabancı sermaye yatırımında, alt taşeron işletmelerinde üretilen parça veya yarı mamullerin üretimi için konan sermaye, tümüyle yerli sermaye olmasına karşın, ana işletmenin denetimine tabi olmak zorundadır. Burada, denetim bir yanı belli standartlara uyma zorunluluğu olarak karşımıza çıkar. Ki, standartların ana işlevi, denetime açık olmak üzere tüm işletme bilgisinin bilgisayarlara aktarımıdır. Aynı zamanda işletmelerin üretim tekniğine ait uygulamalarda, standart bir teknoloji izlemek zorunluluğu getirilmektedir. ISO–9000, AS–400, vs. gibi kalite standardı zorunluluğu, buradan kaynaklanır. Bu standartlar Avrupa Kalite Vakfı’nın (EFQM) ve Türkiye’de Kal-Der öncülüğünde geliştirildiği gözlenir.
Tekelci denetimin diğer yanı pazarlara egemen olunan bir coğrafi güdümlemenin artışıdır. Coğrafi esnekliğin, coğrafi olarak pazarlara hâkimiyette ve yönlendirmede tekellerin olanaklarını artırdıkları bir düzenleme olduğu görülür.
Büyük işletmelerin işçisine sermaye ortaklığı ile gelen sömürü, küçük ve orta işletmelerin sermayelerine ortak olmadan da sağlanabildiği gibi, bu işletmelerde daha fazla sömürünün yolu açılmaktadır. Yani alt işletmelerde sağlanan aşırı sömürü, ana işletmelere toplanmakta, buradan da yabancı sermayeye aktarılmaktadır. Denebilir ki, yan sanayi, daha önceki dönemlere göre ana sanayi ile daha sıkı ve pek çok yönden vazgeçilmez bir ilişki içine girmek zorunda kalmaktadır.
Bu eğilim sermayeyi, aynı zamanda tüm pazarlara da, daha çok hâkimiyetle birlikte yöneltmektedir. Yani daha çok kârlı ve sorunsuz bölgelere doğru sınaî sermayenin, sanayinin kayışı, artarak yaşanırken, sermayenin uluslararası ve ulusal pazarlarda denetimini ve gözetimini daha da artırır.
Örneğin, Alman çelik tekelleri, kömürünü Afrika’dan, işçisini Türkiye’den, Yugoslavya’dan, Yunanistan’dan getirerek kendi ülkesinde çelik üretirken, ’85’lerden itibaren üretimini, kömürün ve demir cevherinin bol bulunduğu, aynı zamanda işgücünün de çok ucuza geldiği Afrika ülkelerine doğru kaydırmaya başladı. 20 yıl öncesine kadar Türkiye, Avrupa’ya işçi ihraç eden ülke durumundaydı. Bugün ise, Avrupa ülkeleri, Türkiyeli işçileri geri göndermeye çalışıyor. Ama aynı zamanda 68 milyonluk bir pazar olarak, Türkiye’nin enerji üretim ve dağıtım tesislerine, Telekom’una, GAP’a daha çok ilgi gösterirken, aynı zamanda otellerinin, hipermarket zincirlerinin kollarını da Türkiye’nin başlıca kentlerine uzatmış bulunuyorlar. Ve elbette spekülasyona çok uygun borsası, yüksek faizler, devlet garantili yüksek borçlandırmalar da son 20 yılın eğilimi olarak kendisini ortaya koyuyor”.
Çokuluslu tekellerin kolları olarak gelişen holdingler ve bankaları, holding işletmelerine yatırılan yabancı sermayelerin geri çekilmesi ile birlikte, kısa zamanda batmaya veya birleşmeye zorlanıyor.

ŞİRKET BİRLEŞMELERİ
Coğrafi esnekliğin yaygınlaşarak genelleşmesi, tekellere bir başka gelişimin imkânını daha açtı. Tekeller veya işletmeler-arası birleşmelerde ve ayrışmalarda devinim hızının arttığı gözleniyor.
Tekelleşmenin bir eğilimi olarak bilinen üretimin çeşitli dallarında faaliyet gösterme isteği; coğrafi esnekliğin sağladığı imkânların genişlemesiyle, tekellerin eğilimi olmaktan da öte, pratiği haline geldi. Kitlesel üretimin yapısallığı içindeki faaliyetini birkaç sektörel kolla sınırlandırma, yerini, bütün kollara yayılmaya bırakır oldu. Örneğin, bir otomobil tekeli, ekonominin her dalında yatırım yapar hale geldi. Otomotiv sektöründe tanınmış tekel, banka, sigorta, kimya, tekstil, tarım, hizmet, vs. gibi çok çeşitli sektörlere girmeye başladı. Böylece çokuluslu şirketler, çok sektörlü şirketlere kolayca dönüştü. Herhangi bir sektörde faaliyete girmesinin önündeki engeller de, KİT’lerin çözülmesiyle birlikte ortadan kalkıyor.
Sermaye, ana işletmelere olduğu kadar alt işletmelere de kolay girip çıkabildiği için, sipariş üstünden iş verme, doğrudan alt taşeronlarla da yapılabilir hale geldi. Bunun en belirgin yaptırımı, KOBİ işletmeleri, şirket krize girdiğinde, yabancı sermayeye satış için kendine çekidüzen vermeye başlıyordu. Yabancılara satış, hem malını, hem de kendini olmak üzere, küçük şirketler için cazip hale geliyordu. Böylece tekeller, büyük küçük demeden her sektörde şirket alıp satabilecekleri bir pozisyon elde ettiler. Büyüklerin küçükleri yutması kolaylaşırken, büyüklerin kendi aralarındaki rekabette de artış ve bununla birlikte şirket birleşmeleri de arttı. Kimin eli kimin cebinde olduğu takip edilemeyecek duruma geldi. Büyük tekeller arasında portföy diplomasisi de benzer bir ivme kazandı. Bir deyişle “bulanık suda balık avlamak” için koşullar ve ortam uygun hale getirildi.
Her ürünü, kendi doğal ortamında ve kendi pazarı için üretilir hale getirip, bundan da azami kâr sağlamak üzere tekeller, yeni iş organizasyonuna girdi, Yani gelişmiş ülkeler kendi ülkelerinde ürettikleri mamulleri geri kalmış ülkelere pazarlama yerine, daha çok teknolojisini pazarlayarak, o ülke içinde üretimini sağlayarak daha çok kâr elde edebileceği olanakları yaratıyordu.
Daha çok çeşitte ve kalitede ürün üretilir hale gelmesi, marka anlayışını da beraberinde getirdi. Çok çeşitli ve çok farklı kalitede ürün piyasaya sürülmeye başladı. Dolayısıyla, her semtte belli çeşitlilikte ürün pazarlayan esnaflar ortadan kalkarak, her çeşitte ürünün pazarlandığı süper ve hiper-marketler ortaya çıkmaya başladı. Dolayısıyla, coğrafi olarak, yer değişikliğinde önemli bir adım olan pazarlama yöntemi, küçük esnaftan büyük marketçiliğe dönüşürken, üretimdeki büyük işletmelerin parçalanması ve taşeronlaştırmanın tersine bir değişime uğruyordu.
Örneğin, otomobil, hız teknesi, TV, buzdolabı, kozmetik, giyecek, yiyecek, kitap, ekmek, pasta, musluk, oturma odası, gibi çok çeşitli ve farklı kalitede ürün tek bir mekânda satışa sunuldu. Pazarlama sektörü, biçimsel bir değişime uğradı ve ayrı bir sektör olarak önemi arttı. Ambalaj sektörü de önem kazanarak gelişti. Promosyonculuk, reklâmcılık, mankenlik, vs. gibi sektörler, yeni bir işbölümü içinde türeyen, yeni meslekler olarak değer kazandı.
Hizmet sektörü, kol hizmetlerinden çok da kafa hizmeti olarak, artan bir önem kazanmaya başladı.

COĞRAFİ ESNEKLİĞİN, ‘İŞ HUKUKU’ VE ‘ÜRETİM STANDARDI’
“İş hukuku” ve “üretim standardı” da coğrafi esneklikten payını aldı.
Tekelci sermaye merkezlerinin “piyasaları rahatlatmak ve krizi önlemek” adına, tüm dünya ölçüsünde uygulamaya soktukları de-regülasyon (kuralsızlaştırma) hareketi, var olan kurallar ve yasaların yerine, üretim sürecinin yeniden organize edilmesine uygun iş hukukunda (burada kastedilen sadece yazılı hukuk değil, ama onu kapsamak üzere genel olarak ilişkilerdeki alışkanlık ve yerleşmiş geleneksel tutumların bütünü) ve yaşamında yeni standartlar geliştirilmesini şart koştu.
Genel söylemiyle “kalite standardı” olarak adlandırılan bu yapısal biçimlenme, üretim süreçlerine, kalite ve verimlilik, vizyon olarak getirilerek, genel kabul görmesi sağlandı.
Bu standardı kabul etmeyenleri de, ürünlerini pazarlara sokmayarak, satışlarını çeşitli yöntemlerle engelleyerek, kalite standardını kabul etmeyenleri pazardan sürerek boyun eğdirmeye yönelmiş bulunuyorlar. Dolayısıyla “kalite standardında” üretim yapmayan pazarlara giremez, üretim yapsa bile pazar bulamaz hale sokulmaya çalışılır.
Önemli bir maliyet unsuru olmasına karşın “kalite standardı” için gerekli olan danışmanlık, test laboratuarları, işletmelerin yeniden biçimlenmesi, mekânsal olarak yer değiştirmeye zorlanması, bilgisayarlı üretime geçme zorunluluğu gibi pek çok ek masraflarla, kalite sistemi kurmaya tüm işletmeler zorlandı, zorlanıyor. Bilgisayarlar üstünden üretime koşullandırılan küçük ve orta ölçekli işletmecilik, böylece kolayca tekeller tarafından denetlenir hale gelirken, herhangi bir sermaye yatırımı olmadan da tekellere bağımlı hale getirilmiş oluyor. Dahası, bu süreçte teknoloji ve sermaye bakımından zora giren küçük ve orta işletmelerin önemli bir bölümü ise, yenileme yapamadığı için daha büyükler ya da tekelleri tarafından yutuldular. Tabii ki, bu süreç işçinin daha yoğun çalıştırılması süreci olarak da işledi. Daha çok sömürünün yanı sıra üretim sürecinin, işçinin işçiyi ihbarı süreci olarak da organize edilerek sınıf dayanışması tahrip edilmek istendi. Zaten “yeni teknoloji” diye satılan da; iş hukukunda, bu işçiyi daha çok sömürmek için yapılan üretimin yeniden örgütlenmesi süreciydi.
İşçinin aşırı sömürülmesinin süreci; aynı zamanda yabancı tekellerin yerli firmaları, büyük firmaların küçükleri denetlemesi süreci olarak organize edilmesiydi. Bilgisayarlı üretim, sermayenin denetimi için gerekliydi. Yazarkasa, bilgisayarlı üretim, uluslararası standardizasyona ilişkin koşullar olarak tüm küçük-büyük işletmelere ve esnafa dayatılırken, bu araçların satın alınmasının maddi külfetinden daha önemli olarak, denetime açık ve tâbi duruma getirilmesi bu süreç için daha açıklayıcıdır.
Süreç, sadece üretim tekniği ile sınırlı kalmadı. Aynı zamanda kredi imkânları da “kalite standardı”nı yakalama şartına bağlandı. Bu yüzden de, işletmeler, en yukarıdan kontrol edilmek için her yandan kuşatıldı. Bir başka söyleyişle KOBİ kredileri, sadece “kalite standardı”na uyumlu çalışmanın yürütülmesi şartıyla veriliyordu. Çünkü ancak bu standart yakalanırsa; coğrafi uzaklığa bağlı kalmadan bir üretim ve “sıfır hatalı üretim” yapılabilirdi. Alt işletmelerin bölgeden bölgeye, hatta ülkeden ülkeye dağıtılmış olması bunu zorluyordu.
Aynı zamanda bir ülkedeki üretim tekniği, diğer ülkelerdeki üretim tekniği ile aynı kalitede olmalıydı ki, sermaye istediği ülkeye veya aynı ülke içindeki istediği işletmeye kolayca kayabilsin. Sermayesini en az riske atabileceği veya ihtiyacı olan bir ürünü en ucuza mal edebileceği işletmelere kayışında kolaylık sağlayabilsin. Üretimini en kısa sürede ülke içinde veya başka bir ülkedeki diğer yerine kaydırarak yapabilir duruma gelsin. Bu durum, işçilerin ülke içinde birbiriyle rekabetini artırmakla birlikte, ayrıca ülkeler arasında artan bir rakip işgücü ile karşı karşıya kaldığını göstermektedir.
Bunu bilinen bir örnekle açıklarsak; Hollanda menşeli Lever, ucuz işgücünden yararlanmak üzere işlettiği Kimya Teknik İşyerindeki direniş nedeniyle, sermayesi riske girdiğinde, üretimini Gebze’deki işletmesine kaydırarak kurtardı. Coğrafi esnekliğin bugün ulaştığı boyuta bir örnek daha vermek gerekirse (basında çıkan bir haber) Türkiyeli bir patron gösterilebilir; TÜSİAD Başkan Yardımcısı ve Organik Holding’in patronu Aldo Kaslowski, polimer fabrikası kurmak üzere yaptığı projeyi önce, Uzak Doğu’da uygulamaya yönelir. Burada kriz çıkınca, yatırımını Rusya’ya kaydırır, ama bu sefer de Rusya krize girmiştir. Bir süre, Körfez ülkelerinde araştırma yapar, şartları uygun bulmayıp, bu sefer Hollanda’ya geçip, en azından şimdilik orda yatırıma “karar” kılar. Bütün bu geçişlerin kazasız belasız olması için “kalite standardı”, “yasalarda esneklik”, “sermayenin yer değiştirmesinde esneklik” bütün bunların içinde hareket ettiği bir zarf olarak coğrafi esneklik ister istemez, sermayenin hızla hareketi için zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.

İŞ STANDARDI VE COĞRAFİ ESNEKLİK
Uluslararası standardizasyon, üretim süreci içinde teknik bir yapılanmanın standardı olarak, yani sadece üründe değil, üretim sürecinde tek bir standart sağlamaya yönelik olarak biçimlendirilmektedir. Neyin ne kadar, ne zaman üretileceği değil, aynı zamanda hangi kıstaslarda ve teknoloji ile üretileceğini belirleyen bir standart olarak, işin anlamını değiştiriyordu. Yani üretim sürecinin bütünü içinde teknik bir kurumlaşma yaratıyor.
Böylece iş standardı, kalite standardı olarak, teknik bir anlam, bundan da öte ideolojik bir anlam kazanarak, her işletme ve kuruma ilişkin anlayışların, belli kurallar zincirine tabi duruma gelmesini sağlı yordu. Sadece ISO–9000 çalışması yapılan işletmelerde değil, sendikasız, sigortasız yani kayıt-dışı denilen küçük ve orta işletmelerin de kalite standardına uygun üretim yapılır hale gelmesi isteniyor.
Böylece iş standardı, üretimin organizasyonu ile birlikte üretimin muhtevasını da değiştirdi. Bir ürün, sadece en iyi ve en maharetli ellerin ürünü değil, aynı zamanda belli bir “standart süreci”nin ürünü olarak ortaya çıktığında pazarda “aranır” olmaya başladı. Bu standart, herhangi bir ürünün, en kısa sürede, en kaliteli ve en ucuza nasıl ve nerede üretileceğini belirlemekle kalmadı, aynı zamanda nasıl bir teknikle üretildiğine de bağlı hale geldi.
Bir işkolunda çalışan işçi, bağlı olduğu şirketler topluluğu içinde yer değiştirirken, değişik sektörler arasında göçe uygun iş ilişkisi içine girmeye başladı.
Üretim teknolojisi dediğimizde akla, bir işletmedeki işleyiş olarak şunlar gelir;
– Planlama, günlük, haftalık, aylık olarak yapılmalı.
– İşçiler için performans (verimlilik) değerlendirmesi günlük, aylık olarak alınmalı.
– Her kısmın kendi içinde üretimin tekniğine ilişkin açıklamaların yazıldığı GT’leri (Geliştirme Tekniğine ilişkin düşünceler) işçilerin vermesi sağlanmalı.
– Yapılan her iş mutlaka kayıtlara geçirilmeli, önce kağıtlara, sonra bilgisayara.
– İş kartları, herkes ve her iş sürecinde, her makine için, ara kademelerde de kaydedilmeli.
– Bilgisayarlara, günlük, aylık performans eğrileri işlenmeli.
– Kalite kontrol, her iş bitiminde, işi yapan tarafından yapılmalı, vs. Böylece herkes ve her makine için kontrol sağlayan çok geniş bir teknik uygulama, denetime tabi duruma getirilmektedir. Teknoloji transferi yapılarak tüm ülkelerdeki işletmelere yaygınlaştırılır.
Örneğin, binlerce küçük üretici tarafından, “merdiven altı” tabiriyle üretilen tekstil ürünlerine baktığımızda, bunların taşeronlar tarafından yapılanları ile ana firmalarda yapılanları arasında hiçbir farkın olmaması, aynı markaları vuran taşeron üreticinin, ana üretici kadar usta olması gerekli olduğu gözlenebilir. Yani, kalite standardına uygun olarak, üretim teknolojisini, ana firma nasıl kullanıyorsa, taşeron firma da aynısını kullanmak zorundadır. Taşeron işletme, ana işletmenin verdiği siparişi, gece gündüz, az veya çok işçi ile veya kendisi dışında başka üreticiye yaptırarak da olsa, istenilen zamanda ve miktarda, istenilen kalitede yetiştirmek zorundadır. Yoksa işini kaybeder, çalıştırdığı işçisi de işini kaybeder duruma gelir. İki sipariş arası taşeron işletme, boş oturarak, işçisini geçici bir süre eve göndermek zorunda kalır. Ya da ücretsiz izne çıkarır.
Geçici işçilik, kısa süreli iş, iş akitlerinin kısa süreli olması, ücretsiz izinler, vs. gibi, işgünü sürelerini de, “boş zaman” bırakmamak üzere doldurmaya yönelik bir uygulama görürüz. İş süreleri, “iş bitimine kadar” olan süreye çevrilir. Ücretler ise, iş değerlendirmesine tabi tutulur.
İşte bütün bu yönelişlerden dolayıdır ki; bu alandaki “iş hukuku” değiştirilmek ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Tabii, burada bahsedilen iş hukuku, yasalara geçmiş olan hukuk değil, günlük yaşamın getirdiği “hukuk”tur. Ve bu “hukuk”, “kuralsızlık” olarak yasalara ve toplu sözleşmelere geçirilmek isteniyor. Yıllardır MESS’in her toplu sözleşmeye “esnek çalışma dayatması” ile başlamasının nedeni de budur.
Coğrafi esnekliğin yapısal ve örgütleniş biçimlerine ilişkin daha geniş bir açıklama başka bir yazının konusu olacaktır.

Ocak 2001

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑