Bazı terimler, tanımlamak istedikleri olayı, nesneyi, olguyu ya da akımı açıkça tanımlamaktan çok, karıştırırlar. Türkiye’de, “solculuk”, böyle terimlerden bindir. “Solcu” terimi, yaygın olarak 1960’tan sonra, özellikle de Türkiye İşçi Partisi’nin 1961’de kuruluşundan sonra komünistleri, sosyalistleri, sosyal demokratları, Kemalistlerin bir bölümünü kapsayan terim olarak kullanılmaya başladı. Bir yandan, “komünistim, sosyalistim” demeyi göze alamayanlar için kolaylık sağlıyordu, diğer yandan da temel bazı sorunlarda ortak görüşlere sahip olan bir grup aydını adlandırıyor; onlar arasındaki kimi görüş ayrılıklarını örtüyordu. Örneğin “kalkınma” sorununda devletçiliği benimsemek, askeri, siyasi, diplomatik bakımdan Amerika’dan bağımsızlığı savunmak, sanat ve edebiyatta halkçı-gerçekçi, kültürel bakımdan Batıcı-Aydınlanmacı olmak, solcu olmanın ölçütleri gibiydi. Siyasal bakımdan işçi sınıfının örgütlenmesi ve toplumsal hareketin öncü gücü olarak düşünülmesi, sermaye ve emek arasında net, kesin ayrım gözetmek ve emekten yana açık tavır koymak, işçi sınıfının iktidarını hedeflemek “solculuğu” tanımlamak için o kadar önemli görülmüyor, bunların sözü edilmiyordu. Bu yalnızca, “sol” içindeki çok önemli olmayan ayrım noktalarından biri olarak görülebiliyordu. “Elbette sosyalistim, ama proletarya diktatörlüğüne karşıyım!”, “elbette sosyalistim, ama millî özel teşebbüsse karşı değilim!”, “benim için sosyalizm, İsveç sosyalizmidir!” diyenlerin hepsi “solcu” sayılıyordu. “Proletarya devrimini” savunanlar da, “parlamenter rejim dışındaki bütün yollara gayrimeşrudur” diyenler de, ya da enternasyonalistlerle milliyetçiler de, “sol” ortak kavramının altında toplanabiliyordu.
Terimin kapsamı bunca geniş tutulunca, tanımlanmasında kullanılan ölçütler de genelleşiyor, kapsadığı varsayılan grupların görüşlerinin ortak ve genel özelliklerini berraklaştırma uğruna darlaştırıyordu. Tanım öğeleri azaldıkça terimin kapsamı genişliyordu. Örneğin Mete Tuncay, “Türkiye’de Sol Akımlar – 1, adlı eserinin “Giriş” bölümünde, terimin “ideolojik içeriği”ni, şöyle özetliyordu: “Solun çıkış noktası, insan, insanın akıl gücü, insan doğasının değiştirilebilirliği ve insanın eylem yoluyla kendini geliştirebileceği, yetkinleştire-bileceği inancıdır. Bunun için solculuk, her insanın eşit özgürlüğe hakkı olduğunu ileri sürer.” (BDS yayınları, 1991, s.18)
Görülebileceği gibi, “sol”un tanımı, bu içeriğiyle Aydınlanma’nın ve Fransız Devrimi’nin temel felsefi önermelerine kadar indirgenmiştir. Kuşkusuz bu öğeler, aynı zamanda herhangi bir ülkenin komünistleriyle, sosyal demokratlarını olduğu kadar, liberalleri, hümanistleri de özdeşleştirebilir. Öyleyse, “solcu” terimi, bir bakıma kapsadığı kavramları temel özellikleri bakımından belirsizleştirirken, kimi ikincil özellikleri öne çıkarmaktadır. Birbirlerinden farklılıkların esas olarak sınıf mücadelesi ölçütünde bulacak bu grupları açıklayıcı olmayan bir genelleme içinde eritmesi, terimin siyasal bakımdan da işlevsiz olmasına yol açmaktadır. Ayrıca, temel olmayan özellikler bakımından yapılan genellemeler, terimin kapsamı içinde görülebilenlere, üstlenmedikleri siyasal işlevler de yükleyebilmektedir. Bu yüzden, asla bir araya gelemeyecek olan siyasal görüşler, sınıf tavırları, “birleşebilir”, “birleşmesi gerekli” akımlar gibi algılanabilmektedir. Her ideoloji, toplumsal örgütlenme ve sınıf mücadelesinin hedefleri içinde oynadığı rol bakımından anlamlıdır. Bu hedefler, tutumlar söz konusu edilmeksizin, “sol” kavramının kendisinin birleştirici olabileceğini düşünmek yanıltıcıdır.
İDEOLOJİ, SİYASETİN İÇİNDE AÇIKLIK KAZANIR
Her siyaset, belli bir sınıfın toplumsal-ekonomik çıkarlarını ifade eder. Siyasetin asıl hedefi, siyasi iktidarı ele geçirmektir. Ancak bu iktidarın ve ona giden yolda kullanılacak araçların ve taktiklerin içinde, her adımı birbirine uygun hale getiren, birbirleriyle düşünsel bir tutarlılık içinde olmalarını sağlayan bir “duvarcı ipi” gibi, ideoloji yer alır. İdeolojisiz bir siyaset olmaz. Ancak ideoloji, tek başına iktidar mücadelesini temsil etmez, ya da yalnızca ideolojiye sahip olunmakla iktidara yürünmez.
İşçi sınıfı ideolojisine, bilimsel sosyalizme özgü olarak, Türkçede “dünya görüşü” biçiminde oldukça yerinde bir karşılık bulunmaktadır. Bu terim, burjuva, feodal ideolojiler için, bilimsel sosyalizmde olduğu kadar yerinde bir içerik bulmamaktadır. Çünkü yalnızca bilimsel sosyalizm, hayatın bütün alanlarını kucaklayan, dünyaya bakışımızı bütüncül, tutarlı, kapsamlı kılan bir ideolojidir. Bilimsel sosyalizm dışındaki ideolojiler, bilimsel olmamak, geleneklerden, alışkanlıklardan, mülk sahibi sınıfların siyasetlerinden izler taşımak gibi özellikleri dolayısıyla iç tutarlılıktan yoksundur; hayatın bütün alanlarını aynı ilkelere göre kavramak endişesi taşımazlar, açıklayıcı değillerdir. Daha çok, hitap ettiği grubu, topluluğu bilinçten farklı duygu, inanç, gelenek gibi bağlarla bir arada tutmaya hizmet ederler. Dünyayı açıklamaktan çok, onu bulanık bir biçimde ve “tersine çevrilmiş” haliyle yansıtırlar. Bundan dolayı da, her siyaset içinde farklı görünümler kazanırlar. Burjuva siyaset, burjuva ideolojiyi de eğip bükerek, gündelik çıkarlara uygun hale getirmeye çalışır. Burjuvazinin ideolojisi, tarih boyunca da köklü değişiklikler göstermiş, burjuvazinin değişen karakterine uygun olarak değişik içerikler kazanmıştır. Buna karşılık işçi sınıfının bilimsel ideolojisi, bütün zamanlar boyunca temel karakteristiklerini dünya çapında korumuş, iktidar uğruna mücadelenin bir bileşeni olmuştur. Ülkeden ülkeye kimi tarihsel-kültürel özellikler dolayısıyla farklı renkler kazanmış olsa da, esas olarak dünya işçi sınıfının tek bir bilimsel ideolojisi olmuştur. Bu özelliği kazandıran, işçi sınıfının ulusal, bölgesel etkilerle değişmeyen temel nitelikleridir.
Bu kısa özet, ideolojilerin kesin bir sınıfsal nitelik taşıdığını gösteriyor.
Bu noktada, “sol”u, bir ideoloji olarak tanımlamak, ama onun hangi sınıfın ideolojisi olduğunu belirsiz bırakmak doğru olmaz. Sınıf niteliği netleştikçe, “sol”un yukarıda değindiğimiz kapsamı daralacak, genel ve soyut nitelikler ekseninde yapay olarak özdeşleştirilmiş siyasi akımlar arasındaki temel farklılıklar görülecektir.
Türkiye’de “sol”un tanımının genellikle sınıf ölçütünü dışarıda bıraktığı görülebilir. “İlericilik”, “insancılık”, “değişime inanmak” gibi özellikler, açıkça emek ve sermaye arasındaki ayrımdan söz etmeksizin ve hangi sınıfın hangi yöndeki ilericiliği, hangi insan, hangi değişim gibi soruları yine sınıf açısından tanımlamaksızın açıklayıcı olamazlar. Günümüzde genellikle “ilericilik”, “çember sakallı, örümcek kafalılara karşı olmak, başörtüsü takan öğrencileri üniversiteye sokmamak” biçiminde anlaşılmakta, ama bu terim çürümüş kapitalizmi savunup savunmamayı kapalı tutmaktadır. Hem kapitalizmden yana, hem de “ilerici” olmak mümkün değilken, sırf dinsel gericiliğe karşı olduğu için en koyu kapitalizm savunucuları “ilerici” gibi görünebilmektedir. Başörtüsüne savaş açanlar, üniversitelerdeki bilim düşmanlığına, YÖK gericiliğine gözlerini kapamaktadır. Ya da, örneğin küreselleşmeyi savunmak, “değişime inanmak”la süslenirken, özelleştirmeye, tekelleşmeye karşı çıkanlar “tutucu” olarak adlandırabilmektedir. Günümüzde emperyalizmin propagandacılığını yapanların en çok kullandıkları sözcükler bunlardır. Kendilerini bu kavramlarla reklâm etmekte, işçi sınıfına ve emekçilere yönelik her saldırı, “radikal, devrimci” olarak övülebilmektedir. Örneğin Kemal Derviş, IMF programlarının uygulanmasındaki güçlükleri soran gazetecilere “devrim sancısız olmaz!” diyebilmektedir. Aynı zat, “kalbim soldadır” da demiştir. Kemal Derviş’in anladığı “sol” hiç kuşkusuz, yukarıda sayılan değerleri de kapsamaktadır. Çerçevesi bunlarla çizilmiş bir “sol”un, onu kapsamadığı gerçekten söylenemez.
Son günlerde, “yeni bir sol parti”den sıkça söz edilmektedir. Bir grup eski sosyal demokratın ve bazı ÖDP ve HADEP mensuplarının bu girişim içinde, şimdilik en azından “görüşmeci” olarak yer aldığı da basına yansımıştır. Kriz koşulları, emek ve sermaye arasındaki sınırları netleştirdikçe, politikalar düzeyinde de işçi ve emekçileri toparlayacak yeni burjuva girişmelerin olması kaçınılmazdır. Yeni parti girişimcilerine “temel kavramlarınız, temel değerleriniz nedir?” diye sorulduğunda, onlar da, “sol” için genel geçer görülen birkaç kavramı sıralayacaklardır.
Ancak bu genellikleri ölçüsünde “geçersiz” olan kavramlar ve değerler, eğer işçi-emekçi iktidarının denek taşma sürülürlerse, hepsinin “kalp para” olduğu anlaşılabilecektir.
Kapitalizmin özüne dokunmayan, işçi ve emekçileri kapitalizmin yedek gücü halinde örgütlemeyi amaçlayan bu türden girişimleri gerçek nitelikleriyle kavrayabilmek için siyasi iktidarlarında hangi sınıfların hâkim hale geleceği sorusunu sormak yeterlidir. “Sol”u, bir ideoloji olarak tanımlamak, tanımlarken de en sınırlı sayıda özellikle yetinmek, sonuçta kimliği net olarak saptanamayacak bir yığının ortaya çıkmasına hizmet etmektedir. Öteden beri “solculuk” belirtisi olarak kabul edilmiş birkaç özelliği taşıdığından dolayı, terimin kökünde bulunan işçi ve emekçi sınıfların iktidarından yana olmak özelliğini de kendiliğinden taşıdığı izlenimi verenler, her zaman aldatabilecek birilerini bulmuşlardır.
“Sol” kavramının bunca karışık, belirsiz ve kirletilmiş olduğu bir ortamda, işçilerin ve emekçilerin hareketini “solcu” olarak tanımlamak, bu karışıklığa katkıda bulunmaktan öteye geçemeyecektir.
“KLASİK SOLCU” AYDIN TİPİ
Emek Platformu’nun yayınladığı “Emek Programı”, kendi amaçlarını aşan sonuçlar da doğurdu. Bunlardan en önemlisi, Türkiye’nin artık tüketmeye başladığı “solcu” tipinin bazı özelliklerini açığa çıkarmış olmasıdır.
Bu özelliklerin başında, işçi sınıfına ve emekçilere karşı güvensiz ve yukarıdan-mesafeli bakış gelmektedir. Emek Programı, işçilerin ve emekçilerin örgütlü kesimini büyük ölçüde temsil eden sendikaların ve meslek örgütlerinin, ağır kapitalist saldırı karşısında açık bir tavır koyabilmek amacıyla bulup gerçekleştirdikleri bir mücadele biçiminin adı olmuştur. Program, bütün burjuva örgütleri ve medya tarafından suskunlukla boğulmaya çalışılmış, üzerinde konuşulduğu zaman ise küçümsenmiş ve karalanmıştır. Her şeyden önce, bu niteliği ile güncel sınıf çatışmasının odak noktasına oturmuştur. Diğer yandan program, Türkiye’de ilk kez, üniversite-bilim çevreleriyle işçi-emekçi örgütleri arasında dolaysız bir elbirliğinin ürünü olarak ortaya çıkmış, programa katkıda bulunan değişik siyasal görüşlerdeki bilim adamlarının niteliklerinden bağımsız olarak programı bir karşı koyuş ve direniş ilanı olmanın da ötesinde, kendi iktidar programı gibi benimseyen işçilerin ve emekçilerin niteliğine bürünmüştür. Yayınlanışından bugüne, işçi ve emekçi kitlelerinin bilinçlenmesi, kendi durumlarının farkına varması, daha çoğunu öğrenmeyi talep etmesi bakımından da, son derece yararlı bir eğitici rol oynamıştır. Bugün de, bu etkisi sürmektedir.
Ne var ki, “solcu aydın”, geleneksel güvensizlik ve tepeden bakma alışkanlığıyla, hem Emek Platformu’na, hem de Emek Programına karşı içsel bir direnç göstermiştir. Emek Platformu içindeki kimi sendikaların yöneticilerinin siyasal görüşleri, bürokratik-sarı geçmişleri, bu örgütlenmeye karşı uzak durmalarının gerekçesi yapılmıştır. “Gericilerle aynı safta olmak”, “solcu değerlerine” uymamıştır! Söz konusu örgütlerin milyonlarca işçi-emekçiyi barındırdığını, aileleriyle birlikte Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğunu temsil ettiğini görmemek, daha kolaylarına gelmiştir. Burada da kalmamışlar, EP’nin düzenlediği mitinglerde, “sakallı, takkeli adamlarla” aynı yerde olmaktan sıkılmışlardır. 50 bin kişilik Ankara mitinginden sonra, “keşke 50 kişi olsaydık da, doya doya kendi sloganlarımızı haykırsaydık!” diyen, “anlı şanlı solcular”a sıkça rastlanmaktadır. Sınıfın ana kitlesini örgütlemek, mücadelesinin her aşamasında ve her mücadele biçiminde sınıfla yan yana, iç içe olmak, işçileri ve emekçileri iktidara taşımak perspektifine bağlı bir davranıştır. Ama işçi-emekçi iktidarı derken kendi bir avuç aydın grubunun iktidarını anlayanlar, bundan ötesine siyasal kültürü de örgütlenme anlayışı da yetmeyenler, işçi sınıfını “gericiler-ilericiler” diye bölmeyi yanlış göremezler. Bu örneklerde, yalnızca “uzaktan ve tepeden” bakmanın değil, örtülü bir korkunun da izleri bulunmaktadır. Klasik “solcu aydın” tipi, genelde halk kitlelerini karanlık içindeki bir yığın gibi görür. Bütün gerici eylemlerde onlar yer almıştır, gerici partileri iktidara getiren onların oylarıdır, onlar cahildir, aydın düşmanıdır vs! Bu önyargılar yüzünden halk kitlelerinin, işçi ve emekçilerin asla kendi değerlerine ulaşamayacaklarını, kendileriyle kitleler arasında sürekli bir çelişki ve çatışma bulunacağını varsayar. Kuşkusuz bu önyargılar, kendi yaşam tarzlarından, küçük-burjuva alışkanlıklarından da beslenir ve sürekli büyür. Bu yüzden bir işçi toplantısında sakallı ya da takkeli bir işçi gördüğünde korkusu depreşir. Kendisini oraya ait hissetmez ve bir an önce “ilerici, solcu topluluğuna” gitmeyi özler. Kendisini rahat, güvende ve anlaşılır bulduğu tek yer burasıdır.
Kendi söyleyip kendi dinlemeye alışmıştır. Marksist literatürü “su gibi içmiş” olmakla övünür, Türkiye’nin ve Dünyanın bütün meselelerini derinlemesine bilir, ama bir işçiyle işyerindeki problemini konuşmak, bir üreticiyle iki çift laf etmek durumunda kalınca sıkıntıdan boğulur. Her şeyden önce, kesinlikle anlaşılmayacağına inanmıştır. Bu onun iki sözü bir araya getirmesini engeller. “Nasıl olsa anlaşılmayacağım” diye düşünür. Oysa aslında işçilerin ve emekçilerin gerçek sorunlarından habersizdir. Bir bütün olarak sınıfın yaşam koşullarını, gündelik meselelerini bilmez. Sendikaları, fabrikaları, mahalleleri tanımadığı İçin, ağzını açınca da “derin teorik analizler”den başkasını çıkarmayı beceremeyeceğinden susup kalır. Bu yalnızca herhangi bir “solcu aydın”ın, bireysel sorunu değildir. “Solcu parti’lerin, “solcu dergi çevrelerinin” ortak özelliğidir. “Solcu parti”, özelleştirme, sendikasızlaştırma, sosyal hakların gaspı gündemdeyken, milyonlarca işçi ve emekçiyi ilgilendiren bu temel sorunları görmez, “komünizm propagandasının en önemli iş” olduğunu düşünür, Nâzım Hikmet’in yurttaşlığı kampanyasını her işin önüne koyar. Bütün bunların kendi çevrelerinde yarattığı heyecanı ve tartışmayı, “gündemde olmak” sanır. Kendi sesinin yankısını, yalnızca yine kendisine benzeyen çevrelerden almak ona yeter. “Solcu dergi”, “solcu militanın” yiğitliği edebiyatına boğulmuştur. Bolca kahramanlık, fedakârlık sözü edilir. İşçi ve emekçi sorunları ise, dergilerin “ağır yükü”dür. Süs gibi durur ve diğer hamasi sayfaların içinde aranırsa bulunur. Bu türden haber ve yazılar ise, çoğunlukla acele siyasal bilinç yetiştirme telaşından, asıl soruna değinmeye fırsat bulamaz! Yalnızca kendi dar çevrelerinde okunur, pohpohlanır. Ekmek davasındaki işçiye hiçbir şey anlatmaz. Her satırından kan damlayan yazılar, sanki özellikle sıradan işçiyi, emekçiyi korkutmak için yazılmıştır.
“Solcu”ların, işçilerle, emekçilerle aralarına koydukları mesafenin son derece ilginç bir örneği vardır. Evrensel gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni İhsan Çaralan, 14 Nisan 2001’de İstanbul’da yapılan Emek Platformu mitingiyle, 1 Mayıs 2001’i kıyaslayarak, bu “mesafeye” ilişkin önemli bir saptama yapmıştır. 14 Nisan mitingine, yaklaşık 40 bin işçi ve emekçi katılmıştır. 1 Mayıs’ta ise, meydanda yaklaşık 100 bin kişi bulunmaktadır. Bundan çıkacak aritmetik sonuç şudur: “Solcu aydın” ve “solcu” gruplar, “kendilerinin” saydıkları 1 Mayıs’ta alanları doldurmuşlar, ama Emek Platformu’nun mitingine katılmamışlardır. Elbette bu hesaptan, 14 Nisan mitingine katılan işçi ve emekçilerin 1 Mayıs’a katılmadıkları sonucu kesinlikle çıkmaz. Ama diğer sonucun kesinliği ortadadır. 1 Mayısta, “biz bize”, alabildiğine “kızıl”, “kendi sloganlarımızı doya doya haykırarak” bayram edilmiş, işçilerin ve emekçilerin eylemi ise uzaktan seyredilmiş, belki farkına bile varılmamıştır.
“Solcu aydın”ın bir diğer özelliği ise, sanki bu özellikleriyle çelişik gibi durur: “İşçiler açısından meseleye bakmak”, çok yaygın bir başka alışkanlıktır. Yine en taze örneklerini, Emek Programı sürecinde gördük. Örneğin, “bu programı, işçiler emekçiler yazmadı, nereden Emek Programı oluyormuş!”, “bu program, emekçileri kapitalizme bağlıyor, sınıfın öz çıkarlarını temsil etmiyor!” “Altında MHP’li sendikacıların imzası bulunan bir program, nasıl olur da işçi sınıfına götürülür!”
Bu sözler, görünüşte, soruna “işçi sınıfı açısından bakma”nın sonuçlarıdır! İşçilerin ve emekçilerin çıkarı düşünülmekte, kapitalizmin sinsi bir saldırısına karşı işçiler korunmaktadır! Bu tavırda, işçilerin günlük mücadeleleri içinde karşılaşılabilecek sorunlara dikkat çekme diye bir endişenin rol oynadığını söyleyemeyiz. Burada kendisini gösteren, “kendisi yapmadıkça bir işin yapılmış sayılamayacağı” anlayışıdır. Farklı siyasal görüşlere sahip sendikalar ve meslek örgütleri, ilk kez bu çapta büyük bir hedefte birleşmişler, gerici sendikacılar bu hedefe çekilebilmişler, aşağıdan gelen sert sınıf baskısı onları başka türlü davranamaz hale getirmiş… Bunlar önemsenmiyor, işçi sınıfının emperyalist baskı ve saldırı karşısında kendisine bir siper kazmış olduğu, buradan kalkarak hücuma geçebileceği görülmüyor. Yine bazı “solcu çevreler”, “kendi programlarına göre” çok geride olduğunu söyleyerek, Emek Programı’nı eleştirdiler. Şu ya da bu unsurları da içermediği için, şunu bunu da söylemediği için, programı desteklemediler. Bir siyasal partiden beklenen her eylemi, devrimci bir işçi sınıfı partisinin programında bulunabilecek her özelliği, EP’de ve programında aradılar. Bu nokta ilginçtir. Çünkü bir başka yerde “kendi” özelliklerini aramak, bulamadığı için de onunla her türlü bağı koparmak, aslında kendi partiliğini inkâr etmek demektir. Kendi o “çok önemli siyasi farklılığını”, sendikal bir örgütte aramak, partiden de, sendikadan da hiçbir şey anlamamak demektir. Ama sorun bu “cahillik” değildir. Buradaki esas sorun, sınıf hareketine yabancılık ve sınıf hareketinin ana kitlesinden korkudur. “Benmerkezcilik” denilen küçük burjuva ruh halinin bir yansımasıdır bu. “Eğer ben merkezde değilsem, her şey yanlıştır” diyen, kendinden menkul bir öncülük kompleksidir bu.
Bir yandan hiç bıkmadan “işçi sınıfına öncülük” iddiasını ileri süren “solcu”, diğer yandan, bu iddiasını gerçek sanarak, işçi sınıfının arkasına düşmekten de müthiş korkar. Emek Platformu’nun kendi eylemlerinde uyguladığı disipline uymak, ya da doğrudan doğruya kendilerine “bir rica” olarak iletilmiş taleplerini kabul etmek, “işçi-emekçi kuyrukçuluğu” olarak adlandırılır. Eğer bir de Emek Programımın işçi ve emekçi kitleleri için açtığı olanaklardan söz ediyorsanız, kitlenin peşine takılmış dalkavuklardan başka bir şey değilsiniz demektir! Bu iki özellik bir araya gelince, şöyle bir manzara ortaya çıkıyor: “Solcu aydın”, işçilerin önünde gidemez, çünkü sınıfın gerici çoğunluğu tarafından dışlanmaktadır; arkasından da gitmez, çünkü kendisi “işçi kuyrukçusu” değildir. Bu yüzden en kolayı “ideolojik solculuk” yapmaktır.
Bu özellikler, aslında Türkiye’ye özgü sayılabilecek bir sorunun da kaynağına işaret etmektedir. “Halkla birleşememek, kitleselleşememek”, çok eski zamanlardan beri Türkiye “soluna” musallat olmuş dertlerdendir. Bu şikâyeti en çok dile getirenler, “solcu” alışkanlıklarını birer erdem gibi taşımaya devam edenler, “ideolojik solculuk”tan vazgeçmeyenlerdir. Ama kitleselleşme sorunu da, gece gündüz kafalarını meşgul eder, çünkü bu olmadan siyasi hareket sayılamazlar. Türkiye’de “sol”, genellikle Kürt’ten ve Alevi’den başka “halk” tanımamıştır. Bu halk kesimleri, neredeyse “doğal kaynak” gibi görülmüş, Kürt ulusunun ve Alevi mezhebinin tarihsel ezilmişliklerinden gelen eğilimleri, örgütlenme kolaylığı olarak kabul edilmiştir. Her “solcu” siyasal bildirisini, ilk önce ya bir Kürt’e, ya da bir Alevi gencine ulaştırmayı dener. Bu kolaycılığın nedeni de, yine kitlelere karşı duyulan ürküntüdür. Ne var ki, bir siyasal varlık olmak için gerekli kalabalığı toplayabilmek için, Kürt ve Alevi nüfusunun da asıl kitlesine ulaşamaz. Bu yüzden, asıl “çalışma alanını” daha önce “sola” kazanılmış çevrelere yöneltir. Bir kural olarak, “solcu parti”, diğer “solcu parti”den adam ayartarak kitleselleşmeyi düşünür. “Adam ayartma” tek tek kafakol ilişkileriyle olabileceği gibi, bir grubun başında olan kişiyi kazanmak biçiminde de olur. Böylece, “grup sahibi adam”, bir süre sonra “parti içi hizip başı”, “fraksiyon kurucusu önder” haline gelir. O da, başka “solcu” gruplardan adam kazanarak, kendi varlığını kanıtlamaya girişir.
İşçi sınıfı içinde ciddi kitle çalışması yapmak, bütün bu alışkanlıklarla çatışır. Sınıfın içinde, her zaman bir “solcu” bulma imkanı yoktur. Hatta sınıfın ana kitlesi’ genellikle “solcu” bakış açısından “gerici” (!)dir. İşçiden kolay kolay adam çıkacağına inanmaz. Oraya gireceğine, kendisine yakın davranacak çevrelerde dolaşmayı tercih eder. Bu yüzden, “solcu aydın”, devrimci bir işçi gördüğünde ne yapacağını şaşırır. Bir rastlantıyla “kazanılmış” olan işçi, partinin ya da grubun en değer verilen kişisi haline gelir. O çevreye giren işçi de, bir süre başka bir şaşkınlık yaşar. Kendisine hayran aydınlar arasında gördüğü itibar yüzünden, bir süre sonra bütün işçi özelliklerini kaybeder, kendi işyerindeki sorunlardan haberi yokken, “bireyselleşememenin yol açtığı örgütlenme sorunları” üzerine nutuk atmaya başlar. Bu arkadaşa, “bugün sizin işyerinde direniş vardı, ne oldu sonuç” diye sorarsanız, hayal kırıklığına uğrar. Konuşmak istediği konu bu değildir çünkü! O da, çevresindeki aydınlar gibi, anlaşılmaz kelimelerle süslenmiş cümleler kurmak, yeni kazandığı statünün tadını çıkarmak istemektedir.
“Sınıf dışında solculuk” örneklerinin kuşkusuz en tipik olanı, siyasi olarak “öncü savaş”ı benimsemiş olanlardır. Silahlı, gizli örgütlenmeye bağımlı bu “solculuk”, işçi sınıfıyla yakın ilişkiyi, sınıf içinde çalışmayı, sendikal haklar uğruna mücadeleyi küçük ve önemsiz işler sayar. Büyük kahramanlıklar, inanılmaz fedakârlıklar yapan kadrolara sahip olmak, milyonlarla birleşmekten daha önemlidir. Bu çevrelerde de, sınıfın üzerinde, sınıfı güdülecek bir sürü olarak görme alışkanlığı “solcu aydınlar”ınkinden çok farklı değildir.
Bütün bu özellikler, kişisel, ahlaki, kültürel özellikler olabilir; ancak belli bir “sol” siyaset içinde düşünüldüğünde, hepsinin ideolojik özellikler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bir “solcu”, işçi sınıfından neden uzak olduğu sorulduğunda, bunu gayet derin gerekçelerle açıklayabilir ve bunu haklı gösterir. Neden işyeri sorunlarıyla değil de, aklının yarım yamalak erdiği felsefi sorunlarla uğraştığı sorulduğunda, size Lenin’den, Marx’tan alıntılar yaparak cevaplar verebilir. Alevilikle hiç ilgisi olmadığı halde neden dedeler gibi bıyık bıraktığının da bir açıklaması vardır. “Kürt olsun da çamurdan olsun” demesini de pek güzel savunabilir. Fırsatçılığın, grup çıkarcılığının, “taktik” deyince kandırmacılıktan başka bir şey düşünememenin de gerekçeleri vardır. Ama bunların hepsi, “yüksek siyasi hedeflerle” bağdaştırılır. Başta da söylediğimiz gibi, siyasetle ideolojinin birliğinin işaretidir bu. İşçi sınıfını hiç hesaba katmayan bir siyasete, işçi sınıfı dışı bir ideoloji eşlik eder.
Fakat Türkiye’de “solculuk”, bir de kendisine özgü özellik geliştirmiş ve “siyasetsiz solculuk” kavramını yaratmıştır. Yaygın olarak “solcu aydınlar”da, partisizlik, siyasetsizlik, siyasete bulaşmama eğilimleri gözlenmektedir. Tıpkı, burjuvazinin “bütün ideolojiler kötüdür, ideolojilerin esiri olmamak lazım” derken çok açık bir ideolojik tutumu sergilemelerinde olduğu gibi, siyaset dışı kalmak isteyen aydınlarda da, kendilerine uygun bir siyasetin varlığından söz edebiliriz. Ancak hemen belirtilmeli ki, bu siyasetin temel özelliği, “sınıf dışı olmak”tır.
“SOLUN” BİRLİĞİ, SINIFIN BİRLİĞİ
“Solcu” çevrelerin inanmaya ihtiyaç duydukları “solun birliği” efsanesi, işte bu gerçekler üzerine kurulmuştur. Aslında hepsini toplasanız 100 bin kişi etmeyecek olan bu “bilinçli solcular”, kendi aralarında defalarca birlik arayışına girmişler, her defasında yine bu temel gerçekler yüzünden, eskisinden daha kötü bir biçimde bölünmüşlerdir. “Sol” teriminin aldatıcı özdeşlik görüntüsü, asla bir araya gelemeyecek olan siyasal görüşlerin, sınıf tavırlarının, “birleşebilir”, “birleşmesi gerekir” akımlar gibi algılanmasına yol açmaktadır. Birleşememek ise, yine “sol”un hastalığı gibi görünmektedir. Aslında bu “solun” hastalığı değildir. Her biri farklı ideolojik ve siyasal yönelişleri, farklı sınıf kimliklerini ifade eden fakat “solcu” oldukları için aynıymış gibi algılanan bu grupların, partilerin, kişilerin birliği ya imkânsızdır, ya da geçicidir. Türkiye’de bu yolda harcanan zaman ve enerji, boşa gitmiştir, bundan sonra da aynı sonuca ulaşacaktır.
Her şeyden önce, “solun birliği” nesnel-toplumsal gerçekler açısından bir ham hayaldir. Bu, farklı sınıf ve tabakaların aynı ideoloji ve siyasette birleşmesini istemek anlamına gelmektedir ki bilimsel değildir.
Diğer yandan, “solun birliği” uğruna mücadele, Türkiye’de daima işçi ve emekçilerle birlik gerekliliğinin önüne geçmiştir. “Solcular”, sanki birbirleriyle birleşmeden hiçbir iş yapamazlarmış gibi bu sorunu daima gündemlerinde tutmuşlardır. Bu da aslında, kendine güvensizliğin, halk kitleleri karşısında ürküntüye kapılmanın bir ifadesidir.
Bugün açıkça anlaşılması gereken nokta, işçi ve emekçilerin birliğinin sağlanmasının, bütün bu boş uğraşlardan daha önemli olduğudur.
İşçi sınıfı ve emekçiler, çok uzun zamanlardan günümüze, din, mezhep, siyasi görüş, milliyet, bölge, meslek grubu gibi ölçütlerle bölünmüş ve birbirlerine düşman edilmeye çalışılmıştır. Aynı sınıftan olduklarını, her işçinin bir diğerinin “sınıf kardeşi” olduğunu anlayabilmesi için, Türkiye XIX. yüzyıl kapitalizminde yaşayan işçilerden daha geri durumda bırakılmıştır. Kuşkusuz bunda kapitalizmin kendisine özgü gelişme koşullarının da etkisi vardır. Ancak egemen sınıf politikaları ve propagandaları da, işçiler ve emekçi halk arasında ciddi duvarlar örmeyi başarmıştır. Farklı siyasal partilere oy veren, farklı mezhepten, milliyetten, farklı bölgelerden olan işçiler, tek ve aynı hak ve çıkarların peşinde kavga verdiklerini fark edebilecekleri koşullardan uzak tutulmuşlar, sendikalar özellikle bu ayrılıkları kışkırtacak biçimde örgütlenmişlerdir. Sınıfın birliğinin sağlanması mücadelesi, önümüzde son derece önemli bir mücadele alanı olarak durmaktadır. Bu yüzden, bir tek “gerici” işçiyi sınıfın birliği davasına kazanmaya çalışmak, on “ilerici solcuyu” partiye kazanmaktan daha önemlidir. Henüz içinden geçmekte olduğumuz çetin ekonomik-siyasal koşullarda bile, işçilerin ve emekçilerin mücadelesi gerçek bir birliğin çok uzağındadır. Aynı işkolundaki işçilerin mücadelesi bile, bölgesel farklıkların engeline takılabilmektedir. Emek Platformu Programı’nın bu bakımdan taşıdığı önem, kendi birliklerine kafayı takmış “solcular” tarafından anlaşılamamıştır. Sınıfın birliği hedefini, “ideolojik netlik olmadan birlik nasıl olabilir, bir MHP’li işçiyle biz nasıl bir araya gelebiliriz” gibi itirazlarla karşılamalarında da, kendisini gösteren şey “ideolojik solculuk”tur.
Oysa işçi sınıfının bilimsel ideolojisiyle donanmış bir bilinçte bu türden karışıklıklar yaşanmaz. Siyasi iktidar hedefini sınıfsal içeriğiyle birlikte tanımlayıp kavramış bir sosyalist için, sınıf içindeki farklı siyasal eğilimlerin ortak çıkar kavgasına engel olamayacağı ve işte bunun asıl değişimin kaynağı olduğu açıktır.
İşçi sınıfının iktidarını ve sosyalist toplumu amaçladığını ileri süren her siyasi akımın, ilk yapması gereken şey, Türkiye’ye özgü “solculuk”tan kurtulmak olmalıdır.
YOLUN SONU GÖRÜNDÜ
Gerçekte, Türkiye’de bu türden “solculuk”, artık tarihe gömülmek üzeredir. “Solun birliği” adına Türkiye siyasi tarihinde yaşanmış en büyük deney olan ÖDP, artık “farklılıkların armonisi”, “gökkuşağı”, “çok renklilik” gibi sloganlarını tüketmiş bulunmaktadır. Bu durum, asla ÖDP yöneticilerinin, bu “birlik” içinde yer alan farklı siyasi grupların ya da kişilerin hatası değildir. Farklı ideolojik ve siyasal görüşlere sahip, öyleyse temelde farklı sınıf çıkarlarını temsil eden grupların bir araya gelerek işçi sınıfı gibi mütecanis bir sınıfın çıkarları adına konuşması olanağı zaten yoktu. Bu, sınıfın ve halkın değil, “solcuların birliği” idi, bu yüzden de, “sol” teriminin içinde taşıdığı aldatıcı birlik görüntüsünün kurbanı oldu.
ÖDP, tek başına bir olay değil. Giriştiği deneyle birlikte, Türkiye “solculuğu”nun da sonunu ilan etmiş oluyor.
Türkiye’de artık bu tipte “solculuk” tarihinin son demlerini yaşıyor. Belirsiz ideolojik ilkeler ekseninde yapay birlikler oluşturmak, sosyal demokratlar bakımından da yolun sonunu bulmak üzeredir. Bir de “yeni sol parti”yi deneyecekler ve hep beraber göreceğiz. Çünkü artık, insan severlik, ilericilik, laiklik, demokratlık, halkçılık, “değişime inanmak”, “özgürlükçülük” gibi kavramların hepsi, çok açık olarak işçi-emekçi hareketiyle tanımlanmak, bu açıdan sorgulanmak zorundadır. Bu temelde anlam bulmayan, bununla tamamlanmış bir siyaset içinde somutlanmadan bu kavramların bir anlamı olamaz, kimseyi de etrafında gerçekten birleştiremez.
“İdeolojik solculuk”, kapalı devre siyaset, kapalı devre demokrasi, kapalı devre mücadele demektir. Sınıfın büyük gücünü harekete geçirmeyi düşünmekten bile korkan bu “solculuk”, burjuva ideologların dediği gibi modası geçmiş bir akım halini almaktadır. Sadece “fikirler üreten”, “her şeyin doğrusunu, haklısını bilen” ama bu fikirlere, doğrulara, haklılığa hayat verecek toplumsal güçle, işçi ve emekçilerle hiçbir ilişkisi olmayan “solculuğun”, egemen sınıflar tarafından ciddiye alınması beklenemez.
Haziran 2001