Emeğin Partisi Ekonomi Çalışma Grubu tarafından iktisat dergisinde yayınlanmak üzere hazırlanmış Şubat Krizinin nedenleri, bu nedenlere ilişkin burjuva çarpıtmalar ve kriz karşısında emekçilerin tutumunu konu alan değerlendirmeyi, yararlı olacağı düşüncesiyle dergimizde de yayınlıyoruz.
Kasım ayında uyarı işaretleri veren ve Şubat ayında patlak veren kriz giderek derinleşmektedir. 1999 yılında büyük iddialarla uygulamaya sokulan IMF programı 14 ayda iflas etmiş, 2001 Bütçesi ve hedefleri 2 ayda anlamsız hale gelmiştir. Gelişmeler, krizin bütün sektörleri derinden ve uzunca bir süre etkileyeceğini göstermektedir. Burjuvazinin krizi çözmeyi değil, kendi lehine “krizi yönetmeyi” temel alan politikaları nedeniyle, krizin yol açtığı yıkıcı etkiler artmaktadır.
Krizi ortaya çıkaran koşullar, yıllardır uluslararası tekeller ve işbirlikçilerinin azami kâr arayışları uğruna hükümetler tarafından uygulanan ve çerçevesi IMF-Dünya Bankası tarafından çizilen iktisat politikalarının ürünüdür. Bu koşullar değiştirilmediği sürece, krizler, şu veya bu gerekçeyle her an ortaya çıkabilir.
Krize yol açan bu politikalar, uluslararası kapitalizmin uzun süredir içinde bulunduğu genel bir durgunluk ve daralma konjonktürünü aşmak için yürürlüğe soktuğu yeniden yapılanma programının bir parçasıdır. Dolayısıyla kriz, kapitalizmin krizidir. Buna rağmen sermaye sözcüleri krizi gerçek bağıntılarından soyutlayarak, IMF-Dünya Bankası programlarının uygulanmasında kararsız davranılmasına ve siyasi istikrarsızlığa bağlamaktadırlar. Oysa bu kuruluşlar, uluslararası kapitalizmin düzenleyici kurumları olarak, krizi ülkemize taşıyan politikaların mimarıdırlar. Burjuva yaklaşım, kapitalizmin kendi kendini düzenleyen ebedi bir sistem olduğunu öne sürerek, yaşanan krizlerin, bir bütün olarak kapitalist sistemin işleyişinin zorunlu bir sonucu olduğu gerçeğini reddetmekte ve krizden sermaye kesiminin nasıl en kârlı çıkabileceğinin hesaplarını yaparak tüm halkı fedakârlığa çağırmaktadır. Ancak, gerçeğin bu şekilde bulanıklaştırılmasının toplumsal ve entelektüel karşılık görmesinin maddi koşulları ortadan kalkmıştır. Son krizle birlikte, geniş emekçi kesimler ve bilim çevreleri, farklı iktisadi seçenekleri pratik olarak tartışmaya başlamış ve kendisine ait bir seçeneği “Emek Programı” adı altında kamuoyuna sunmuştur.
KAPİTALİST KRİZ VE YENİDEN YAPILANMA
Emeğin Partisi, krizlerin kapitalist üretim ve değişim koşulları altında kaçınılmaz bir sonuç olduğunu düşünmektedir. Ancak, bu gerçek, şematik bir biçimde dile getirildiğinde, hiçbir şey ifade etmez. Krizin anlaşılabilmesi için kapitalist üretim tarzının işleyişi, krizler karşısında geliştirdiği stratejiler, bu çerçevede gelişmiş kapitalist ülkelerle Türkiye gibi azgelişmiş ülkeler arasındaki bağımlılık ilişkilerinin seyri ana çizgileri ile ortaya konulmalıdır.
Uluslararası kapitalizm 1950’li yıllardan 1970’lere kadar süren -görece kısa süreli kriz dönemlerini de kapsayan- uzun bir genişleme döneminin ardından 1970’Ii yıllardan bu yana -görece kısa ve lokal canlanma dönemlerini de kapsayan- uzun bir durgunluk ve daralma dönemi yaşamaktadır. Kapitalizmin yaşadığı diğer krizler gibi, yine durgunluk ve daralmayla kendisini gösteren bugünkü kriz de, kapitalizmin tabi olduğu sermaye birikim yasalarının ürünüdür. Kapitalizmin ağırı birikim ve aşırı üretim ve buna bağlı olarak ortalama kâr hadlerinin düşmesi yönündeki nesnel eğilimi, düzenli aralıklarla krizlerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır, Yakın dönemde yayınlanan bir çalışma, 1970–1990 yılları arasına G7 ülkelerindeki imalat sanayi kâr hadlerinin 1950–1970 ortalamasının % 40 altında olduğunu ortaya koymaktadır.
Uluslararası kapitalizm bu kriz karşısında, dünya çapında bir yeniden yapılanma programı yürürlüğe koymuştur. Bu amaca yönelik olarak, neoliberalizm adıyla anılan doktrin canlandırılmış ve emeğin kazanılmış haklarına karşı görülmemiş bir saldırı başlatılmıştır. Bu saldırının temel unsurları, genişleme döneminde görece yüksek bir düzeyde olan ücretlerin baskı altına alınması (Örneğin ABD’de ücretlerin yıllık ortalama artış hızı 1950–‘73 yılları arasında %2,6 iken bu oran 1973-‘93 yıllarında %0,5’e düşmüştür), daha önceden devlet tarafından ücretsizi sağlanan eğitim, sağlık gibi hizmetlere bütçeden ayrılan payın azaltılması, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, esneklik gibi uygulamalarla işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi ve tüm bu uygulamaları tamamlayacak bir politika olarak özelleştirmenin yaygınlaştırılmasıdır. Neoliberal anlayış, emeğin haklarına karşı büyük bir saldırı örgütlerken, sermaye kesimine yönelik bütün kısıtlayıcı düzenlemelerin kaldırılmasını ve bütün toplumsal ilişkilerin kapitalist pazarın gereklerine göre yapılandırılmasını egemen doktrin düzeyine yükseltmiştir.
1970’li yılların sonlarından itibaren dünya çapında uygulanan bu politikaların yanı sıra azalan kâr hadleri sorununu çözmeye yönelik olarak birbirini tamamlayan bir dizi strateji izlenmiştir. Birinci strateji, sermayenin artan yoğunlaşma düzeyine bağlı olarak ortaya çıkan ve kriz nedeniyle üretimden kopan devasa miktarda para sermayenin, giderek artan ölçüde azgelişmiş ülkelere kredi-borç olarak aktarılmasıdır. Bu olgu, azgelişmiş ülkelere yönelik olarak bir dış borç patlamasına yol açmıştır. Öte yandan, kredi hacminin artışı, teknolojik gelişmelerin de yardımıyla mali sermayenin uluslararasılaşmasında önemli bir sıçramaya neden olmuştur. Büyük bir hareket kabiliyeti kazanan mali sermayenin ihtiyaç duyduğu mekanizmaların işlemesi ve dış borçların geri ödenmesini garanti altına almak için IMF ve Dünya Bankası devreye sokulmuş, bütün azgelişmiş ülkelerin mali yapıları bu yeni doğrultuda yeniden yapılandırılmış; azgelişmiş ülkelerde, “finansal serbestleştirme” adı verilen önlemlerle, döviz kurları, faiz oranları ve sermaye giriş çıkışları serbest bırakılmıştır. Örneğin, bu amaca yönelik olarak, IMF tarafından, 1980–90 yılları arasında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 60 ülkede, “serbestleşme” önlemleri içeren “istikrar programları” hazırlanmıştır. Böylece, tüm dünya asalak mali sermayenin spekülatif kazançları için yeniden yapılandırılmıştır. Bu gelişme, azgelişmiş ülkeleri, giderek artan bir dış borç yükü altına sokarak, bu ülkeler üzerindeki emperyalist denetimi yoğunlaştırmıştır.
Uluslararası sermayenin kriz karşısında uyguladığı bir diğer strateji ise, sanayinin yer değiştirmesidir. Bu yöntemle, uluslararası tekeller, ucuz işgücü ve ucuz hammadde imkânları nedeniyle yatırımlarının bir kısmını azgelişmiş ülkelere kaydırarak, buralarda yüksek kârlar elde edip bunları kapitalist merkezlere taşımıştır. Bu stratejiyle bağlantılı olarak, IMF ve DB, azgelişmiş ülkelerin “ithal ikamesi” modelinden vazgeçerek “ihracata dayalı sanayileşme” modeline geçmeleri yönünde düzenlemeler getirmiştir. Ancak bu modelde de, uluslararası işbölümünün eşitsiz karakteri değişmediği için, azgelişmiş ülkeler, dış borç bağımlılığından kurtulamamıştır.
Yeniden yapılanmaya yönelik bir başka strateji ise, “dünya ticaretinin serbestleştirilmesi” sloganıyla, azgelişmiş ülkelerin kendi ulusal sanayi ve tarımlarını yabancı mallara karşı koruyan gümrük duvarlarının kaldırılması için GATT ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) anlaşmalarının gündeme getirilmesi olmuştur. Bu anlaşmalar, uluslararası tekellerin azgelişmiş ülkelerin pazarlarını tümüyle ele geçirilmesine yöneliktir. GATT ve DTÖ anlaşmaları azgelişmiş ülkelerin sanayi ve tarımının dışa bağımlı hale gelmesine yol açmıştır.
Sermayenin yüksek kâr haddi arayışının bir başka sonucu ise, tüm dünyada estirilen özelleştirme rüzgârıyla, kârlılık oranı yüksek KİT’lerde (özellikle telekomünikasyon ve enerji alanında) özelleştirmeye gidilmesi ve ulusal ekonomilerin dinamosunu oluşturan bu kuruluşların, uluslararası tekellerin denetimine bırakılmasıdır. Bir başka strateji olarak, emperyalist tekellerin hiçbir engelle bağlı olmadan azgelişmiş ülkelerde yatırım yapmasını sağlamak için MAI ve MIGA anlaşmaları gündeme getirilmiştir.
Sermayenin bu devasa yeniden yapılanma projesinin yaşama geçirilmesi için, tüm dünya çapında, yerine göre askeri cuntalar da dâhil olmak üzere gerici sermaye yönetimlerinin işbaşına getirilmesi sağlanmıştır. Bu süreçte Sovyetler Birliği’nin fiilen ortadan kalkması, bu yeniden yapılanma projesine büyük bir manevra olanağı sağlamış emperyalist kapitalizm, egemenliğini, küreselleşme ideolojisiyle meşrulaştırma olanağı bulmuştur.
YENİ EKONOMİK DÜZEN VE TÜRKİYE
II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından emperyalist kapitalizmle siyasi ve ekonomik işbirliğine giren Türkiye kapitalizminin seyri de bu gelişmelerden bağımsız değildir. Türkiye, kendi özgül koşullarının dayattığı kimi farklılıklarla da olsa, yukarıda tasvir ettiğimiz yeniden yapılanma projesine. IMF ve Dünya Bankası’nın önerileri doğrultusunda oluşturulan 24 Ocak 1980 kararları ile eklemlenmiştir. 12 Eylül Rejimi ile geniş bir uygulama imkânı bulan bu kararların temel unsurları, uluslararası kapitalizmin ve büyük burjuvazinin ortak çıkarlarını yansıtmaktadır. 24 Ocak kararları ve ardından getirilen düzenlemelerle, döviz kuru ve faiz hadleri serbest bırakılmış, döviz tutmak serbest hale getirilmiş, böylece, uluslararası mali sermayenin aradığı koşulların altyapısı hazırlanmıştır. Aynı kararlarla, ithalata uygulanan gümrükler yeniden düzenlenerek yabancı tarım ve sanayi ürünlerinin ülkeye girişine izin verilmiştir. Bu dönemde, emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik büyük bir saldırı gerçekleştirilmiş, art arda yapılan zamlar, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, düşük ücret ve taban fiyat dayatması ile işçi, memur ve üretici köylülük yoksullaştırılmıştır. Buna karşılık, sermaye kesimine, ihracat ve yatırım teşvikleri, sübvansiyonlar, vergi muafiyetleri, hayali ihracata göz yumulması, kara paranın fiilen serbest bırakılması gibi araçlarla sınırsız kaynak aktarılmıştır. 1980’li yılların sonlarından itibaren hız kazanan özelleştirme uygulamaları sermayeye kaynak transferi şeklinde işlemiştir. 1989 yılında yapılan bir düzenleme ile yurtdışına sermaye giriş çıkışları serbest bırakılmış ve döviz kuru ile faiz haddi arasındaki makastan yararlanarak kısa vadeli kazanç peşinde koşan uluslararası spekülatörlere kapı açılmıştır. Kısa vadeli sermaye akımlarının kaynak gereksinimi iddiasıyla desteklenmesi, Bağımsız İktisatçıların vurguladığı gibi, “ulusal ekonomiyi tamamen konjonktürel ve dışsal olgulara bağımlı hale getirmiş ve ekonominin kısa çevrimli, mini büyüme-kriz-istikrar sarmalına sokulmasına neden olmuştur”. Aynı dönemde, sermaye kesimine aktarılan büyük miktardaki kaynakların yol açtığı kamu açıklarını karşılamak için başvurulan iç borçlanma politikası, yıllar boyunca, ekonomiyi içinden çıkılmaz bir iç borç yükü altına sokmuş ve sermayeye yönelik kaynak transferinin yeni bir aracı olarak işlev görmüştür. Artan iç borç yükü ve bunun yol açlığı çok yüksek reel faizler ekonomideki bütün dengeleri altüst etmiş, sermaye kesiminin doğasında bulunan rantiyeleşme eğilimini körükleyerek, üretimin savsaklanmasına ve tekelci holdinglerin tatlı kazanç kapısına dönüşmesine yol açmıştır. Bu politikalar 1994 yılında Türkiye ekonomisinde büyük bir krizle sonuçlanmıştır. Krizi çözmek iddiasıyla gündeme getirilen IMF programı, krizi, yüksek zamlar, ücretlerin düşürülmesi ve işten atmalarla emekçilere fatura etmiştir.
Özetle, 1980’le başlayan dönemde, IMF ve Dünya Bankası politikaları, özel sektör öncülüğünde piyasa ekonomisi ve sermaye hareketleri serbestisi sayesinde tüm ekonomik sorunların aşılacağı fikri bir dogma haline getirilmiş, bu doğrultuda, gerek iktisadi gerekse ideolojik-politik planda, koşulsuz sermaye egemenliği tesis edilmeye çalışılmıştır.
Şubat 2001 kri2i her şeyden önce bu modelin iflasının bir belgesi olarak ortaya çıkmıştır. Kriz, IMF’nin ekonominin yıllardır süren istikrarsızlıklarına çözüm bulmak iddiasıyla hazırladığı “istikrar programı” henüz yürürlükteyken patlak vermiştir. Bu “istikrar programı”, ekonominin dışa bağımlı, spekülatif yapısını değiştirecek hiçbir önlem içermediği için kaçınılmaz olarak çökmüş, ekonomi büyük bir kriz içine girmiştir. Görüldüğü gibi kriz, Türkiye’nin bir parçası olduğu uluslararası kapitalizmin krizinin ve krize yanıt olarak geliştirilen yeniden yapılanma programının başka bir ifadeyle, emperyalizme bağımlılığın ve kendisini bu ilişkiler içinde var eden sermaye politikalarının sonucudur. Türkiye üzerinde kriz öncesinde ve sonrasında IMF ve Dünya Bankası’nın müdahaleleri, krizi sermaye lehine çözmek üzere bir Dünya Bankası yetkilisinin görevlendirilmesi bağımlılığın giderek derinleştiğini göstermektedir.
KRİZDEN ÇIKIŞ YOLU
Son kriz, iç borç-dış borç ve kısa vadeli sermaye hareketleri gibi araçlarla ekonomiyi denetim altına alan yerli ve yabancı sermaye açısından denizin tükendiğini ortaya koymuştur. Ekonominin, taşıdığı borç yükünü mevcut yöntemlerle çözemeyeceği görülmüştür. 2000 yılında Türkiye GSMH’sinin %20’si kadar iç borç faizi ödemiş, iç ve dış” borç stoku GSMH’nin yarısına ulaşmıştır. Buna karşılık sermayeden kurumlar vergisi olarak GSMH’nin % 2’si kadar vergi toplanmıştır. Bu gerçeğe rağmen, sermaye sözcüleri ve Amerikalı Ekonomi Bakanı Derviş, krizi çözmek için halktan daha fazla fedakârlık talep etmektedir. Yani sermaye kesimi, beslendiği sömürü düzeninin sürdürülmesi için ısrarlıdır.
Ancak bu tablonun bir de diğer yüzü vardır. Emekçiler, uzun bir sessizlik döneminin ardından gidişata daha bilinçli ve kitlesel bir şekilde müdahale etmeye yönelmiştir. Emek Platformu’nun bir grup bilim insanıyla yaptığı ortak çalışma sonucu ilan ettiği “Emek Programı” krizden çıkış için tutarlı bir program önermektedir. Program, bağımsızlıkçı, halkçı ve planlamacı bir yaklaşımla ülkenin temel sorunlarına alternatif çözümler önermekte, IMF ve Dünya Bankası programları aracılığıyla ülke kaynaklarının uluslararası sermayenin talanına açılmasına ve Türkiye’nin tamamıyla dışa bağımlı hale getirilmesine karşı çıkmaktadır. Emperyalist sömürüyü “karşılıklı bağımlılık” ve “küreselleşmenin gerekleri” gibi ideolojik argümanlarla meşrulaştırmaya çalışan sermaye sözcüleri, bu programı, “ayakları yere basmamakla” “gerçekçi olmamakla” itham etmektedir. Oysa “Emek Programı” oldukça ayrıntılı ve “gerçekçi” öneriler sunmaktadır. Bu önerilerin uygulanması ve geliştirilmesi, Türkiye’nin bağımsız ve demokratik bir ülke olması için verilecek mücadeleye önemli bir ivme kazandıracaktır.
Emeğin Partisi, bu programın ortaya çıkışı ve yaygınlaştırılması için büyük çaba harcamıştır ve harcamaya devam etmektedir. Bugün, sorun, mevcut krizin kimin lehine çözüleceğinde düğümlenmektedir; emeğin mi yoksa sermayenin mi?
Sermaye kesimi krizden çıkış için emekçilerin daha fazla fedakarlık etmesini istemektedir. Oysa krizin sorumlusu, sermaye kesimidir. Yıllardır, alınan dış borçlar sermaye kesimine aktarılmış, iç borçlanma ve diğer mekanizmalarla bu kesime yönelik sistemli bir kaynak transferi gerçekleştirilmiştir. Öyleyse krizden çıkış için gereken kaynak da bu kesimden sağlanmalıdır. Krizin çözümü için bu yönde atılacak bir adım, krizin emekçi sınıflar lehine çözümü için önemli bir fırsat sağlayacaktır. Bu amaçla, krizin dayattığı kaynak sorununun çözümü için, Emek Programının da ortaya koyduğu gibi, adil bir vergi düzeni, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağma ve talandan kurtarılması, adil bir bölüşüm gibi orta vadeli önlemlerin yanı sıra, şu önlemlerin alınması zorunludur;
1. İçi boşaltılan bankaların yol aştığı zararların karşılanması için, banka hortumcularının mallarına el konulmalıdır. Buradan elde edilecek kaynak tek başına bugün IMF ve Dünya Bankası’ndan talep edilenden daha fazla kaynak sağlayacak durumdadır.
2. Cumhuriyet tarihi boyunca ülkemizin bütün imkânlarını kullanarak sınırsız mülk edinen kişi ve kurumlardan “servet vergisi” alınmalıdır.
3. Türkiye’yi borç ve faiz batağına çeken dış ve iç mali kuruluşlara olan borçların, anapara ve faizleri ertelenmelidir. Bu önlem bugün “Türkiye’nin ihtiyacı var” denilen meblağın çok üstünde bir miktarı serbest hale getirecektir.
4. Lüks ithalatın yasaklanması, silahlanma yarışına son verilmesi, israfın ve kamu mallarının yağmasının önlenmesi gibi ek önemlerle sağlanacak kaynakların hiç de küçümsenemeyeceği ortadadır.
5. Kamu kaynaklarını kendilerine yakın sermaye gruplarına dağıtan, özelleştirme adı altında ülkenin temel sanayi ve hizmet kurumlarının yabancı tekellerin denetimine bırakılması anlamına gelen politikalara son vererek, bu kurumların ekonomiye kazanılması; yeni yatırımlarla işsizliğin önlenmesi, halkın hevesle çalışıp üretmeye yöneleceği bir çalışma düzeninin kurulması, Türkiye’nin yaratıcı ve üretici potansiyelinin yeniden harekete geçirilmesi; çok kazanandan çok az kazanandan az alan bir vergi düzeni, asgari ücretin insanca bir yaşamı sağlayacak düzeye çıkarılarak vergi dışı bırakılması, herkese sendikalı ve sigortalı bir çalışma düzeninin sağlanması, elbette ki, böylesi bir ekonominin temelinde olmazsa olmaz koşullardır.
Mayıs 2001