Türkiye’de “gündem” söz konusu olduğunda herkesin üzerinde birleştiği görüş “gündemin çok hızlı değiştiği”dir. Öyle ki bir hafta önce dünyanın en önemli olayı olarak sunulan bir gelişmenin bir hafta sonra adeta hiç olmamış gibi davranıldığı durumlar az değildir. Bu yüzden de, gündemin “aslı” ve “suni”si, “yapma” olanı ve “doğal” olanı, “kendiliğinden” olanı ve “dayatma” olanı gibi ayrımlar da ayrı bir “gündem maddesi” olarak “gündeme” gelebilmektedir.
Kuşkusuz “gündem” her gün pek çok yanıyla tartışılabilir; ama burada, bu yazının sınırları içinde, Türkiye gündeminin “kayganlığı”nın nedenleri ve bu özelliğin emek güçleri için nasıl önemli olanaklar yarattığı üstünde durulacaktır.
Siyasal mücadele alanı, son tahlilde karşıt sınıflar arasındaki mücadelenin yürütülmesinin ve yönetilmesinin alanı olarak, “somut şartların somut tahlili”ne dayanır. Bu nedenle ekonomi, siyaset, kültür-sanat, toplumsal her alandaki az çok ciddi gelişmeler, siyasette bir yeniden değerlendirmeyi, yeni tutumlar almayı da zorunlu kılar. Bu çok yönlü etkilere açık olmasından dolayı da siyasal mücadele alanı, değişkenliğin en yoğun olduğu mücadele alanıdır. Ancak, Türkiye’de son yıllardaki gelişmelere bakıldığında, olup bitenin, siyasal gündemin, siyasal alanın doğasından gelen hızı çok aşan hızlı değişimlere sahne olduğu gözlenir. Bu yüzden de Türkiye’nin, son yıllarda, gündemin en hızlı değiştiği ülkelerin en başında geldiğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Çünkü, iç ve dıştaki, kendi başına alındığında küçük, sıradan sayılacak gelişmeler bile, Türkiye’nin öteki sorunlarıyla birleştiğinde, olağan bir olgu olmaktan çıkıp, bir sansasyon, bir skandal karakterine bürünüp herkesin dikkatlerinin yoğunlaştığı, tüm diğer olgu ve olayları gölgesinde bıraktığı bir “yeni gelişme” halini almakta; kimi zaman bir siyasi demeç, kimi zaman da bir adi suç takibinin ucu devletin en hassas kurumlarına kadar uzanıp kamuoyunu sarsan bir gelişmeye dönüşebilmektedir.
Gelişmeler sadece kendi seyri içinde bir etkiye sahip olması ötesinde medya ve “ilgililer” tarafından yeniden üretilip biçimlendirilerek “önemli açıklamalar” yapılmakta; gazeteler, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” manşetleri atıp, politika, kültür ve ekonomi dünyasının bu gelişmeler ışığında yeniden düzenleneceğine dair fikirler, planlar ortaya atmakta; adının başında “prof.”, “büyükelçi”, ” … uzmanı”, “stratejist” gibi “önemli” unvanlar bulunan kişiler “derin analizler’le bu spekülatif ortamın derinleştirilmesine katkı yapmaktadırlar. Öyle ki, dünyada hiçbir şeyin o “gündemdeki” gelişmeden daha önemli olmadığı gibi bir tablo ortaya çıkmaktadır. Ama, ortaya çıkan, ya da “çıkarılan” başka bir gelişme, bütün bu spekülatif ortamı ve bu ortamda ortaya çıkan sayısız olguyu unutturup, her şeyi yeni başlamış hale getirebilmektedir.
Olaylar ve gündeme getirilen olgular, bu ölçüde sık aralıklarla gerçekleşmesine karşın, her “yeni olay”ın önceki olayla ve olaylarla sanki hiçbir ilişkisi yokmuş da bu gelişme bir “takdiri ilahi”, “ülkenin ve ulusun makûs talihini yenecek gelişmeler bir araya gelmiş” gibi sunulmakta ve bu sefer de önce yazılıp çizilenler hiç yokmuş gibi, “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” manşetleri, “önemli” açıklamalar ve “derin analizler” yeniden gazete sayfalarını, televizyon kanallarının programlarını kaplamaktadır.
YOĞUN GÜNDEM VE GÜNDEM SAPTIRMASI
Kuşkusuz ki; bir ülkede gündemin hızlı değişmesi, her yeni gelişmenin toplumun önemli kesimlerini etkilemesi, o ülkedeki egemen sınıflar ve emekçi sınıflar arasındaki çelişmelerin sertleştiğine, uzlaşmazlıkların arttığına işaret eder. Yani bu durum, sistemin, toplumun çeşitli kesimleri arasındaki çelişmelerin üstünü örtme imkânlarını yitirmiş olduğu anlamına gelir. Bu nedenle gündemin yoğunluğu, ortaya çıkan nispeten küçük olayların bile toplumda sarsıntı yaratıyor olması, sınıflar mücadelesi bakımından olumlu etkenlerin elbette başında gelir. Ancak, gündemin yoğunluğu ve pek çok etkeni birden olup biteni etkilemeye başlaması, elbette emekçi sınıfların ve partilerinin politikaya müdahalesini kolaylaştırır. Ama bu durum egemen sınıflara ve onların çeşitli kurumlarına da gündemi saptırma, gündemle doğrudan bağlantısı olmayan konuları gündeme sokma ve bunun üstünden emekçileri bölme imkânını da tanımaktadır. Bu imkân, egemen sınıfların devasa bir propaganda aygıtına sahip olduğu göz önüne alındığında, sermaye güçlerinin emekçilerin gündemini provoke etme olanaklarını da çoğaltmaktadır. Nitekim son yıllarda, askerin gündeme müdahaleleri tamamen, kendi gündemlerini bütün topluma dayatmaları biçiminde olmuş, askerler, askeri örgütleri ve onların imkânlarını kullanarak, “şeriat-laiklik” ekseninde politik gündeme müdahale ederek, emekçiler arasında yeni bölünmeler yaratmayı ve üniversitedeki demokratik muhalefeti YÖK potasında tasfiye etmeyi başarmışlardır. Yine Susurluk skandalı sonrası gelişmeler, toplumun çetelere, kontrgerillaya tepkisi, “şeriata karşı mücadele”nin yedeğine bağlanarak toplumsal tepki saptırılmıştır.
Buradan bakıldığında denebilir ki, 28 Şubat’tan başlayarak askerlerin gündeme müdahale tarzı, son yıllarda Ecevit ve hükümet tarafından da kullanılmış, skandallar, polis ve askeri operasyonlarla gündem belirleme “sivil” hükümetler için de olağan araçlar haline getirilmiştir.
Politikaya yön vermek, skandal-vari müdahaleler, “operasyonlar” biçiminde olunca, politika analizi yapmanın yerini, senaryolar demeti ya da komplo teorilerinden oluşan “senaryolar” alıyor. Habercilik bir manipülasyon, gazetecilik birtakım gizli kaynaklar, “derin kurumlar”, “hassas görev alanlarından alınan “denetlenemez” “bilgilerin” art arda sıralandığı bir “diz dibi gazeteciliğine, “vakanüvisliğe” dönüşüyor. Çünkü politika tarzının değişmesi, yapay gündemin gerçek gündemlerin önüne geçirilmesinin toplumsal muhalefeti, emekçi hareketini yolundan çıkarmanın başlıca yöntemi haline gelmesiyle basın ve TV kanalları önem kazanmış, yalan habercilik arızi ve geçici, ticari ya da çıkar kaygılarından öte bir tutum, bilinçli bir araç, halkı yanıltmaya yönelik organize bir silah olarak kullanılmaya başlanmıştır. Hatta bu tutumun daha da geliştirilerek, burjuva düzen partilerinin, hükümetlerin ve sistemin kamuoyu oluşturan, oluşturabilir olana tüm kurumlarının emekçi sınıfların gündemini karartmayı bilinçli bir amaç edindikleri, psikolojik savaş unsurlarından birisi olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.
Olup bitene sonuçtan bakıldığında, bir çürümenin, burjuva siyasetinin, siyasi partilerinin, siyasi düzenin, parlamentonun, bürokrasinin, adalet sisteminin, asker ve sivil, “seçilmiş” / “atanmış” ayrımı vb. gibi burjuva düzenin tüm “erdemleri”nin çöküşünün tablosu görülür.
Ve yapılanların, gündeme müdahalelerini, halkın dikkatlerinin emeğin ve ülkenin sorunlarından uzaklaştırmak için girişilen inanılmaz yoğunluktaki gayretlerin amacının aslında, halkın olup biteni anlamaması amacı taşıdığı apaçıktır. Patlayan skandalların sistemin çelişkilerinin ve çürümüşlüğünün boyutlarını sergilemesini önleyemeyenler, öncekini aşan yapay ya da gerçek skandallarla, gerçeği karartıp çetrefilleştiren gelişmelere yol verip, gündemin provokasyonlara varan müdahalelerle değiştirilmesini gündeme “sistemli bir müdahale” haline getirmişlerdir. Ortaya çıkan her skandal, bu yalan propaganda merkezlerince, ülkenin sorunlarından (bu sorunlar, kimi zaman siyasetin, kimi zaman emniyetin, adaletin temizlenmesi, kimi zaman devletin şeffaflaşması, kimi zaman ekonominin düzlüğe çıkması vb. olarak gösterilir) kurtuluşunun bir alameti, bir “ilahi işaret” sayılıp, sistemin kendi kendisini temizleyeceği, bunun “demokrasilerinin bir erdemi” olduğu propagandası yoğunlaştırılır. Böylece sermaye güçleri, doğru ile yanlış, yalanla gerçek, iyi ile kötü arasında tüm ayrımları ortadan kaldıran bir fikir bulanıklığını, “alacakaranlığı” kendileri için bir avantaj, avlanırken kimliklerini saklayacakları uygun ortam olarak kullanmaktadırlar.
Örneğin, geçmişi bir yana bıraksak bile Susurluk’tan beri kaç kez “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” kampanyası açıldığını, kaç kez “temiz eller kampanyası” başlatıldığını, kaç kez, “artık eski hatalar yapılmayacak” temennilerinin ve tahlillerinin manşetlere çıktığını, kaç kez kaç savcının “Türkiye’nin Di Pietro’su” ilan edildiğini, gelişmeleri yakından izleyenlerin bile hatırlamasının çok zor olduğu ortadadır. Çünkü olaylar ve olgular, sistemin propaganda odakları tarafından, dünsüz ve yarınsız olarak bugünün dünle hiçbir bağı kurulmadan ve bugün olanların yarının nasıl olacağını belirlediği bilincinin üstünü örterek gündeme getirilmektedir. Örneğin Susurluk’la 28 Şubat, Susurluk ve 28 Şubat’la “Beyaz Enerji”, 24 Ocak kararlarıyla IMF programı, Türkiye ABD ilişkileriyle şeriatçılığın ve ırkçılığın azgınlaşması, GAP’la Kürt sorununun çözümü, Ermeni sorunu ile ABD’nin Kafkaslar ve Türkiye politikası, AB ile küreselleşme ve özelleştirme arasında hiçbir bağın olmadığı gibi bir mantık topluma egemen mantık olarak dayatılmaktadır.
KAYGAN ZEMİNDEKİ ‘KAY KAY’ ÜSTÜNDE DENGE SORUNU
Kuşkusuz olay ve olguların hızla birbirinin yerine geçmesi ve gündeme oturmasından, iletişimin hızlanması ve ülkeyi yöneten güç odaklarının yönetimdeki gücünü artırma ve yığınları gündemi izleyemez duruma getirme ya da gündem saptırma gibi girişimlerinin rolü önemliyse de, bu kötü niyet ve istismarcılığa yol veren, bu girişimlerin başarılı olmasına neden olan ortamı tanımak, sorunu asıl burada aramak gerekmektedir. Çünkü gündemin güç odakları tarafından böylesi oyalanabilir, provokasyonlara ve istismara açık olmasının nedeni kuşkusuz Türkiye’nin kendi iç ve dış politikasındaki çelişmeler, bu çelişmelerin hassas hale getirdiği sorunlardır.
Olup bitene bakıldığında; Türkiye sert bir zemin üstüne serpilmiş irili ufaklı çelik bilyeler üstünde hareket eden silindirik tabana sahip bir “kay kay” üstünde dengede durmaya çalışan hantal bir adama benzemektedir. İrili ufaklı çelik bilyeler burada, Türkiye’nin iç ve dış sorunlarını temsil etmektedir. Zemin üstündeki bilyelere dayanarak hareket eden “kay kay”, hem bilyelerin iri ya da ufak olmasına göre çok fark etmeyen bir dengesizlik kazanmakta, hangi bilyenin üstüne gelmişse o bilyenin durumuna göre dengede kalabilmek için bütün enerjisini kullanmaktadır. Ama tam o bilyelerin büyüklük ve sıralanışına göre dengeye gelmeye çalışırken “kay kay” yer değiştirmeye devam ederek bir başka “dengeyi” zorunlu kılan bir “dengesizlik” konumuna gelmektedir. Örneğin Kürt sorununu çözmede “ateşkes”le bir adım atıldığı düşünülüp yeni dengeleri buna göre hesaplarken, AB yeni koşullar koşmakta; ABD Kuzey Irak üstünden yeni bir mevzilenmeye yönelerek bölgedeki güç dengelerinin yeniden belirlenmesini zorlamakta, dahası “Ermeni sorunu” masaya getirilerek Kürt sorununun çözümünde yeni koşullarla birleştirilmektedir. Ya da Kıbrıs sorunu bir Avrupa Birliği şartı olarak kapıya dayanmakta, 1974’ten beri sürdürülen politikaların sil baştan yeniden ele alınması dayatılmaktadır. Ya da örneğin; Susurluk sorunu bir biçimde gündemden düşürülmekte, ama hayali ihracat, eroin kaçakçılığı ile bağlantılı operasyonlar, kara-para ilişkilerinin gündeme gelmesi, özelleştirmelerdeki karanlık para ve siyasi ilişkilerin üstündeki perdenin aralanması ya da “beyaz enerji” gibi ilk bakışta ekonomik temelli gelişmeler, Susurluk’u ve onunla bağlantılı, üstü örtülmüş pek çok konuyu yeniden kamuoyu gündemine getirmektedir. Ya da PKK’ye karşı kurulan ve beslenen Hizbullah, aradan bir süre geçince, bir cinayet ve şeriatçılık merkezi olarak ortaya çıkıp, devletin ve onun marifetlerinin yeniden sorgulandığı, “yok”, “hiç olmadı” denilen JİTEM’in tartışmaya açıldığı bir süreci başlatabilmektedir.
Kuşkusuz, başka ülkelerin de benzer sorunları vardır. Ama bu ülkelerde gündemin Türkiye kadar hızlı değişmediği, ya da suni gündem oluşturup ülkenin asli sorunlarının üstünün örtülmesinin Türkiye kadar sık olamadığı da ortadadır. İşte bu, gündemin değişme sıklığı, Türkiye’nin hareketliliği, sisteminin çürümüşlükte kat ettiği mesafe ve sınıf güçlerinin dinamizmi ile ilgilidir. Dolayısıyla var olan durum bir yanıyla Türkiye egemen sınıflarının toplumu, provokasyonlar ve gündemi değiştirecek müdahalelerle değiştirmesinin nedeni, sistemin tükenmişliği, buna karşılık işçi sınıfı ve milyonlarca emekçinin bütün bu gayretlere rağmen denetlenebilir ve sistemin verdiği ile razı edilir hale getirilememesiyle ilgilidir. Bu yüzden de; bir yandan Türkiye üstünden oyun oynayan ve bölgede egemenlik peşinde koşan güç odakları, öte yandan da Türkiye’nin egemen sınıfları tüm gayretleriyle bu hareketlenmeyi kendi amaçları için kullanmaya çalışmaktadırlar.
Emekçiler ve halk ise; bir yandan onların bu girişimlerinin etkisiyle “suni gündemlere takılmak zorunda kalırken, öte yandan da içinde bulunduğu ağır yaşam koşullarından kurtulma yolları aramakta, olup bitenden de ders çıkarmaktadırlar. Bu yüzden de emekçiler cephesinde bilinç ve örgütlenme düzeyinde her yeni gelişme karşı tarafı daha saldırgan yaparken aynı zamanda da manevra alanını daraltmaktadır.
DIŞ DÜŞMAN YARATMA VE ŞOVENİZMİ KIŞKIRTMA POLİTİKALARI DUVARA DAYANDI
Türkiye’nin politik ortamını istikrarsızlaştıran önemli bileşenlerden birisi de dış politikada kazandığı pozisyondur.
En azından yarım yüzyıldan (gerçekte bu süreç daha da uzun bir zaman öncesinden başlar) beri, Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle ete kemiğe bürünen, Türkiye’nin savunmasını içeride, halkların kardeşliği temeline dayanan bir bütünleşmede değil de “sınırlarının ötesinde” arayan politikalara yönelinmesi; Türkiye’nin bir tehlike çemberiyle çevrilmesi üstüne kurulmuş, dış düşmanlara karşı alınacak önlemlere indirgenen sürecin de başlatıcısı olmuştur. Önce; Türkiye’nin savunmasını “komünizme karşı kapitalist dünyanın savunulmasına bağlayan süreçle birlikte, Türkiye’nin egemen sınıfları bugün girdikleri labirente de adım atmışlardır. Aynı gerekçeyle CENTO’ya, Bağdat Paktı’na giren, gayri resmi olarak “Komünizme karşı” oluşturulan “yeşil kuşak”ın bir halkası olan Türkiye; girdiği paktlarla, hiçbir ilişkisi olmayan, sınır komşusu dahi olmadığı ülkelerle bile, “dostunun düşmanlarını düşmanı” sayarak, düşmanlarının sayısını hızla çoğaltmıştır. Örneğin; 1958’de Türkiye, Cezayir’in bağımsızlığına, NATO’daki müttefiki Fransa’nın gönlünü hoş etmek için karşı çıkmıştır. Bağımsız Cezayir’in komünizmin müttefiki olacağı iddiasıyla da tutumunu haklı göstermeye çalışan Türkiye, günümüzde bile Arap-İslam âlemi tarafından başına kakılan bir lekeyle damgalanmıştır. Türkiye, yine benzer gerekçelerle, Filistinlilere karşı İsrail’i desteklemiştir. Sovyetler Birliği ile dost ve müttefik olduğu gerekçesiyle, sadece Irak ve Suriye değil, Türkiye ile sınırı olmayan Mısır ve Yemen “düşman” sayılmıştır. Koca Çin, uzun yıllar ABD tarafından tanınmıyor diye Türkiye tarafından da tanınmamış, Vietnam ise; Amerika’ya karşı savaşıyor diye lanetlenmiştir. Ya da Kongo’da Belçika’ya karşı savaşan yerli halk “Türk basını” ve resmi yetkilileri tarafından “yamyam”, “insan eti yiyen vahşi yaratıklar” olarak tanıtılmıştır.
Emperyalizmin dünya hegemonyasının destekçisi olan politikalar, 50 yıl boyunca Türkiye’nin dış politikasını ve reflekslerini oluşturmuş; Türkiye’yi yöneten güç odakları, bölgedeki “büyük ve güçlü” ülke olarak, kendi güvenliklerini “sınırlar ötesinde” oluşturacakları güvenlik çemberleriyle sağlamayı amaçlarken aynı zamanda bölgedeki ülkelerle düşmanlaşmanın da temelini atmışlardır. Küçük ve her komşu ülke arasında olabilecek sorunlar büyük hesaplaşmalarla çözümlenecek sorunlarmış gibi abartılıp, emperyalizmin himayesine sığınmanın gerekçesi yapılmıştır. Bu, emperyalizmin bölge politikalarına alet olma tutumu, “içeride” milliyetçilikle birleştirilerek şovenizmin ve her türden gericiliğin dayanağı haline getirilmiştir. Bunun en tipik örneği, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istediği yalanı üstünden koparılan fırtına ile Türkiye’nin NATO’nun kollarına atılmasıdır. Aynı gerekçe içeride anti-komünizmin ve şovenizmin halk indinde meşru görülmesinin de dayanağı yapılmıştır. Ortadaki tersini gösteren pek çok belgeye rağmen devasa propaganda gücüyle bu büyük yalan kamuoyuna gerçekmiş gibi yutturulmuş, 50 yıldan beri de bu yalan gerçekmiş gibi, “tarih kitaplarındaki ve burjuva politikasındaki müstesna yerini korumaktadır.
Türkiye’nin son yarım yüzyıllık dış ve iç politikasını belirleyen, bu nedenle de bugün gündemin değiştirilmesi ve provoke edilmesinde en geçer akçe sorunlardan birisi de Kıbrıs-Ege sorunudur. Türkiye’nin şu anda Kıbrıs’ta olmasının ve Ege’de sorun çıkarmasının uluslararası planda yasal bir dayanağı olmadığı herkesin malumudur. Hatta Türkiye, Kıbrıs’ta, örneğin ‘70’li yıllarda federatif bir çözüme “evet” derken şimdi “konfederasyon” diye dünyada uygulaması olmayan ve Kıbrıs’ın gerçekleriyle de bağdaşmayan bir çözümde ısrar etmektedir. Kıbrıs’taki yarısı Türkiye’den göçme 100 bin kişiyi, “Kıbrıs Türk ulusu” sayıp “bağımsız” bir Türk Cumhuriyeti’nde ısrar eden Türkiye’nin milyonlarca Kürt için “kendi kaderini tayin hakkı”nı “bölücülük”, “vatana ihanet” sayması bir çelişki olduğu kadar aynı zamanda da Kıbrıs’ta nasıl bir “abesle iştigal” ettiğini göstermektedir. Ege’de ise; Ege adalarının Türkiye’nin “burnunun dibinde” olduğu, dolayısıyla bu adaların silahlanması durumunda, Türkiye kıyılarının top ve füzelerin menziline gireceği iddiasına dayandırılmaktadır. Yani, Türkiye’ye Ege’yi kapattığı için Ege kıta sahanlığında Yunanistan haklarından Türkiye lehine vazgeçmeliymiş. Vazgeçmezse, Yunanistan “düşman” ilan edilirmiş, vs. Bütün temelsiz tezler; “Türkiye’nin güvenliğine bağlanmaktadır. “Kıbrıs’tan çekilinirse, bu, Türkiye’nin güneyinden de Yunanistan tarafından kuşatılmasına razı olunması” anlamına gelirmiş. Ya da Ege adalarında Yunanistan’ın eli kolu bağlanmazsa, Türkiye batıdan Yunanistan’ın tehdidi altına girermiş.
Sorunun böyle ortaya konması, ortamın provoke edilmesini çocuk oyuncağı haline getirmektedir. Örneğin Denktaş ve avanesi, Kıbrıs’ta az çok bir çözüme yaklaşıldığında, bir demeçle bile ortalığı karıştırmakta, her şeyi sil baştan yapılmasını sağlayabilmekte, iki meczup papaz bir kayalığa bıraktığı keçilerle, iki meczup gazetecinin motorla bu adalara “çıkarma yapması”na neden olup iki ülkeyi savaşın eşiğine getirebilmektedir. Üstelik bu provokasyonun aşağılık piyonları, iki ülkede de kahraman gibi karşılanabilmektedirler. Sorun böylesi provokasyonlara açık olduğu için de; ne zaman emek hareketi bir ilerleme kaydetse, ne zaman Türkiye’yi yönetenler köşeye sıkışsa bir “Kıbrıs sorunu” baş gösterdiği için; artık herkes, böyle bir durum olduğunda Denktaş’ın “Rum’un Kıbrıs’taki oyunları” üstüne demeçlerini yoğunlaştıracağını, Türkiye’deki benzer çıkar çevrelerinin “yavru vatan”, “kahpe Rum” edebiyatını başlatacağını bilirler. Ama yine de bu silah işlemeye, etkin olarak kullanılmaya devam etmektedir. Çünkü sorunun esası değişmediği ve istismara açıklık sürdüğü için, küçük değişikliklerle halk sık sık oyuna getirilebilmektedir.
Yine aynı gerekçelerle Türkiye, Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletine karşı çıkmaktadır. Gerekçesi de hazırdır: Burada kurulacak bir Kürt devleti, sonra Türkiye’den toprak talep edermiş; Türkiye’de Kürtlerin hak taleplerine dayanak olurmuş vs… Daha anti-emperyalist görünenler ise, bu devletin emperyalizmin oyuncağı olacağı için Kürtler için de, bölgedeki diğer halklar için de kötü olduğundan hareket ederek Türkiye’nin Kuzey Irak’ta olup bitenlere müdahalesini, bölgeye askeri seferler düzenlemesini, bölgedeki Kürt grupları birbirine karşı kullanmasını “doğru” ve “haklı” bulurlar.
Kendi başına her biri doğru olabilecek bu tezler; bir ülkenin dış politikası olarak aslında komşularına karşı saldırgan politikalara gerekçe olduğu kadar halkların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi tartışılmaz bir hakkın da inkârı olmaktadır. Dahası bu tutum; bir halka karşı savaşı meşrulaştırmanın gerekçesi olarak da kabul edilemezdir. Çünkü burada emperyalizmin bölge politikalarını püskürtmenin yolu da; Kürtlerin kendi kaderini tayinini kolaylaştırmak, bütün halkların yararına bir çözümün önünü açarak, bölgede barışın kurulmasına katkıda bulunmaktan geçmektedir.
Ya da; Osmanlı’nın Ermeni katliamı yaptığı kabul edilirse sıra Ermenilerin tazminat ve toprak taleplerine gelirmiş. Bu yüzden de kör gözüm parmağına gerçekleri bile reddetmek gerekirmiş, vs. vs. Bu yüzden de 85 yıldan beri her platformda Türkiye, “Ermeni soykırımı” ile suçlanmakta, ABD ve Avrupa’da sorun her birkaç yılda bir gündeme gelmektedir. Son yıllarda ise sorun iyice çığırından çıkmış olarak gündemdedir. Ama Türkiye’yi yönetenler, “Ermeni sorunu var” diyenleri ASALA ile aynı kefeye koyarak çözeceğini, daha doğrusu çözümsüzlüğü sürekli hale getireceğini ummaktadır. Ama Türkiye’ye bir şey dayatmak isteyen de aynı gerekçeyle sorunu gündeme getirmektedir. Ne var ki; Türkiye’yi yönetenler, komşuları iki buçuk milyonluk Ermenistan’la sınırlarını açıp dostluğunu geliştirerek sorunu iki ülke ve halkın arasında çözmek yerine Washington ve Paris’te tartışmalar açıp Ermenistan’ı tehdit ederek ve onu emperyalist ülkelerin kucağına iterek sorunu çözebileceğini sanmaktadır. Böyle yapıldığı için de; Türkiye’deki ve hemen sınırın ötesindeki Ermenistan’daki Ermeniler sürekli olarak kaygı içinde yaşarken, Türkiye’nin egemen sınıfları için de “gündemi değiştirmenin” en kolay ve masrafsız aleti olmaktadır.
Son 10 yıl içinde de Orta Asya’daki cumhuriyetler ve Kafkasya ülkeleriyle olan ilişkiler de aynı anlayışın dış ve iç politika malzemesi, bir yanıyla Türkiye’nin emperyalistler tarafından boğazının sıkılmasının, öte yanıyla da iç politika malzemesi olmanın dayanağı haline gelmişlerdir.
Sadece dış politika değil, iç politikada da aynı tutum egemen olmuştur. Kürt sorunu, adalet sorunu, seçim sistemi, Anayasa sorunu, siyasal düzen, üniversite, MGK, asker-sivil ilişkileri, vs. hemen her konu, gündeme gelişi ve ülke gündeminde tuttuğu yer, ortaya çıkan skandallarla, yolsuzluklarla, çeteleşmelerle olan ilişkileriyle bazen gündemin en başına çıkarılırken, ertesi gün unutulup gidebilmektedir. Ekonomiyle ilgili her sorun da; bir kara-para ilişkisine, yolsuzluklara, rüşvet ve hayali ihracat gibi adi ve siyasi suçun birbirine bağlandığı ilişkileri temsil etmektedir. Özelleştirme ise; uluslararası tekellerle yerli işbirlikçilerinin “ahlaksız” ilişkilerinin, çeteleşme ile özelleştirme, ulusa ihanetle piyasa ekonomisi çığırtkanlığının kesişim noktasında; kamuoyu gündeminde önemi değilse de yeri sıkça değişen konusu olmaya devam etmektedir.
Bütün bu politikaların açmazlarını, bir yanıyla; Türkiye’nin güvenliğini, kendi iç bütünlüğünü demokratik, halkların kardeşliği temelinde gerçekleştirerek varlığını savunan ulusal savunma politikalarında değil; ama güvenliğini etrafında olup bitecek muhtemel bağımsızlıkçı gelişmeleri engellemeye bağlamış politikalarda aramak gerekmektedir. Çünkü; bu politikalar kaçınılmaz olarak komşu ülkelerle düşmanlaşmayı, onlarla silah yarışını kışkırtmaktadır: (Yunanistan 300 yeni tank almış, Suriye ve Kıbrıs S–300 füzeleri alıyor; öyleyse Türkiye de 1000 yeni tank, 30 yeni Patriot füze bataryası alsın; ‘milli savunma’ya daha çok kaynak aktarsın tutumu ulusal politika olarak benimsenmektedir. Tarihte ve bugün “Türkiye ne yapmışsa doğru yapmıştır; başka ülkeler de ne yapmışsa yanlış yapmıştır” temeline dayanan dış politika gibi, iç politika da “egemen sınıfların çıkarı neyse ulusun ve ülkenin çıkarı odur” tezi benimsenmiş; emekçilerin istekleri ise gayri meşru sayılmaktadır. İşte bu akıl dışı, dünya ve ülke gerçekleriyle bağdaşmayan zemin de irili ufaklı her sorunun bir skandala dönüşmesinin yolunu açmakta, politik ortama müdahale etme konusunda bütün dış ve iç şer güçlere sayısız imkân sunmaktadır.
GÜNDEMİN HAREKETLİLİĞİNİN İMKÂNLARI
Hiç kuşkusuz, bir toplumda yeni fikirlerin yaygınlaşıp taraftar bulması ancak canlı bir toplumsal gündemin bulunduğu koşullarda mümkündür. Çünkü gündemin hareketli olması demek, sınıflar arasındaki çelişmelerin çeşitli yönleriyle gündeme gelebilmesi demektir. Bir başka söyleyişle bu hareketliliği, gündemin değişmeye müsait olmasını egemenler, asıl gündemin üstünü örtmek için kullanmalarına fırsat tanırsa da; sınıfın ileri kesimlerini ve sınıf partisinin bu imkânı doğru kullanması, kullanmasını bilmesi çok daha önemlidir. Bu yüzden de, gündemin hareketli olması, sıkça değişmeye müsait olması bir dezavantaj değil avantaj olarak görülmelidir. Çünkü bu değişimler ve sermaye güçlerinin gündeme kendi açılarından müdahaleleri, gündemi saptırma amaçları doğru teşhir edilebilirse, emekçilerin ülke ve dünyada olup bitenleri değişik yönleriyle anlamaları çok daha kolay olacaktır. Örneğin, Kürt sorunu (Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu, şeriat sorunu vs. de aynı amaçla kullanılmıştır); emek hareketinin taleplerinin üstünü örtmek, emekçileri hükümetin ve sermayenin çıkarlarını arkasına yedeklemenin bir dayanağı olarak kullanılmıştır. Bugün de yine bu sorunların aynı nedenle kullanılması gündemdedir. Ama bu gelişme aynı zamanda; Türkiye’nin nasıl bir dış ya da iç politika izlemesi gerektiği konusunda, emperyalizmin bölgeye müdahaleleri ve Türkiye’nin egemen sınıflarının “emperyalizme hizmet esaslı” politikalarının teşhirini de kolaylaştırır. Dahası bu vesileyle sadece egemen sınıfların politikaları ötesinde bütün bu sorunlar karşısında emekçilerin ne tutum alması gerektiği, Kürtler, Rumlar ya da Ermenilerle Türk milliyetinden emekçilerin nasıl ortak çıkarlara sahip oldukları, ulusal sorunların nasıl ele alınması gerektiği gibi, gündelik gelişmeler içinde kolayca açıklanamayacak sorunlar, egemen sınıfların “istismarcı”,
“gündem saptırıcı” tutumları vesilesiyle rahatça açıklanabilir hale gelir. Özellikle de Kürt sorununun batı bölgelerindeki emekçiler arasında tartışılmasının ne kadar hayati olduğu geçtiğimiz yıllarda görülmüştür. Bu konuda, görmezden gelerek, böyle bir sorunun sadece egemen sınıfları ilgilendirdiğini söyleyerek, ya da Kürt sorununun egemenler tarafından istismar edildiğini, emekçilerin gündeminin başka olduğunu söyleyerek geçiştirmenin çare olmadığı da görülmüştür. Çünkü sorun; sadece Kürtlerin özgürlüğü ile ilgili değil ama Türkiye’nin demokratikleşmesiyle, emekçilerin kendi kurtuluşlarıyla da doğrudan ilgili bir sorun olarak sürmeye devam etmiş, bugün de devam etmektedir. Sorunun tek çözümü ise iki halkın kardeşliği, eşit haklan temelinde gönüllü birliğinden geçen bir yoldadır. Bu tutumun emekçiler arasında yaygınlaşması, emekçilerin bulunduğu her platformda sorunun çözümüne taraf olunması, örneğin Emek Platformu’nun ve Emek Programı’nın bir parçası haline gelmesi; demokratikleşme bakımından Kürt ve Türk işçilerin, emekçilerin birliği bakımından kaçınılmaz ve zorunludur. Çünkü Emek Platformu girdiği yolda ilerler, emekçilerin gerçek bir temsilcisi olarak, Kürt sorunu (giderek Ermeni Sorunu, Kıbrıs sorunu, şeriat sorunu ya da siyasi partiler yasası, Anayasa mahkemesi yasası, YÖK vb. gibi demokratikleşmeyle ilgili sorunları) konusunda da hangi tutumu alacağını belirlemek zorunda kalacaktır. Bu konuları gündemine, bir yanıyla emeğin iktidar mücadelesinin bir gereği olarak, bir yanıyla da egemen sınıfların bu konularda girişeceği provokasyonları önlemek, gündem saptırmalarına izin vermemek için almak zorunda kalacaktır.
Kısacası dış ve iç politikada, ekonomideki her yeni gelişmeyi egemen sınıflar, istismar ederek, emekçileri yanıltarak, bu olayları kimi zaman büyüterek kimi zaman da olduğundan küçük göstererek, halkı kendi politikaları doğrultusunda yönlendirmeye çalışacaktır. İşçi sınıfının, emekçilerin talepleri arttığı, mücadele isteği yükseldiği, aralarında birlik eğilimi güçlendiği ölçüde egemen sınıfların kamuoyunu yedeklemede uzmanlaşmış partilerinin, asker ve sivil kamuoyu oluşturma kurumlarının gündem saptırma faaliyetleri daha da yoğunlaşacaktır.
Emekçiler açısından da durum tam tersidir. Emek güçleri, her geçen gün kendi gündemini daha titiz bir biçimde oluşturacak, gerçeklerin açıklanmasına hız vererek sermaye güçlerinin emek güçlerini bölmesi zorlaştıracak, emekçiler arasındaki birlik ve kendi hedeflerine yönelme imkânlarını geliştirmeye yönelecektir. Bu karşıt tutumlardan bakıldığında; politik zeminin kayganlığı sadece sermaye için değil emek güçleri için de son derece önemli imkânlar sunmaktadır, Bu yüzden de; “gündem değiştiriyorlar”, “gündem çok çabuk değişiyor” yakınmalarından öteye geçmek gerekmektedir. Bunun için de: her gündem değişikliğini asıl gündeme bağlayan, gündeme sermayenin müdahalelerini teşhir eden, suni gündem yaratma çabalarını asıl gündemi güçlendirmek için kullanan bir gerçekleri açıklama ve emekçileri sefer etme faaliyetine hız vermek, bu konuda takınılacak tek doğru tutumdur. Tıpkı bugün; egemenlerin krizi emek düşmanı girişimlerini haklı göstermenin, özelleştirmeyi hızlandırmanın, ülkenin yağmalanmasının yeni bir vesilesi yapılması karşısında emekçilerin geniş bir teşhir olanağı kazanması gibi. Çünkü sermaye güçleri, “Derviş’in programı son şansımızdır” derken bir yandan halka “bizi desteklemezseniz kaos olur” diye tehdit ederken aynı zamanda Türkiye’yi yönetme, sorunlarını çözme imkânlarını tükettiklerini de itiraf etmektedirler. Bundan çıkacak tek doğru sonuç ise; ülkenin kaderine işçilerin, emekçilerin el koymasının Türkiye’nin sorunlarının çözümünün de başlangıcı olacağı, dolayısıyla emekçilerin iktidarının gündeme girmesi olacağıdır. Çünkü halkı köşeye sıkıştıracağım derken yapılan itirafların, “tek seçenek”, “son çare” dayatmaların karşısında; “Hayır, Türkiye’nin çok çaresi vardır. Bu da emperyalizme kafa tutan, bağımsız ve demokratik bir Türkiye yoludur” seçeneğini öne çıkarmak, gündemi doğru değerlendirmek, sermaye güçlerinin manevra alanlarını daraltırken emek güçlerinin pozisyonlarını güçlendireceği geniş bir manevra alanı bulması demektir.
Demek ki, gündemin sık değişmesi, ortalığın toza dumana boğulması gibi bir olumsuzluğa işaret etse de; bir ülkedeki değişimin imkânlarının arttığına işaret eden de bir gelişmedir. Ve bu durum; çarpışan karşıt sınıf güçleri için yeni fırsatlar anlamına gelmektedir. Bu yüzden de; gündemin hızlı değişmesinden şikâyet yerine her değişikliğin ne kadarının sürecin ilerlemesinden ne kadarının saptırma gayretlerinden olduğunu doğru analiz edip; her değişimin yaratacağı yeni imkânları süreci belirleyen ana soruna bağlamasını öğrenmek gerekmektedir. Özellikle emeğin politikasını yapanlar, toz duman içinde kendi yollarını bulmayı öğrenmek durumundadırlar. Dünyanın bugünkü koşulları içinde daha çetrefilleşen emeğin kurtuluş yolunda halk güçlerine doğru bir önderlik yapmak yükümlülüğünü taşıyan işçi sınıfı ve partisinin ise; bütün bu gelişmeleri kendi mücadelesinin dayanağı yapmayı bilmesi, tarihsel rolünü oynamasının ön koşuludur. Politikayı öğrenmek de budur: Bu karmaşa ve kaos içinde emekçilerin ilerleyeceği hattı doğru bir biçimde tarif etmek!
Şu kriz günlerinde; işçi sınıfının ve emekçilerin kendi talepleri, kendi programı etrafında birleşmesi isteğini güçlendirecek bir gündemi oluşturma becerisini göstermek, sınıf ve partisi için son derece önemli bir kazanım olacaktır.
Mayıs 2001