İnsanın kendini, doğayı, toplumu anlama ve değiştirme çabası, onun tarih boyunca temel uğraşı olmuştur/olmaktadır. Bu uğraşın çerçevesini ise zorunlu ve sonsuz insan ihtiyaçlarının karşılanması için -maddi ve düşünsel- üretim ve genişletilmiş yeniden üretim belirlemektedir. Bu aynı zamanda doğa bilimlerinin/pozitif bilimlerin ve felsefenin tarihsel serüveninin de maddi temelidir.
Bu serüven, belirtilen maddi temele bağlı olarak insanın insana, sınıflı toplumların ortaya çıkması ile birlikte de bir sınıfın bir başka sınıfa egemen olma sürecini de kapsar. Dolayısıyla, doğa bilimleri/pozitif bilimler ve felsefe, insanının kendini, doğayı ve toplumu anlama çabasının bir ürünü ve aracı olmakla kalmaz, bununla birlikte tarihsel gelişim ve ilerleme içerisinde insanın insana ve bir sınıfın bir başka sınıfa egemen olmasının aracı olarak da işlev görmüştür ve görmektedir.
Bugün de ülkemizde başta “yükseköğrenimin baronları”, “YÖK şefleri” olmak üzere, yazılı-görsel sermaye medyasının kalemşorları ve burjuva ideologlar her şeyi tersyüz ederek, yarattıkları yanılsama ve fikri karmaşayı, kapitalist emperyalist sistemin egemenliğini sürdürmenin dayanağı olarak kullanıyorlar. Yerküre üzerinde son yirmi yıldır toplumların düşünsel hayatına hâkim kılınmak istenen “ideolojiler öldü” kanısı; özünde burjuvazinin sosyal, iktisadi ve ideolojik hegemonyasının yeniden üretimini amaçlıyor.
“İdeolojilerin öldüğü” ilan edildikten sonra, burjuva ideologlar “bilimin somutluğu” adına, bilimi ve bilgiyi pazara süren, üretimin temel girdileri arasında sayıp metalaştıran, sırf bu iş için özel şirketler kurup “yeni bir sektör” yaratan bir ideolojik çizgide çalışmalarını sürdürüyor. SAS Institute isimli Amerikan şirketi, bu temelde 120 ülkeye hizmet veriyor ve bunların birçoğunda bürosu bulunuyor. Benzer birçok şirket var ve bunlar işlevlerini şu sözlerle açıklıyorlar: “Hemen her platformdan, istenilen her formatta topladıkları veriyi işleyerek ve bilgiye dönüştürerek verimlilik, rekabet üstünlüğü ve karlılığı artırmak üzere müşterilere sunmak.”
Bilim ve bilgi karşısındaki bu tutum, felsefe ve bilim ilişkisi tersyüz edilerek, bu tersyüz edilmişlik içerisinde felsefe, ideolojinin yerine geçirilerek güçlendiriliyor. Okumuşundan, mürekkep yalamışından en cahiline kadar (burjuva bilimciden, akademisyenden reklâmcısına, iletişim uzmanına, mankenine, pop starına kadar), ne yaptığını bilenlerin ve bilmeyenlerin yer aldığı geniş bir yelpaze oluşturan burjuva propaganda güruhu, vıcık vıcık bir burjuva ideolojik propagandayı, bilimsellik ve felsefilik adı altında gençliğin ve emekçi halk yığınlarının önüne koyuyor. İşine geldiğinde, “benim felsefem bu”, “şirketimizin felsefesi bu” ya da “yaşam felsefesi meselesi bu” vb. diyerek yapılan bir “felsefe popülizmi”, diğer yanda ise felsefeyi her şeyin yerine geçirerek ve üzerinde tutarak yapılan seçkincilik…
Böyle bir durumda, bilim-felsefe ve ideoloji ilişkisini doğru kavramak, bugün özellikle lise ve üniversite gençliği içerisinde yaygın bir ilgi alanı oluşturan felsefe konusunda doğru bir öğrenme süreci açısından önemlidir. Ülkemizde, burjuva ideolojinin temel üretim alanı olan ve 12 Eylül ile birlikte bu yönü daha da belirginleştirilen üniversitelerdeki gerici şoven düşünsel hegemonyaya karşı bir dalga yaratmak açısından da konunun tarihsel arka planına özet olarak değinmenin anlamlı olacağı düşüncesindeyiz.
DOĞA BİLİMLERİ/POZİTİF BİLİMLER VE FELSEFE
Bilindiği gibi felsefi sistemleri, düşünce ile maddenin (varlığın) bağıntısı sorununa verdikleri yanıt ve getirdikleri çözümleme ye göre idealist ve materyalist olmak üzere iki büyük kampa ayrılır. Doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki gelişmelerin geri düzeylerde olduğu, doğa bilimleri/pozitif bilimlerle felsefe arasında henüz bir “alan ayrımının” olmadığı dönemlerde, insanın kendini, doğayı ve toplumu anlama çabası büyük oranda felsefenin koyduğu düşünce ve mantık sistemleri tarafından yönlendiriliyordu. Uzunca bir dönem düşünce ve mantık sistemlerine egemen olan felsefi akımlar özünde hep idealist-metafizik felsefi akımlar oldu.
Doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki ilerlemeye bağlı olarak -özellikle ortaçağın sonlarına doğru- insanı; doğayı ve toplumu anlamaya yönelik çalışmalarda maddeci dünya görüşünün öne çıktığını görürüz. Bu dönemler felsefe alanında idealist ve materyalist felsefe arasındaki kamplaşmanın daha da belirginleştiği dönemlerdir.
Bu süreci Engels en genel hatlarıyla şöyle anlatıyordu: “Her felsefenin, özellikle modern felsefenin büyük temel sorunu, düşünce ile varlığın bağıntısı… düşüncenin varlığa, tin’in doğaya ilişkisi, … tin’in mi, doğanın mı, hangisinin en ilk öğe oldukları sorunudur. … Bu soruyu yanıtlayışlarına göre filozoflar iki büyük kampa ayrılıyorlardı. Tin’in doğaya oranla önce gelme özelliğini ileri sürenler, idealizm kampını oluşturuyorlardı. Ötekiler, doğayı ilk öğe sayanlar ise materyalizmin değişik okullarında yer alıyorlardı.”
a) Doğa bilimleri/pozitif bilimler ve idealist felsefe
19. yüzyılın ilk yarısında felsefe alanındaki kamplaşmanın idealizm cephesindeki en ileri temsilcisi Hegel’di. Hegel, kendinden önceki idealist filozofların, dünyayı olmuş bitmiş süreçlerin, donukluğun, hareketsizliğin, değişmez mutlaklığın bir toplamı olarak algılayışlarına önemli bir darbe vurmuştu. Hegel, kendi felsefesinin temeline hareket ve değişimi koymuştu. Ancak Hegel’in diyalektiğinde doğa bilimlerinin ortaya çıkardığı maddi gerçekliklerin tuttuğu yer, evrensel aklın (us’un), idenin, tin’in kendini gerçekleştirmesinden öte bir anlam içermiyordu. Hegel’in felsefesindeki değişim ve hareket, evrensel us’un, tin’in sahip olduğu özgürlük doğrultusunda kendisini özgür kılma serüveninin hareket ve değişiminden başka bir şey değildi.
Hegel şunları yazıyordu: “… Dünya tarihini son ereğine göre incelemeliyiz; bu son erek dünyada istenen şeydir. Tanrıya gelince, onun en yetkin olduğunu biliyoruz: o bundan ötürü yalnız kendini ve dengini isteyebilir. Tanrı ve onun istencinin doğası birdir: felsefede buna ide diyoruz. Böylece ide kendi basmadır, ama incelememiz gerekir. İnsan tin’i öğesidir. Daha belirli olarak ide, insan özgürlüğü idesidir. İdenin kendini en salt açma biçimi düşüncenin kendisidir: ide mantıkta böyle ele alınır. Başka bir biçimi ile fiziksel doğadır, üçüncüsü ise sonuncusu ve tin dediğimiz şeydir.”
“… Tin doğası kendini tam karşıtında bildirir bize. Tin’i maddenin karşısına koyuyoruz. Nasıl ağırlık maddenin tözü ise, özgürlüğün de tin’in tözü olduğunu söylemeliyiz. Herkes tin’in başka Özellikler yanında bir de özgürlüğe sahip olduğuna doğrudan doğruya inanır. Felsefe ise bize, tin’in başka bütün özelliklerinin özgürlükten ileri geldiğini, hepsinin özgürlüğe aracı olduğunu, hepsinin özgürlük ardında olup onu meydana getirdiğini öğretir. …”
İdealizmin bu en ileri temsilcisinde bile, doğanın ve onun içerisinde insanın maddi varlığına ilişkin doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki ilerlemelerin ortaya koyduğu maddi gerçeklik evrensel aklın yansımalarından, görüngülerinden başka bir şey değildi.
b) Doğa bilimleri/pozitif bilimler ve “eski” materyalizm
Felsefi kampın materyalist cephesinde ise Başta Feuerbach olmak üzere, Thomas Huxley, Büchner, Vogt, Moleshcott’un materyalist görüşleri vardı. Ancak onların materyalist görüşleri de, doğa bilimlerindeki gelişmelerin, madde ve düşünce arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkinin tarihsel gelişim ve ilerleme yasalarını bütünlüklü olarak ortaya koymakta yetersiz kalıyordu.
Bütün bu materyalistlerin eksikliği ve “kaba”lıkları üç noktada eleştiri konusuydu: “1) Bu materyalizmin ‘mekanik yanı ağır basmakta’ idi, kimya ve biyolojide sağlanan en son gelişmeleri hesaba katmıyordu (bugün, maddenin elektrik teorisini de katmak zorunluluğu vardır); 2) eski materyalizm ne tarihsel idi ne de diyalektik (anti-diyalektik anlamda metafizikti) ve evrim anlayışına sistematik ve genelleştirilmiş bir biçimde bağlı değildi; 3) eski materyalizm, ‘insan özü’nü, (somut olarak ve tarihsel olarak saptanmış), ‘bütün toplumsal ilişkilerin karışımı’ olarak değil de, soyut olarak görüyor ve bu yüzden dünyayı yalnızca ‘yorumluyordu’, oysa bu bir ‘değiştirme’ sorunuydu, yani ‘devrimci pratik eylem’in özünü kavramamıştı.” (Marx ve Engels’ten aktaran Lenin; Marx, Engels, Marksizm)
Bu pasajdan, Marx ve Engels tarafından “eski” ve “kaba” olarak nitelendirilen materyalistlerin, idealist felsefeye karşı mücadelede doğa bilimlerinde gelişmelerin ortaya çıkardığı birikimi yeterince dikkate almadığı ve dünyayı değiştirme eyleminin önemini kavramadığını öğreniyoruz. Söz konusu eksiklik, aynı zamanda “eski” materyalistlerin idealist-metafizik felsefeye bilinemezcilik, olguculuk gibi özünde metafizik olan akımlara açık kapı bırakması sonucunu da doğuruyordu.
Comte, Hume ve Kant gibi metafizik felsefede önemli yer tutan isimlerin olgucu (pozitivist), eleştirici, bilinemezci düşüncelerinin kendilerine doğa bilimleri-pozitif bilimleri temel aldıklarını da unutmamak gerekir. Bu filozofların her biri fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi doğa bilimleri/pozitif bilimler alanında eğitim görmüşlerdir. Ancak her birinin olgucu, eleştirici, bilinemezci, uzlaştırmacı yaklaşımları, doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki gelişmelerin bir biçimde idealist-metafizik felsefelerin şemsiyesi altında kalmasına hizmet etmiştir.
Marx bu filozofların yaklaşımını da eleştiriyor ve “… bu felsefeyi, idealizme verilmiş ‘gerici’ bir ödün ve en iyimser anlamda ‘materyalizmi açıktan açığa geri çevirirken, gizlice, utangaç bir biçimde kabul etme’ olarak niteliyordu.”
Sonuç olarak. 1800’lü yılların ortalarına kadar doğa bilimleri/pozitif bilimler alanındaki gelişmeler; idealist-metafizik felsefe ve “eski” materyalizm tarafından ileriye dönük, genelleştirilebilir ve sistematik bir yaklaşımla yorumlanmaktan, doğanın, toplumların ve politik ekonominin gelişim ve ilerleme yasalarını kavramaktan ve dünyayı değiştirmek için kullanılacak bir bilimsel yöntem oluşturmaktan şu veya bu oranda uzak kalıyordu. Bu durum aynı zamanda, doğa bilimleri/pozitif bilimlerin, böyle bir bilimsel yöntemi kullanarak insanın kendini, doğayı ve toplumları anlama, yorumlama ve değiştirme eylemine katkıda bulunacak daha ileri adımlar atmasında zayıflatıcı bir etki yapıyordu.
c) Doğa bilimleri/pozitif bilimler ve diyalektik ve tarihsel materyalizm
Önceleri kısa bir süre Hegel’den etkilendiğini söyleyen, sonraları ise Feuerbach’ın materyalizminin sıkı bir takipçisi olduğunu vurgulayan Karl Marx, görüşlerinin biçimlendiği 1844’lü yıllardan başlayarak materyalistti ve yaşamının sonuna kadar felsefeyi bilimsel temelleri üzerine oturtma mücadelesi verdi, oturttu ve geliştirdi.
Doğa bilimlerini/pozitif bilimleri, eski felsefenin mutlakçı, tanrıcı ve her türden metafizik cenderesinden kurtaran, felsefeyi bilimler-üstü bir bilim olarak tutma çabasına son veren Marx ve Engels oldu. Marx ve Engels, yaşadıkları çağa kadar olan süreçteki bilimsel gelişmelerin toplam bilgisini büyük bir titizlikle incelediler ve o güne kadarki felsefi akımların köklü bir eleştirisini yaptılar. Hegel’in diyalektiğini “ayakları üzerine oturtarak” ve “eski” materyalizmin yukarıda da ortaya konulan eksikliklerini gidererek felsefeyi bilimsel temellerine oturttular.
Marx ve Engels’in kuruculuğunu yaptıkları diyalektik ve bilimsel materyalist felsefe, başta Hegel’in diyalektiğinin olumlu yönleri olmak üzere, o güne kadarki felsefenin bütün devrimci özelliklerini içinde barındırıyordu. Ama aynı zamanda bir bütün olarak geçmiş felsefi akımlardan, bu akımların felsefeye yüklediği misyonlardan köklü bir kopuşu da ifade ediyordu. Dahası, Marx ve Engels’le birlikte felsefe tarihinde yeni bir dönem -felsefenin “bilimler-üstü bir bilim” olmaktan çıkıp bir yöntembilim olarak alanının netleştiği- başlıyor ve bu devrimci anlayış tarihteki yerini alıyordu.
“Bilinçli diyalektiği, (Hegelcilik de dâhil idealizmin yıkımından) kurtarma gereğini kavrayan ve onu doğanın materyalist anlayışına uygulayan, hemen hemen yalnızca Marx ve ben olduk.” (Engels)
“Diyalektik materyalizmin, artık diğer bilimlerin üstünde olan bir felsefeye ihtiyacı yoktur. Daha önceki felsefeden düşünce bilimi ve onun yasaları, biçimsel mantık ve diyalektik kalmıştır. Marx’ın anladığı biçimde ve Hegel’in de anlayışına uygun olarak diyalektik, şimdi bilgi teorisi ya da epistemoloji adı verilen şeyi kapsar; bilgi teorisinin de, bilginin kaynağını ve gelişmesini, bilgisizlikten bilgiye geçişi inceleyerek ve genelleştirerek, konusunu tarihsel olarak ele alması gerekir.” (Lenin)
İşte Marx ve Engels bunu yaptılar ve diyalektiği insanın kendini, doğayı ve toplumu anlaması, değiştirmesi eyleminin tarihini ve ilerleyişini bilmenin başat yöntemi haline getirdiler. Dahası, doğa bilimleri/pozitif bilimler ile felsefe arasındaki bağıntıyı bilimsel temellerine oturttular ve felsefeyi sadece tek tek üstün bireylerin, okumuşların, filozofların ve onların öğrencilerinin “okullarının” bir işi olmaktan çıkardılar ve bu dönemi bir anlamda kapattılar.
Engels şöyle diyordu: “… Felsefenin bu şekilde ifade edilen amacının, ancak bütün insanlık tarafından ilerleme ve gelişme içinde yerine getirilebilecek olan bir görevin, bir tek filozofa verilmesinden başka bir anlama gelmediğini kavradığımız andan itibaren, bugüne kadar kabul edile gelmiş anlamıyla felsefe son bulmuş demektir. Bu yolla ya da herhangi bir tek birey tarafından elde edilemeyecek olan ‘mutlak gerçeği’ kovalama yerine, müspet bilimlerin yolundan giderek, ulaşılabilir göreli gerçekleri kovalamak ve bu bilimlerin vargılarını diyalektik düşünce aracılığıyla özetlemek gerekir.”
Çünkü artık: “Önceki sistemlerden farklı olarak Marksist felsefe, diğer bilimlerin üzerinde bir bilim değildir; tersine bir bilimsel araştırma aracıdır, bütün doğa ve toplum bilimlerine nüfuz eden ve onlar geliştikçe kendini onların ürünleriyle zenginleştiren bir yöntemdir. ” (Jdanov)
Bugün doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki ilerleme ve gelişmenin boyutu öyle bir noktaya varmıştır ki, bu bilim dallarını amaç ve kapsamlarına göre sınıflandırmak, birbirlerinden nasıl faydalandıklarını ve birbirlerini nasıl etkilediklerini ortaya koymak, kendi aralarında yeni alt bilim dallarına nasıl ayrıştıklarını tespit etmek başlı başına ayrı bir araştırmanın konusudur.
Ancak şunu söyleyebiliriz ki diyalektik ve bilimsel materyalizm, o güne kadar her şeyin başı ve sonu olarak görülen ve her şeyin üzerinde gösterilen felsefeyi bu durumdan kurtarmış; doğa bilimleri/pozitif bilimler ve toplum bilimleri arasındaki yerini, ilişkiyi bilimsel temellerine oturtmuş ve toplumların ideolojik üst yapısındaki ait olduğu yere koymuştur.
Bütün bunlar bize doğa bilimleri/pozitif bilimler alanında yaşanan ilerlemeye, gelişmelere bağlı olarak, doğa bilimleri ile felsefe arasında henüz bir ayrışmanın olmadığı dönemlerden, birçok müspet bilim dalının felsefeden ayrılmaya başladığı ve felsefenin de diyalektik ve tarihsel materyalizmle birlikte bilimsel temellerine oturduğu, böylece felsefenin de bir bilimsel araştırma yöntemi olarak alanının ayrıştığını ve felsefenin bir bilimler bilimi olmaktan çıktığını da göstermektedir.
“Felsefenin gelişmesinin kendine özgü niteliği, doğaya ve topluma ilişkin bilimsel bilgi geliştikçe, müspet bilimlerin birbiri ardından felsefeden ayrılmış olmalarında yatar. Dolayısıyla felsefenin alanı, müspet bilimlerin gelişmesi sonucu sürekli olarak daralmıştır. (Bu sürecin bugün bile sona ermemiş olduğunu söyleyebilirim.) Doğa ve toplum bilimlerinin bu şekilde felsefenin vesayetinden kurtuluşu, gerek doğa ve toplum bilimleri için, gerekse felsefenin kendisi için bir ilerleme oluşturmaktadır.” (Jdanov)
Doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki gelişmeye bağlı olarak, bu bilimlerin alanlarıyla felsefenin alanının ayrışması süreci, felsefenin bilimsel temellerine oturtulması süreciyle de tamamlanmıştır. Marx ve Engels’in felsefeyi bilimsel temellerine oturtması, diyalektik ve tarihsel materyalizm gibi bilimsel bir yöntemin inşası bize şunları söyleme olanağı vermiştir:
Eski felsefenin ve doğa bilimlerinin toplam birikimi, eleştirisi ve yeni tarzda inşası diyalektik ve bilimsel materyalizmin doğuşunun temelini oluşturdu.
Diyalektik ve bilimsel materyalist yöntem, sadece felsefe alanının bir yöntemi değil, doğanın, toplumların ve politik ekonominin ilerleme ve değişim yasalarını bilme ve dünyayı değiştirme eyleminin bilimsel kılavuzu olmuştur. Dolayısıyla diyalektik ve bilimsel materyalizm, bütün bilim dalları içinde bilimsel araştırma ve bilimsel bilgiyi edinmenin yöntemidir.
Felsefenin görevi ise artık, doğru ve gerçek bilgiyi edinmenin yöntemi olarak işlev görmesidir. Bu ise felsefenin -Engels’in ve Lenin’in de belirttiği gibi- “mutlak gerçek” peşindeki soyut serüveninin yerini, doğa bilimleri/pozitif bilimlerin peşinden giderek, onların vargılarını özetlemek, bilginin kaynağını ve gelişmesini, bilgisizlikten bilgiye geçişi inceleyerek ve genelleştirerek, konusunu tarihsel olarak ele almaktır.
Günümüz koşullarında, doğa bilimleri ve pozitif bilimlerdeki ilerlemeye paralel olarak, her bilim dalının kendi konusunu oluşturan alanda, bağlantılı olduğu bütün “alt bilim dalları”yla birlikte, kendi bilgi teorisini “bağımsız olarak” oluşturduğunu söylemek ise bilgi teorisi açısından somut bir duruma işaret etmek olacaktır. Bu da felsefenin, bu farklı bilim dallarının oluşturduğu bilgi teorisini “merkezileştirerek” ideolojik çatı içerisindeki yerine oturtma işleviyle sınırlı bir süreci yaşadığının somut ifadesidir. Artık alanı ideolojiler, ideolojiler arasındaki mücadele içerisinde bir “bilgi bilim” aracı olarak işlev görmekle sınırlanmış ve bu sınırlanması giderek artmakta olan felsefe ile karşı karşıyayız.
Dolayısıyla felsefe her şeyin başı sonu, bilimlerin üstünde bir bilim veya bilimler bilimi değil (Marksizm öncesi dönemde büyük oranda bu yaklaşım egemendi. Marksizm’le birlikte ve günümüzde bu anlamda felsefe tarihe karışmıştır) bilimsel öğrenme yöntemidir. Dolayısıyla toplumsal üst yapının, ideolojik yapının içindi bir parçası olarak yerini almıştır.
BİLİM VE FELSEFE İLİŞKİSİ VE İDEOLOJİK MÜCADELE
Şüphesiz bütün bunlar, Marksist felsefenin tarih sahnesine çıkmasından sonraki süreçlerde, idealist-metafizik felsefenin savunucularının bir köşeye çekilip meydanı Marksizm’e bıraktıkları anlamına gelmez. Bir başka söyleyişle, Marksist felsefe ile metafizik-idealist felsefe arasındaki mücadele bitmiş ve birileri felsefeyi, bilimi kendi sınıfsal varlığının ve egemen toplum sisteminin “mutlaklığım ve bakiliğini” savunmanın, bu temelde bir ideolojik mücadelenin sürdürülmesinin aracı olarak kullanmaktan vazgeçmiş değildir.
Ancak, bir kez Marksizm bilim, felsefe ve ideoloji arasındaki bağıntıyı adamakıllı kurduktan sonra felsefe alanında yaşanan mücadele süreci, temelde ideolojik mücadele sürecidir; Marksizm ile her renkten burjuva ideolojisi arasındaki mücadele süreci.
Sosyal bilimlerin bir bilim dalı olmaktan çıkarılması için açılan savaş, uygulamalı bilimler dışında bir bilim kabul etmeme anlayışının altında yatan nedenler…
Biyolojik determinizm, ideoloji olarak biyoloji eksenli tartışmalar. Olaylar ve olgular arasındaki neden sonuç ilişkilerini ekonomi politiğin ve toplum yasalarının çok yönlü ilişkileri üzerinden diyalektik bir düzlemde değil de, biyolojik nedensellik düzleminde sıkıştırılıp kalması arayışı…
Biyoteknoloji başta olmak üzere ”bilimsel, teknik devrim” üzerine oturtulan ve dünyayı tekniğin yasalarıyla açıklama, teknik ne-denedik ve zorunluluk üzerine tezler…
Bütün bunların, felsefeyi gericileştiren, burjuva ideolojik, karşı-devrimci “doktrin arayışlarının unsurları olmaları dışında felsefi olarak hiçbir değeri yoktur. Felsefeyi, dünyayı yeniden yorumlamakla ve mevcut statükoya boyun eğmek eksenine sıkıştıran dinozorca, arayışla, felsefenin ideoloji içerisindeki yerini donuklaştırma ve bilimle olan bağlarını tersyüz etme çabasıyla ise doğrudan bağlantıları vardır.
Sonuç olarak; Marx, felsefe alanındaki çalışmalarını değerlendirirken icat ettiği yeni bir şey olmadığını söyleyerek “Diyalektik Hegel’de tepe üstü duruyordu. Benim yaptığım onu ters çevirerek ayakları üzerine oturtmak oldu” diyordu. Bugün birçok burjuva ideolog, sermayenin paralı kalemşorları ve tekelci medyanın başını tutmuş gazeteci-yazar taifesinin çabası felsefeyi yeniden tepe üstü çevirmek ve dünyanın, insanlık ve toplumlar tarihinin devrimci temelde kavranması ve değiştirilmesi eylemini bilinmezciliğin, statükoculuğun, post-modernizmin vb. her renkten ve soydan pespaye burjuva ideolojisinin çıkmaz sokaklarında boğmaktır. Çabanın hedef kitlesi ise özelde öğrenci gençlik, genelde ise bütün gençlik ve emekçi halktır.
Dolayısıyla konuyu yukarıda özet olarak ortaya koymaya çalıştığımız çerçevede ele almak, bilim, felsefe ve ideoloji ilişkisini doğru kavramak, bu alana gerçekçi ve “objektif” bir yaklaşımın kapılarının sonuçta diyalektik ve tarihsel materyalizme açılacağını görmek, bunu unutmamak gerekir.
Başka çıkış yok! Ötesi gericilik, çağ dışılık ve gerçek anlamda “dinozorluk”tur.
Ocak 2001