Devlet konusu bir süredir yeniden güncelleşmiş bulunuyor. Günümüzde devlet konusu, özellikle iki açıdan “tartışılmaktadır”: Birincisi, “küreselleşmeci” takımının “globalleşme olgusu”na işaret ederek, “ulusal devlet”in “tarihe karıştığı” ve bir yönüyle bununla da bağlantılı olarak “devletin küçülmesi” gerektiği üzerine demagojileri. İkincisi ise, bu “küçülme” ve sermayenin bununla da bağlantılı olarak gündeme getirdiği saldırılar karşısında; “sosyalist” parti ve akımların, “sol”cu sosyal demokrat ve reformist sendikacı ve aydınların yenilediği “sosyal devlet” söylemi.
Dünya işçi hareketi içindeki etkisi daha büyük olduğundan, burada, “sosyal devlet” konusu üzerinde durmamız gerekmektedir. Nitekim bugün, başta Avrupa olmak üzere hemen tüm emperyalist ülkelerde, “sosyal devlet tasfiye ediliyor” ya da “sosyal devletten vazgeçilmemeli” söylemiyle, mücadele eden işçi sınıfının ufku, yeniden “sol”dan daraltılıyor. Bu söylemi geliştirenlerin, bugün, sermayenin saldırılarına karşı koyan işçi ve emekçilerin “yanında” görünmeleri, onların, günümüzün genç işçi hareketi içinde yeniden geliştirmek istedikleri bu ideolojik deformasyon ve kafa karışıklığının barındırdığı tehlikenin görülmesini engelleyebilmektedir. (Bazıları açısından “sosyal devlet’i bilinçsizce (hareket noktaları esasta “hakları savunma”yla sınırlı olanlar) savunma söz konusuyken, bazıları açısından (özellikle de bugünkü işçi hareketine “içinden” -işbirlikçi sendikacılar- ve dışından -“sol”cu aydınlar- ideolojik önderlik yapanlar) bu, işçi hareketini hep arkadan hançerlemiş ideolojik bir mihrakın temsilcileri olarak bilinçli savunulmaktadır.) Fakat şurası açık olmalıdır ki, devlet üzerine bu tür oportünist görüşlerle kararlı ve açık mücadele edilmeden, ne işçi ve emekçilerin genel olarak burjuvazinin etkisinden kurtulması ne de işçi sınıfının bağımsız politik tutumunun gelişmesi söz konusu olabilir.
* * *
19. yüzyıldan bu yana, başta Marx ve Engels olmak üzere tüm Marksist-Leninistler, çeşitli burjuva ve küçük-burjuva sosyalizmi akımlarının, reformist ve revizyonistlerin özellikle burjuva devleti hakkındaki görüşleriyle sürekli mücadele ettiler. Esas olarak işçi sınıfını politik iktidar mücadelesinden uzaklaştırmayı hedefleyen bu görüşler, özellikle emek ve sermaye arasındaki mücadelenin keskinleştiği dönemler yeniden dirilmiştir. Her defasında farklı “olgular”a dayanılarak ileri sürülen bu görüşlerle; bazen devletin baskı aygıtı olarak karakteri, bazen de sosyal ve politik niteliği çarpıtılmıştır. Ancak, hangi adla ve hangi dönemde ortaya çıkmış olursa olsun, bütün bu görüşlerin ortak yanını, burjuva devletinin sınıfsal karakterinin reddi oluşturmuştur. Devlet “sınıflar-üstü” görüldüğü için, ona pek çok özellik atfedilebilmiştir. Böylelikle burjuva “devlet baba” birçok ad kazanmıştır: “halk devleti”, “özgür devlet”, “sosyal devlet”, “refah devleti” vb…
Örneğin Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) bugün hâlâ “işçi sınıfının lideri” olarak göklere çıkardığı Ferdinand Lasalle, işçi sınıfına, Marx’ın tabiriyle “kendine yardım yerine devlet yardımı”nı öğütlemiştir. 1848 devriminin yenilgisinin ardından gelişen uzun gericilik yıllarında işçi derneklerinin kurulmasına öncülük ederek Alman işçi hareketinin yeniden canlanmasında olumlu bir rol oynayan Lasalle’e göre, “devletin asıl doğası”, “insan soyunu özgürlük doğrultusunda eğitmek ve geliştirmek”ti. Bilindiği gibi, Marx ve Engels, Prusya devletinin yardımıyla sosyalizme geçileceğini öğütleyen ve Alman sosyal-demokrat partisinin Gotha ve Erfurt Programlarına da sinen bu devlet anlayışıyla ömür boyu mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
Alman işçi sınıfı içinde devletle ilgili burjuva idealist hayallerin fikir babası olan Lasalle; Marx ve Engels’in ölümünün ardından Alman sosyal demokrasisi içinden çıkan tüm oportünistlere de ilham kaynağı olmuştur. Başta Bismarck olmak üzere burjuvazi ve gericilik de, işçi sınıfı saflarında devlet üzerine var olan bu kafa karışıklığından özellikle işçi hareketinin gelişme kaydettiği dönemlerde yararlanmayı bilmiştir. Bismarck döneminin ünlü “sosyalistlere karşı yasa”sı ile sosyal sigorta yasasının aynı yıllara denk düşmesi çarpıcı bir örnektir bu bakımdan.
Bununla birlikte, özellikle “sosyal devlet” söylemini Lasalle’in Prusya devletiyle ilgili görüşlerinin farklı bir ifadesi olarak görmek yanlış olacaktır. Lasalle vb.lerin devlet konusundaki görüş ve yanılgılarına, Marksizm’in henüz tam egemen olmadığı işçi hareketinin gençlik döneminin yetersizlikleri olarak bakılabilirken, “sosyal devlet” teorileri için aynı şey söylenemez. “Sosyal devlet” ve bu söylem üzerinden sonradan geliştirilen tüm teoriler (“örgütlü kapitalizm”, “ekonomik demokrasi”, “işyeri demokrasisi” vb.), sosyalizm için devletten yardım istemekten öteye giden, bizzat kapitalizmin ve onunla birlikte de devletin kendisinin “sosyal bir değişim”e uğradığını savunan görüşlerdir. Başka bir deyişle, devletin politik ve sosyal karakteri konusundaki tartışmaların özü aynı kalmakla birlikte, sorunun kendisi, kapitalizmin tekelci aşamasına varmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır.
TEKELCİ KAPİTALİZMİN TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİNE DÖNÜŞMESİ
Genel kanının aksine, “sosyal devlet” tezi İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya atılmamıştır. “Sosyal devlet” eksenli söylemlerin kökeni, Birinci Emperyalist Savaş dönemi ve hemen sonrasına kadar uzanmaktadır. Burada altı çizilmesi gereken, “sosyal devlet” teorisinin, genel olarak tekelci kapitalizm aşamasının, özel olarak ise, tekelci devlet kapitalizmi döneminin bir teorisi olmasıdır. Bu teorinin tarihsel kökenini, en gelişkin biçimiyle ortaya çıktığı ülkeyi, Almanya’yı, örnek alarak kısaca irdelememizde fayda vardır…
Bilindiği gibi, kapitalizm, 19. / 20. yüzyıl dönemecinde, bağrındaki çelişki ve eğilimlerin gelişimi sonucunda, tekelci kapitalizme dönüşmüştür. Bu nitel değişimin; muhtevası, anlamı ve doğurduğu sonuçlar Lenin tarafından, “Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinde titizlikle irdelenmiştir. Günümüzün gelişmeleri ve sorunları karşısında ayrı bir güncellik kazanan bu değerli eserin tezlerini burada tekrarlamak istemiyoruz. Ancak, konumuz açısından Lenin’in tahlilleri arasından şu noktanın altını çizmemiz gerekiyor:
Kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesi; bir yandan her bir sınıfın, toplumsal üretimdeki konumunca belirlenen tarihsel yazgısını olağanüstü hızlandırarak sınıf çelişkilerini köklü bir şekilde keskinleştirirken, diğer yandan bazı sınıfların konumlarında da esaslı değişikliklere neden olur (örneğin burjuvazinin tekelci ve tekel dışı burjuvazi olarak bölünmesi, işçi sınıfının içinden azami kâr kırıntılarıyla beslenen “aristokratik” bir tabakanın ortaya çıkması ya da esas olarak mühendis, teknisyen, muhasebeci vb. gibi “teknik aydınlar”dan meydana gelen “yeni bir orta sınıfın oluşması gibi…). Öte yandan ama tekelci kapitalizm, aynı şekilde, gerek kapitalist devletin ekonomik ve politik konumunda, gerekse kapitalist sınıfın kendi devletiyle ilişkisinde önemli değişikliklere neden olur: Bir yandan; mali oligarşinin temsilcileriyle devlet temsilcilerinin, “özel tekeller ile devlet tekellerinin iç içe” geçmesi gerçekleşir (kuşkusuz, bu, reformizmin iddiasının aksine, “en büyük tekeller arasındaki emperyalist savaşım(ın) halkaları” olarak “dünyanın paylaşılması amacıyla” gerçekleşir). Diğer yandan; kapitalist sömürünün toplumsal koşullarını tahkim etmede ve mali sermayenin dönemsel ihtiyaçlarını karşılamada devletin fonksiyonlarında bir genişleme yaşanır.
Genel olarak şu söylenebilir: Burjuva devletinin tarihi, aynı zamanda, burjuvazinin kendi aygıtını geliştirme, yenileme, daha rafine örgütleme çabası ve mücadelesinin tarihidir. Burjuva devletinin burjuvazinin devleti olması, bu çaba ve mücadelenin gereksizliğini değil, tersine -devlet aracının özgünlüklerini dikkate aldığımızda- gerekliliğini, zorunluluğunu ortaya koyar. Dolayısıyla, burjuvazi sürekli -sınıflar-arası mücadeledeki güçler dengesi ve kendisinin dönemsel çıkarlarına bağlı olarak- kendi devletini yeniden yapılandırmış, reorganize etmiştir.
Ancak burada vurgulanmak istenen bu “genel olarak” değildir. Hangi devlet olursa olsun, devletin temeli, toplumdur. Kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesiyle, burjuva devleti, serbest rekabetçi dönemin “liberal devlet’i olarak kalamaz. Burjuvazinin devleti, mali oligarşinin devleti haline gelir.
Toplumsal koşulların temelli bir dönüşümünün kaynaklık ettiği bu sürecin, tekelci kapitalizm koşullarında varabileceği tek yerin ne olacağını saptayan yine Lenin olmuştur: “Küçük ve orta işletmelerin gerilemesi ve batması daha da hızlanıyor. Sermayenin yoğunlaşması ve uluslararasılaşması dev boyutlara ulaşıyor. Tekelci kapitalizm tekelci devlet kapitalizmine dönüşüyor.” (“1917”, Inter Yay. sf. 115)
Lenin’e göre, “emperyalist savaş, tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüşme sürecini büyük ölçüde hızlandırıp yoğunlaştır”mıştır. (“Devlet ve İhtilal”, önsöz) Tekelci kapitalizmin bu yeni “durumu”; II. Enternasyonal oportünistleri tarafından, devlet eliyle tekellerin egemenliğinin “sınırlanması” ve devletle birlikte kapitalist düzenin “sosyalizasyonu” olarak lanse edilirken, Lenin şu olgunun altını çizmiştir: Tekelci devlet kapitalizmi, “kapitalizmin devasa gücüyle devletin devasa gücünün birleşmesi”, “kaynaşması”dır.
Sosyal demokrat reformistlerin ve bugünkü “sosyal devlet’çi işbirlikçi takımının görüşlerinin gerçek anlamını kavramak açısından Lenin’in “kaynaşma” ile ilgili bu vurgusu çok önemlidir. Zira tekelci devlet kapitalizmi yalnızca basit bir düzenleme sistemi değildir. Tekelci devlet kapitalizmi; devlet ve tekellerin birbirleriyle ilişkisinin, tekelci kapitalizm temeli üzerinde kurulduğu ve esas özelliğinin Lenin’in bu “kaynaşma” kavramıyla vurgulandığı bir “durum”dur. Dolayısıyla, bu “kaynaşma”, “sosyal devletçi” reformistlerin iddia ettikleri gibi, “devletin sosyalleşmesi ve kapitalizmin de “sosyalizme doğru” evrilmesi değil, tam aksine, tekelci kapitalizmin tüm çelişki ve eğilimlerinin alabildiğince keskinleşmesi demektir. Tekelci kapitalizm koşullarında devlet mülkiyeti, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişkinin ortadan kalkması anlamına gelmemektedir. Zira, burada, üretici güçlerin toplumsal karakteri salt biçimsel olarak “tanınmakta”dır. Bir avuç mali oligarkın egemen olduğu tekelci kapitalizmin temeli üzerinde gerçekleşen ve devlet mülkiyeti biçiminde kendisini dışa vuran bu kaynaşmada, ancak devleti sınıflar-üstü görenler, mali sermayenin gücünde bir sınırlanma ve kapitalist devletin kendisinde bir “sosyalleşme”yi görebilirler.
Kapitalist devletin, üretici güçlerin toplumsal niteliğini biçimsel “tanımasından bir yanılsamanın doğduğu ortadadır. Tekelci kapitalizmde bu “tanınma”nın olanaklı oluşu ve gerçekleşmesi, devletin “sınıflar-üstü” görünümünü pekiştirmektedir. Ve reformist ve oportünistler, bu yanılsamayı, kendi idealist devlet teorileri için bir silah olarak kullanmaktadırlar. Fakat bu durum, “insan üzerindeki ilk ideolojik güç” olan devletin sınıfsal yapısıyla çelişmez. Çelişmez, çünkü “daha doğar doğmaz, kendini toplumdan bağımsız kılan” devlet, “belli bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha da büyük olur.” (Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yay., sf. 52) Sömürücü sınıfların devleti, “bu bağımsızlığı”nı geliştirdiği ölçüde “sınıflar-üstü” görünümünü pekiştirir; “sınıflar-üstü” görünümü pekiştiği oranda, hizmetinde olduğu sınıf için daha işlevli ve yetenekli olur. “Sosyal devlet” görünümü (ve reformizmin bu safsatası), bu bakımdan, tekellerin egemenliğinin hüküm sürdüğü koşullardaki burjuva devleti açısından sınıfsal kimliğini gizlemek için ideal bir maskedir.
TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİ VE “SOSYAL DEVLET”
Belirtildiği gibi, özellikle Almanya’da Birinci Emperyalist Savaşın, “tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüşme sürecini büyük ölçüde hızlandırdığı koşullarda, devletin savaş olgusu nedeniyle (toplumun tüm üretici güçlerini seferber etme zorunluluğu, “arka cepheyi” sükûnet İçinde tutma gerekliliği) izlediği politika ve müdahaleler, sosyal demokratlar tarafından “sosyal devlete gidiş”in ilk adımları olarak açıklandı.
Savaş yıllarında devletin ekonomik alandaki fonksiyonlarında bir genişleme yaşandı; kısmi kamulaştırmalar; çalışma zorunluluğunun getirilmesi; işletmelerin yer yer bir işkolunu kapsayacak düzeyde “savaş şirketleri” olarak birleştirilerek devlet komiserlerinin yönetimine bağlanması; AEG tekelinin denetim kurulu başkanı Walther Rathenau gibi tekel temsilcilerinin ekonominin yönetiminden sorumlu devlet görevlerine getirilmesi; savaş ve gıda sanayisinden sorumlu “savaş daireleri”ne metal işçileri sendikası başkanı Alexander Schlicke ya da kooperatif birliği yöneticisi August Müller gibi sosyal demokratların müsteşar olarak atanması vb.; “tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüşme süreci”nin somut göstergeleriydi.
Öte yandan bu gelişmelerin yanı sıra; özellikle de Kasım 1918 devriminin öngününde kurulan ve SPD ve bazı sendika yöneticilerinin de içinde yer aldığı (Ekim Devrimi’nin etkisini sınırlamak ve yaklaşan Kasım devrimi karşısında, karşı-devrimci reformist Friedrich Ebert’in de belirttiği gibi, “Almanya’nın kaderini devrimin partisine terk etmemek” amacıyla) hükümet tarafından devrim öncesi ve sonrasında bazı politik ve sosyal reformlar gerçekleştirildi. Bu reformlar çerçevesinde; bir yandan parlamentonun yetkilen artırılıyor, diğer yandan ilk defa işsizlik sigortası uygulamasına geçiliyor; Alman sermayesinin, “çapulcu örgütü” olarak aşağılaya geldiği sendikalar ilk defa yasal olarak tanınıyor; sendikacılara, devlet ve sermaye temsilcilerinin de içinde yer aldığı çeşitli kurumlarda işçilerin temsilcisi olarak yer alma hakkı veriliyor; sekiz saatlik işgünü kabul ediliyor; devletin sosyal harcamaları artıyor…
Gerçekte 1917 Ekim Devrimi ve 1918 Kasım devriminin kazanımları olan bu “sosyal ilerlemeler”, işbirlikçi sosyal demokrasi tarafından tersyüz edilerek, tekelci kapitalist düzenin temelli bir “dönüşüm”ü olarak gösterildi. Bu “dönüşüm”; 1917 Kasımı’nda sendikaların “politik-sosyal işçi programı” adıyla açıkladığı ve başka sosyal reformların yanı sıra, “sosyalleştirme”nin bir hazırlığı olarak tekel işletmelerini devletin yönetimi ve denetimine bırakmayı öngören program ile SPD’nin Mayıs 1918’de açıkladığı ve 1891 Erfurt Programı’nın devrimci içeriğini “tamamlayan” ve “devletin demokratikleştirilmesi”ni, “halk iktidarının kurulması”nı ve “demokratik-sosyalist idari devlet’in oluşmasını “sağlayacak” politik reformlar içeren “eylem programı”nda formüle edildi. Dönek Kautsky de Alman proletaryasını devrimden alıkoymak için devreye girdi. İlkin, “savaştan barışa geçişte” iktidarı almanın uygun olmayacağını savunan “Geçiş Ekonomisi”yle ilgili tezlerini (kamulaştırmalar, işletmelerde ortak yönetim, 8 saatlik işgünü vb. talepler) açıkladı. İşçilerdeki ayaklanma eğiliminin güçlenmeye devam etmesi karşısında ise, SPD ile birlikte Bolşeviklere ve Spartakistlere saldırdı; bu saldırının bir parçası olarak Ağustos 1918’de “Proletarya Diktatörlüğü” adil broşürünü yayınladı. Kautsky bu broşürde, burjuva devletiyle ilgili hayalleri ve “üçüncü yol” çizgisini “Marksist açıdan” sözüm ona teorize ediyordu. (Lenin, “Marksist açıdan” yapılan bu saldırının özellikle Almanya devrimi için barındırdığı tehlikeyi görerek, “Proleter Devrim ve Dönek Kautsky” adlı kitabıyla bu saldırıyı geri püskürtür.)
Böylelikle, devrimin öngünündeki Almanya proletaryasına, kapitalizmin ve komünizmin dışında “üçüncü bir yol” gösteriliyordu: Devrim ve proletarya diktatörlüğü olmaksızın, sömürücü sınıflarla işbirliği içinde ve “parlamenter demokrasiye dayanarak”, barışçıl ve tedrici yoldan “sosyalizme geçiş”. “Rus yolu”, “Almanya gibi politik bakımdan gelişmiş ileri sanayi ülkelerinde mümkün değil”di!
Savaşın sona ermesi, “Wilhelm Almanyası”nın yerini nispeten daha ilerici bir anayasayla birlikte “Weimar Cumhuriyeti”nin alması ve SPD’nin doğrudan iktidara gelmesi vb, gelişmeler; Kasım 1918 devriminin kanla bastırılması ve devrimin önderlerinden Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un kontrgerilla yöntemleriyle katledilmesinde önemli bir rol oynayan Alman sosyal demokrasisi tarafından, devlet ve tekelci kapitalizmin “dönüşümü” konusundaki görüşlerin giderek sistematize edilmesinin birer dayanağı olarak kullanıldı.
Nitekim “sosyal cumhuriyet” (Weimar Cumhuriyeti) dönemi ve bunu “devrim dalgasını atlatmış dünya kapitalizminin nispi istikrar döneminin izlemesi, o zamana kadar genel söylem düzeyinde tutturulan “sosyal devlet” ütopyasına yeni “dayanaklar” sağladı. 20’li yıllar, reformizmin teorik bakımdan da “şahlandığı” yıllar oldu. “Sosyal devlet” söylemi, “yeni” teorilerle tamamlandı. II. Enternasyonal partilerinin yayın organlarında kapitalizmi kutsayan “yeni” teoriler birbirini izledi: “Etkisi bakımından yüzyıl öncesinden geri kalmayacak yeni sınaî devrim”den söz ediliyor; “serbest rekabetin yerine yalnızca tröstlerin tekelinin geçmediği”, “bunun yanı sıra, emeğin serbest rekabetinin yerini işçilerin toplu iş sözleşmelerinin aldığı”, “işsizlik sigortasının on yedi büyük ülkede uygulamaya sokulduğu”; bütün bunların “sermayenin yapısını değiştirdiği” vb. “olgular” saptanıyor ve kapitalizmin artık “savaş öncesi kapitalizm olmadığı”, aksine “örgütlü kapitalizm”e ve “ekonomik demokrasiye” geçildiği iddia ediliyordu, “Örgütlü kapitalizm” teorisinin de sahibi olan SPD ideologu Rudolf Hilferding, 1927’de SPD parti kongresinde yaptığı konuşmada daha ileri gidiyor ve tekelci devlet düzenlemelerinin geliştirilmesiyle, “kapitalist serbest rekabet ilkesinin yerini, sosyalist planlı üretim ilkesi”nin alacağını duyuruyordu. Kapitalizmden sosyalizme tedrici geçiş devam ediyordu! 1928’de de dönemin Meclis Başkanı sosyal demokrat Paul Löbe şöyle açıklıyordu: “ister kabul edelim, ister etmeyelim; devlet, kaçınılmaz olarak hem ekonomik devlet (bu tanım kapitalistlere aitti -A.C.) ve hem de sosyal devlet haline geldi.”
Bu teoriler üzerinde daha fazla durmanın bir gereği yok. Nitekim Hilferding’in 1927’deki iddiası, iki yıl sonra, 1929’da patlak veren büyük genel bunalım tarafından yanıtlandı! “Sosyalizme tedrici geçiş”in kutsal dayanağı olarak ileri sürülen “parlamenter demokrasi” tezi ise, Hitler faşizmi olgusuyla birlikte “gökten yere” indirildi…
Dünya kapitalizminin, batı edebiyatına “çılgın 20’li yıllar” diye geçen “yüksek uçuş”undan 1929 bunalımıyla birlikte yere çakılmasının ağır faturası, yine işçi ve emekçi sınıflara çıkartıldı. Hemen hemen tüm kapitalist ülkelerde tam bir toplumsal çöküş yaşandı. Bu durum ve bu yıllarda sosyalist inşasını tamamlamak üzere olan Sovyetler Birliği’nin peş peşe kaydettiği ekonomik ve sosyal başarılar, işçi ve emekçileri sosyalist düşüncelere daha açık hale getirdi. İngiltere’de bu eğilim yeniden bir İşçi Partisi hükümetinin kurulmasıyla kucaklanmaya çalışılırken, krizin tüm şiddetiyle ortaya çıktığı ABD’de Demokratların adayı Roosevelt’in başkan seçilmesine yol açtı. Milyonlarca işsizin katıldığı “açlık yürüyüşlerinin düzenlendiği, grevlerin hızla arttığı, her şeyini kaybeden çiftçilerin kendiliğinden kitlesel hareketinin patlak verdiği ve aynı zamanda zenci işçi ve emekçileri hedefleyen ırkçı terör eylemlerin yayıldığı koşullarda başkan seçilen Roosevelt, bu toplumsal çöküşü “New Deal” adıyla ünlenen tekelci devlet politikalarıyla aşmaya çalıştı. “New Deal”, özü bakımından “sosyal devlet”çi politikalardan ayrılmamaktaydı. “Sosyal devlet”çi politikaların, ABD toplumu ve ekonomisinin ulusal şekillenmesine uyarlanmış biçimiydi. Bununla birlikte, daha “mütevazı”ydi; “sosyalizm”e ulaşma iddiası yoktu! Özellikle de İngiliz ekonomisti Keynes’in “yatırımların devletleştirilmesi” vb. tezlerinden esinlenmişti. (Başta İngiliz İşçi Partisi olmak üzere, sosyal demokrasi, özellikle 50’li yılların sonu, 60’lı yılların başında, vaat ettikleri “demokratik sosyalizmin gelişi geciktikçe ve Marksist söylemden uzaklaştıkları ölçüde Keynes’i “keşfetmiş”lerdir. Sosyal reformist oportünistlerle kıyaslanacak olursa, Keynes’in tekelci devlet kapitalizminin “açık sözlü” bir ideologu olduğunu belirtmek gerekir.)
II. Enternasyonalci sosyal oportünistlerimize geri dönelim… Mevcut kapitalist sistemi yıkma diye bir hedefi olmayan, aksine elindeki bütün olanaklarıyla devrimi bastırmada karşı-devrime paha biçilmez hizmetler sunan ideolojik bir mihrakın; tekelci devlet kapitalizminin görünüş biçimlerini “sosyal devlet’in veya “sosyalizme barışçıl geçiş”in tezahürü olarak açıklamasında, öte yandan günlük politikada emek ile sermaye arasında işbirliğini savunmasında sağılacak bir şey yoktur kuşkusuz.
Lenin, “Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinin önsözünde, “bu tarihsel ve evrensel olayın ekonomik temelinin neye dayandığını şöyle açıklıyordu: “Bu kökler, kuşkusuz, kapitalizmin en yüksek tarihsel aşamasını, yani emperyalizmi karakterize eden asalaklık ve çürümededir.
“… Kapitalizm, bugün basit bir ‘kupon kırpma’ işlemiyle bütün dünyayı soyup soğana çeviren, özellikle zengin ve güçlü bir avuç (…) devleti ileriye geçirmiş bulunmaktadır,
“Anlaşılıyor ki, sağlanan bu muazzam aşırı karlarla (…) işçi liderlerini ve işçi aristokrasisinin yüksek tabakasını bozmak olanaklı olabilmektedir. ‘İleri’ ülkelerin kapitalistleri de, dolaylı ya da dolaysız, açık ya da maskeli, bin türlü yola başvurarak, onu bozmaktan geri kalmamaktadır.
“Yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle tamamen küçük burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da ‘işçi aristokrasisi’, II. Enternasyonal’in başlıca desteği olmuştur; günümüzde de burjuvazinin başlıca toplumsal (askeri değil) desteğidir. Çünkü bunlar, işçi hareketi içinde, burjuvazinin gerçek ajanları, kapitalist sınıfın işçi uşakları (…), reformizmin ve şovenizmin gerçek yaylalarıdır. Proletarya ile burjuvazi arasındaki iç savaşta, bunlar, kaçınılmaz olarak ve oldukça önemli bir sayıda, burjuvazinin yanında, ‘komüncülere karşı ‘Versailles’cıların yanında yer alırlar.
“Bu olayın ekonomik kökleri kavranmadıkça, siyasal ve toplumsal önemi değerlendirilmedikçe, komünist hareketin ve önümüzdeki toplumsal devrimin pratik sorunlarının çözümüne doğru bir tek adım bile atılamaz.”
Savaş yıllarında beliren tekelci devlet kapitalizminin savaş sonrası yıllardaki görüngü biçimlerinde değişiklikler yaşanırken, diğer taraftan işçi aristokrasisinin devlet ve sermaye ile ilişkilerinde önemli ilerlemeler cereyan etti. Mali oligarşi, işçi sınıfına verilmek zorunda kalman tavizleri, başka yollardan telafi etmekteydi.
Denilebilir ki, tekelci devlet kapitalizmi süreci, aynı zamanda, burjuvazinin “başlıca toplumsal desteği” olan işçi aristokrasisinin, özellikle de onun üst tabakasının, devlet ve mali sermaye ile ilişkilerinin çok daha derinlesin kökleştiği bir süreç oldu. Bir dizi tekelci kapitalist devletlerde, rüşvetin ve “bozmanın” bir yolu olarak geniş bir işçi bürokrasisi yaratıldı. Kamu bankaları, kamu işletmeleri, devlet daireleri, bakanlıklar ve hükümet kabinelerinde “koltuk” sahibi işçi ve sendika bürokratının sayısı arttı. Yalnızca şahıslar düzeyinde değil; devlet ve mali sermaye, sendika kasaları ve işçi emeklileri sandıklarında biriken işçi aidatları ve primlerini de bu burjuvalaşmış işçi bürokratları aracılığıyla sermayeye dönüştürdü…
İşçi aristokrasisi deyince; yalnızca satılmış birkaç sendika bürokratı, bir avuç işbirlikçi sendika lideri ya da çok yüksek ücret alan bazı vasıflı işçileri anlamamak gerekir. İşçi aristokrasisi, tekelci kapitalist devlet ile mali sermayenin bin bir yoldan kendisine bağladığı örgütlü sosyal bir tabakadır. Sosyal bir tabaka olarak işçi aristokrasisinin varlığı ve kaderi nesnel olarak emperyalist kapitalist düzenin varlığı ve kaderine bağlanmıştır. Sosyal konumunun bu nesnel karakteri nedeniyle, işçi sınıfı içindeki her türlü oportünizmin, işbirlikçiliğin ve kapitalist düzenle ilgili hayallerin kaynağı, taşıyıcısı ve temsilcisi olabilmektedir. Asalak ve çürüyen kapitalizm olarak emperyalizm, böylelikle, gerici ve asalak özelliklerini de işçi sınıfı saflarına taşımaktadır. (Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde ise işçi aristokrasisinin kitle tabanı çok zayıf olmakla birlikte, buralarda bu tabakanın durumu, emperyalist ülkelere göre, piramidin ters hali gibidir. Aşağı indikçe daralan, ama özellikle sendika bürokrasisi nezdinde deneyimli bir kesimi teşkil etmektedir.)
Kısacası; tarihsel bakımdan, bir yandan uluslararası işçi hareketinin emperyalizm tarafından bölündüğü, diğer yandan ilk büyük sosyalist devrimin gerçekleştiği koşullarda ortaya çıkan “sosyal devlet” görüşü (reformizmin “barışçıl yoldan sosyalizme geçiş”, “arı demokrasi” vb. teorileri gibi), tekelci burjuvazinin işçi sınıfı saflarındaki toplumsal dayanağı işçi aristokrasisi ve onun ideolojik temsilcisi reformizmin aracılığıyla proletaryayı devrim ve iktidar mücadelesinden alıkoymak için ortaya atılan bir teoridir, işçi sınıfı saflarında, devletin; sınıfların “üstünde” olduğu, tüm toplumsal sınıfların çıkarlarını temel alarak hareket ettiği ve ekonomiyi “düzenleyerek”, “yöneterek” üretimdeki anarşiyi, krizleri ve işsizliği yok edebileceği doğrultusundaki ideolojik hayalleri özel olarak yayan “sosyal devlet” anlayışı, emperyalist burjuvazinin iktidarının pekişmesine hizmet etmiş, proletaryanın ise, büyük yenilgi ve acılara sürüklenmesinde önemli bir rol oynamıştır.
“SOSYAL DEVLET” VE TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİ
Hitler faşizminin, omurgasını Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu müttefik güçlerce yenilmesi ve faşizme karşı savaşta Sovyet halkının yaptığı sonsuz fedakârlıklar, sosyalizmin otoritesini dünya ölçeğinde artırdı. Bir dizi ülkede halk demokrasileri kurulur ve emperyalist sömürgecilik ağır darbeler almaya başlarken, dünya kapitalizmi genel krizinin yeni bir aşamasına girmişti. Bu koşullarda, dünya gericiliğini kendi önderliğinde birleştiren ve savaştan en güçlü emperyalist mihrak olarak çıkan ABD emperyalizminin bütün stratejisinin özü şuydu: Dünya devriminin peş peşe kazandığı zaferlerin Batı kampına, özellikle de Batı Avrupa’ya sıçramasını önlemek. Devrim dalgası bunun için ilkin batıda kırılmak zorundaydı!
Savaş ve sonrası dönemin askeri, ekonomik ve politik sonuçları, sınıflar arası güç dengesini emperyalizmin ve her türden gericiliğin aleyhine değiştirmiş ve başta Sovyetler Birliği olmak üzere, sosyalizme ve bu toplumsal öğretinin kararlı temsilcileri komünist partilerine büyük bir prestij kazandırmıştı. (Komünist Partilerinin gücü, faşizme karşı savaşta en büyük kayıpları vermelerine karşın, savaş sonrasında muazzam ölçülerde arttı. Örneğin, savaş öncesinde, 1939 yılında, dünya çapında toplam üye sayısı 4 milyon olan 61 komünist partisi vardı (kapitalist ülkelerdeki üye sayısı 1,5 milyondu). Savaş sonrasında, 1947 yılında, komünist parti sayısı 76’ya çıkarken, toplam üyesi sayısı 20 milyona, kapitalist ülkelerdeki üye sayısı ise 4,8 milyona yükselmişti. Avrupa’dan bir örnek vermek gerekirse: Fransız Komünist Partisi’nin üye sayısı 1945 yılında 900 bine ulaşmıştı. 1945 Ekimi’nde düzenlenen kurucu meclis seçimlerinde FKP 5 milyondan fazla (yüzde 26) oy alarak ülkenin en güçlü partisi haline gelmişti.) Savaşın ardından, yalnızca ulusal kurtuluş hareketleri değil, uluslararası işçi hareketi de güçlenmekteydi.
Savaşın sona ermesi, seferberliğin kaldırılması ve savaş sanayisindeki istihdamın gerilemesi; işsizliğin hızla artmasına, reel ücretlerin süratle düşmesine, açlık ve yoksulluğun giderek büyümesine yol açtı. Kapitalist ülkelerdeki işçi ve emekçiler arasında; bir yandan iş ve ücretlere zam gibi acil ekonomik talepler yükselirken, diğer yandan savaşın sorumlusu tekellerin mülksüzleştirilmesi, demokratik ve sosyal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi doğrultusundaki talepler de süratle yayılmaktaydı. Örneğin ABD’de 1945–1946 yılları arasında ekonomik grevlerin sayısı (4750 ve 4985) görülmedik derecede arttı. Tek başına 1946 yılında 4,6 milyon işçi ve emekçi greve gitmişti. Almanya’da 1946/47 kışı ve özellikle 1947 ilkbaharında kitle hareketinde bir yükseliş yaşandı. İşçi ve emekçiler, çeşitli işkolları ve işletmelerin kamulaştırılmasını ve başta Nazilerin devlet kurumlarından temizlenmesi olmak üzere devlet kurumlarının demokratikleşmesini talep ediyorlardı. Bu taleplerle halk oylamaları yapılıyor, politik grevlere gidiliyordu. 3. Nisan 1947’de 334 000 madencinin katıldığı
24 saatlik genel grevde ekonomik sabotaj olayları protesto edilirken, devlet kurumlarının demokratikleşmesi ve maden ocakları sahiplerinin mülklerine el konulması talep ediliyordu. Benzer örnekler hemen hemen tüm Avrupa ülkeleri için verilebilir…
Savaş sonrası koşullarının anlaşılması açısından bir gelişmeye daha dikkat çekilmelidir. Bilindiği gibi, Birinci Emperyalist Savaş öncesinde uluslararası işçi ve sosyalist hareket ikiye bölünmüştü. İkinci Dünya Savaşı sonrasının yukarda özetlenen koşulları ise, uluslararası işçi ve sosyalist hareketin bu bölünmüşlüğünü aşmak için de oldukça elverişli koşullar yaratmıştı. Faşizme karşı komünist sınıf kardeşleriyle birlikte omuz omuza direnen sosyal demokrat işçiler arasında bu eğilim oldukça güçlenmişti. Başta Fransa ve İtalya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinin komünist partileri, geniş işçi kitleleri arasında popülerleşen bu düşünceye destek verdiler; hatta 194547 yılları arasında bu konuda komünist partilerinin somut girişimleri de oldu. Ancak, sosyal demokrat, “sosyalist” partilerin tabanındaki bu eğilim ve düşünce, mali sermaye ve tekelci kapitalist devletle iç içe geçmiş işbirlikçi reformist yönetimler tarafından bin bir yol ve yöntemle engellenmeye çalışıldı. ABD ve İngiliz emperyalizminin örgütlediği “soğuk savaş” stratejisinin işçi hareketi saflarındaki ajanlığını üstlenen bu karşı-devrimci güruh, bunda maalesef başarılı da oldu. Böylelikle, uluslararası işçi hareketi, saflarını ikiye bölen emperyalizm karşısında yakaladığı büyük bir tarihsel olanağı da kaçırmış oldu. (Dünya proletaryası birlikten yanaydı. Bu eğilimin en somut ifadesi, işçi hareketi içindeki devrimci güçlerin inisiyatifi üzerine, 1945 Eylül’ünde Paris’te Dünya Sendikalar Birliği’nin kurulmasıydı. 56 ülkeden 67 milyon işçi ve emekçiyi temsil eden Dünya Sendikalar Birliği, işçi sınıfının tarihinde ilk defa, çeşitli siyasi akımların -komünist, sosyal reformist, anarşist ve hatta katolik- etkisi altındaki işçi ve emekçi sendikalarını bir örgüt çatısı altında birleştirmişti.)
Dünyanın savaş sonrasında değişen koşulları, Batılı emperyalist güçleri, işçi ve emekçi halkların artan talepleri karşısında gösterilecek kayıtsızlığın bedelinin çok ağır olacağı bir pozisyona itmiş bulunuyordu. Yeni tavizlerin verilmesi kaçınılmaz hale gelmişti.
1940’lı yılların sonuna kadar işçi ve emekçiler, sermayenin genellikle büyük direnişleriyle karşılaşmaksızın (bu tutum 50’li yıllardan itibaren değişir), pek çok yeni kazanımlar elde eder: Bir yandan Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde (Fransa, İtalya, Almanya vb.), pek çok yeni demokratik hak ve özgürlükler içeren yeni anayasalar kabul edilir, bazılarında da toprak reformu gerçekleşir ve boyutları ve pratik uygulaması ülkelere göre değişmekle birlikte yaygın kamulaştırma olayları (İngiltere, Fransa, İtalya, Avusturya vb.) yaşanırken, diğer yandan yeni ekonomik-sosyal hak ve özgürlükler tanınır (ciddi ücret artışlarının yanı sıra, çalışma sürelerin kısaltılması, çalışma koşullarının düzeltilmesi, iş güvenliğinin artırılması; sendikal hakların artırılması; sosyal sigortaların genişletilmesi; -ya da İngiltere’de olduğu gibi, sağlık bakımının parasız olması, sendikal hakları 1927’den beri sınırlayan yasaların kaldırılması, çocuk parası ödenmesi, emeklilik yaşının düşürülmesi-; eğitim ve sağlığa ayrılan ödeneklerin büyütülmesi; vergilerin düşürülmesi; kadın ve erkeklere eşit ücret ödenmesinin yasalaştırılması vb. vb.)
İngiliz İşçi Partisi başta olmak üzere, Avrupa’nın hemen tüm önemli ülkelerinin sosyal demokrat ve “sosyalist” partileri, emperyalist burjuvazinin vermek zorunda kaldığı bütün bu ekonomik ve sosyal tavizleri, bu sefer, “demokratik sosyalizm”e doğru yönelimin göstergeleri olarak lanse ederler. “Sosyalist Enternasyonalin 1951’de Frankfurt’ta gerçekleştirdiği konferansın “Demokratik sosyalizmin hedef ve görevleri” adlı belgesinin önsözünde şunlar ilan edilir: “Denetimden yoksun olan kapitalizm, birçok ülkede gerçekleştirilen ekonomik reformlar sayesinde geriletilmektedir. Bu reformlar sonucunda; devlet, düzenlemek üzere ekonomiye müdahale etmekte ve üretim araçları üzerinde giderek artmakta olan kamu mülkiyeti, özel sermayenin etkinlik alanını daraltmaktadır. Ekonomik planlama zorunluluğu, giderek daha geniş kitleler tarafından kabul edilmektedir. Sosyal güvenlik ve ekonominin demokratikleştirilmesi artan oranda gerçekleştirilmektedir. Bu, onlarca yıl sürmekte olan sosyalist ve sendikal mücadelelerinin bir sonucudur. Çok güçlü sosyalist partilerin var olduğu ülkelerde yeni bir düzen oluşmaktadır.”
Son cümleyle kastedilen ülkelerin başında, seçimleri çok büyük bir farkla kazanan işçi Partisi’nin “iktidar” olduğu İngiltere gelmektedir. Savaş sonrasının İngiltere’sinde gündeme gelen yaygın “kamulaştırmalarla sözüm ona “yeni bir düzen oluşmaktandı! Oysa Bismarck’ın “devlet sosyalizmi” ne kadar “yeni bir düzen”diyse, işte Labour hükümetinin “kamulaştırma”sı da o denli “yeni bir düzen” oluşturmaktandı.
Aslında İngiltere’deki “kamulaştırma” olayı, tekelci kapitalizm koşullarında gerçekleşen “kamulaştırma”ların gerçek karakterinin ne olduğunu anlamak bakımından çarpıcı bir örneği oluşturmaktadır.
(Belirtelim ki, işçi sınıfının mücadelesi sonucunda gerçekleşen ve doğrudan denetimi ve yönetiminde işçi temsilcilerinin de yer aldığı kamulaştırmalar kapitalizm koşullarında mümkündür ve şartlara bağlı olarak bu doğrultuda taleplerin ileri sürülmesi de kendi başına yanlış değildir. Yeter ki, bunun ister istemez sınırlı bir “kamulaştırma” olacağı, tekelci kapitalizm koşullarında bu türden kamulaştırmalarla üretim araçlarının genel sermaye niteliklerinin ortadan kaldırılamayacağı ve dolayısıyla salt bu yoldan sömürüşüz bir topluma gidilemeyeceği konusunda işçi ve emekçiler aydınlatılıp boş hayallere kapılmaları engellensin.) İşçi Partili Attlee hükümetinin gerçekleştirdiği ve Avrupa’nın tüm sosyal demokrat basınının “mülksüzleştirme” olarak göklere çıkardığı “kamulaştırmalar”, esas olarak maden, elektrik, ulaşım işkolları ile “Bank of England”ı kapsıyordu. Ocak 1948 yılına varıldığında büyük işletmelerin yaklaşık yüzde 20’si “kamulaştırıl”mıştı. “Kamulaştırılan” işletmelerde ise toplam 2 milyon kişi çalışıyordu. Peki, “mülklerinden olan” kapitalistlere ne oldu? “Mülksüzleştirilen” kapitalistlere, tazminat olarak dönemin parasıyla 1,6 milyar pound değerinde sabit faizli devlet tahvilleri dağıtıldı. Bu tahvillerin yıllık faiz bedeli ise, 50 milyon poundu buluyordu. Yani işçi ve emekçiler her yıl tazminat ödemeye devam ediyorlardı! Öte yandan, “kamulaştırılan” işletmelerin yönetimlerine ya da yönetimi için kurulan “müdürlükler”e ya doğrudan mali oligarşinin mensupları ya da menajerleri getirildi. Eski/yeni tekel temsilcilerinin “yönetim anlayışı ve tarzı”na kendini bilmez” sosyalist siyasetçilerce müdahaleler olmaması için de, “kamulaştırılan” tüm işletmelerin idari özerkliği yasalarca güvence altına alındı.
İşçi Partisi ve sosyal demokrasi tarafınca, “yeni bir düzen”in oluşumunun “altyapısı” olarak görülen “kamulaştırma”lar, böyle bir gelişmeye yol açmadı. Olan şuydu: 1. Tekelci kapitalizmin “sosyalizasyon” yoluyla “demokratik sosyalizme” götürüleceği konusunda işçi ve emekçileri aldatmanın “nesnel koşulları” yaratılarak, İngiliz mali oligarşisine soluk alması için politik mevziler kazandırılmıştı; 2. Savaşın da etkisiyle yıpranmış söz konusu işletme ve sektörlerin gerekli modernizasyonu gerçekleştirilerek ve maliyetini de vergiler yoluyla -devlet işletmeleri ya!- işçi ve emekçilerin sırtına yükleyerek, İngiliz mali oligarşisine soluk alması için ekonomik mevziler sağlanmıştı. Bir diğer “ayrıntı” da şuydu ki, “kamulaştırılan” bu işletmelerin yeniden özelleştirilmesini engelleyen hiçbir yasa da çıkartılmamıştı. Ve bilindiği gibi, bu “ayrıntı”yı unutmayan İngiliz mali oligarşisi, 1970’li ve sonraki yıllarda bir kez daha öncülük ederek, bugüne kadar uzanan özelleştirme dalgasını başlatmıştı! Tekelci devlet kapitalizmi koşullarında “oluşacak” “demokratik sosyalizm” hülyasının bütün geçmiş ve geleceği bundan ibarettir! Lenin’in de belirttiği gibi; “… kapitalist toplumdaki devlet tekeli, aslında, şu ya da bu sanayi alanındaki iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak için kullanılan bir araçtan başka bir şey ifade etmemektedir.” (“Emperyalizm”, Sol Yay. sf. 47)
Özetlemek gerekirse; Sosyal demokrasi; ikinci Dünya Savaşı sonrasında, tekelci burjuvazinin öncellikle en ileri kapitalist ülkelerde vermek zorunda kaldığı tavizleri “sosyal devlet’in etkinliğinin dolaysız sonuçları olarak yansıttı. Sosyal demokrasi böylelikle; bir yandan faşizm, savaş ve yoksulluktan yorgun düşmüş; öte yandan barış ve refah özlemiyle tutuşan işçi ve emekçiler arasında gelecekle ilgili yeni hayaller yaratmaktaydı. Sosyal demokrasi, “sosyal devlet’i “demokratik sosyalizm”e gidişin önbelirtisi olarak göstererek, yalnızca toplumsal gerçekleri tersyüz etmiyordu, aynı zamanda, iki dünya savaşını yaşamış Avrupa emekçi halklarının derin barış ve refah özlemini ve bu özlemiyle ilgili sosyalist Sovyetler Birliği gerçekliğinden hareketle kapıldığı iyimserlik duygusunu da istismar etmekteydi. (“Sosyal devlet”, “refah devleti” ve “hukuk devleti”; bu üç devlet tanımının da, faşizm ve savaşı yaşamış Avrupa halklarının en yakıcı özlemlerine tekabül etmesi bir tesadüf değildi kuşkusuz.)
İkinci Dünya Savaşı öncesi döneminden farklı olarak, “sosyal devlet” teorisi, bu sefer, dünya gericiliği ve karşı-devriminin uluslararası stratejisinin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor, iki dünya savaşını, faşizmi ve dünya krizlerini ortaya çıkarmış olan emperyalist kapitalizm, böylelikle, sosyalizm karşısında daha da tartışılır hale gelen varlığının politik temellerini de “yenilemeye” çalışıyordu.
Ne var ki, ABD emperyalizminin önderliğinde birleşmiş dünya gericiliğinin, savaşın ilk yıllarında izlemek zorunda kaldığı taviz politikasını, ne ebediyen sürdürme niyeti vardı, ne de mecali. Savaş sonrasının ilk yıllarının karışıklığı giderildikten ve proletaryanın ilk atakları atlatıldıktan sonra; 40’lı yılların sonu, 50’li yılların başında, tutum değişmeye başlar: Bismarck’a rahmet okutacak bir taktiğin izlenmesi sonucunda, “sosyal devlet”in zirvesi sayılan dönem, aynı zamanda “soğuk savaş”ın tırmandırıldığı döneme tekabül eder.
“Soğuk savaş”; barış ortamında, yani ekonomiyi militaristleştirmeden, terör ve baskıya başvurmadan sosyalizme karşı koyma mecali gösteremeyen emperyalizmin, sosyalizme karşı ördüğü duvardı. “Sosyal devlet” ise, bu karşı-devrimci duvarın iç kısmını süsleyen dekordu.
Tarihsel evrimleri sonucunda mali sermayenin partilerine dönüşen sosyal demokrat partiler, “demokratik sosyalizm” söylemlerini artık bir tarafa bırakmış bulunuyorlar. Bugün sosyal demokrasinin, “sosyal devletin yeniden yapılandırılması” demagojileriyle, temel hak ve özgürlüklere yönelik azgın saldırıları meşrulaştırma politikasını izlediği koşullarda, “demokratik sosyalizm” ve “sosyal devlet” safsatası, sosyal demokrasiden “boşalan” yeri işgal etmekle meşgul olan “sosyalist” parti ve akımların ve onlarla flört eden “sol”cu sosyal demokrat ve sendikacıların elinde yeniden bayraklaşmaktadır…
“SOSYAL DEVLET” VE KARIŞTIRILMAMASI GEREKEN BAZI NOKTALAR
“Sosyal devlet”çi politikalar, Avrupa işçi hareketinin yakın tarihinin de kanıtladığı gibi, işçi sınıfını iktidar mücadelesinden, devrimden alıkoymak için emperyalist burjuvazinin başvurduğu en sinsi politikalardan biridir. “Sosyal devlet” ise, bu adla uygulanan politikaların asıl sınıfsal dayanağı olan işçi aristokrasisinin ideolojik temsilcisi akım ve partilerinin proletaryanın karşısına çıkardığı bir safsata; oportünizmin bir uydurmasıdır.
Sosyal demokrasinin bu konuda yarattığı kafa karışıklığı bugün öylesine büyüktür ki, işçi ve emekçiler arasında “özelleştirmeler” bile “sosyal devletin tasfiyesi” olarak algılanılmaktadır. Bu algılamanın da gerisinde, sosyal demokrat mihrakın onlarca yıl; tekelci devlet kapitalizminin belirtilen nedenlerle gerçekleştirdiği uygulama ve politikaları “sosyal devlet’in tezahürü olarak açıklaması, böylelikle, gerçek bir olguyla teorik bir safsatayı özdeş göstermesi durmaktadır. Bu özdeş gösterme sayesindedir ki, bugün, tekelci devlet; elindeki bütün olanaklarıyla ve en pervasız bir şekilde mali oligarşinin hizmetine koştuğu bir sırada; “devletin küçüldüğü”, “ekonomiden çekildiği”, “ekonominin, politika üzerinde tahakkümünü kurduğu”, “ekonomiye değil, politikaya yeniden öncelik verilmesi gerektiği” vb. türünden “neoliberalizm” karşıtı (!) “sol”cu görüşler ortalıkta dolaşmaktadır.
Oysa gerçekte, “devletin ekonomiden çekilmesi” gibi bir durum veya eğilim söz konusu değildir. Aksine; tekelci devletin yeniden yapılandığı, daha doğrusu devletin, tekelci burjuvazinin kısa ve orta vadeli çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden mevzilendirildiği bir süreci yaşamaktayız. (Özelleştirmeler furyası, günümüzün sosyal reformistlerince “devletin ekonomiden çekilmesi” vb. olarak gösterilmektedir. Oysa devlet mülkiyeti, tekelci devlet düzenlemeleri araçlarından yalnızca birisidir. Tarihten bir örnek vermek gerekirse: Nazi Almanyası, tekelci devlet kapitalizminin en çarpıcı örneklerinden biri olarak bilinir. Bununla birlikte, Hitler faşizmi iktidar geldikten sonra, yoğun bir “yeniden özelleştirmelere” girişmiştir. Bu çerçevede, devletin; büyük bankalara, büyük çelik fabrikalarına, tekstil sanayi, maden kömürü işletmeleri, nehir ve deniz ulaştırma şirketlerine iştirakleri hızla yeniden özelleştirilmiştir. Hatta belediye işletmeleri bile özel sermayeye devredilmiştir. Alman Sermayesinin Sömürü olanaklarını genişleten bütün bu özelleştirmeler, Nazi Almanyası’daki tekelci devlet kapitalizminin tasfiyesi sonucunu (ya da “devletin ekonomiden çekilmesi” sonucunu) doğurmamıştır.) Tekelci devlet kapitalizminin yalnızca görüngü biçimlerinin değişime uğradığı bu süreçte, gelişmenin doğrultusunun, temsil gücü olan organların yerine, giderek, temsil özelliği olmayan devlet organlarının (esasta devlet bürokrasisinin) rol ve yetkilerinin artırılması yönünde seyrettiğini görmekteyiz. Örneğin merkez bankaları “özerklikleri”nin pekiştirilmesi, ekonomik konseylerin kurumlaştırılması vb. gelişmelerle de kendisini dışa vuran bu gelişmenin doğrultusu; merkezileşmiş, ve bürokratik aygıtının rol ve yetkilerini daha da artırmış, “devlet işlerinin kotarılmasını burjuva parlamentoculuğun siyasi konjonktür ve kaprislerinden daha da bağımsızlaştırmış bir devletin biçimlendirilmesi yönündedir.
Açıktır ki, bütün bu belirtilenlerden şöyle bir sonuç çıkartılamaz: Kapitalizm koşullarında devlet mülkiyetinin (yani “kamu işletmeleri”nin) olup olmamasının, işletmelerin özelleştirilmesi ya da özelleştirilmemesinin işçi ve emekçiler açısından hiçbir önemi yoktur! ileri kapitalist ülkeler bir yana, özellikle ülkemiz gibi, emperyalizme bağımlı ülkeler için böyle bir sonucu çıkartmak demek, işçi ve emekçi halka, onun en temel çıkarlarına karşı kayıtsız ve sorumsuz davranmak, dahası emperyalist yağma ve talanı desteklemek demektir. Ülkemizdeki işbirlikçi sendikacı takımı, özelleştirmelere karşı mücadeleyi her ne kadar “sosyal devlet’i savunma platformuna çekmeye çalışsa da, işçi ve emekçiler açısından özelleştirme saldırısına karşı mücadele etmenin gerekliliği ortadadır: Yalnızca ekmeğini, işini, belirli sosyal haklarını savunmak bakımından değil, aynı zamanda ülkemizin bir tür tam sömürgeleşmesi sürecine karşı koymak bakımından da bu mücadele zorunlu ve önemlidir.
Aslında, sorunun bu yönü, yalnızca özelleştirmeye karşı mücadelede karşımıza çıkmıyor. İşçi ve emekçi halkın mücadelesinin gerçek muhtevası ve kapsamıyla, başta işbirlikçi sendika bürokrasisi olmak üzere reformizmin bu mücadeleyi baltalama ve saptırma amacıyla ona koyduğu sınırlar sorunu, belki de en çarpıcı özellikleriyle Emek Programı’nda kendisini göstermektedir.
Nitekim işçi ve emekçilerin mücadelesini baltalamak için “sosyal devlete sahip çık” mitingleri düzenleyen sendika bürokratları ve reformistler, aynı amaçlarla Emek Programı’nı da “sosyal devlet’çi bir platformla sınırlamaya çalışmaktadırlar. Başka ülkelerin sömürü ve yağmasından elde edilen özel kâr ve gelirlere sahip olmayan, başka bir deyişle, “sosyal devletçi” politikalar için nesnel koşulları bile doğru dürüst bulunmayan ve her şey bir yana, tek başına sigortasız işçilerin sayısının milyonlarla ifade edildiği ülkemizde, “sosyal devlet” safsatasının geliştirilmesinin amacı bellidir: işçi ve emekçi hareketini devrimci yolundan saptırmak, gelişmesini baltalamak, politik hedef ve talepleri bakımından sınırlamak, hareket içindeki kitleler arasında kafa karışıklığı ve boş hayaller yaymak…
İşçi sınıfının ileri unsurları açısından bu durum karşısında alınacak tutum, işçi hareketinin aynı zamanda mevcut gelişme aşamasının bir ürünü ve -tüm olumluluk ve olumsuzluklarıyla- bir yansıması olan Emek Programı’na, içerdiği ciddi eksikliklerden ötürü dudak bükmek olamaz kuşkusuz. (Bunu yapan siyasi çevreler vardır; aslında onlar bu tutumlarıyla işçi hareketi karşısındaki “sorumluluk”larının gerçek derecesini ortaya koymaktadırlar!) Programın ortaya çıkmasını belirleyen nesnel nedenleri ve varlığının önemini kavrayan ileri unsurlar açısından belirtilen durum, programın ekonomik ve politik taleplerinin genişletilmesi için mücadelenin çok yönlü yükseltilmesi gerekliliğinden başka bir anlama gelmemektedir. Bunun için de, başta sınıf bilinçli işçiler olmak üzere, namuslu sendikacılar, ilerici emekçiler ve emekten yana aydınlar; işbirlikçi sendika bürokrasisi ve reformizmin “sosyal devlet” söylemleri ve manevraları karşısında uyanık olmak ve geniş kitleleri uyarmak durumundadırlar.
Uluslararası işçi sınıfının zengin deneyimi ve Marksizm’in devlet öğretisi, bu konuda gösterilmesi gereken uyanıklık ve hassasiyet bakımından oldukça aydınlatıcı ve öğreticidir.
Mayıs 2001