77 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca devletin Kürt sorununa karşı tutumuna bakıldığında, bu tutumun esas olarak sorunun etnik, kültürel nedenlere dayalı siyasal bir sorun olduğunun inkârı üzerinde şekillendiği söylenebilir. Bu inkâr, en açık biçimiyle Kürtlerin çeşitli dönemlerde giriştiği ve kimi farklı özelliklerinin yanı sıra ulusal hak talepli boyutlar da taşıyan isyan, kalkışmalarına karşı devletin izlediği politikalarda kendini ortaya koymuştur. Devletin bu kalkışmaları, dönemin sosyal, siyasal koşullarına bağlı olarak; bazen aşiretlerin irticai kalkışması, bazen modernleşmeye karşı eşkıya direnci, bazen dış mihrakların tahriki, bazen Doğu ve Güneydoğu’nun ekonomik geriliğinin istismarına dayalı bir terör sorunu ve bazen de bu söylemler arasında ilişki kurularak ikisi ya da daha çoğuna bağlı olarak meydana gelmiş hareketler biçiminde görmüş, göstermiştir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, “bir şeyin varlığının yadsınması” olarak inkâr, Kürt sorununda sadece askeri-siyasal zor aracılığıyla gerçekleştirilmemiş, aynı zamanda ideolojik, “bilimsel” aygıtlar aracılığıyla da yürütülen bir boyutu olmuştur (ideolojik boyutta Kürt sorununun “kendisinden başka bir şey” olarak, bir aşiret veya bölgesel geri kalmışlık sorunu olarak tarifi ve “bilimsel” boyutta üniversitelerde yapılan, yaptırılan Kürtlerin dağ Türkü olduğuna, Kürtçenin Türkçenin bir şivesi olduğuna dair ‘araştırmalar’ burada anımsanabilir).
Bölgede çatışmaların yaşandığı, baskı ve göç ettirme politikalarının uygulandığı ve genelkurmay tarafından “düşük yoğunluklu savaş” dönemi olarak nitelenen Öcalan’ın Şubat ’99’da Türkiye’ye getirilmesine kadarki 15 yıllık süreçte inkârın bir boyutunu şiddet oluşturduysa, öbür boyutunu da bölgede alınması gereken önlemleri anlatan ‘raporlar’ ve bölgenin kalkınması için yapılacak sosyal ve ekonomik yatırımları içeren ‘paketler’ oluşturmuştur. Esas olarak Kürt sorununun etnik, kültürel boyutunun reddi üzerinde şekillenen bu paket raporların sonuncusu geçtiğimiz günlerde basına yansıtıldı. MGK tarafından Aralık ’99’da hazırlandıktan sonra, Mayıs 2000’de Başbakan Ecevit tarafından imzalanarak “resmiyet” kazanan ve geçtiğimiz günlerde basına yansıtılan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı” adı altında hazırlanan raporda da Kürt sorunu “bölgesel geri kalmışlıktan kaynaklı ekonomik bir sorun” olarak ele alınıyor. PKK lideri Öcalan’ın Türkiye’ye getirilip yargılanmasından (ve yargılanması sürecinde ‘Demokratik Cumhuriyet Projesi’ni savunup artık sorunun çözümü konusunda her koşulda devletle işbirliği içinde olacaklarını açıklamasından) sonra hazırlanan bu rapor, özellikle Kürt sorununun ‘barışçıl’ yönden çözümü konusunda devletten bir beklenti içinde olan çevrelere verilmiş bir yanıt olması bakımından önem kazanıyor. 47 tanesi ekonomik önlem, yatırımlarla, 30 tanesi idarenin yeniden yapılandırılmasıyla, 17’si eğitim ve 13’ü sağlık uygulamalarıyla ilgili olan 107 maddeden oluşan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı”na göre gerekli ekonomik ve sosyal tedbirlerin alınmasıyla Kürt sorunu devlet için bir tehdit oluşturmaktan çıkarak, denetim altına alınacak. Dolayısıyla bu raporda ortaya konan temel görüş, Kürt sorununun bölgenin ekonomik geriliğinin istismarına dayalı bir terör sorunudur biçiminde özetlenebilir. Bu görüş yeni değildir ve devletin 77 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin dönem dönem giriştiği isyan ve kalkışmalardaki talepleri görmezden gelirken, dönemin sosyal, siyasal koşullarına bağlı olarak sorunu farklı nedenlere bağlayıp ‘kendisi dışında bir şey olarak’ tarif ettiğini yukarıda belirtmiştik. Burada devletin farklı dönemlerde, dönemin sosyal, siyasal koşullarına bağlı olarak Kürt sorununu inkârda kullandığı söylemleri birkaç başlık altında ele almak, hem devletin tutumunun tarihsel temellerini anlamak, hem de sorunun kalıcı çözümünü sağlayabilecek dinamiklerin neler olabileceğini ortaya koyabilmek için bizce anlamlı olacaktır.
TARİHSEL MALZEME
Yazımızın konusu esas olarak cumhuriyet döneminde izlenen politikalarla sınırlı olmakla birlikte, soruna Osmanlı dönemi üzerinden bir geçiş yapmak hem merkezin siyasi, idari kontrolünün sağlanarak Batılılaşma, modernleşme hareketine girişmenin Tanzimat’tan başlayarak Cumhuriyet’e aktarılmış bir miras olduğunu ortaya koyabilmek hem de cumhuriyet döneminde yaşanan isyan, kalkışmalar ile eski rejim (saltanat, hilafet) arasında kurulan ilişki (devletin isyancıları eski rejim taraftarı olmakla suçlaması vb.) bakımından gerekli olmaktadır.
Osmanlı tarihine bakıldığında, imparatorluğun sınırları içinde devletin yönetsel, idari yapısının bir sonucu olarak çeşitli özerk beyliklerin (bu arada Van, Musul, Diyarbakır’da Kürt beyliklerinin) olduğu görülür. Osmanlı imparatorluğunun merkezi-feodal yapısını karakterize eden tımar sistemine bağlı olmakla birlikte özerk bir yönetime sahip olan bu beylikler, devletin “fetihçi” yapısının doğal bir sonucuydu. Osmanlı imparatorluğu fetihçi bir özellik taşıdığı için, egemenliği altına aldığı geniş alanlarda ele geçirdiği bölgenin niteliğine bağlı olarak merkezle taşra arasındaki ilişki değişiklik gösterebiliyordu. Bu dönemde bazı özerk Kürt beyliklerinin bulunması kimi Kürt-İslamcı çevrelerce Osmanlı hoşgörüsüne delalet sayılsa da, bu durum, belirtildiği gibi bir niyet ya da hoşgörü sorunu değil idari, yönetsel şekillenişin bir sonucuydu.
18. yüzyılda tımar sisteminin bozulması ve 19. yüzyılda Fransız burjuva devriminin etkisiyle İmparatorluk sınırları içindeki milliyetlerin isyanlarının başlaması, Osmanlı idarecilerini merkezin otoritesini arttırmaya yönelik modern Batıdan alınma Islahatçı politikalar izlemeye itmiştir. Bu dönemde merkezle taşra arasında dolaysız bir yönetsel mekanizmanın oluşturulması, yani merkezi otoritenin sağlanması için ‘askeri zor’ kullanılmıştır. (Burada özellikle Müslüman unsurların ve bu arada Kürtlerin merkezi otoritenin denetimine karşı çıkışlarının, direnç göstermelerinin “hilafete ihanet” olarak değerlendirildiği ve bu suçlamayla karşı çıkışlarının askeri güç kullanılarak bastırıldığını, bu çerçevede merkezi otoriteye direnç gösteren son Kürt beyliğinin de 1847’de yenilgiye uğratılarak merkezi otoriteye biat etmek zorunda bırakıldığını belirtmek gerekiyor.)
Tazimatla birlikte merkezin idari, politik kontrolünün taşraya yaygınlaştırılması sağlandı ve dolaysız vergiler, seferberlik gibi işler, merkezi otorite tarafından yürütüldü. Merkezileşme, modernleşme politikalarının en yoğun uygulandığı dönem olan İttihat ve Terakki iktidarı döneminde Osmanlı devleti topraklarının üçte birini kaybetmekten kurtulamamış ve bu da Türkçülük (milliyetçilik) akımının güçlenmesine yol açmıştır. Trablusgarp ve Balkan savaşlarından sonra 1916’da yapılan İttihat ve Terakki Kongresi’nde Türkçülük ilkesi benimsenmiş ve pan-Türkist hayallerle girilen 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan da Anadolu’ya sıkışıp kalmış bir devlet olarak çıkılmıştır.
ORTAK MÜCADELEDEN İNKÂRA
Anadolu’yu işgal eden emperyalistlere karşı mücadele etmek üzere kurulmuş çeşitli yöresel, bölgesel dernekleri tek çatı altında toplayarak işgalcilere karşı verilen kurtuluş mücadelesini birleştirmek amacıyla kurulan ve millet meclisinin önceli olarak kabul edilen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin (ARMHC), Anadolu’nun işgaline karşı mücadele çağrısı yaparken kullandığı söylem dikkat çekicidir. ”Bizce kati olarak muayyen bir şey varsa o da hududu milli dâhilinde Kürt, Türk, Laz, Çerkeş vesair bütün İslam unsurları müşterek-ül mefaadır.” (TBMM Gizli Celse Zabıtları sf. 73 Cilt I, İş Bankası yay. Ankara) Buradaki söylem gerek Osmanlı’nın son döneminde kullanılan söylem ile daha sonra göreceğimiz gibi Cumhuriyet döneminde kullanılan söylemlerden farklı olarak Anadolu’da yaşayan tüm milliyetlerin varlığının kabulü ve bunların çıkar birliği üzerine oturtulmuştur. Yine buradaki söylemin bir devamı olarak M. Kemal ve İstanbul hükümeti arasında imzalanan Amasya Protokolü’nde, Osmanlı ülkesi Türklerin ve Kürtlerin yurdu olarak tanımlanmıştır. İsmet İnönü de, kurtuluş mücadelesini resmi olarak sona erdirecek olan Lozan Antlaşması’nın imzalanması için yapılan görüşmelerde, kendini Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olarak kabul ettirmiştir. Görüldüğü gibi cumhuriyetin kuruluşu için verilen mücadele sürecinde, daha sonra cumhuriyetin de kurucusu olacak kadrolar, Kürtlerin varlığını reddetmek şöyle dursun, kendilerini onların temsilcisi olarak görüyor, gösteriyorlardı.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra hazırlanan 1924 Anayasası’nda yeni cumhuriyetin dayanacağı temeller belirlenirken, mücadele sürecinde ortaya konan söylemden, bıçakla kesilip atılmışçasına hiçbir iz kalmamıştır. 1924 Anayasası için Meclis komisyonunun hazırladığı girişte “(…) Devletimiz bir devleti milliyedir. Beynelmilel veyahut fevkelmilel bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka millet tanımaz:’ (Ş. Gözübüyük, S. Sezgin, 1924 Anayasası Hakkında Meclis Görüşmeleri, An. Ün. SBF Yay. sf. 7, Ankara 1957) denilmektedir. 1924 Anayasası ile artık devlet yetkililerinin Kürt sorunu üzerine konuşurken bile “Kürt” sözcüğünü kullanmaktan ısrarla kaçınacakları ve 77 yıldır süren inkâr politikası başlamış oluyordu.
Bir ulus-devlet oluşturma yolunda faşist İtalya’dan esinlenen genç cumhuriyet, ırkçı söylemine “bilimsel” temeli de yaratmış; M. Kemal’in kurdurttuğu Türk Tarih Kurumu, sadece Kürtlerin dağ Türkü olduğunu ispatlamakla kalmamış, dünyada oluşturulmuş bütün büyük medeniyetlerin ya Türk ya da Türk’ten türemiş ırklar tarafından kurulduğunu ortaya koyan “bilimsel tezler” geliştirmiştir.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ortaya konan ırkçı tezler ve bağlı olarak uygulanan inkâr politikaları, müşterek-ül mefaa (ortak çıkara sahip) olduğu için kurtuluş mücadelesine katılan ve cumhuriyetin bir bileşeni olarak varlığının kabulünü talep eden Kürtlerin, bu politikalara çeşitli biçimlerde direnç gösterdiği, göstereceği bir sürecin başlamasına da neden oluyordu.
GENÇ CUMHURİYETE KARŞI İRTİCAİ KALKIŞMA SÖYLEMİ
Cumhuriyetin kuruluşuna zemin hazırlamak üzere 1922’de saltanatın ve cumhuriyetin ilanından hemen sonra 1924’te hilafetin kaldırılması, cumhuriyetin ilk yıllarının saltanat ve hilafet yanlıları ile cumhuriyet yönetimi arasında gerilim ve mücadeleye sahne olmuştur.
Cumhuriyetin ilanından sonra gerçekleşen ilk Kürt isyanı olan Şeyh Sait İsyanı, 1925’te işte böylesi bir ortamda patlak verdi, isyanın kanlı bir şekilde bastırılması ve önderlerinin yakalanmasından sonra, yapılan yargılamalarda İstiklal Mahkemesi Başkanı “Kiminiz hasis kişisel çıkarlarınıza bir zümreyi alet, kiminiz yabancı kışkırtmasını ve siyasi harisleri rehber ederek hepiniz bir noktaya yani Bağımsız Kürdistan’ı teşkiline doğru yürüdünüz (…) Cumhuriyet hükümetinin kesin hareketi, cumhuriyet ordusunun öldürücü darbeleri ile irticaınız ve ayaklanmanız derhal yok edildi. (…) Herkes bilmelidir ki, genç cumhuriyet hükümeti kışkırtıcılık ve irtica, her türlü lanetli faaliyetlere kesin surette göz yummayacağı gibi, hatta yol vermeyecektir. Senelerden beri şeyhlerin, ağaların, beylerin baskısı altında sömürülen, eriyen, inleyen bu bölgenin zavallı halkı artık sizin kışkırtıcılığınızdan ve kötülüğünüzden kurtularak cumhuriyetimizin ilerleme ve saadet vaat eden yollarında yürüyerek refah ve saadet içinde yaşayacaktır.” (Akt. E. Aybars, İstiklal Mahkemeleri, s. 325–326, Dokuz Eylül Ün. Yay. İzmir) açıklamasını yaparak devletin isyancıları, genç cumhuriyeti yıkmaya, bölmeye çalışan irticacı, feodal unsurlar olarak yansıtan (gören, gösteren) tutumunu ortaya koymuştur. Şeyh Sait İsyanı üzerine çok şey söylenebilir, ama burada bizim için önemli olan diğer bazı yönlerinin yanı sıra bu isyanın Kürt taleplerini yansıtan bir boyutunun olması ve mahkeme başkanının isyancıları feodal, irticacı olmakla suçlarken Kürtler için milliyet ismini anmadan “bu bölgenin zavallı halkı” nitelemesini kullanmasıdır.
Saltanat ve hilafet yanlıları ile cumhuriyet yönetimi arasında gerilim yaşandığı bir dönemde başlayan 1925 Kürt İsyanı, cumhuriyet yönetimi tarafından eskinin (saltanat ve hilafetin) desteğinde gelişen ve sürgün padişah Vahdettin’le organik bağı bulunan bir kalkışma olarak görülmüş olmasına rağmen bugüne kadar bu ilişkiye dair bir kanıt ortaya konamamıştır. Ama söz konusu olan gerilim ve mücadele sürecinde cumhuriyet rejimine karşı geliştirilen her direniş her karşı koyuş, cumhuriyet rejimine karşı eskiyi temsil eden bir olgu olarak ‘kod’lanarak yok edilecekti.
1925 Kürt isyanının feodal unsurların irticai kalkışma biçiminde değerlendirilmesi (ki bu, isyancılara karşı yapılan her şeyi feodalizmin tasfiyesi ve ilericik adına meşru kılıyordu) TKP’yi de içine alan geniş çevreler tarafından benimsenmiş ve bu çevreler isyanın kanlı bir şekilde bastırılmasına alkış tutmuşlardır. Kürt isyanının irticai feodal unsurların kalkışması söylemi içinde değerlendirilmesi, daha sonraki yıllarda devletin feodalizmin tasfiyesi adı altında Kürt sorununu çözme yöntemlerinden biri olarak benimseyeceği ‘zorunlu iskân’a da dayanak yapılmış ve örneğin 1934 yılında çıkarılan zorunlu iskân kanunu ile “feodal aşiretlerin direncini yok etmek için” Tunceli, Erzincan, Bitlis, Siirt, Van, Bingöl, Diyarbakır, Ağrı, Muş, Erzurum, Kars, Elazığ, Malatya gibi Kürt illerinden 25 bin 831 kişi Batı Anadolu’da zorunlu iskana tabi tutulmuştur.
MERKEZİLEŞMEYE KARŞI EŞKIYA DİRENCİ SÖYLEMİ
Saltanat ve hilafet yanlıları ile cumhuriyet yönetimi arasındaki mücadelede cumhuriyetin üstün gelmesi, rejimin egemenliğinin her yerde tesis edilmesi için, “merkezileştirme” girişimlerine ağırlık verilmesine ortam sağladı. “Batılılaşma”, “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” gibi söylemleri bilinen cumhuriyet kadroları, rejimin otoritesini sağlama, merkezileştirme girişimlerini de bu nedenle -özellikle Kürt bölgelerinde- bir “medenileştirme”, modernleştirme operasyonu olarak yürüttüler. Devletin bu dönem sorunu kavrayış tarzını ortaya koyması bakımından İnönü’nün bir konuşmasında söyledikleri anlamlıdır: “Hükümet Tunceli’de iki seneden beri bir ıslahat programı uyguluyor. Bu program mıntıkayı modernleştirmek için bütün vasıtalarla ve hususi hükümler dâhilinde orada geniş bir çalışma teferruatını ihtiva etmektedir. Bunu şimdiye kadar orada kanuna muhalefetten zevk ve kuvvet almış olan bazı reisler iyi karşılamadılar. Islahat programına muhalefet ve mukavemet etmek istediler. (…) Tunceli’de ıslahat ve modernleştirme programı yürüyecektir.” (Akt. İ. Beşikçi, Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi, s. 82–83, Belge yay. İst. 1990) Merkezileşmeye karşı direncin (“kanuna muhalefet”) modernizm öncesi unsurların (aşiretlerin) modernleşmeye tepkisi olarak sunulması ile cumhuriyet rejimi aslında Tanzimat’tan itibaren yürütülen merkezileştirme, medenileştirme (Batılılaşma) formülasyonunun devamcısı olduğunu gösteriyordu. “Islahat ve modernleştirme programı”nın Kürt kimliğinin inkârına dayanan, Kürtleri, “ıslah edilmesi”, “medenileştirilmesi” gereken bir kitle olarak gösteren anlayışa karşı Kürtler 1930’da Xoy-bun örgütünün önderlik ettiği Ağrı İsyanı ve 1937’de Seyyit Rıza’nın önderlik ettiği Dersim İsyanı’yla “direnç” gösterdiler.
Ağrı ve Dersim isyanları, Şeyh Sait İsyanı’ndan farklı olarak, gerek askeri açıdan daha disipline olmuş olmaları ve gerekse konumlanma alanlarının görece uygun olması nedeniyle devleti daha uzun süreli çatışmalara zorlamışlardır. İşte bu süreçte devlet, kendisine karşı koyan bu güçler için gene modern toplum öncesinde kalmış bir kavramı, “eşkıya” nitelemesini kullanmıştır. (Eşkıya, şaki kelimesinin çoğuludur ve şaki modernizm öncesi toplumlarda (feodal dönemde) kişisel ya da sosyal nedenlerle dağa çıkmak zorunda kalan, silah zoruyla yol kesen, haraç toplayan (bunların sosyal adaletsizliğe karşı çıkan ve sosyal eşkıya olarak adlandırabileceğimiz kesimi, zorlarını esas olarak feodal beyler üzerinde uygulamıştır.) kimselere denmektedir. Eşkıyaların (sosyal eşkıyalar da dâhil olmak üzere) hiçbir zaman sistemi, devleti doğrudan karşısına alan bir bilinç düzeyleri, bir politik tutumları olmamıştır.)
Cumhuriyet Gazetesi’nin 1930 ve 1938 yılı nüshalarında bu söyleme uygun bir dille “eşkıya üzerine tayyarelerimizin bomba yağdırmasından bahsedilmiştir. Dolayısıyla politik karakterleri herkesten önce devlet tarafından vurgulanıp malum olan isyancıların merkezileşmeye, modernleşmeye karşı modernizm öncesi bir biçim olarak aşiretlerin giriştiği bir “eşkıya kalkışması” olarak ele alınması ve ezilmesi, devletin politik bir sorun olarak Kürt sorununun varlığını inkârın devamı olarak anlaşılmalıdır. Eşkıya söylemi bu dönemden sonra da terk edilmemiş 1970 ve ’80’lerde gelişen kimi politik hareketler için kullanılmaya devam etmiş ve özellikle 1990’ların başında “bölücü eşkıya” kavramı devlet literatürüne yerleşmiştir.
DIŞ MİHRAKLARIN KIŞKIRTMASI SÖYLEMİ
Türkiye’de 77 yıldır ne zaman hak almaya yönelik bir hareket gelişmişse, bu hareketler ya şovenizmin kışkırtması (Türkiye’nin komşularıyla olan sorunlarının öne çıkarılması vb.) ile gündemden düşürülmeye çalışılmış ya da bu hareketlerin “dış mihraklar” bağlantısı ortaya çıkartılarak devletin bunlara karşı mücadelesine “meşru zemin” yaratma tutumuna girişilmiştir. Kürt sorununun ülke gündemine girdiği her dönemde “Sevr’in hortlatılması”ndan , “ülkenin bölünmesini isteyen dış güçler”den bahsedilmesi de bu çerçevede ele alınıp değerlendirilmelidir. Örneğin Şeyh Sait İsyanı, devlet için sadece irticai bir kalkışma değil, aynı zamanda İngiltere’nin Musul üzerindeki emellerine alet olmuş güçlerin çıkardığı “kökü dışarıda” bir ayaklanmaydı. Yani ehlileştirilmesi, medenileştirilmesi gereken bir insan sürüsü olarak Kürtler, ne zaman bir hak talep ederlerse, orada onlara akıl veren, onları kışkırtan, kullanan dış mihraklar vardı. Ama bu dış mihraklar dönem ve güç ilişkilerindeki konumlanışa göre farklı olabilmektedir. Bu değişimi 1963’te aralarında Musa Anter’in de bulunduğu kimi
Kürt aydınların yargılandığı davanın iddianamesinde söylenenlerde açık olarak görmek mümkündür: “Cumhuriyet devrimimizde, Batı ve Doğu Bloğu arasında en kritik mevkii işgal eden Türkiye’mizde bazı devletler, çeşitli düşünceler tahtında Doğu Anadolu’muzda karışıklık çıkarmak yolunu tutmuşlardır. (…) Nitekim Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları muayyen aşiretlerin dışardan körüklenen, inkılâp aleyhtarı irticai tesirlerinin neticesidir. (…) Dışardan gelen tahriklerin mahiyeti, tahriklere alet olan insanların şahsiyeti eskisi gibi değildir. Evvelce dış tahrikler Ortadoğu’da menfaatleri olan emperyalist devletlerden gelirken ve milliyet maskesi altında gizlenirken, bu defa komünizm faaliyeti halinde belirmektedir. Buna alet olanlar ise, eskiden şeyhler ve aşiret reisleri iken, şimdi mahdut münevver zümreyi teşkil etmektedir.” (Akt. V. Şadillili, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, s. 184–185, Kon Yay, Ankara 1980)
Burada görüldüğü gibi, ilk dönemlerde “Kürtleri kışkırtan dış mihraklar” Ortadoğu üzerinde emelleri olan emperyalistler iken, NATO ve Varşova Paktı arasındaki bloklaşmada Türkiye’nin NATO’ya dâhil olmasından sonra bu dış mihrak değişmiş “Doğu Anadolu’da ve Boğazlarda emelleri olan” komünist Rusya olmuştur. Sovyet bloğunun çökmesinden sonra ise dönem ve koşullara bağlı olarak terörü kışkırtan, barındıran, besleyen dış mihraklar olarak bazen Suriye, bazen Yunanistan, bazen Ermenistan, bazen İran ve bazen de hepsi birden öne çıkartılmıştır. Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasından uluslararası bir operasyonla Türkiye’ye getirilmesine kadar geçen süreç içinde izlenen dış politika, devletin Kürt sorununu kökü dışarıda, dışardan kışkırtılan bir sorun olarak ele almasının açık bir örneğini teşkil etmektedir.
EKONOMİK GERİ KALMIŞLIKTAN KAYNAKLI TERÖR SORUNU SÖYLEMİ
Son “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı”nda karşımıza çıkartılan terörün istismarının ortadan kaldırılması için bölgenin ekonomik geriliğine son verilmesi söylemi aslında son yıllarda Kürt sorunu gündeme geldiğinde çözüm olarak en sık ifade edilen söylem olmuştur. Cumhuriyet hükümetleri döneminde bugüne kadar bölgeyle ilgili 11 plan-paket hazırlanmış olmasına rağmen, bunların hiçbiri uygulanmamış ve bunlar esas olarak devletin Kürt sorununu algılayış (inkâr ediş) tarzını ortaya koyan belgeler olmanın ötesine gidememiştir. Adalet Partisi’nin daha 1969’daki hükümet programında “önemle üzerinde durduğumuz bir diğer konu da Doğu bölgesinin kalkınma meselesidir. Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan memleketimizin bütün bölgelerinin kalkınması, Anayasamızın bir icabıdır. (…) Hedefimiz Türkiye’nin bütün bölgelerini tam olarak çağımızın medeniyet seviyesine çıkarmaktır. Bunun içindir ki, memleketimizin tümüne şamil bir kalkınma planı tatbik olunurken, geri kalmışlığın yaygın ve tesirli olduğu bölgelerde özel tedbirler alınmasına ihtiyaç görmekteyiz. Bu özel tedbirlerin maksadı, memlekette imtiyazlı bölgeler yaratmak değil, bütünleşmeyi perçinlemektir.” (TBMM Hükümetler ve programları, s. 104, Ankara) denilerek sorun bölgenin ekonomik geriliğinden kaynaklı bir sorun olarak tarif edilmiştir. Devletin, bölgenin ekonomik geriliğine son vermek ve “bütünleşmeyi perçinlemek” yolunda atmış olduğu en önemli adım olarak gösterilen GAP’ı sahiplenmek konusunda birbirleriyle yarışmış olan iki devlet adamından Süleyman Demirel’in GAP’ı, “bölgenin ülkeye entegrasyonunun projesi” ve Turgut Özal’ın “Türkiye’nin birliğinin simgesi” olarak görmesi, yukarıdaki söylemle aynı noktaya vurgu yapmaları bakımından dikkat çekicidir. Ama bugün GAP, başta toprak reformunun yapılmaması, devletin küçük üreticiyi destekleyici önlemler almaması gibi sorunlar olmak üzere, devletin üzerinde şekillendiği sınıf ilişkilerinin bir sonucu olarak, bir yandan toprak ağalarının, tüccarların, kapitalist işletmelerin yararlandığı, öbür yanda daha bitmeden emperyalistler tarafından “parsellenmekte” olan bir proje olmanın ötesine geçememektedir.
Tekrar MGK tarafından hazırlanan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı”na dönmek gerekirse, hazırlanan raporda bölgenin sorununa konulan teşhis, sorunun ekonomik, sosyal nitelikli bir sorun olduğu biçimindedir. Konulan teşhise bağlı olarak sorunun kaynakları:
a) Terör olaylarının bölgede geniş bir güvenlik sorunu yarattığı,
b) Kamu yönetimindeki eksik ve aksaklıkların sorunu beslediği,
c) Ekonomik sorunun çok önemli bir ağırlık oluşturduğu,
d) Eğitim sorununun büyük bir boyutta olduğu,
e) Sağlığın temel sorunlardan biri olduğu biçiminde özetlenmiştir.
Raporda bölge halkı 1) Terör örgütü sempatizanı, 2) protestocu nitelik taşıyanlar, 3) terör örgütü üyesi olarak üçe ayrılmakta ve ilk iki gruptaki vatandaşların ekonomik ve sosyal önlemlerin gerçekleşmesiyle devlete kazandırılabileceği, üçüncü gruptakilerin ise yalıtılıp yok edilebileceği biçiminde yer almıştır.
Buradaki sınıflandırma tam da devlet yetkililerince yıllardır yapıla-gelen, sorunun “bölgenin ekonomik geriliğinin istismarına dayalı bir terör sorunu” olduğu yönündeki söylemine denk düşmektedir (terör örgütü üyeleri bölgenin sosyal ve ekonomik sorunlarını istismar ederek ilk iki grupta yer alan bölge halkını kışkırtmışlardır. Dolayısıyla ekonomik ve sosyal önlemlerin alınmasıyla terör örgütü üyeleri yalnızlaştırılıp yok edilebilecektir).
MGK tarafından “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı” adı altında hazırlanan rapor üzerine daha çok şey söylenebilir ama raporun basına yansıtılıp tartışıldıktan sonra daha şimdiden yavaş yavaş gündemden düşürülüyor olması, bu raporun da daha önce hazırlanan 11 resmi plan gibi devletin sorunu algılayış tarzını ortaya koyan bir belge olma ötesine geçemeyeceğini gösteriyor. Daha önce gündeme getirilen planlar üzerinden söylersek, bölgeye yatırım yapmak, iş, eğitim, sağlık, barınma problemlerini çözerek terörün istismarını ortadan kaldırmak iddiasıyla hazırlanan son “eylem planı” da uygulamaya konacağı oranda, bölgedeki uygulamaları (OHAL yasaları) rant kapısı haline getirenlere yeni rantlar sağlayan bir plan olmanın ötesine geçemeyecektir.
Son süreçte bazı Kürt reformist ve burjuva liberal çevrelerce Kürt sorununun Avrupa Birliği standartlarına uygun bir biçimde (ki bu Türkiye’nin AB’ye girmesinin de önkoşulu sayılıyor) Kopenhag Kriterleri’ne bağlı kalınarak azınlık hakları çerçevesinde çözümü tartışılırken MGK’nın hazırladığı raporda sorunun kimi ekonomik ve sosyal önlemlerle çözülebileceğinin vurgulanması, bu çevrelere verilmiş bir yanıt olarak anlaşılmalıdır. Dolayısıyla hazırlanan rapor, sorunun çözümü konusunda devletten bir beklenti içinde olanları boşa çıkarmakta ve en azından belli bir dönem için devletin egemen kliğinin Kürt sorunu konusunda eski politikaların sürdürücüsü olacağını göstermektedir. Hazırlanan rapor ve Devlet Bahçeli’nin HADEP’li belediye tarafından Diyarbakır’da çiçeklerle karşılanması, devletin isteği üzerine Dünya Birleşik Belediyeler Federasyonu’nun (FMCU) Diyarbakır’da yapmayı planladığı “Güneydoğu ve Avrupa Arasındaki İlişkiler” konulu toplantının HADEP tarafından ertelenmesi gibi gelişmeler üzerinden özetlemek gerekirse devletin egemen kliğinin Kürt reformcu çevrelerini hizaya getirme ve “burun sürtme operasyonu” devam etmektedir.
SONUÇ YERİNE: SORUNUN ÇÖZÜM OLANAKLARI ÜZERİNE
Buraya kadar söylediklerimiz Kürt sorununun, çözümü olmayan bir sorun olduğunu değil, gerek egemenlerin egemenliklerini devam ettirmek için sürdürdükleri 77 yıllık ret ve inkâr politikalarının ve gerekse reformist Kürt çevrelerinin burjuva milliyetçi bakış açısının sorunun gerçek çözüm platformu olmadığını göstermektedir. Çünkü birinci olarak egemenlerin 77 yıldır sürdürdükleri ret ve inkâr politikaları için söylersek; eğer bir şey 77 yıl boyunca sistematik olarak yadsınıp yok sayılıyorsa o şeyin 77 yıl boyunca yadsınıp yok sayılması gereken bir ‘olgu’ olarak varlığını sürdürüyor olmayı gerekmektedir -ki bundan devletin izlediği ret ve inkâr politikalarının, Kürt sorununu ortadan kaldıran değil sadece ‘çarpıtan’ politikalar olduğu ve dolayısıyla bugün de sorunun güncelliğini koruduğu sonucu çıkarılabilir. İkinci olarak Kürt reformcu çevrelerinin sorunu darlaştırıp burjuva milliyetçi bir platformda çözmeye çalışmaları, izledikleri politikaları emperyalist politikaların bir eklentisi haline getirmekte (bugün bu çevrelerin izlediği politika, Türkiye’nin AB’ye girmeye zorlanmasına endekslenmiş bir politikadır) dolayısıyla Kürt sorununu emperyalistlerin Türkiye üzerindeki hesaplarına havale edilmiş bir sorun haline getirmektedir. Bugün bir yandan “Kürt sorunu, Türkiye’de demokrasinin en önemli sorunudur” demek, öbür yanda demokrasiyi getirme konusunda dünyadaki eşitsizliklerin kaynağı olan emperyalist odaklara umut bağlamak, emekçilerin demokrasi bilincini çarpıtan, onları beklentiye sokan ve bu nedenle mücadele edilmesi gereken bir anlayıştır. Eğer bir ülkede savunmadan enerjiye, ulaşımdan tarıma kadar her alanda uygulanan politikalar, emperyalistler ve onlarla yapılmış anlaşmalara göre belirleniyorsa, o ülkede demokrasi sorununu çözecek güç soruna kaynaklık edenler değil, bu emperyalist odakların dayattığı politikalardan zarar görenlerdir, emekçi tabaka ve sınıflardır.
Bugün Kürtlerin OHAL’in kaldırılması, Kürt dili ve kültürü önündeki engellerin kaldırılarak anadilde eğitim hakkının sağlanması, genel bir af ilan edilmesi ve idam cezasının kaldırılması, GAP’ın emperyalist yağmadan kurtarılarak topraksız köylüler lehine yeniden yapılandırılması, boşaltılan köylerin yeniden yerleşime açılarak köylerinden sürülenlerin zararlarının karşılanması, özel tim ve koruculuk sisteminin dağıtılması ile ülke genelinde, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması, ülke kaynaklarının emperyalist yağmadan kurtarılarak özelleştirme politikalarına son verilmesi, DGM, MGK, RTÜK gibi kurumların lağvedilmesi, ülkeyi emperyalizme bağımlı kılan ekonomik ve askeri anlaşma ve kurumlardan çıkılması, tarımın emekçiler lehine yeniden yapılandırılması, YÖK’ün kaldırılması, eğitimin parasız ve demokratik olması, herkese parasız sağlık hizmetinin götürülmesi gibi talepler arasında bir bütünlük olduğu çok açıktır. Bu anlamda Kürt sorunu ve Kürtlerin talepleri başta Türk emekçiler olmak üzere tüm emekçilere mal edilebildiği ve başta Kürtler olmak üzere tüm emekçiler bağımsız, demokratik bir ülke için ortak bir platformda mücadele ettikleri oranda bu bütünlük demokratik bir ülkenin ve Kürt sorununun kalıcı çözümünün önünü açacaktır.
Anadolu’nun işgali döneminde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin söylediğini bugün için bir kez daha yineleyebiliriz: Ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin ve bu arada dil ve kültürlerin emperyalizm ve yerli gericiliğin yağmasından kurtarmak için bu ülkede yaşayan tüm emekçiler Türk, Kürt, Laz, Çerkeş, Arap herkes müşterek-ül menfaadır. O zamanlar bu ortak mücadelenin önderliğini daha baştan emperyalizmle pazarlıklı güçlere terk etmek zorunda kalan emekçilerin, bugün ortak mücadeleyi yürütecekleri bir platformları, kendi bağımsız sınıf partileri bulunmaktadır.
Ekim 2000