Krizde reel ve mali sektör çelişkisi

Reel sektör adına gündemde yer almak isteyen sanayi ve ticari sermaye temsilcileri, yine önceliği finans sermayesine kaptırdı. 19 Şubat’ta Milli Güvenlik Kurulu’ndan çıkan Başbakan Ecevit’in ‘titrek’ anlatımına bile dayanamayan ekonomik sistemin en çürük kısmının bankalar olduğu, Ankara’dan Washington’a kadar koro halinde tekrar edildi. Böylece öncelik sırasının yine değişmeyeceği ortaya çıktı.
Finans sermayesi odaklı politikaların izlenmesine rağmen, bir gerçek daha resmi olarak itiraf edildi: Bankacılık sisteminin durumu çok ciddi. “Kayık, su alıyor” demeye kalmadan, İktisat Bankası da, sabah saat 5 Şafak Operasyonu’yla fona devredildi. Durum öylesine ciddi ki, kurtarıcı olarak ABD’den ithal edilen Kemal Derviş bile, Amerika’dan Ankara’ya geldiğinin ertesi gününde bankacılık sektörünün sorunlarına dikkat çekti. Mesih Derviş’in Ankara’da ısınma turları yaptığı sırada, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Başkanı Zekeriya Temizel istifa edip, Almanya’ya gitti.
Kasım krizi sonrasında Başbakan Ecevit, tasarruf mevduatına 1994 yılından beri uygulanan garantinin, bankalar tarafından kullanılan yurtiçi ve yurtdışı tüm kredileri de kapsayacağını açıkladı. Ecevit’e ya anlatılamamıştı, ya anlayamamıştı. Onun için devletin yeni garanti yükünün kapsamı ocak ayı başında yeniden belirlenirken, Ecevit’e göre kapsam biraz daraltıldı. Ecevit, bunun üzerinde durmadı.
Böylece devlet, bankacılık sistemine kefil oldu. Geçen yılın eylül ayı itibariyle bilânço dışı işlemler dâhil bankacılık sektörünün 306 milyar 488 milyon dolar olan toplamının, devlet, döviz tevdiat hesabının (hepsinin tasarruf mevduatı olduğu varsayımı) dikkate alınması halinde, sistemin tam 228 milyar 616 milyon dolarını garanti şemsiyesi altına aldı. Yani devlet, bankaların yüzde 74,6’lık riskini üstlendi. Özelleştirmenin bayraktarlığının yapıldığı ve IMF’nin programının uygulandığı bir dönemde sistem tümden devletleştirildi.
Ne kapitalizm ama!
Bu konumda, devlet bankalarını batak göstermenin bir tekniği olan ‘görev zararları’ üzerinde durmanın hiç de ciddiye alınır bir yanı yoktur.
Bankacılık sistemine getirilen bu garantinin mali yükünün yanında, ‘devede kulak kalır’ misali tarımsal destekleme gibi bazı politikaların piyasa ekonomisine ters olduğunu her fırsatta iddia edenler, yine söyleyecek bir laf buldular.
‘Piyasa tapıcı’ ekonomistler, devlet garantisinin bir sektöre bu denli verilmesinin senaryosunu da hemen hazırlayıp, filmi çekmeye başladı. Başta devlet bankaları sistemin kamburu olup, bu sorun tümden çözülemezse, bu filimin bitmeyeceğini iddia ettiler. Filmde mevcut egemen hukukun bile işletilip, özellikle hortumlatan politikacı ile bürokratların ve hortumlayan sermayedarların ‘yargılanması’ sahnesi çekilmediği için, yine eğlencelik bir şeyler bulup, piyasaya seyirlik bir şeyler sundular.
Çalışma kapasitesi olan 23 milyon emek gücü sahibinin en iyimser tahminle yüzde 20’sinin yani 4,5 milyon kişinin yine bu piyasa ekonomisinin bir sonucu olarak işsiz kalması, sistemin ‘demokratik’ tanımlamasıyla ilgili tüm perdeyi yırtıyor. Sistemin adı da, demokrasiymiş; evet, bir işsizin özgürlüğü, ne olabilirse!

DEVİR RANTİYE DEVRİ
Mevcut ekonomik ve siyasal sistemdeki politikaların öz olarak emek karşıtı olmalarına karşın, her dönemin kendine has önceliği var. İzlenen ekonomi politika, tüm sermayedarların sermayesine sermaye katmayı amaçlıyor, ama birilerine çok daha fazla katmayı hedefliyor olabilir.
Gerçekler ayrıntıda gizlidir, doğru: ana hatlarıyla olsa da tartışmak gerekiyor.
Son 40 yıllık dönem sanayileşme ve büyüme açısından kabaca incelendiğinde, ‘piyasa tapıcıların’ büyük gelişmelerin sağlandığı bir dönem olarak nitelendirilen son 10’lu yılın gerçek niteliği ortaya çıkıyor.
Bugünkü Kemal Derviş gibi Dünya Bankası eğitimli olan Turgut Özal’ın 12 Eylül hükümetinde ekonomi politikanın tek patronu olarak görev almasından sonra, 1983 seçimlerinde hükümeti kurması sırasındaki iddiası, yüzde 20’ler civarında olan enflasyonu en çok iki-üç yıl sonra, tek haneli rakamlara indirmekti. Bu iddia, 1980’lerdeki ANAP döneminden sonra, 1990’larda Demirel-İnönü, Çiller-Karayalçın ve 28 Şubat post-modern hükümetleri tarafından da gündeme getirildi.
Son üç yılın çiçeği burnunda başbakanı Ecevit’in hatırı kalır mı? O da, Özal’ın izinde; Enflasyon tek haneli rakama indirilecek…
Enflasyonun tek haneli olması hoş bir seda… Hükümet olanların kuyruklu yalanı.
1960 sonrası, 10 yıllık dönemler itibariyle yıllık ortalama enflasyon oranı ve büyüme açısından incelendiğinde, 1980 öncesinin, 1980’ler sonrasına kıyasla daha ‘başarılı’ olduğu sonucunu çıkarmak mümkün.
Yıllık ortalama olarak enflasyon 1960’lara göre 1990’larda tam 13 misli artarken, ekonominin büyüme performansı, fiyat artışları kadar zıplamasa da, aynı düzeyi bile koruyamadı; yüzde 5,6’dan yüzde 3,9’a indi. (Bkz. TABLO 1)

ENFLASYON ARTTI, BÜYÜME AZALDI – Tablo-1
(1960–2000; yüzde olarak)
Enflasyon     Büyüme
1960-69     5,8         5,6
1970-79    26,6         5,8
1980-89     50,2         4,3
1990-99     77,2         3,9
2000         39,0        –
AÇIKLAMA- Enflasyon: Tüketici fiyatları, yılsonu oranları. Büyüme: Küçülmeler (-) olarak dikkate alındı. Aritmetik ortalamayla hesaplandı.
Kaynak: DİE. 1960–69 enflasyonu için Ticaret Bakanlığı TÜFE (1938:100).

1980 sonrası 20 yılın ilk 10 yılı ve devamı olarak ele alındığında, 9’uncu Cumhurbaşkanı Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’in mucidi olduğu hayali ihracat, 1980’lerdeki ihracata dönük sanayileşmenin ana politikasıydı. Hem bu politikanın hem de getirilen teşviklerin de etkisiyle 1980’lerde 4,1 misli olan ihracattaki artış oranı, 1990’larda 2,2 misli olarak gerçekleşti. Sadece dışarıya mal satımında değil, dışarıdan getirip satmada da önemli artışlar kaydedildi; başta yabancı sigara satımı olmak üzere, muzundan peynirine kadar tüm malın ithalatına serbestlik getirildi. Çikita muzuyla böyle tanıştık, Kars veya Edirne peynirinin yerini Bulgar peyniri aldı, daha pek çok ithal tüketim malı evlerimize girdi. 1980’lerde Özallı yıllarda bu politikalardan en çok, tüketimin kamçılanmasına bağlı olarak ticari sermaye yararlandı. Ticari sermayenin etkin olduğu bu dönemde 1960’lara kıyasla enflasyon artarken, büyümede benzer bir performans yakalanamadı.
1989’da Özal’ın Türk Lirası’nın konvertibiliteye geçişini sağlayan politikasıyla, dümene finans sermayedarları geçti.
Rant ekonomisinin politikaları etkin kılındı.
Döviz piyasasının etkinliği sıcak para ile artırılırken, TL, bono ve repo piyasalarıyla spekülatif amaçlı sermayenin, sistemdeki konumu güçlendi. Rantiyenin beslendiği bu 1990’lı yıllarda ortalama yıllık enflasyon yüzde 77,2’ye yükselirken, büyüme de yüzde 3,9’a geriledi.
Tek bir alanda/sektörde faaliyet gösteren işletmeler açısından, merkezi olarak Ankara tarafından sermayenin belli bir kısmına öncelik veren politikanın ya da politikaların izlenmesi, bu tür işletmelerin sorunlarının artmasına, hatta iflasına neden olabilir.
Fakat bünyesinde sanayi, ticaret ve finans sektörleriyle ilgili faaliyet gösteren firma ya da firmaları olan Koç, Sabancı. Doğuş gibi az sayıdaki holdingler açısından durumlarında esasa ilişkin bir değişiklik olmuyor. Günlük deyişle, bunların, her dönemde tuzu kurudur. Çünkü Ankara’nın önceliği, her durumda bu grupların bünyesine uygun ‘gıdayı’ veriyor… Bunun sonucudur ki, Türkiye’nin küçüldüğü dönemlerde, bu gibi belli bazı holdingler ya da gruplar büyümelerini sürdürmüşlerdir.

‘RANTİYELEŞEN’ SANAYİ
Rant ekonomisi, yani yüksek reel faiz ve düşük kur politikası, devlet kaynaklarının özel sermayeye aktarımının politikası olarak uygulandı. Reel faizin cazibesi yatırımları olumsuz yönde etkiledi. Devletin borçlanması ile yüksek reel faizi garanti etmesi, önde gelen sanayi kuruluşlarını da, üretim yerine faizden kazanmaya yöneltti.
Sanayi de, reel faizin tadını öylesine tattı ki, üretimden çok faizden kazanır oldu.
İstanbul Sanayi Odası tarafından yapılan 500 Büyük Sanayi Kuruluşu araştırmasında, Türkiye’nin kârlılık performansı incelendi. Bono ve repodan sağlanan yüksek reel faizden elde edilen kazancın, net bilânço kârına oranı, 1985–1999 döneminde sürekli arttı. 1985’te yüzde 24,1 olan bu oran, 1990’da yüzde 33,3’e, 1995’te yüzde 46,5’e ve 1998’de yüzde 87,7’ye ve 1999’da da yüzde 219,0’a yükseldi. Her 100 liralık net kâra karşılık 1985’te 24,1 lira olan bono ve repo kazancı, 1999’da tam 219 liraya çıktı. Yani 1999’da diğer gelirler olmasa, 500 büyük sanayi firması zarar ediyor olacak. 1999 yılında 500 büyük sanayi firmasının net bilânço kârı 720 trilyon 406 milyar lira olurken, bono ve repodan sağlanan gelirler ise 1 katrilyon 577 trilyon 329 milyara ulaştı. Bu da, sanayi firmasının bile kârlılığını yüksek reel faize borçlu olduğunun ifadesidir. (Bkz. TABLO 2)

SANAYİ FAİZ ‘ZENGİNİ’ – Tablo-2
(Diğer gelirlerin, net bilânço kârına oranı; yüzde)
1985        24,1
1986        30,8
1987        17,9
1988        25,4
1989        31,0
1990        33,3
1991        51,1
1992        38,9
1993        40,7
1994        54,6
1995        46,5
1996        52,9
1997        52,7
1998        87,7
1999        219,0
KAYNAK: İSO 500 Büyük Sanayi Kuruluşu.

“Üretme, faizden kazan” politikası, sanayide 1970’lerin ortalarına kadar sağlanan ‘gelişmeyi’ de frenledi.
Bilgisayar kullanımından ve ihracatta sanayinin payı şu oldu gibi oranlardan hareketle imalat sanayisinde yapısal değişimin sağlandığı Özalcıların sıklıkla öne sürdüğü bir iddiaydı.
Aklımıza bilgisayarlar, yollardaki arabalar gibi günlük hayatımızda kullandığımız araçlar gelebilir. Ama bunlar sanayide yapısal değişimin sağlandığının göstergeleri olarak değerlendiriliyor.
İstanbul Sanayi Odası’nın 500 Büyük Sanayi Kuruluşu 1999 araştırmasındaki (sayfa 39; yine İSO yayını, İstatistiklerle İSO’ya bağlı kuruluşlarda değerlendirmeler, 1990, sayfa 13–16) tespiti şu: “Alt sektörler itibariyle 500 büyük kuruluşta, imalat sanayisinde faaliyet gösteren kuruluşların yarattıkları katma değerlerin dağılımı, Türkiye imalat sanayi katma değer dağılımına paralel görülmektedir. 1982 yılından 1999 yılına kadar 18 yıllık bir dönem içinde katma değerlerin alt sektörler itibariyle dağılımında kayda değer bir değişme görülmemektedir. 18 yıllık uzun bir dönemde Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede imalat sanayisinde yapısal bir değişmenin görülmemesi, Türkiye’nin istenen ölçüde sanayileşememesinin nedenini ortaya koymaktadır. Bu durum, Türkiye ekonomisinde 1970’li yılların ortasından bu yana değişmemiştir.”
Yani imalat sanayisinde yaratılan katma değer ile sanayide tüketim, ara ve yatırım malı dağılımı açısından incelendiğinde, yapısal bir değişme olmamıştır.
Bunun bir nedeni, özellikle imalat sanayisinde yatırımın yapılmaması, diğer bir nedeni de yüksek enflasyondur. Bir başka deyişle, sanayide yatırım yapmama ve enflasyonu kronikleştiren ekonomi politikanın izlenmesi sonucu olarak, sanayide ‘yapısal değişme’ süreci 1970’li yılların ortalarından itibaren sürdürülememiştir; 24 Ocak ve 12 Eylül’ün rant ekonomisi barikatıyla.

RANTİYEYE DEVLET KEPÇESİYLE
Devlet giderlerinin yapısını analiz edince, politik ve bürokratik kurmay heyetin nerelere öncelik verdiğini ve nereye para transfer ettiğini görebiliyoruz. 1980–2000 dönemi tam 20 yıl konsolide bütçe harcamalarının dağılımı, bugünün ekonomik krizini anlamamız açısından da önemlidir (Bkz TABLO 3):

BÜTÇEYE FAİZ İPOTEĞİ – Tablo-3
(Bütçe Harcamalarının Dağılımı: Yüzde)
Personel       Faiz         Yatırım        Diğer cari
1980    30,5        2,9        16,2        12,6
1981    24,8        4,9        18,8        14,3   
1982    26,1        5,4        18,9        14,7
1983    23,0        8,1        16,2        13,7
1984    21,6        11,6        16,2        13,2
1985    19,6        12,5        17,1        12,6
1986    22,1        15,5        21,3        14,6
1987    23,4.        17,3        18,7        12,1
1988    23,6.        23,2        16,6        11,2
1989    32,3.        21,2        15,0        10,6
1990    38,7.        20,4        14,5        10,2
1991    37,2.        18,5        14,4        8,5
1992    42,4.        18,2        13,2        9,1
1993    34,9.        24,0        10,9        7,2
1994    30,4        33,2        8,1        8,2
1995    29,4        33,7        5,4        8,3
1996    24,7        38,0        6,0        7,8
1997    25,9        28,5        7,4        8,8
1998    24,8        39,6        4,4        8,4
1999    24,6        38,2         5,5        8,0
2000    21,4        43,8         5,3        1,7
Kaynak: Hazine Müsteşarlığı.

1. Rantiyeye aktarılan kaynak payı, yüzde 2,9’lardan 1990’dan itibaren hızla artarak geçen yıl tam yüzde 43,8’e çıktı. 1994 krizi sonrasında bütçedeki en büyük kalemi iç ve dış borçlara ödenen faizler oluşturdu. Bu gidişle çok değil beş yıl sonra, bütçe ancak faizleri ödemeye yetecek. Faizler öylesine hızlı arttı ki, 1991’de faiz ödemelerinin vergi gelirlerinde yüzde 30,7 olan payı, 1995’te yüzde 53,1’e, 1999’da yüzde 77,1’e yükseldi. Yani bütçenin vergi gelirlerini, sadece faiz ödemeleri alıp götürüyor; nerede kamu çalışanlarının ücreti, nerede yatırım. Zaten faiz ödemelerindeki bu hızlı artış, çok çok 4 yıl sonrasında sadece vergi gelirini değil, konsolide bütçe gelirlerini alıp götürecek bir miktara ulaşacaktı.
2. Personel ödeneklerinin oranı da, faiz paylarının aksine azaldı. Yüzde 30’lardan yüzde 20’lere geriledi. Özellikle 1994 krizine kadar bütçede en çok paya sahip olan personel harcamaları payı, bu yıldan itibaren bu konumu faiz harcamalarına kaptırdı.
3. Silah alımlarının bütçeleştirildiği ‘diğer cari harcamalar’ payı da özellikle Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun kurulduğu 1987 yılından itibaren belli bir azalma kaydetti. 1987’ye kadar yüzde 14’lere kadar çıkan diğer cari harcamaların payı, bu yıldan sonra gerileyerek, tek haneli rakama kadar indi. Silah alımında konsolide bütçedeki ‘diğer cari’ dışında, a) Savunma Sanayi Destekleme Fonu, b) ABD ve Almanya gibi ülkelerden alınan hibeler ile yardımlar, c) Yurtdışından sağlanan krediler kullanılmaktadır. Onun için ‘diğer cari’nin payının azalması, silahlanmaya ayrılan kaynağın azalmış olduğu anlamına gelmez.
Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı Akın İzmirlioğlu, 16 yılda savaşa yapılan harcamanın 200 milyar dolar olduğunu açıkladı (Hürriyet, 27 Ağustos 2000). İzmirlioğlu’nun, herhangi bir kurumun sorumlusu değil; Türkiye’de ekonomik verileri toparlayan ve planları yapan bir kuruluşun yetkilisi olarak yaptığı açıklama çok önemlidir.
4. Personel ödenekleri payının azalmasının yanı sıra, payı sürekli gerileyen bir diğer kalem de devlet yatırımlarıdır. Son 20 yılda konsolide bütçede yatırımlar payı yüzde 18’lerden yüzde 5,3’e indi.
Son 20 yılın konsolide bütçesinde özellikle yatırımlar ve personel ödenekleri payı azalırken, faiz harcamalarının payı arttı. 1980’de personelle yatırımların yüzde 46,7 olan payı, 1990’da 53,2’ye yükseldi ve 2000’de ise yüzde 26,7’ye düştü.
Bütçede yatırımlar payının azalması, genel olarak tüm yatırımları olumsuz yönde etkilediği için özel ve kamu yatırımları toplamında 1987’de devletin yüzde 41,8 olan payı, 1990’da yüzde 32,9’a, 1997’de yüzde 23,1’e indi ve 1999’da ise depremin de etkisiyle ancak yüzde 28,5’e yükseldi.
Devletin harcamalarını karşılamada, vergi ve kurumların kârları dışındaki en önemli kalemi borçlanmadır.
Harcamaların esas olarak başta silahlanma ve yolsuzlukla özel sektöre kaynak aktarımından kaynaklanması nedeniyle, vergi gelirlerinin yetersiz olmasından dolayı borçlanıldı. 1980’de sadece 336 milyar lira, 1990’da 20 trilyon 901 milyar lira olan iç borç toplamı, geçen yılın sonunda 36 katrilyon 421 trilyona yükseldi. 1980–1990 döneminde 62,2 misli artan iç borçlar toplamı, 1990–2000 döneminde tam 1742,5 misli büyüdü. Aynı dönemler itibariyle dış borç, 3,1 misli ve 2,2 misli arttı. Geçen yılın eylül ayı itibariyle dış borçlar toplamı, 107 milyar dolara yaklaştı. İç ve dış borcun toplamının milli gelire oranı da, 1980–2000 (eylül döneminde), yüzde 29,1’den yüzde 107,3’e yükseldi. Bu, yüksek faizin ekonomide ne denli afyon etkisi yaptığını gösteriyor. (Bkz. TABLO 4)

İÇ VE DIŞ BORÇ HIZLA ARTTI – Tablo-4
(1980-2000: Milyon Dolar)
Toplam Dış Borç
(Kısa Vadeli)        İç Borç        Toplam Borç
1980    15734 (2505)        4158        19892
1985    25600 (4759)        8961        34621   
1990    49035 (9500)        8019        57054
1995    73278 (15701)        29462        102710
1997    84891 (17994)        31449        116340
1999    101781 (23472)    51131        152912   
2000    106932 (26531)    48950        155882
AÇIKLAMA: 2000 yılı: Eylül sonu. İç borç, TL’den Dolar’a çevrilirken yılsonu kur dikkate alındı. 2000’den Eylül sonu dış borç toplamı yanı sıra kısa vadeli olanlar paranteze alındı.
Kaynak: Hazine Müsteşarlığı

Rant ekonomisinin gereği olarak yüksek reel faizle borçlanma sonucu, sıcak paranın girişi ve ekonomide yarattığı sorun da arttı. Böylesi bir borçlanma politikasının sonucunda, çok az bir kesimin kollandığı ve desteklendiği bir ekonomi politika izlendi; bunun için sanayi bile rantiyeleşti, yüksek faiz politikası nedeniyle. Sanayide repo gelirlerin, net kâra oranı önemli bir yekûn tutması, kimin kollandığını gözler önüne seriyor.

TRİLYONLUK RANTA VERGİ YOK
Rantiye, politik ve bürokratik kurmay heyetinin özel politikalarıyla öylesine teşvik edildi ki, milyarlık ya da yüzlerce milyarlık da gelir elde etse yine vergi vermiyor. Hatta trilyonluk borsa ve Hazine bonosu faiz gelirine de vergi yok. Asgari ücretlinin bile yüzde 15 vergilendirildiği günümüzde, spekülatif sermayenin trilyonluk artığının vergilendirilmemesi, sistemin karakterini tartışmasız olarak ortaya koyuyor.
Mal ve hizmet alımında Sabancı’nın da bir asgari ücretlinin de aynı oranda ödediği dolaylı verilerin payı, sürekli arttı. 1990’lı yılların başında yüzde 47,8 olan dolaylı vergilerin vergi gelirlerindeki payı, geçen yılda yüzde 59,1’e yükseldi. Hem borçlanmanın hem de dolaylı verginin artması, ne denli müflis bir politikanın izlendiğini ortaya koyuyor.
Her konuda vergi üstüne vergi yükleyen devlet, rantiyenin trilyonluk gelirini bile muaf tutuyor. Maliyeci Prof. Dr. Şükrü Kızılot, ilgili mevzuat gereği, 2000’de banka faizi, döviz tevdiat hesabı, repo geliri olanların tutarı ne olursa olsun beyan etmeyeceklerini ve vergi de ödemeyeceklerini açıkladı (Sabah, 18 ve 19 Ekim, 2000; Sabah 7 Mart 2001). Kızılot, mevcut yasanın içeriğini şöyle özetledi: “Mevzuata göre, 2000 yılında, borsadan 10 milyar, 100 milyar hatta 1 trilyon lira ve daha fazla kazanç sağlayanlar vergi ödemeyecekler.”
Türkiye, rantiyenin vergi cenneti, emekçinin de vergi cehennemi!

‘SUSURLUK’UN MASONİK TEŞKİLATI
Sermayenin, emek karşısında cephesel bir bütünlüğü vardır. Ama gerek desteklediği politik gücün iktidar olmasında, gerekse soygundan büyük pay kapmada sermaye parçalanmış konumdadır.
Türkiye’de sermayedarın kendi aralarındaki ilişkileri ve iktidarı etkileme kanalları itibariyle yapılan araştırmalar sınırlıdır. Fakat batık Yurtbank sahibi Ali Balkaner’in, polisteki ifşaatı, sermayedarın belli fonksiyonlarını anlamamızı netleştirdi.
Sümerbank’ın özelleştirilmesi ve Türkbank’ın özelleştirilme ihalesi süreci Nesim Malki’den Hayyam Garipoğlu’na, Korkmaz Yiğit’ten Alaattin Çakıcı’ya, Erol Evcil’e ve Mesut Yılmaz’a, Güneş Taner’e ilişkiler yumağı da… Sermayedarın, mevzuatın izin verdiği TÜSİAD, TOBB gibi örgütlenmenin yanı sıra, bu denli açık olmadan belli bir ‘masonik’ teşkilatlanma içerisinde olduğunu, belli ilişkilerden/faaliyetlerden çıkarmak mümkündür. İşte bu yapılanma, bankadan bir ihaleye ya da özelleştirmeye ve politikaya kadar bir tavır bütünlüğü yaşatmayı amaçlamaktadır.
Susurluk… Emniyet-mebus-uyuşturucu üçgeni ve devlet çetesi…
Böylesi bir yapılanma, kendisini besleyeceği kaynağı mali ve reel sektörden ya doğrudan ya da ifade edilen ‘masonik’ teşkilata havale ediyor… Susurluk raporlarında, bu tür teşkilatlara dikkat çekilmektedir…
Sistemin yasamadan yürütmeye kadar tüm faaliyetlerinin nabız atışı, politik ve bürokratik yapıyla yakın ya da doğrudan kurulan temasla izlenmektedir…
Nabız atışının, özellikle ekonomik artığın paylaşımında çok daha kolaylıkla kontrolü sağlanabilmektedir. Yüzde 10 komisyon, şu projenin onayı ya da faaliyet izninin kopartılması gibi fonksiyonlar, bizzat sistemin belli bir işlevselliği gereği olarak hayat bulmaktadır.
Kendi varlığı hakkında bilgi edinmemizi kolaylaştırmak için, ilkokula bile özel şoförlü Mercedes arabayla gittiğini sıklıkla hatırlatan Ali Balkaner, polisteki ifadesinde, masonik teşkilatı hakkında bilgi veriyor:
“Biz 18 aileyiz. Hepimizin bağlı olduğu bir başkanımız var. 18 büyük aile bir havuz teşkil ettik. Tüm ekonomi bunların elinde toplanıyor. İstanbul Menkul Kıymetler Borsasını manipüle eden kişi bizim bağlı olduğumuz başkanımızdır. Çok güçlü bir yapıya sahibiz. Başkanımız Tokyo Borsası’nda 800 milyon dolar kaybetti, bana mısın demedi.” (Güler Kömürcü, HaberTürk sitesi, 22 Ocak 2001)
Bu ‘aile’ teşkilatı, kendi besleme medya maşasını da yaratıyor; maaşlı gazetecilerle. Balkaner, medyadaki bağlantıları hakkında da döktürüyor…
Sistemde kişi, belli bir ‘bağlılık çizgisi’ üstüne çıktığı zaman, bu türden dar ve geniş yapılanmalarla her zaman için korunabiliyor, bazen de çökertilebiliniyor.
Balkaner ne ki, Sabancı, Koç, Toprak ve diğerleri…
Sistemde bu tür teşkilatlarla, ‘çıkarın bölünmez bütünlüğü’ adına faaliyet gösteren enflasyon lobisi, devalüasyon lobisi, özelleştirme lobisi ya da sırf kamu ihalelerinden vurgunu esas alan yolsuzluk lobisi gibi lobiler de, bu tür teşkilatlarla bütünleşiyor. Dönemsel olarak, belli lobiler diğerlerine göre daha etkin olabiliyor; bağlı olduğu teşkilatı da.
Bir şirket görüntüsüyle ANAP, bu konuda çok net bir örneği oluşturuyor.
Emekçilerin mücadelesinin konumu göz ardı edilmeden; devletin, biçimsel konumunda 12 Eylül ya da bugünkü parlamenter sistemin ekonomi politikasında, sermayenin belli bir türünün etkin olmasını, bu teşkilatların faaliyetlerinden soyutlamayız.
Döviz politikasında sabit kurdan dalgalı kura geçişin öyküsü de, sistem ve sermayedar ilişkisi ve lobicilik faaliyetini de netleştirmektedir.
Türkiye’nin dalgalı kura geçiş kararı, önce emperyalist ülkelerin oluşturduğu G-7’lerin İspanya’daki toplantısında ve daha sonra da G-7’nin de içinde yer aldığı G-20’lerin İstanbul toplantısında alındı; bu karar da yürürlüğe kondu (Milliyet, 23 Şubat 2001; Hürriyet, 25 Şubat 2001). Faiz zıpladığı ve dövizin fırladığı sırada, gecelik 600 trilyon borçlanan Emlak Bankası ve 2–2,5 katrilyon borçlanan Ziraat ile Halk bankalarına (Devlet Bakanı Faruk Bal, NTV, 3 Mart 2001, basın toplantısı) Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel, “Piyasaya girmeyin, biz sizi fonlayacağız” dedi. Erçel sözünü yerine getirmeyince, olan oldu. (Radikal, 26 Şubat 2001) Aynı Erçel, krizi, “kamu bankalarının yükümlülüklerini yerine getirmemesinden kaynaklandı” şeklinde de tanımladı (26 Şubat, bir televizyon kanalı; 27 Şubat, HaberTürk sitesi).
Merkez Bankası eski başkanı Yaman Törüner de, Erçel’in bu tür uygulamalarına değindi ve yanlış olduğunu ifade etti (Kanal D, 26 Şubat, F. Altaylı’nın programı).
Sonuç: 21 Şubat Çarşamba günü vurgunu; tam 3,2 milyar dolar (Radikal, 23 Şubat 2001). Ve vurgun operasyonu devam etti…
Hazine Müsteşarı ve Merkez Bankası Başkanı istifa etti; bu kervana Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Başkanı Zekeriya Temizel de katıldı, ama politik cephede istifa yöntemi kullanılmadı. Ecevit, hükümet olmada kararlı olduklarını ifade etti ve 15 Mart’ta grup toplantısında Derviş öncesinde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı yapan Recep Önal’a başarılı çalışmalarından dolayı teşekkür etti. Ecevit literatüründe başarı, emekçinin her türlü talebinin bastırılması ve vurguncunun ihya edilmesidir; yaptıkları gibi.
Bu da, hem sistemin tıkanıklığını hem de lobici güçlerin direncini ortaya koyuyor. 28 Şubat, MGK darbesi sürecinde ‘açık’ parlamento tasfiye edildiği için Ecevit, her koşulda hükümet olmasının zorunluluğunu öne sürüyor.
Havanın bu denli puslu olduğu sırada, 27 Şubat’ta Kemal Derviş’in ismi birdenbire gündeme getiriliyor ve 1 Mart’ta Ankara’ya geliyor ve 2 Mart’ta bakan oluyor. IMF destekli ‘ulusal program’ hazırlıyor vs…
TÜSİAD, 22 Şubat’ta yaptığı açıklamada, bugün Derviş’te somutlanan görevlendirmeyi esas alan bir bakanlığın kurulmasını önerdi. Ve haftası dolmadan bakanlık kuruldu; ne tesadüf değil mi?
Anadolu’daki sermayedarların ve örgütlerinin duruşunun, İstanbul sermayesi teşkilatı olarak bilinen TÜSİAD’tan farklı konumda olması da dikkate alınmalıdır.
Kısaca hatırlattığım bu unsurlar dikkate alındığında, 21 Şubat Kara Çarşambası enflasyon ve devalüasyon lobisi ile uluslararası sermayenin bir operasyonu olarak gündeme geldiğini gösteriyor. Zaten kriz, Ecevit’e de itiraf ettirdi; MGK’da Sezer’in kendisini azarladığını söylediği toplantıyı göz ardı ederek, ekonomideki sorunların yaşanabileceğini, var olan sorunun patlamış olduğunu ifade etti (Gazeteler, 23 Şubat 2001). Dövizdeki dalgalanma, Ecevit’i de dalgalandırdı…

HORTUMLU HOLDİNG BANKACILIĞI
Böylesi lobi operasyonlarının etkin olduğu koşullarda, finans piyasası yapısının mevcudu anlamamızı kolaylaştıracağı kanısındayım.
Sanayi ve ticaret sermayesinde belli bir düzeyde yoğunluğa ulaşan gruplar, finans piyasasına da yatırım yaptı. 1970’lerde var olmaya başlayan holding bankacılığı, 1990’lı yıllarda sektöre hâkim oldu. Rant ekonomisiyle birlikte bir nitelik daha kazandı, hortumlama da bankacılık faaliyetleri arasında yer aldı.
Holding bankacılığının etkin olduğu bu dönemde, bankacılık sisteminde iki büyük vurgun yaşandı. Birisi 1994’te, diğeri de son iki yıldır yaşanıyor. Bugün Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilen banka sayısı 13’e ulaştı.
1994’teki krizde TYT Bank, Marmarabank ve Impexbank tasfiye edildi. Davanın geçen ay zaman aşımına uğraması nedeniyle, sahipleri de cezadan kurtardı. Buna, hortumlamanın ödüllendirilmesi denir.
Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, bugün sektörde 80 banka var, bu çok fazla deniyor. Bu sayı, kalkınma ve yatırım bankalarını da kapsıyor. 4 tanesi devletin olmak üzere toplam 61 ticaret bankasının 13 tanesi Fon’da, 17 tanesi de yabancı sermayeli olup, özel sermayeli banka sayısı 27’dir. Yani sektörde 27 tane özel sermayeli ticari/mevduat bankası vardır ki sayıya Tarişbank, Şekerbank ve İş Bankası gibi ‘özel’ konumdaki bankalar da dâhildir. Tarişbank ve Şekerbank hariç 27 bankanın 21 tanesi belli bir holdingindir.
Holding bankaları, tüm leasing, faktoring ve aracı kurum gibi tüm firmalarıyla para ve sermaye piyasasında faaliyet gösteriyor. Bu da, piyasada belli bir grup ve grupların etkinliğine kolaylıkla imkân sağlıyor.
Piyasa tapıma ekonomistleri bir yandan belli bankanın yönetiminde görev alarak ya da danışman olarak, bunların çok kazanmalarına hizmet ederken, diğer yandan da özellikle devlet bankalarının özelleştirmelerini sihirli bir formül olarak sunuyorlar.
Diğer yandan özelleştirilen ya da bürokratik ve politik kurmay heyetin izin vermesiyle faaliyet gösteren bankalar, ana sermayedarın hortumlaması sonucunda devletleştirildi. Bugün devletleştirilen tam 13 banka var; hem de buna özelleştirilen Sümerbank ve Etibank da dâhil. Devletleştirilen 13 bankanın, 12 tanesi holding bankası idi.
Holding bankalarının önemli bir finans kaynağı da devlet bankalarından aktarılan kredilerdir.
El konulan 12 bankanın ‘hortumlama’ maliyetinin 20 milyar dolar olduğu ifade ediliyor. Çünkü ortada somut açıklanan resmi bir veri yok. Batık banka sahipleriyle ilgili yargılama süreci de, grubunun siyasi gücüne göre işliyor. Çağlar yurtdışında, Dinç Bilgin rahat…

HOLDİNG BANKALARI ‘ÖZELLEŞTİRİLSİN’
Sektörde holding bankacılığının artmasına bağlı olarak, sistemin devletleştirilmesi de benzer yönde gelişme gösterdi.
Para ve döviz piyasalarıyla ilgili falcılık yaparak ‘para kazanmayı’ ve sadece bu ko-‘ nu üzerinde konuşmayı ekonomi politika olarak iddia edenler, kamu bankalarının görev zararı üzerinde dururken, nedense tüm bankacılık sektörünün bir anlamda devletleştirilmesini görmezden geliyorlar. Çünkü, söylenecek laf yok; tüm finans sermayesinin faaliyet alanı yani bankacılık sistemi devletin şemsiyesi altına girdi; tokmak holding patronlarında, davul da devletin boynunda ve Ecevit de, başbakan…
Sistemde holding bankacılığının ektin olduğu dikkate alınırsa, holding / devlet ilişkisi ve holdinglerin de ne konumda olduğu böylece daha net olarak açıklığa kavuşuyor. Devlet, geçen ocak ayma kadar sadece tasarruf mevduatına uygulanan garantinin kapsamı, tüm nazım hesapları ve fondaki bankaların yurtdışından yapılan borçlanmaları kapsayacak şekilde genişletti.
Yani holding bankalarının pasifteki, mevduat sahibine, fondaki bankaların yurtdışındaki alacaklıya ve nazım hesaplarında kullandırdığı teminat mektubu ile taahhütlere devlet kefil oluyor, varlıkları da sermayedara kalıyor. Aslında bilançonun pasifine yani bankanın yükümlülüklerine kefil olan devlet, aktifini varlıklarını da alarak kontrol etse sorun bitmiş olacak, ama pasifi veren aktifi vermiyor.
Türkiye Bankalar Birliği’nin 2000 yılı eylül dönemi verilerine göre, döviz (tüm mevduatın tasarruf mevduatı olması varsayımı) ve Türk Lirası tasarruf mevduatının toplamı 66 milyar 216 milyon dolar olup buna 162 milyar 400 milyon dolarlık nazım hesaplan da eklendiğinde, sistemin 228 milyar 616 milyon dolarına devlet kefil oluyor. Buna göre, nazım hesaplar dahil sistemin büyüklüğü 306 milyar 488 milyon dolar olup, bunun yüzde 74,6’sı devlet güvence-sindedir. Bunun da adı, bankacılık oluyor.
İşte devlet bankalarını görüp, holding bankalarının bu durumunu görmeyenler, sorunu perdeleyip, kamu bankalarının tasfiyesini sorunun ana kaynağı olarak gösteriyorlar; peki, holdinglerin devletleştirilen bankaları ne olacak? O zaman önce bu bankalar, özelleştirilsin! Ne komik değil mi? Gündemde özel bankaların özelleştirilmesi var.

“DEVLET BANKALARI 30 HOLDİNGE ESİR”
Holding bankalarının özelleştirilmesi gereği gündemdeyken, devlet bankaları üzerinde durarak sorun yine vurguncu iktisatçılar tarafından perdeleniyor. Devlet bankası kaynaklarının özel bankalara ve firmalara ‘peşkeş’ çekilmesi, iktidar olmanın politikası olarak sunuluyor.
Profesyonel bankacı İsmet Alver, devlet bankalarının hortumlanması ve hortumlatılmasının, sistemin bütünlüğü içinde yapıldığına dikkat çekti. Alver, 37 yıllık bankacı. Ziraat Bankası’nda Zirai Krediler Müdürlüğü ile Genel Müdür Yardımcılığı, Halk Bankası ve Vakıflar Bankası Genel Müdürlüğü yapan Alver, holding devlet bankası ilişkisini şöyle özetledi: “Uzun yıllar kamu bankalarında yöneticilik yapmış biri olarak söylüyorum, kamu bankalarının aktifleri 30 kurum ve grup tarafından işgal edilmiştir. 30 gruba verdikleri paranın tamamını değil, yüzde 20’sini azaltın deseniz, azaltamazlar. Bu gruplar, bu bankaların temin ettikleri paraları ödeme endişesi taşımıyorlar. Bu endişeyi banka yönetimleri taşıyor.” (Dünya, 14 Eylül 2000)
Vakıf Bank ile Emlak Bankası’nın eski genel müdürlerinin, geçen yılın kasım ayına kadar el konulan bankalarla ilgili yaptıkları değerlendirmede, şu ifadeler yer aldı: “El konulan (27 Ekim’de Etibank ve Bank Kapital’e el konulmuştu) bankaların sahipleri devlet bankalarından verilen kredilerle desteklendi. Kamu bankaları siyasilerin isteği doğrultusunda belirli gruplar üzerinde yoğunlaştı. Bunlar zaten yıllardan beri Yüksek Denetleme Kurulu raporlarında yer aldı. Bu grupların bir kısmı bu batan bankaların sahipleri olmuştur. Bunlar yıllardır süren olaylardır.” (Dünya, 1 Kasım 2000)
Bugün devlet bankalarıyla ilgili olarak ifade edilenler, bu tespitlerle hiç de uyumlu değil.
Demek ki, sanayi, ticaret ve finans sermayesine yatırım yapan çok az sayıdaki grup, aynı zamanda devlet bankalarının da batakçıları, ama sistemin işleyişiyle bu gerçek perdeleniyor. Devlet bankalarının özelleştirilmesine, bu grupların da karşı çıktığını düşünmek hiç de hayal değil.

TEKELCİ ‘TALAN’
Sistem, para ve döviz piyasalarında spekülatif sermayenin daha da etkinleşmesine yönelik politikaları izlerken, sanayide tekelci piyasa yapısıyla reel sektöre de ”buranın ağası sensin, istediğin fiyata sat” imkanı yaratmıştır. Burada reel sektör, tümden sektördeki sermayedarlar “ağa” olarak nitelendirilmemiş, kendi alanında etkin olanların bu ortamda kalıcı olmaları sağlanmıştır. Böylece mevcut sistem, reel ve mali sektörün kendi bütünlüğü içinde var olmasını desteklemiştir.
İmalat sanayisinin alt sektörlerinde tekelci piyasanın etkin olmasına karşın, piyasada ‘rekabeti’ sağlamakla görevli olan Rekabet Kurumu da bir şey yapamamaktadır. Kurum başkanının, bu duruma dikkat çeken bazı açıklamaları, sadece nutuk olarak kalmıştır. Ki, piyasanın tekelci olması ve fiyatın da talebe karşı elastik olmaması, enflasyonun niye bu kadar devam ettiğini açıklığa kavuşturmaktadır. Fiyatı belirlemede tekelin söz sahibi olması, enflasyonun niye çeyrek asırdır sürdüğünü açıklığa kavuşturmaktadır.
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün en son yaptığı “İmalat Sanayisinde Yoğunlaşma-1997” araştırmasına göre, 123 alt sektörün yüzde 58’inde (yani 71 tanesinde) yüksek derecede (yani pazar payı yüzde 50’nin üzerinde) yoğunlaşmanın yani tekelleşmenin (4 firmanın pazar payı itibariyle) olduğu tespit edildi. 123 sektörün 18’inde yüzde 30’un altında kalan (rekabet yoğun) yoğunlaşma oranı, 34’ünde yüzde 30–50 (orta derece; rekabet var gibi); 27’sinde yüzde 50–70 (yüksek derecede; rekabetin adı var) ve 44’ünde de yüzde 70–100 (çok yüksek derecede; rekabet yok gibi) arasında değişiyor.
Enflasyonun çeyrek asırlık tarihi tartışılırken, bu durumun da dikkate alınması gerekiyor. Çünkü tekel, fiyatı artırarak, üretimi düşürerek kârlılığını koruma imkânına sahiptir.
Devletin kefilliğinde var oları holding bankacılığı ve sanayideki tekelleşme, sistemin karakterini ortaya koyuyor.
Tekelleşmenin böylesine etkin olduğu günümüzde, enflasyonu talebi kısarak düşürmeden ne gibi sonucun alındığını yaşıyoruz. Sanayinin en önemli sorununun talep yetersizliği olarak tespit edilmesi, öne sürülen iddiaları tuzla buz ediyor.
Üretimde maliyetlerin azaltılması gündeme geldiğinde, ilk dikkate alınan kalemi işçi ücreti ve maliyeti oluşturuyor. Bu klasikleşen bir sermayedar tavrı. Hatta gündemde olan iş güvencesiyle ilgili yasa tasarısının varlığı, sanayiyi yok edebilecek bir eğilim olarak değerlendiren sermayedarlar ve meslek kuruluşları, MHP eskisi bugünün ANAP’lısı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan’ı sanayi düşmanı olarak ilan etti.
Bugünün ekonomik verileri, işçilik unsurlarının sürekli olarak birinci öncelikli hedef gösterilmesini yalanlıyor. Bu aynı zamanda, ekonomik krizin kaynağının nasıl perdelendiğini ortaya koyuyor.
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün sanayide kapasiteyi tam olarak kullanamama nedenleriyle ilgili yaptığı araştırmaya göre, sanayinin tam kapasiteyle üretim yapamamasının en büyük nedeni, talep yetersizliğidir. 1995 yılının 1’inci çeyreğinde yüzde 52,5 olan talep yetersizliğinin payı, 1997’nin 1’inci çeyreğinde yüzde 62,2’ye, 1998’in 4’üncü çeyreğinde yüzde 66,8’e,1999’un 3’üncü çeyreğinde yüzde 64,8’e ve 2000’in 4’üncü çeyreğinde 75,7’ye yükseldi. Talep yetersizliğinde iç talep yetersizliğinin payı, dış talebe göre yaklaşık 3,2 misli daha büyük. Talep yetersizliğini, hammadde yetersizliği, finansman ve işçilikten kaynaklanan sorunlar izliyor. Enerji de en geride kalan sorun. İşçi sorunlarının payının bu denli küçüklüğüne rağmen, yalana devam ediliyor. (Bkz. TABLO 5)
Sanayide tekelleşme ve talep yetersizliği nedeniyle kapasiteyi kullanamama, krizin karakterini de netleştiriyor.

BÜYÜK SORUN TALEP YETERSİZLİĞİ – Tablo-5
(Kapasite kullanamama nedenleri: yüzde)
Talep         Hammadde     İşçi         Mali         Enerji
Yetersizliği    Yetersizliği    Sorunları    Sorunlar    Sorunları    Diğer
1995/1     72,0        7,4        2,5        5,2        –        12,9
1996/1     62,8        4,8        2,1        3,6        –        26,7
1997/1     62,2        5,8        3,1        6,0        1,1        21,6
1997/4     67,1        6,8        3,8        5,5        1,6        15,1
1998/1     57,8        5,7        3,5        4,0        1,3        27,9
1998/4     66,8        4,0        3,2        4,4        1,0        20,6
1999/1     76,4        4,1        2,7        2,5        0,5        13,7
1999/4     62,9        4,9        2,8        6,8        1,1        21,4
2000/1     58,4        12,5        1,7        5,1        0,5        21,8
2000/4        65,7        6,1        2,9        4,6        1,3        19,5
AÇIKLAMA: Yılın birinci ve dördüncü üçer aylık dönem itibariyle. Kaynak: DİE.

ANKARA’DA YOLSUZLUK İKTİDARI
Mali sektördeki holding bankacılığı ve sanayideki tekelleşme sistemde yolsuzluğu etkinleştirdi. Hatta bir nevi ekonomi politika olarak hayat buldu. Bu anlamda yolsuzluk, sistemle özdeşleşti.
Devlet bankaları kaynaklarını talan etmenin ekonomi politikasıdır, yolsuzluk. Batık bankalara verilen milyarlarca dolarlık mevduatın akıbetini sormamakla, görev zararı yaygarasıyla, yolsuzluk teşvik ediliyor.
Her politik ve kurmay heyet, yolsuzluğa karşı olduğunu iddia ederek, onu besledi.
Adli düzeyde araştırılanlardan hiçbir sonucun alınamaması da, lobinin gücünü gözler önüne seriyor. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bir yeğeni hayali ihracatçı, diğeri batık bankacı, ağabeyi… Maliye Bakanı Sümer Oral’ın kayınbiraderi naylon fatura mucidi Orhan Aslıtürk, Londra’da zevcesi Gülay Hanımla yaşıyor… Yine bir diğer bakan, sosyal maskeli Ecevit’in yardımcısı Hüsamettin Özkan’ın kayınvalidesi Egebank davası sanığı… Birbiri hakkında Yüce Divan’da yargılanmayı sağlayacak araştırma önergesi veren Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller, Meclis’te anlaşarak önergelerinin yalan olduğu kararına vararak birbirini akladı gibi…
36 yılını bürokrasinin çeşitli kademelerinde çalışarak geçiren Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanları Kurulu Başkanı Abdullah Arslan’ın anlatımları, yolsuzluğun, sistemin bir politikası olduğunu anlamayı sağlıyor (Anadolu Ajansı, 22 Ocak 2001; basın, 23 Ocak 2001). Sistemin ‘kamunun rant, teşvik, ihale ve kredi dağıtması’ üzerine kurulu olduğunu ve bunun da yolsuzluğu beslediğini açıklayan Arslan, gümrük idaresinin tamamen denetimsiz olduğunu söyledi. Siyasilerin ve bürokratların dokunulmazlığının da yolsuzlukları yaygınlaştırdığını iddia etti. Arslan, bankaların iş işten geçtikten sonra denetlendiğine dikkat çekti.
Türkiye Kalkınma Bankası eski genel müdürü Özal Baysal, Demirel-Erdal İnönü dönemindeki faaliyetinden bankayı 80,4 milyar liralık zarara uğrattığı gerekçesiyle verilen cezanın 1 milyon liracık ağır para olması (Hürriyet, 7 Temmuz 2000), sistem, lobi, Susurluk’un teşkilat boyutunu gözler önüne seriyor. Verilen cezanın ertelenmesi de, ayrı bir…
Etibank’ın özelleştirme ve devletleştirme süreci de, yolsuzluğun sistematik boyutunu ortaya koyuyor.
Etibank, 1997’de 180 milyon dolara satıldı. Ardından devletleştirildi.
Tekrar 150 milyon dolara Dinç Bilgin ve Cavit Çağlar’a yani Medya Holding ve Nergis Holding’e satıldı. Cavit Çağlar’ın İnterbank’ına 7 Ocak 1999’da el konulmasından önce, Çağlar, elindeki hisselerini Medya Holding’e sattı. Ne tesadüf!
Tarih, 27 Ekim 2000, Etibank tekrar devletleştirildi.
Etibank’ın ikinci kez özelleştirilmesi girişimi, sermayedar, politikacı ve bürokrat ilişkisinin somut bir ifadesidir. Çağlar, Etibank’ı almak istediğinde, İnterbank’ın durumu ‘kötü’ olduğunu gösteren raporu, bir süre sonra ‘iyidire’ dönüyor ve satış işlemi yapılıyor. Satışa imza atanlardan biri de Zekeriya Temizel. Diğer imzacılar da, Bülent Ecevit, Güneş Taner, Işın Çelebi, Yalım Erez ve Özelleştirme İdaresi Başkanı İsmail Hakkı Karakaya. (Hürriyet, 13 Kasım 2000; Milliyet, 14 ve 15 Kasım 2000; Yeni Şafak, 6 Kasım 2000).
Karakaya, satış işlemi tamamlandıktan sonra Etibank’a genel müdür oluyor (Milliyet, 30 Ekim 2000). Ve Güneş Taner de, Medya Holding Yönetim Kurulu Üyesi olur. Taner, Etibank’a el konulmadan kısa bir süre önce de bu görevinden istifa eder.
Bu da ne tesadüf ama?
Bankalar operasyonuyla, sivil bürokratların yanı sıra emekli paşaların da bankacı olduğunu öğrendik.
Etibank’ın bir yönetim kurulu üyesi de, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Emekli Oramiral Vural Bayazıt’tır; yurtdışına çıkış yasağı konulan görevlilerden. Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Muhuttin Fisunoğlu, Sümerbank Yönetim Kurulu Üyesi, o da yasaklı. Yine Eski MİT Müsteşarı ve Jandarma Genel Komutanı Emekli Orgeneral Teoman Koman da İnterbank Yönetim Kurul Üyesi, o da yasaklı.
Fisunoğlu, ne yaptığı hakkında, politik militerlik konusunda danışmanlık olduğunu ifade ederek, “Pişmanım” diyor (Milliyet, 25 Aralık 1999). Koman, Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu’na gidip ifade vermemişti, demek ki, bankada işleri yoğundu.
Askeri bürokrasiye haksızlık etmeyelim, siviller de bürokrasiden ayrılır ayrılmaz kapağı özel sektöre atıyor. 15 Mart’ta yönetimine el konulan İktisat Bankası Yönetim Kurulunun bir üyesi de, eski Hazine Müsteşar Yardımcısı Cüneyt Sel, yine eski Hazine Müsteşarı Mahfi Eğilmez de Garanti Bankası Yönetim Kurulu Üyesi. Eski Merkez Bankası Başkanı Rüştü Saraçoğlu da, Egebank Yönetim Kurulu Başkanı olduğu iddiasını yalanlıyor. Listeyi uzatmak mümkün. Özel sektörün kadro ihtiyacını dünün sivil ve asker bürokratlarından karşılıyor olmasının, belli bazı avantajları olsa gerek; sermayedar vurgunun kokusunu iyi alır!
İktisat Bankası’na el konmadan önce, 19 Şubat krizinin ertesinde Ankara’ya koşanlardan biri de İktisat Bankası sahibi Erol Aksoy’du. Yalnız değildi, yanında ekonominin bugünkü başarıya ulaşmasında katkısı olanlardan eski bakan Güneş Taner ve Turkcell’in ve Yapı Kredi’nin patronu Mehmet Emin Karamehmet vardı. Mesut Yılmazla görüşmelerinin nedeni Ecevit’le Sezer’i barıştırmak değildi, onların derdi başkaydı, ticaretti. Aksoy’un CİNE 5’inin Karamehmet’e satılmasının pazarlığı, Yılmaz’ın şahitliğinde yapıldı; ama olmadı. Böylece de İktisat Bankası gitti. (Evrensel, 27 Şubat 2001; Milliyet, 16 Mart 2001). Yılmaz ve ANAP’ı, Türkbank’ın Korkmaz Yiğit’e satımında da başbakan olarak hayli katkısı olmuştu, sonra Türkbank’a el kondu. Yiğit cezaevinde, Yılmaz da Başbakan Yardımcısı.

‘GÖREV ZARARI’ YAYGARASI
Bankacılık sektörü tartışılırken, gündeme getirilen sorunlardan bir tanesi de devlet bankalarının içinde bulunduğu mali durumdur. Devlet bankalarından sorumlu olarak bakan, başbakan, genel müdür ya da bir başka statüde yetkili olarak görev yapan politik ve bürokratik kadrolar tarafından, bankacılık faaliyeti özel çıkarlarının esas alınması gayesiyle yerine getirildiği için bu anlamda sorunların neler olduğu biliniyor.
İktisadi literatüre hortumlama olarak sunulan yöntem, bugünkü ekonomik ve politik sistemin bir hediyesidir.
Götür götürebildiğin kadar…
Halk, Vakıflar, Emlak ve Ziraat bankalarını hortumlayanlar ve hortumlatanlar, görev zararında tam bir cephe halinde saldırıyor.
Yine de çatlaklar var ki, bal tutan parmağını yalar misali yalamayanın verdiği enerjiyle, tüm özelleştirme ‘gayreti’ bir söylem olarak kalıyor.
Devlet bankalarının, hortumlanmanın yanı sıra gündeme getirilen bir sorunu da, mali bünyelerini sarsan görev zararıdır. Batık bankaların 15 milyar doları aşan maliyetini göz ardı ederek, devlet bankalarının 20 milyar civarında iddia edilen görev zararının sistemin baş sorunu olduğu hep gündeme getirilerken, hortumlama aklanıyor, yine tarımsal destekleme yapılan çiftçiler ya da SSK gibi kurumlar hedef alınıyor.
Sayıştay’ın 2000 Yılı Mali Raporu’na göre (sayfa 126), 1996’da 842 trilyon lira olan görev zararları toplamı, üç yıl sonrasında 1999’da tam 15,4 misti artarak 13 katrilyonu aştı. Bunun sonucu olarak görev zararının milli gelire oranı da yüzde 7’den yüzde 17’ye yükseldi.
Nasıl bir yöntem belirlenmiştir ki, üç yılda 15,4 misli artıyor?
Finansman sıkıntısı çeken bir devlet kurumunun ödemelerini ya da giderlerini Hazinenin karşılayamaması nedeniyle, Ziraat Bankası gibi devlet bankalarının bu finansman yükünü üstlenmesi, yani devlet bankasının bir başka kuruma borç vermesi ve bunun ödenememesi nedeniyle doğan zarardır, görev zararı.
İşte bu zarara, Sayıştay raporunda yazıldığı gibi piyasa rayicinin kat be kat üstünde faiz uygulanınca bu zarar da, yukarıdaki örnekte olduğu gibi üç yılda tam 15,4 misli artabiliyor. Böylece bu bankalar da daha kolaylıkla gündeme getirilip, hedef gösteriliyor.
Yine aynı raporda (sayfa 130–131), Ziraat Bankası’nın 1993 ve 1994 yıllarında üreticilere verdiği 315 milyon dolar (1997’de Hazine tarafından 712 milyon dolar yapılan ödemeye karşılık), 1999 yılında tam 11 milyar dolara ulaşmıştır. Bu gidiş sürerse, bu 1993’ün 315 milyon doları, 202’de tam 34 milyar dolara yükselecek.
Sonra da, para piyasasının goygoycu profesörlerinin sözcülüğünü yaptığı bu harekâtta, 1. Görev zararı büyüyen devlet bankası, 2. Görev zararın doğmasına neden olan hizmet ya da mal alımı (tarımsal destekleme gibi) hedef alınıyor.
Hatta 18 Aralık 2000 tarihli IMF’ye verilen mektubun 57’inci maddesinde, 2001 yılında görev zararı gecikme faizi, Hazine bonosu ve devlet tahvili faizinin Ziraat Bankası için 1,33 ve Halk Bankası için de 1,60 çarpı kadar olacaktır, taahhüdü yer alıyor. Bu şu anlama gelir, Halk Bankası görev zararı için uygulayacağı faiz oranı, piyasada bono ve tahvil için gerçekleşen faizden yüzde 60 daha fazla olacaktır; Ziraat Bankası için de yüzde 33 daha fazla.
İmza atan bakan olarak Recep Önal ve Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel, işte bu kadar, müflis tüccar konumdadır.
Görev zararı, devlet bankacılığının finans sermayesi lehine tasfiye edilmesinin bir kibar yöntemidir.

IMF İLE 174 MADDELİK KONTRAT
1999 Aralık ayından beri yürürlüğe konulan program nedeniyle, Uluslararası Para Fonu’na (IMF) tam beş tane mektup yazıldı. Mektuplarda selamlardan sonra, toplam 174 taahhüt maddesi kaleme alındı. Mektuplara, üretim, yatırım ve istihdam sözcük olarak dahi giremezken, bağlılıkları belirtir tarzda “istediklerinizi yapacağız” ifadesi etkin kılındı.
Mektuplarda, partilere ve hatta partililere bile açıklanmayan taahhütler verildi, iki imzayla. Yürütmenin kendi uygulamalarının dışında, yasamanın da bu taahhütlere uygun bir çalışma programını hayata geçireceği vaadinde bulunuldu. Gereği de yapıldı.
Mektupta belirtildiği üzere, enerjide özelleştirmeyi yaygınlaştırmak amacıyla çıkarılan kanunla, öyle bir sistem kurulacak ki, devlet elektriği 10 cent’e alıp, 4,5–5 cent’e satacak (Dünya, 10 Mart 2001).
İmzacılar: Devlet Bakanı Recep Önal ve Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel. Erçel istifa etti, öbürü de hâlâ bakan.

ANKARA ÇIKARTMASI
Rant ekonomisinin etkinliği nedeniyle sorunlarını Ankara’ya iletmekte başarısız olduğuna karar veren reel sektör sermayedarları, çareyi bir zirvede aradı. Ve istenilen de gerçekleşti.
8 Şubat’ta zirve yapıldı. Zirvede, reel sektör yalnız bırakılmadı, finans sektörü sermayedarların temsilcileri de yer aldı. Böylece reel ve mali sektör sermayedarlarının temsilcileri, politik ve bürokratik heyetle bir araya geldi. Daha sonra seramikçiler de benzer bir şekilde Ankara’ya çıkartma yaptı. Diğer sektörlerde de benzer hazırlıkların olduğu bir sırada, Ankara’da olan oldu, ekonomik program ‘daha fazla titremeye tahammül edemedi’, bir günde çöktü.
Ecevit’in dediği gibi, ne istikrarlı ve güçlü ekonomi(ymiş)!
Zirveye, reel sektörü temsilen; bilinen ismiyle patronlar kulübü TÜSİAD, sanayi ve tüccarların TOBB’u, esnaf ve sanatkarların TESK’i , ihracatçıların TİM’i ve İTHİB’i, çiftçilerin TZOB’u, tekstilcilerin TİS’i, tüm sektörlerin TİSK’i, denizcilerin DTO’su gibi çatı örgütlerin yanı sıra, Kayseri Sanayi Odası Başkanı, Ankara Sanayi Odası Başkanı gibi bazı odalardan ve kuruluşlardan da katılan oldu. Zirve katılımcıları, kendi sektörleri hakkında bilgi verirken, ürkütücü boyutta iflasların yaşandığına ve bankalara kredi borçlarını ödeyemediklerine dikkat çekti.
Ama bünyesinde 300 bin üyesi olan İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım davet edilmedi. Hem TOBB seçimlerinde Başkan Fuat Miras’a karşı aday olduğu ve hem de Ecevit’i eleştirdiği için Yıldırım, toplantıya katılma hakkına sahip olamadı. Bu da, reel sektörün kendi iç çelişkisinin bir sonucu olarak gerçekleşti. Yıldırım da, bu yönde açıklamalarda bulundu, zirveyi şöyle değerlendirdi: “Türk ekonomisi katledildi, cenazesine cemaat aranıyor.” (Dünya, 9 Şubat 2001)
Yıldırım hatta bazen eleştiri dozunu hayli artırdı: “IMF’nin her dediği yapılıyor. Hükümet, bizim uyarılarımızı dikkate almıyor… Yapısal sorunlar göz ardı ediliyor. İhracatı ve üretimi göz ardı etmeye kimsenin hakkı yoktur.” (Dünya, 2 ve 5 Şubat 2001) MÜSİAD Başkanı Ali
Bayramoğlu da, “Adı zirve, inşallah zırva” olmaz diye açıklamada bulundu. Bayramoğlu, kaynakların reel sektörde kullanılmasını isteyerek, Ankara’nın gücünün azaltılmasına dikkat çekti (Dünya, 9 ve 2 Şubat 2001).
Zirvede, finans sermayesini temsilen tüm bankaların üyesi olduğu Türkiye Bankalar Birliği Başkanı ile İş Bankası, Akbank, Garanti Bankası, Yapı Kredi Bankası, Koçbank ve bazı devlet bankalarının genel müdürleri katıldı.
Sektörel raporların yanı sıra, bankalar-reel sektör arasında yaşanılan sorunlar üzerinde durulduğu açıklandı. Hatta Ankara’da resmi kurmay heyeti olmadan da bu tip zirvelerin yapılmasının önemine değinildi.
Ecevit de, 11 gün sonrasını yalanlar bir şekilde zirveyi, “İş dünyasının programa desteği tam” olarak değerlendirdi.
Ankara’ya böylesi bir zirve çıkartmasının ardından, Ecevit’in de gayretiyle fitili ateşlenen krizle birlikte bankaların, yüzde 40–50 faizle verdiği kredi faizi oranını yüzde 2000’lere yükselttiğini tebliğ etmesi, önümüzdeki dönemde reel ve mali sektör çelişkisinin mahkemelere ve değişik ilişki ortamlarına taşınacağını gösteriyor.
Mevcut ekonomik ve politik sistem somutunda, bu, bir yönüyle kredi alanının ve bir yönüyle de kredi verenin batmasıdır!
Bizce sakıncası yoktur.

Mart-Nisan 2001

EK- 1
TELEKOM’DA ÖZELLEŞTİRME LOBİSİNİN ZAFERİ
Kâr eden ve özel olarak batırılması amaçlanan politikanın izlenmesi halinde zarar etmesi mümkün olan Telekom’un özelleştirilmesi, özelleştirme lobisi tarafından namus meseli haline getirildi. Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminden beri hep gündemde.
IMF’ye verilen kontrat içerikli mektuplarda da gündeme geldi, Telekom’un özelleştirilmesi.
22 Haziran 2000 tarihinde verilen mektubun 17’inci maddesinde, Telekom’un yüzde 20’sinin özelleştirilmesiyle ilgili plan açıklandı. Daha sonra ne olduysa başını Özelleştirme İdaresi’nin çektiği lobi, bunun böyle satışının mümkün olamayacağına yönelik bir propagandaya başladı. Lobinin istediği gibi satış olmadı. Tartışmalar, oranın küçük olması ve talebin olmaması üzerine, 18 Aralık 2000 tarihli mektubun 35’inci maddesinde, yine gündeme getirildi. Oran yüzde 33,5’e çıkarıldı ve blok alış yapana da yönetimde söz hakkı vermeyi (yüzde 51) öngören bir hileli oyun da hazırlandı. Yine, planlanan gerçekleşmedi. Yüzde 33,5’ini satıp, yönetimde yüzde 51 paya sahip olmasının mümkün olmayacağı gerekçesiyle, özelleştirilecek miktarın daha arttırılması öneriliyor. Hatta utanmadan, Prof. Dr. Asaf Savaş Akat gibiler de (NTV programı, 14 Mart 2001, saat: 19.00) alacak olana devletin üstüne 2–3 milyar dolar gibi para vermesini de ileri sürdü.
Lobi, baştan beri daha fazla payın satılmasını önerdi; bugün, o noktaya gelindi.

EK- 2
“HÜKÜMET, FİNANSI DİNLİYOR”
Bankalar somutunda finans sermayesine yönelik eleştiriler pek sık olmasa da gündeme geliyor. Türkiye Tekstil Sanayi İşverenleri Sendikası Başkanı Halit Narin, bugüne yönelik yaptığı değerlendirmede, esas sorumlunun finans sektörü olduğunu iddia etti {Kanal 7, akşam ana haberi, 21 Şubat 2001).
IMF’nin kararlarında üretimin, reel sektörün olmadığına dikkat çeken Narin, şöyle devam etti: “Hükümet, finansı dinliyor. Bu ekonomik modelde kazanan üç kesim vardır: 1) Kayıt-dışı faaliyet gösterenler (ki bunların ekonomideki büyüklüğü, kayıtlının 3’te 1’i kadardır); 2) finansçılar, repocular ve 3) bizzat üretim yapmayanlar. Bu üç kesim dışındakiler bence kaybediyor. Artık politikalarda para ile oynanmasın, üretimle ilgilenilsin.”
12 Eylül sonrasında zafer kazanmış bir ‘komutan’ edasıyla, 1960–1980 dönemini dikkate alarak, “20 yıl biz ağladık, onlar güldü; artık, onlar ağlayacak, biz güleceğiz” diyen Narin, bu sefer de emek-sermaye çelişkisiyle ilgili olmayıp, bizzat sermayenin kendi içindeki çelişkiye yönelik değerlendirmede bulunuyor.

EK- 3
“BANKALAR TEFECİLİK YAPİYOR”
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Fuat Miras, finans / hükümet ilişkisi ötesinde, bankacıların faaliyetini değerlendirdi, yapılanın tefecilik olduğuna işaret etti. 27 Kasım’da 14 ay vadeli tahvil ihalesinde yüzde 41,90 olan bileşik faiz oranı, 5 Ocak’taki 6 ay vadeli bono ihalesinde yüzde 67,47’ye zıpladı. Bu seviye daha sonraki dönemde korundu.
19 Şubat’taki ‘post-modern kriz’ ertesinde 21 Şubat’taki 1 aylık bono ihalesinde faizin yüzde 144,23’e yükselmesini yorumlayan Miras, enflasyon lobisinin bir operasyonuna dikkat çekti: “Gelişigüzel bankacılık var ve bizim bankacılığın tefecilikten farkı yok. Faizleri onlar yükseltti. Enflasyon lobisi kazandı, biz kaybettik. Hâlâ devlet bankalarının üzerine kara bulutlar gibi çöken özel bankalar, gecelik faizleri katladığı sürece Türkiye’de bankacılık yaşayamaz. Sektörde vizyon yapılması lazım. Bankacı olanların sistemde kalması lazım. Mevduat topluyorlar. Kendi şirketlerine kredi veriyorlar, diğer şirketleri ise öldürmeye çalışıyorlar. Türkiye bu sistemi düzeltmezse daha çok ‘Kara Çarşambalar’ yaşar, bundan da hiç kimse kurtulamaz.” (Star, 8 Mart 2001)

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑