‘Küreselleşme’nin ve AB’nin ‘solcu’ pazarlamacıları

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğiyle ilgili tartışmaların, emperyalist burjuvazinin yöneticiliğindeki uluslararası toplantılarda, devlet temsilcileri düzeyinde sürmekle sınırlı kalmadığı, “sol”cu, ilerici ve devrimci çevrelerde de kısa sayılamayacak bir süreden beri bu konunun tartışıldığı, uluslararası ve ülkedeki gelişmelerle ve politik sorunlarla ilgili hemen herkesin bilgisi dâhilindedir. Türkiye işbirlikçi burjuvazisinin bu sorunu emperyalistler arası ilişki ve çelişkiler kapsamında, gerici hedefler güderek ele aldığını, emek basını ve devrimci sınıf partisi birçok kez ortaya koydu. “Solcu” ve sosyalist olma iddiasındaki birçok reformist ve liberal yazar ve aydının görüşleri de çeşitli yanlarıyla devrimci basınımızda deşifre edildi. Ancak bir kısmı ÖDP ve HADEP etrafında kümelenmiş, diğer bazılarıysa gazete ve dergilerde “bağımsız yazar” sıfatıyla “kurum satan” bu liberal-reformist çevreler, emekçi halk kitlelerini ve özellikle de uyanış içindeki genç kuşaklan, burjuvazi ve emperyalizm yararına olacağı baştan belli bir yönelişe çekmek için, zehir saçmaya devam ediyorlar.
“Birikim”, “Bir Adım”, “Yeni Özgür Halk” gibi dergilerde ve günlük gazetelerin köşelerinde Avrupa Birliği’ne girmenin önemini ve “küreselleşme”yi “doğru anlama ve buna uygun politikalar geliştirme” üzerine yazılar döşenen liberal reformist yazarların, emperyalist kapitalizme atfettikleri “ilerici” özellikler, daha önce başlıca Avrupa revizyonist partilerinin şefleri tarafından dile getirilmiş, Marksistler tarafından da çürütülmüştü. Ancak, bu burjuva reformist ve liberal görüşler, “küreselleşme” ve AB üyeliği tartışmaları kapsamında yeniden “piyasa”ya sürülüyor. Emperyalist uluslararası kuruluşlar, bloklar ve ‘birlik’ler içinde yer almaya karşı çıkarak, işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen halkların burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelesini savunanlar, bu yazarlar tarafından “ulusal formlar içinde kalmak”, “milliyetçi ideolojik çizgiyi savunmak” ve enternasyonalist olmamakla suçlanmaktadırlar. Bu durum, bunlar tarafından ileri sürülen ve her fırsatta yinelenen reformist liberal görüşlerin daha bir süre, yeniden ve değişik yanlarıyla ele alınmasını zorunlu kılmaktadır.

KAPİTALİST ULUSLARARASILAŞMA VE “KÜRESELLEŞME” ÜZERİNE LİBERAL VAAZLAR
Devrimci ve sosyalist olma iddiasındaki reformist parti ve grupların, bir bölümü gazete ve dergi yazarlığı da yapan sözcülerinin konuya ilişkin en önemli iddiası: sermayenin uluslararası hareketinin dünyayı “global bir köy”e dönüştürdüğü, emperyalist kapitalizmin yapısında, onu “post-kapitalizm” ve “bilgi toplumu” olarak anacak kadar ciddi değişikliklerin olduğu; Marksistler tarafından daha önce kapitalizme ve kapitalist emperyalizme ilişkin olarak açıklanmış görüşlerin bu yeni durumu açıklamakta yetersiz kaldığı, yeni bir teoriye gereksinim doğduğu vb. biçimindedir. Son 20–30 yılda hızlanan merkezileşme ve yoğunlaşmayı daha önce örneği görülmemiş yeni bir olgusal gelişme sayan bu yazarlar, AB gibi oluşumları da “küreselleşme”nin kaçınılmaz unsurlarından biri saymakta ve bu oluşumlar içinde yer almayı zorunlu görmektedirler.
Bu reformist liberal vaazları daha iyi sergilemek bakımından tekelleşme sürecinin ve tekellerin uluslararası hareketinin kısa bir özeti yararlı olacaktır.
Kapitalist gelişmenin doğrultusunu, bundan 150 yıl önce, 1848’de Marx ve Engels, kapitalist ekonomi ilişkilerini ve kapitalist toplumu irdeleyerek gösterdiler ve Komünist Manifesto’da şöyle yazdılar:
“Burjuvazi, dünya pazarlarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimlerini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ her gün yok ediliyor. Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor. Yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. Üstelik yalnız maddi üretimde değil manevi üretimde de bu böyle. Ayrı ayrı ulusların manevi ürünleri ortak mülk oluyor. Ulusal tek yanlılık ve sınırlılık artık mümkün değil, pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı oluşmakta.” (Komünist Parti Manifestosu, Evrensel Basım Yayın, sf. 50–51)
Üretim araçlarında, üretim ilişkileri ve toplumsal ilişkilerde “sürekli devrim yapmaksızın” burjuvazi var olamaz diyordu, Marx ve Engels. Üretimdeki değişim ve gelişim tüm toplumsal sınıfların durumlarında sarsıntılara, değişmeye, toplumun ara tabakalarının burjuvazi ve proletaryaya doğru hareketlenmesine, dağılıp bu sınıflara katılmalarına neden olmaktadır. “Tüm yerleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte çözülüp dağılmakta, yeni oluşanlarsa daha kemikleşmeden eskimektedir.”
“Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacım karşılamak için burjuvazi, yer yuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağıntılar kurması gerekiyor. ” (age. sf 50) (abç)
Kapitalizmin gelişme yönünü bu biçimde ortaya koyarlarken, Marx ve Engels, o günün verilerini ve gelişme doğrultusunun işaret ettiği olguları değerlendirerek, üretim araçlarındaki gelişme ve bilimsel buluşlarla birlikte iletişim ve ulaştırma araçlarında da değişim ve gelişmenin kaçınılmaz olacağını söylüyorlardı.
“Üretim araçlarını hızla geliştiren, ulaşım ve iletişimde muazzam atılımlar gerçekleştiren burjuvazi, en barbar ulusları bile uygarlığın içine çeker… Bütün ulusları, yok olma pahasına da olsa, burjuva (kapitalist) üretim tarzını benimsemeye ve burjuva olmaya zorlar. Kısacası burjuvazi kendi imajına göre bir dünya yaratır… Bu süreçte nüfus kentlere yığılır, üretim araçlarının mülkiyeti de az sayıda kişinin elinde toplanır. Burjuva toplumu bir süre sonra, kendi yaratmış olduğu devasa üretim ve değişim olanaklarını kontrol edemeyen bir büyücüye benzemeye başlar. Tarihte ilk kez üretim (arz) fazlasından kaynaklanan krizler doğar.” (Marx-Engels)
Tekellerin kapitalist rekabet sonucu ortaya çıktığını, Engels 1870’li yıllarda ele alarak ve sonra Lenin, yirminci yüzyılın başlarında etraflı biçimde irdeleyerek, ortaya koydular.
Bugün, had bilmez bir ukalalıkla, Marksist teorinin günümüz sorunlarını açıklamakta yetersiz kaldığı fetvası çıkaran reformist burjuva şarlatanları, sermaye hareketinin yol açtığı değişikliklerin, yüz elli yıl önce, olgulardan hareketle ve iktisadi gelişmenin yönüne bakılarak işaret edilen doğrultuda olduğunu göremeyecek kadar “bön” olmalıdırlar!
Kapitalizmin tekelci evresiyle birlikte, fabrika üretimini birçok ülkede birden gerçekleştiren ve hammaddeyi dünyanın en ücra köşelerinden sağlayarak, taşıma giderlerini de en aza indirecek biçimde ulaşımda sağlanan gelişmelerden yararlanan tekelci burjuvazi, dünya hâkimiyetini süreç içinde daha da güçlendirmiştir.
Tekelci kapitalizmin, başka özelliklerinin yanı sıra sermaye ihracıyla karakterize olması, sermaye ihracının meta ihracını kendisine tabi kılarak bütün dünya topraklarında emperyalist hâkimiyetin koşullarını yaratması, daha yüzyılın başında gerçekleşmiş, dünya pazarlarının yeniden paylaşımı gündeme girmiştir. Lenin, daha 20. yüzyılın başlarında uluslararası tekelci kapitalist birliklerin kurulduğuna, banka ve sanayi sermayesinin birleşerek mali sermaye ve mali oligarşiyi oluşturduğuna, dünya pazarlarının emperyalistler tarafından paylaşımının tamamlandığı ve yeni paylaşım taleplerinin ortaya çıktığına işaret ediyordu:
“Yoğunlaşma öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık her ülkedeki, hatta birçok ülkedeki, hatta hatta bütün dünyadaki bütün hammadde kaynaklarının yaklaşık bir dökümünü yapmak olanaklı olmaktadır. Yalnızca bu döküm yapılmakla kalmıyor, aynı zamanda bütün bu kaynaklar, dev tekel grupları tarafından ele geçiriliyor. Bu grupların sözleşmeleriyle bölüştükleri pazarların emme kapasitesi de, yaklaşık olarak tahmin edilebilmektedir… Emperyalist aşamasında kapitalizm, üretimin tam toplumsallaşmasına doğru gitmektedir; iradelerine ve bilinçlerine aykırı olarak, kapitalistleri, tam rekabet özgürlüğünden tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklemektedir.” (Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları sf. 31–32)
Kapitalizmin tekelci evresinde banka ve sanayi sermayesinin kaynaşarak mali sermayeyi oluşturması ve sermaye ihracının belirleyici bir özellik kazanmasıyla hızlanan gelişme sonucu, mali sermayenin uluslararası egemenliği gerçekleşti. Serbest rekabet, yerini tekelci egemenlik ve tekelci rekabete bırakırken, mali sermaye her yere tekelci egemenliğini götürdü ve tek tek ülkelerin ekonomileri bir tek dünya ekonomisi zincirinin halkaları haline geldiler. Kapitalizmin yükseliş döneminde yeni toprak parçalarının pazarlara dâhil edilmesi, hammadde kaynaklarının ele geçirilmesini sağlamanın yanı sıra, mamul madde ihracı ve sermaye yatırımları için yeni olanaklar da yaratıyordu. Dünya pazarlarının mali sermaye egemenliği altında paylaşılmasının tamamlanması ve yeni paylaşım talepleriyle yeniden paylaşımların gündeme gelmesi, pazar kavgasını keskinleştirdi. Emperyalist tekellerin ve büyük emperyalist devletlerin egemenliği koşullarında ucuz işgücü ve zengin hammadde alanlarına yönelik rekabet daha da kızıştı. Dünyanın hammadde, ucuz işgücü ve topraklar bakımından emperyalist büyük devletler ve tekeller tarafından paylaşılması, kapitalizmin emperyalizm aşamasında tamamlanmakla birlikte, kapitalizmin temel yasası olan eşitsiz gelişme sonucu, ileri çıkan emperyalist ülke ve tekelci gruplar çeşitli biçimlerde ve güçlerine bağlı olarak hâkimiyet mücadelesini sürdürdüler. Bu gelişme diğer yandan, dünyanın nüfus ve toprak olarak büyük çoğunluğunu oluşturan geri ve bağımlı ülkelerin emperyalizm tarafından sömürge/yarı-sömürge bağımlılığı içine alınmasına ve emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişkinin belirgin bir biçimde keskinleşmesine yol açtı.
Bu süreç bugün, çelişkilerin daha da keskinleşmesi üzerinden devam ediyor. Mali sermaye ve uluslararası tekellerin egemenliği bugün daha fazla güç kazanmıştır. Dünya nüfusunun % 80’ini oluşturan bağımlı ve geri ülke halkları birkaç büyük emperyalist devlet tarafından sömürge/yarı-sömürge bağımlılığı içine alınmışlardır. Bağımlı ve ezilen halkların emperyalist ülkelere ve uluslararası tekellere borçları 2,5 trilyon dolara yükselmiştir. Dünya borsalarında ve piyasalarında dolaşan 2 trilyon dolarlık spekülatif sermaye, emekçi sınıfların ve bağımlı halkların sömürülmesi üzerinden şirketlerin, işletmelerin ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesinde aktif rol oynamakta; istenmeyen hükümetlerin ve devlet yöneticilerinin devrilip, daha iyi uşaklık yapabilecekleri düşünülenlerin işbaşına getirilmesinde bu “oynak sermaye” etkin bir işlev görmektedir.
1,2 milyar insanın yoksulluk sınırında yaşaması, 200 milyon kişinin çalışacak bir işlerinin bulunmaması, buna karşın 250 milyon çocuğun, yaşlarına uygun düşmeyen işlerde ve kötü koşullarda çalışmaya zorlanması, dünya nüfusunun % 45’inin (2,5 milyar kişi) geliri kadar bir gelire, dünyanın en zengin 358 kişisinin sahip bulunması, en ileri ve güçlü kapitalist ülke olan ABD’de 30 milyon insanın barınma koşullarından yoksun bulunması, Afrika’da açlık sonucu toplu ölümlerin devam etmesi, “küreselleşme”nin anlamı hakkında asgari de olsa bir fikir vermektedir. Bu gelişme diğer yandan az sayıdaki büyük emperyalist ülke ile bağımlı ve geri ülkeler arasındaki eşitsizlik ve uçurumun büyümesine yol açmıştır. Emperyalist ülkeler ve büyük tekeller arası pazar paylaşımı kavgasının yükünü emekçi sınıflarla ezilen halklar çekiyor. Bağımlı ve geri ülkelerin ekonomileri emperyalist ve uluslararası tekellerin hegemonyası altındadır. Sanayi ve tarım alanındaki emperyalist yağma artmış, mali, kültürel ve askeri bağımlılık ileri boyutlar kazanmış, biçimsel siyasal bağımsızlık daha da biçimsel hale gelmiştir. İşbirlikçi burjuvazinin emperyalizm ve uluslararası sermayeyle ilişkileri daha da gelişmiş, bağımlı ülkelerin, içerde halk kitlelerine karşı azgın saldırıların aracı olan burjuva devleti, emperyalizmle ilişkinin sürdürülmesinin etkili bir aracına dönüşmüştür. Teknolojik gelişme ve uygulamadan yararlananlar esas olarak emperyalist ülkelerdir ve bunlar, bu teknolojik gelişmeyi, bağımlı ülke halklarını daha fazla sömürmek için kullanıyorlar. Dünya topraklan büyük emperyalist ülkelerle sayıları 40 bin civarında olan uluslararası büyük tekelin denetimi altındadır. Bütün dünyadaki zenginliğin yalnızca % 22’si dünya nüfusunun % 80’ini oluşturan geri ve bağımlı ülkelere ait iken, zenginliğin % 78’i nüfusun % 20’sini oluşturan emperyalist ülkelere aittir. Son elli yılda emperyalist ülkelerle bağımlı geri ülkeler arasındaki bu fark 30 kattan 82 kata yükselmiştir.
Mali sermaye ve uluslararası tekellerin egemenliği, kapitalizmin “ana ülkeleri”nde de işçi-emekçi kitlelerine ağır yükler bindiriyor. Avrupa kapitalizmi ve Avrupa “demokrasisi” hayranı yazarların “demokrasinin zirvesi” saydıkları bu ülkelerde zengin-yoksul uçurumu büyümeye ve işsiz sayısı önemli bir oran oluşturmaya devam ediyor. 1998 yılı itibariyle işsizler Almanya’da çalışabilir durumdaki nüfusun % 9,4’ünü; Fransa’da % 11,7’sini; İngiltere’de % 6,3’ünü ve İtalya’da % 12,3’ünü oluşturuyorlardı. İngiltere’de 1998–99 döneminde ülkenin en zengin % 20’sinin eline geçen yıllık gelir 50.000 sterlin iken, en yoksul % 20’nin eline geçen yalnızca 2.490 sterlin idi. ABD Tarım Bakanlığı verileri Amerika’da on milyon kişinin (% 9,7) açlık çektiğini, 26 milyon kişinin yetersiz beslendiğini, ortalama bir şirket yöneticisi ile bir işçi arasındaki ücret farkının 18 yıl içinde 42/1’den 419/1’e yükseldiğini göstermektedir.
Üretim ve sermayedeki yoğunlaşma bugün, yüzyılın başındaki durumla kıyaslandığında devasa bir boyut kazanmıştır. Gelişme, Marx ve Engels’ten sonra Lenin tarafından da işaret edilen doğrultuda olmuş; sermaye ihracı büyük boyutlar kazanmış, dünya toprakları mali sermayenin büyük pazarına dönüşmüş, sermaye ve üretim araçları az sayıdaki tekelci kapitalistin elinde birikmiş, aşırı üretim kaynaklı büyük bir sermaye fazlalığı ortaya çıkmıştır.
Bilimsel teknik alandaki gelişmeler jeolojik araştırmaların daha ileri düzeyde gerçekleştirilmesini olanaklı kılmış, petrol, doğalgaz, kömür, demir, altın, elmas kaynaklarının yerleri ve miktarları hakkında gerçek durumlarına yakın bilgiler elde edilmiştir. Bu gelişme, burjuvazinin bu alanlar ve kaynaklar üzerindeki hâkimiyetinin olanaklarını genişletmiş ve hâkimiyet mücadelesini keskinleştirmiştir. Pazarları paylaşma mücadelesinin bir biçimi ve sermaye yoğunlaşmasının sonuçlarından biri olarak tekellerin birleşmesi ya da büyüklerin küçükleri yutmaları yönündeki gelişme daha da hızlanmış, sermaye ihracı dev boyutlar kazanmıştır. Tekellerin birleşmesi, birbirlerini yutmaları, ya da aynı anlama gelmek üzere tekelci rekabet giderek kızışıyor. Son on yılda çok sayıda ve dünyanın en büyük tekellerinin, kendi faaliyet alanlarındaki pazar paylarını büyütmek, daha fazla kâr elde etmek, fiyatları ve üretimin miktar ve sınırını belirlemek, işgücünü daha ucuza kapatmak üzere yürüttükleri gerici çaba yoğunluk kazanmıştır. Dünyanın en büyük tekellerinden 189.058 milyar dolarlık sermayesi bulunan General Motors’un, Şubat-2000’de birleşerek 185 milyar dolarlık bir varlığa ulaşan Vodafone ve Mannesman şirketlerinin, Walmart Stores’in (166.809 milyar dolar), Exxon Mobil’in (163.881 milyar dolar), Ford Motor’un (162.558 milyar dolar) sermayeleri, Asya ve Afrika’nın birçok ülkesinin toplam ulusal gelirlerinden ve bütçelerinden daha büyüktür. Varlıkları toplamı yüz milyar doları aşan tekel “evlilikleri” ya da güçlü olanların daha az güçlüleri yutmalarıyla gerçekleşen birleşmeler sanayi ve bankacılık; bununla birlikte sigortacılık alanında devam ediyor. Bu birleşmeler sonucu binlerce işçi işsizliğe itiliyor ve hakları yok sayılıyor. Tekel birleşmeleriyle tekelci sermayenin etki alanı ve gücü büyüdükçe küçük ve orta boy işletmeler üzerindeki tekelci denetim güçleniyor ve küçük ve orta kapitalistlerin piyasadan silinmesi hız kazanıyor. ABD, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa başta olmak üzere büyük emperyalist ülkelerin dış yatırımlarında ve her biri bakımından diğer ülkelerdeki şirketleri yutmak için harcamaları artmıştır. En büyük yüz tekelin 1995 yılı itibariyle 1,5 trilyon dolar dış sermaye yatırımı gerçekleştirmesi ve ABD’nin yalnızca 1997’de 333 milyar dolar dış yatırım harcaması yapması bu doğrultudaki gelişmelerin boyutlarını göstermektedir. Az sayıdaki emperyalist büyük devlet ve 40 bin civarındaki uluslararası büyük tekel, faaliyetlerini dünya ölçeğinde yürütmekte ve dünya pazarlarını elinde tutmaktadır. Bu tekellerin 1990 itibariyle varlıkları toplamı 2 trilyon dolara yükselmiştir. Aradan geçen on yıl süresince bu varlıklarını ve hâkimiyetlerini daha da artırmışlardır.
Abartılarak farklı bir toplumsal sistem ve evre gibi ele alınan bugünkü gelişme ne bütünüyle yeni bir şeydir, ne de bir nitel sıçramaya denk düşmektedir. Bugünkü durum, yüzyılın başından bu yana devam eden kapitalist uluslararasılaşmanın ulaştığı ileri bir düzeyi göstermektedir ve bu süreç devam etmektedir. Sermaye ve üretimin muazzam yoğunlaşması ve az sayıdaki emperyalist ülkeyle uluslararası tekelin elinde merkezileşmesine, makinenin teknik yenilenmesi ve bilimsel teknik gelişmelerin üretim koşullarında değişikliğe yol açmasına, daha az sayıda işçiyle daha fazla üretimin, verimin ve artı-değer sömürüsünün (nispi ve mutlak) artmasına karşın, ilişkinin niteliği ve sınıfların konumları temel özellikleriyle değişmemiştir. Üretim araçlarının çeşitlenmesi, makinelerin verimi artırmak üzere teknik yönden yenilenmesi ve geliştirilmesi, bilgisayarın üretim sürecinde kullanılması, üretim birimlerinin yayılması, üretimin uluslararası özellik kazanması, işgücünün ve diğer girdilerin ucuz ve işçi örgütlenmesi ve mücadelesinin zayıf olduğu bölge ve ülkelere doğru genişlemesinde alınan yol, kuşkusuz bir değişimin göstergeleridir.
Üretim tekniğinde değişme, teknolojik buluşların üretimde kullanılması ve makinenin teknik yenilenmesi artı-değer sömürüsünde artışa yol açmasına, vasıfsızlaşmayı genelleştirmesine ve işçilerin bir bölümünü işsizlerin saflarına itmesine karşın, işçi sınıfının genel toplamında azalmaya değil, artışa yol açmıştır. Bilgisayar kullanımı ve internet iletişimini, dünya borsalarında oradan oraya dolanan aşırı üretim ve sermaye birikimi kaynaklı spekülatif sermaye hareketini, makinenin teknik donanımı sonucu daha az sayıda işçiyle işlerin yürütülmesini “bilgi toplumu” ya da “kapitalizm ötesi” yeni bir sistemin kanıtı sayanlar ve bu gelişmelerin sınıfların toplumsal konumlarını değiştirdiğini ileri sürenler, en hafif ifadeyle, saçmalıyorlar. Biliyoruz ki, toplumsal üretim toplumsal yaşamın başlıca koşuludur ve sermayenin genişleyen yeniden üretimi başka şeylerin yanı sıra, işçi sınıfı olmaksızın ve işgücü üretmeksizin, olanaklı değildir. Sanayi proletaryasının toplumsal rolünün zayıfladığı ve üretim sürecindeki yerini kaybettiğini söyleyenler, “bilgi toplumunun sanayi toplumunun yerini aldığı” üzerine vaaz verenler, emek-gücü olmaksızın toplumsal üretimin söz konusu olamayacağı gerçeğine göz yumuyorlar. Bilimsel teknik buluşların üretime uygulanması ve makinenin teknik yenilenmesi ve güçlendirilmesi işçi sınıfının toplumsal rolünü zayıflatmamış, ancak emek-gücü sömürüsünü artırmıştır. Bu gelişme sonucu, sanayi işçilerinin bazı ülkelerde sekiz saatlik işgününün bir saatini kendilerine ve geri kalan zamanı kapitaliste çalıştıkları saptanmış, ya da saptanabilir bir olgudur. İşçi sınıfının “bölümleri” arasında oynamalar olmuş, toplumsal gelişme bir yandan sanayi işçilerinin daha fazla çalışmasına ve sömürünün artışına yol açarken, diğer yandan artı-değer sömürüsünün gerçekleştiği iş alanları ve işkollarının genişlemesi ve çeşitlenmesini sağlamışta. Bütün bunlar, sınıfın varlığı, konumu ve toplumsal rolünde niteliksel bir değişimi değil, ancak toplumun sömürü ve baskı sisteminden kurtuluşu için onun tayin edici devrimci rolünü artırmıştır.
Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması işçi sınıfı ve emekçilerin yaşamının daha da kötüleşmesine yol açmakla kalmamış, küçük kapitalistlerin iflas fermanına da imza atmıştır. Bir yanda işçi ve emekçilerin yaşamındaki kötüleşme ve yoksullaşma, kırsal nüfusun proletaryanın saflarına doğru itilmesi, küçük üretici ve küçük ve orta boy işletmelerin artan iflası ve yok oluşu; diğer yanda tekellerin yüksek kârlarında görülen büyüme; bu ikisi, üretim tekniklerindeki değişimin sömüren-sömürülen ilişkisini yok etmediği, aksine buradan kaynaklanan sınıf çelişkisini daha da keskinleştirdiğini gösterdiği gibi, emperyalist kapitalizmin kendi yok oluşunu hazırlamaya, bunun toplumsal gücünü yaratmaya devam ettiğini göstermektedir. Burjuvazinin bin türlü yol ve araçla emek-sermaye çelişkisinin sistemi yıkıma sürüklemesini geciktirmeye çalışması boşuna değildir.
Emperyalizm ve uluslararası tekellerle ezilen halkların bir arada, aynı sistem içinde ve bu sistemin ürünleri olarak varlıkları; bu halkların emperyalist gericilikten ve emperyalizmin hâkimiyetinden kurtuluş mücadelesini kaçınılmaz ve zorunlu kılmaktadır. Halkın çıkarları, ülkenin bağımsızlığı ve halkın özgürlüğü, işbirlikçi gericilik ve emperyalist burjuvaziye karşı mücadeleyi gerektirmektedir. Ülkenin bağımsızlığı ve halkın özgürlüğü, işbirlikçi gericiliğe, onun gerici devlet makinesine, emperyalist burjuvazi ve uluslararası sermayeye karşı mücadele olmaksızın, elde edilemez olmuştur. Bu mücadeleyi yürütecek olanlar, işçi sınıfı öncülüğündeki emekçi ve ezilen sınıflardır.
Durumun değiştiğini ileri sürerek, “küreselleşme koşullarında ulusal formlara sarılmanın gericilik olduğu”nu vaaz edenler, gerçekte ülkenin ve halkın durumu karşısında hareketsizliği ve edilgenliği savunmaktadırlar. Bu, mevcut kölelik durumunun benimsenmesi demektir. “Küreselci” reformist burjuva demagogları, halk kitlelerinin durumunun iyileştirilmesi ve emperyalist hâkimiyetin son bulması için mücadele yerine, sonu gelmez sözde tahlil ve tespitlerle, burjuva liberal gevezeliklerle zaman öldürmektedirler. Toplumsal evrimin kesintisiz olarak hızlı ya da yavaş, sıçramalı veya ‘monoton’ bir biçimde devam ettiğini aklı başında hiç kimsenin yadsıyamayacağını bilen bu çevreler, toplumsal değişim ve gelişmenin kapitalist emperyalizmin “çelişkilerinin aşılması” ve tüm sınıflardan insanların “ortak” çıkarlarının gözetildiği bir topluma “dönüşmesi”ne mi; yoksa kapitalizmin çelişkilerinin derinleşmesine, işçi-emekçi kitleleriyle ezilen halklar üzerindeki baskı ve sömürünün daha da artmasına ve bu baskı ve sömürüden kurtulmak zorunda olan işçi sınıfı öncülüğünde ezilenlerin devrimci mücadelesinin nesnel olanaklarının gelişip olgunlaştığına mı işaret ettiği sorusunu geçiştirerek, emekçilerin sistem içinde verilenle yetinmeleri yönündeki görüşlerin propagandasını yapıyorlar, işçi ve emekçileri örgütlemek, onların somut talepleri üzerinden mücadeleyi geliştirmek, dünya ve ülke gerçeklerini açıklayarak, burjuva gericiliğini ve kapitalizmi teşhir etmek ve sömürü sisteminin son bulmasının zorunluluğu yönünde işçi ve emekçileri aydınlatıp örgütlemek yerine, burjuvazi ve emperyalizmin gücü ve olanakları üzerine görüşleri ve gericilikten beklentileriyle emekçilerin mücadelesini güçten düşürmektedirler. Bunlara göre ülke toprakları talan edilir ve kaynakları yağmalanırken, tekeller ve emperyalist burjuvazi işçi ve emekçileri azgınca sömürür ve ülkeyi sömürge bağımlılığı içine alırken; ezilen ulusun bağımsız yaşama hakkı ret ve inkâr edilir ve tüm haklan baskıyla ayaklar altına alınırken, emperyalizm ve uluslararası sermayeye karşı mücadeleye kalkışmak, emperyalizm ve gericilikten bağımsızlığı savunmak, “ulusal formlara kapanmak”, uzağı ve gelişmeyi görmemek oluyor!
Büyük üretim artışına, üretim araçlarının devasa gelişimi ve büyümesine karşın, kapitalist emperyalizm krizlerden, üretici güçleri tahrip eden ilişki ve çatışmalardan, sömürülenlerle sömürenler arasındaki uçurumun büyümesinden ve bunun yol açtığı yıkıcı tehditten kurtulamıyor. Büyük sanayi kendi mezar kazıcılarını üretmeye, örgütlemeye ve mücadeleye sevk etmeye devam ediyor.
Yukarıdan beri söylenenler sermayenin uluslararası yoğunlaşma ve merkezileşmeyle birlikte, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar üzerinde oluşturduğu büyük baskıya ve sömürüye karşı, daha etkili, ulusal ve uluslararası düzeyde birleşik bir mücadelenin örgütlenmesi için kararlılık ve inançla çalışmanın zorunlu ve acil olduğunu ortaya koymaktadır. Devrimci ideallerine bağlı kalanlar için başka bir “seçenek” ve yol yoktur.

“KÜRESELLEŞME” KAPSAMİNDA AB SAVUNUCULUĞU
Avrupa Birliği üyeleri arasındaki “birlik” serüveni yüz elli yıldan bu yana devam ediyor. Bu yönde atılmış tüm adımlara karşın, henüz birlik tam olarak gerçekleştirilememiştir. AB içinde yer alan başlıca ülkelerin “birlik” çabaları, pratikte sürekli olarak Avrupa pazarı üzerinde kimin daha fazla söz sahibi olacağı yönündeki iç mücadeleyle darbe yemektedir. Kapitalizmin temel yasalarından biri olan eşitsiz gelişme yasası hükmünü sürdürdükçe, bir birlik içinde bir araya geldikleri koşullarda bile, rekabet ve mücadele devam edecek; bu rekabet kriz koşullarında daha keskin biçimler alacak; işçi sınıfı ve emekçilerin kendi çıkarları doğrultusundaki mücadeleleri birliğin çelişkilerini ve çatlaklarını artırma yönünde işlev görecektir. “İç” ve dış rekabet ve mücadelenin sınıflar mücadelesiyle birlikte, bu birlik üyelerini ve siyasal rejim ve siyasal mücadeleyi etkilememesi düşünülemez. Liberal ‘solcu’ çevreler sorunun bu yanını görmek istemiyorlar.
Bunlar, emperyalist rekabet koşullarında, ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya, Kanada, Rusya gibi ülkelerle Türkiye gibi emperyalizme bağımlı kapitalist ülkeleri “fırsat eşitliği içinde” yarıştırmaktan söz ederek ve ekonomik, mali ve askeri güç ilişkilerinin yön verdiği kapitalist rekabette, “sol”a “önderlik” görevini uygun görerek, kapitalist pazarda tüccarlığa soyunabilmektedirler. “Avrupa’yı ve Avrupa Birliği üyeliğini, Türkiye’nin toplumsal demokratikleşmesinin olmazsa olmaz şartlarından birisi” saymakta, “kıta Avrupası’nda istikrar ve barış”ın “Avrupa Birliği’nin Güneydoğu Avrupa’ya genişlemesiyle tesis” edilebileceğini vaaz etmekte (Taner Akçam); Türkiye’de “çoğulcu demokratik sitemin oluşumunun AB’ye girişten geçtiği”ni ileri sürmekte (M. Altan); Türkiye’nin “kendi demokratikleşme dinamikleri”ne güvenmediklerini açık biçimde dile getirmektedirler. Onlara göre, ekonomik-sosyal ve siyasal gelişmeler dünyayı “küresel köy”e çevirirken, AB türü oluşumlarda yer almak hem zorunludur hem de “daha geniş bir coğrafyada daha geniş olanaklar” için gereklidir. Türkiye gibi faşist, anti-demokratik siyasal sistemlerle yönetilen ülkeler, AB’ye girdiklerinde, siyasal sistemleri “otomatikman” demokratikleşecektir.
ÖDP çevreleri ve ‘Bir Adım’ yazarları da her zamanki gibi “orta yer”de durmakta, ancak burjuvaziyle arayı daha dar tutmaya da özen göstermektedirler. Bunlar burjuva karasını, İslam yeşilini, feminist moru proletaryanın kırmızısına bulama çabasındadırlar. Emperyalizmin Avrupası’na “emeğin Avrupası” yaftası asarak, güya emekçilerden yana bir yerde durmak istediklerini göstermeye çalışıyorlar, ama konu üzerine söyleyip yazdıkları, emperyalist talan ve yağmaya karşı, ülke kaynaklarının ve halkın yarattığı birikimlerin korunmasına yönelik emekçi mücadelesini “darlık”, “milliyetçilik”, “yerel ve ulusal form”da kalmak olarak gördüklerini göstermektedir.
Bunlar, “küreselleşme”ye karşı “geçerli bir sol alternatifin üretilerek toplumun gündemine taşınması…” gerekliliğinden söz eden burjuva reformcu ve liberal yazarlar, emperyalizmin hâkimiyetine, ülke kaynaklarının yağmalanmasına, siyasal bağımsızlık görüntüsü ardında ülkenin tüm değerlerinin uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesine, “ulusal formlara kapanmama” ve “milliyetçi ideolojik bir zeminde mevzilenmeme” adına, ikircikli bir tutum alabiliyorlar. Ekonominin politika ve üstyapı kurumlarıyla ilişkisini bir yana bırakarak, geri ülkelerin ve bu arada Türkiye’nin Batılı büyük devletlerin etkisiyle demokratik bir siyasal sistemi var edeceğini ileri süren bu reformist yazarlar, Türkiye gibi ülkelerin kendi “iç dinamikleri”yle demokratik haklarını kazanamayacakları düşüncesindedirler. Bunun için, Batı emperyalist burjuvazisini demokrat ilan ederek, Türkiye’nin AB’ye girmesi için kampanyalar yürütmekte; sınıf bilinçli işçi ve emekçilerle devrimci sınıf partisini, “Türkiye gibi ülkelere demokratikleşme yönünde telkin ve ‘baskı’ yapa-gelmekte olan” (Ömer Laçiner) “demokratik Batı”ya gereken değeri vermemek, gelişmeleri anlamamak, “küreselleşme”yle AB oluşumu ve Türkiye’nin AB’ye girişi arasındaki bağı görmemek vb. ile suçluyorlar. Troçkist-ekonomist bulamaç halindeki reformist görüşlerini küçük burjuva kitleler içinde yaymaya çabalarlarken, bugüne dek belki de bin kez gündeme getirilmiş ve her seferinde Marksistler tarafından somut olgu ve verilerle çürütülerek çöplüğe atılmış iddiaları bin birinci kez yeniden gündeme getirmekte, uyanış içindeki işçi-emekçi ve genç devrimcilerin ufkunu karartmaya çalışmaktadırlar.
Bu yazarlar, emperyalist ve uluslararası tekellerin “yerli” tekellerle ilişkilerini göz ardı ederek, uluslararası tekellerin “sosyal” ve uygar oldukları üzerine vaazlarla ve kapitalizmin “toplumsal denetim” yoluyla insan gereksinmelerinin karşılanmasına uygun bir dönüşümünün olanaklı olduğu yalanıyla emekçi sınıfları aldatma çabasındadırlar. Geri ülke halklarının daha fazla sömürüldükleri ve politik ve askeri baskıyla daha kötü duruma düşürüldükleri gerçeğini açıktan reddetmeseler de, “küreselleşme”nin ve AB’ye katılmanın, halkların durumunu iyileştireceğini söylemekten geri durmuyorlar. Oysa emperyalist hegemonya arttıkça, ezilen halkların yaşamı daha da kötüleşmekte, ulusal hakları baskı altına alınmakta ve çiğnenmekte, sömürülen sınıfların sosyal yaşamları daha da kötüleşmektedir. Uluslararası kuruluşlar tarafından yapılan araştırmalar, bir avuç emperyalist büyük devletin dünya pazarlarına hâkim olması ve yüksek teknoloji kullanma yoluyla geri ülkeler üzerindeki sömürüyü artırdıklarını, bunun sonucu bağımlı ülkeler halklarının yaşam koşullarının kötüleştiğini, işsizlik, açlık ve yoksulluğun arttığını göstermektedir. Son yüz seksen yılda dünya üretimi elli kat artmasına karşın, geri ülkeler başta olmak üzere tüm kapitalist dünyada yoksulluk, işsizlik ve kötü yaşam koşulları devam ediyor. Dünya nüfusunun beşte dördünden fazlası zengin azınlığı oluşturan emperyalist ülkeler tarafından bağımlılık ilişkileri içinde tutuluyor. Asya, Afrika ve Latin Amerika halkları ucuz işgücü olarak uluslararası sermaye tarafından sömürülüyor. Bağımlı ve geri ülkelerin emperyalist devletlere ve uluslararası mali sermaye kuruluşlarına 2 trilyon dolar borçlarının bulunması, yanı sıra bu ülke halklarının tümünün dünyanın en zengin birkaç yüz büyük tekelci burjuvası kadar bile bir gelire sahip olamamaları, durumu çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor.
Batı toplumlarını “insanlık tarihinin demokrasi bahsinde ulaşabileceği en üst noktada” sayan (Ö. Laçiner); Almanya’nın bugünkü “demokratikleşmesini”, “İkinci dünya savaşı sonrası gerçekleşen ‘Batı bağlantısı’ ve ‘Batı entegrasyonu’na borçlu olduğunu ileri sürerek, bugün “Türkiye için de benzeri bir durum”un söz konusu olduğunu (T Akçam) iddia eden bu yazarlar, proletarya demokrasisini akıllarına getirmezlerken, kapitalist barbarlığı aklamak için kan ter içinde kalmaktadırlar. Devrimci ayaklanmayı, sosyalizmin tüm Almanya’da zafer kazanmasını ve Almanya’nın birleşik ve demokratik bir ülke olarak gelişmesini engellemek için, ABD ve İngiltere yönlendiriciliğindeki Batı emperyalizminin Batı Almanya’da özel bir “kalkınma planı” uyguladığı biliniyor. Bu plan halk kitlelerinin yararı ve emekçilerin demokratik halkları düşünüldüğü için değil, sosyalizmin kazandığı zaferin büyük anti-faşist mücadelede kazanılan yüksek prestijle birlikte halklar üzerinde etkili olmasına set çekmek için hazırlanmış ve uygulanmıştır. T. Akçam ve kafadarı diğer reformist yazarların, emperyalizmin bu planı ve uygulamasından Türkiye emekçileri yararına sonuçlar çıkarmaları, burjuvaziye tapınma ölçüsündeki güvenlerinin göstergesidir. Emperyalizmi, hâkimiyet, ilhak ve işgal, savaş ve yıkım; açlık ve yoksulluk; işsizlik ve hak yoksunluğu gibi ürünlerinden soyutlayarak, burjuva (ve tekel) demokrasisinin halk kitleleri üzerindeki sınıf diktatörlüğü özelliğini gizlemeye çalışmaktadırlar. Türkiye işçi ve emekçilerine herhangi bir inanç ve güvenleri olmayan ve emperyalist Batı burjuvazisine umut bağlayan bu yazarlar, “Türkiye toplumunun kendisinin başaramadığı demokratikleşme hamlesinin, Avrupa güçlerinin ‘zoruyla’ gerçekleşmesi…” (A. İnsel) ve AB’ye girişle, “otomatikman” bir demokratikleşmenin gerçekleşmesi beklentisi içindedirler.
AB’den demokrasi bekleyen ve batı demokrasisini allayıp-pullayanlar, İspanya, Filipinler, Portekiz, Yunanistan, İran, Endonezya, Türkiye, Şili gibi ülkelerde faşistlerin iktidara gelmeleri ve emekçilere kan kusturmalarında Batılı emperyalist büyük devletlerin oynadıkları dolaysız rolü, onların mali, ekonomik, politik ve hatta askeri desteklerini gizliyorlar. Dünya halklarının kanı üzerinden sağlanan “uygarlığı” ve hâkimiyeti, “insanlık tarihinin demokrasi bahsinde ulaşabileceği en üst nokta” sayanların, ABD’li emperyalist haydutların, dünyanın hemen her yanında kara, deniz ve hava savaş güçleriyle halkları baskı altında tutarak ve işbirlikçi gerici sınıflan destekleyerek sağladıkları gerici egemenliği, “demokrasi koruyuculuğu” adına selamlamaları şaşırtıcı olmayacaktır.
Haksızlık etmiyoruz. Bizzat kendileri, “… Özel olarak sosyalistlerin, içten demokratların”, “… Koşullarının olumsuzluğuna, fiili imkânlarının azlığına rağmen ve hatta içinden geldikleri topluma, o Avrupa’da ‘ikinci sınıf gözüyle bakılmasının yüküne de tahammül ederek, toplum ve hareket olarak, tarihin şu noktasında insanlığın kaderinin en fazla belirlendiği bu ‘arena’da yer almanın koşulsuz savunucuları olmaları” gerekir diye yazıyor (Birikim 128, sf.24); “Neoliberal rekabetin güçlüleri daha güçlü kılan acımasız doğasına karşı sol, fırsat eşitliği içinde yaratıcı bir rekabet anlayışının önderliğini yapmalıdır” (A. İnsel, agd. sf. 29) diyorlar. Bu reformist burjuva demagojisi, “Türkiye’yi, Türkiye halkını çok daha geniş bir coğrafyanın halklarıyla yan yana, hatta iç içe getirebilme…” hedefiyle gerekçelendiriliyor. AB’ye giriş “enternasyonal mahiyet taşıyan bir şey…” olarak reklâm edilerek, emperyalist gerici oluşumlara enternasyonalizm kılıfı uyduruluyor, sermaye ihracı ve kapitalist uluslararasılaşmayla sömürgeci “dünya enternasyonalizmi”ni gerçekleştiren burjuvaziye biat etmenin teorisi yapılıyor.
Geri ve bağımlı bir ülke halkına, ‘ikinci sınıf olmayı göze alarak, emperyalist sömürü ve sömürgecilik gibi bir yüke “tahammül etme” çağrısı yapmak, bir tür misyonerlik ve mandaterliğe soyunmak demektir. Devrimcilik iddialarına karşın, halktan kopmuş bu reformist liberal yazarlar, halk hareketinin ve işçi sınıfı mücadelesinin geliştirilmesi, emekçilerin emperyalizme, uluslararası burjuvaziye ve işbirlikçi gerici egemen sınıflara karşı örgütlenmesi ve mücadeleye atılması için ciddi bir çaba göstermedikleri gibi, bağımsızlık, özgürlük, demokrasi gibi kavramları sınıf bağlantıları ve anlamlarından soyutlayarak, burjuvazinin hâkimiyeti ve çıkarları yararına yorumlayarak da, burjuva ideolojisinin güçlenmesine yardımcı oluyorlar. Dünya pazarlarındaki paylarını artırma mücadelesindeki Avrupalı emperyalistlerin “birliği”ne girişin Türkiye emekçilerini “yerli tekeller elinde daha fazla sömürülmek”ten kurtaracağını, Türkiye ekonomisini “şahlandıracağını” ve “Türkiye’de talan ekonomisi olarak işleyen bugünkü ‘pazar ekonomisi’nin… toplumsal denetime alınmış, alt sınıfları koruyan bir düzenlemenin hakim olduğu bir ekonomik yapıya dönüştürülmesini…” olanaklı kılacağını (A.İnsel) söylemelerini başka türlü yorumlamak, iyi niyet yolundan cehenneme yürümek olur.
Gelişmelerin dikkate alınması gerekliliğinden söz eden ve “durum tespiti” yapan burjuva liberalleri ve reformcu sol çevreler, toplumsal hareketin sınıf mücadeleleri aracılığıyla geliştiğini ve kapitalizmin yıkıma mahkûm olduğunu “dikkate” almamakta ve somut durum ve sınıf mücadelesiyle ilişkilendirilmeyen durum tespitlerin boş bir gevezelik olacağı gerçeğinin üstünü çizmeye çalışmaktadırlar. Somut durumun somut tahlilinden sömürülen ve ezilen sınıf ya da sınıfların devrimci mücadele olanaklarını çıkarmak ve bunun gerekleri olarak politik-örgütsel taktikler geliştirmek yerine, olanaksızlıklar ve zorluklar üzerine demagojik söylev vermek, oportünist ve teslimiyetçi bir küçük burjuva tutumudur. Bugün ÖDP ve HADEP gibi reformist-liberal “sol” partilerde kümelenmiş burjuva-küçük burjuva “solcu”larıyla Murat Belge, Taner Akçam, Ö. Laçiner, Mehmet Altan gibi dergi ve gazete yazarlarının yaptıkları tam da buna denk düşmektedir.

İŞÇİ SINIFI VE EZİLENLERİN ULUSLARARASI DAYANIŞMASINI GELİŞTİRME GÖREVİ
Kapitalist uluslararasılaşmanın, sermaye ihracı ve tekelleşmenin ülkeleri ve tüm dünya topraklarını emperyalist zincirin halkaları haline getirmesi, burjuvazi ve işçi sınıfının uluslararası enternasyonal sınıf hareketinin maddi zeminini güçlendirmeye devam etmektedir. Burjuva ideologları ve politikacıları, toplumsal gelişme ve uluslararasılaşmanın burjuvaziye sağladığı “muazzam olanaklar”ın propagandasını yüksek sesle sürdürüyorlar. Bu aynı zamanda, bir korkunun dışa vurumudur.
Kapitalist uluslararasılaşma, burjuvazinin gerici dayanışmasının yanı sıra, işçi sınıfı ve emekçilerle ezilen halkların dayanışması ve paralel eylemleri için nesnel koşulları daha da olgunlaştırmıştı. Kapitalist sermaye el atmadık toprak parçası bırakmamakla, proletarya hareketinin enternasyonal dayanağının uluslararası alanda güç bulmasını sağlamış, tekeller tarafından birden fazla ülkede gerçekleştirilen üretim, çok sayıda ulustan işçilerin aynı kapitalist patrona karşı bir araya gelmeleri ve aynı veya benzer taleplerle mücadeleye atılmalarının koşullarını olgunlaştırmıştır. Diğer yandan, iletişim ve ulaştırma alanındaki büyük gelişme, meta ve sermaye hareketine ivme kazandırmakla kalmamış, ülkeler ve uluslar arasındaki ekonomik, sosyal-siyasal, kültürel ve askeri ilişkilerin artması ve kolaylaşmasını da sağlamıştır. Bu gelişmenin burjuvazi yararına etkilerle sınırlı kalmadığı kesindir. Burjuvazi, sahip olduğu olanaklara ve büyük propaganda gücüne karşın, proletarya ve emekçilerin örgütlü mücadelelerini engelleyemediği gibi, onun iradesi, bilimsel teknik gelişmenin sömürülen sınıfın mücadelesine dolaylı katkısını engellemeye de yetmemektedir. Bugün dünyanın herhangi önemli ya da nispeten daha az önemli bir ülkesinde (ya da ülkelerinde) gelişecek ciddi bir proletarya ve emekçi hareketinin, diğer ülkelerin emekçi hareketini etkilemesi daha fazla olanaklı hale gelmiştir, iletişim araçları ve teknolojik gelişme sonucu, herhangi bir ülkedeki gelişme anında bütün dünya işçi ve emekçileri tarafından öğrenilmekte, uluslararası emekçi dayanışması ve ortak eylemi, eğer sınıf bilinçli işçiler yetenek gösterebiliyorlarsa, gündeme gelebilmektedir. Bunun için koşullar önceki dönemlerle kıyaslanamayacak kadar daha elverişlidir. Yalnızca son bir ayda meydana gelen olaylar bile bunu kanıtlamaya yeterlidir. Örneğin Brezilyalı topraksız köylülerin toprak reformu talebiyle devlet dairelerini işgal eylemi ve kamyon şoförlerinin grevini, Güney Afrika’da 4 milyon işçinin işten atmaları protesto amacıyla düzenlediği genel grevi, Arjantinli işsizlerin IMF’yi ve hükümeti protestolarını, Ukraynalı 40 bin kömür madeni işçisinin grevini, Norveç’teki işçi eylemlerini, anında bütün ülkelerin işçi sınıfı ve emekçileri öğrenebilmekte, böylece paralel-birleşik işçi-emekçi eylemleri yönünde moral güç ve düşünce oluşmaktadır.
Küreselleşme adı verilen uluslararasılaşma, dünyanın herhangi önemli bir bölgesi ya da ülkesinde baş gösterecek krizin diğer bölge ve ülkelere sıçraması ya da onları etki altına almasını da kaçınılmaz kılmaktadır, iki yıl kadar önce, Güneydoğu Asya ülkelerinde başlayan mali krizin kısa zamanda birçok ülkede etkili olması ve bu ülkelerde emekçi eylemlerini “kışkırtması”, emperyalist kapitalizmin ciddi sayılacak bir kriz durumunda önemli tehditlerle yüz yüze geleceğini göstermektedir. Böylesi bir gelişme, proletarya ve emekçilerin devrimci kurtuluş eyleminin başarısı için koşulları olgunlaştıran en önemli etkenlerden biri olarak rol oynayacaktır.
Kapitalist uluslararasılaşma ve her bir ülkenin emperyalist dünya sisteminin bir halkasına dönüşmüş olması, burjuvazi ve proletarya arasındaki mücadelenin uluslararası karakterini bugün daha da güçlendirmiştir. Ancak bu mücadele, öncelikle her bir ülkenin kendi topraklarında gelişecektir. Her bir ülkenin işçi sınıfı ve ezilenleri, kendi burjuva ve gerici egemen sınıflarına ve “kendi” burjuva devletlerine karşı mücadele ettikleri oranda, uluslararası alanda sömürülen sınıfların emperyalizme ve gericiliğe karşı kurtuluş mücadelesine katkıda bulunmakta, bu mücadelenin uluslararası alanda güçlenmesine hizmet etmektedirler.
Her bir ülkenin sınıf bilinçli işçileriyle devrimci partilerinin başlıca görevi, bugün de, kendi ülkesindeki emekçilerin aydınlatılması, örgütlenmesi ve mücadeleyi daha ileri bir mevziden sürdürmesine hizmet eden siyasal taktikler uygulayarak, sermayenin uluslararası saldırılarını püskürtmek ve kapitalizmin tasfiyesi için çalışmaktır. Burjuva egemenliğini tasfiye ve işçi-emekçi iktidarını kurmanın başka bir yolu yoktur. Bu yol izlendiğinde dünya işçi ve emekçilerinin dayanışması ve mücadele birliği de güç kazanacaktır. Bu, diğer yandan, proletarya ve emekçilerin mücadelesini zayıflatma özelliği taşıyan, emekçilerin ve ezilen halkların uluslararası gericiliğe karşı mücadele kararlılığını aşındıran reformist-liberal görüşlerin etkisiz kılınmasını zorunlu kılmaktadır

Haziran 2000

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑