Tarım reformu: iddialar ve gerçekler

Üreticinin önüne, “Tarımda AB standardı”, “Tarımda popülizm tarihe karışıyor”, “Tarımda israfa tırpan” ve benzeri sözlerle süslenmiş bir paket program konuldu. IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleriyle hazırlanan ve hayata geçirilmeye çalışılan “reform” paketi, tarım kesimini liberalleştirmeyi öngörüyor.
Üreticinin lehine olduğu iddia edilen “tarım reformu”nun gerçekte neyi içerdiğini anlamak ve iddiaların gerçek olup olmadığını görebilmek için Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Recep Önal ve Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel tarafından IMF’ye sunulan “niyet mektubu” ve daha sonra bu mektuba ilaveten verilen 13 maddelik “ek niyet mektubu”na bakmak yetiyor.

NİYET MEKTUBUNDA TARIM
– “… Reform programımızın orta vadeli amacı var olan destekleme politikalarını safhalar halinde ortadan kaldırmak ve fakir çiftçileri hedef alan Doğrudan Gelir Desteği sistemi ile değiştirmektir. Bu, ilk öncelikle 2000 hasat yılı için bir program uygulamaya konarak yapılacaktır. 2001 yılında ülke çapında yaygınlaşacak ve 2002 yılı sonunda tamamlanacaktır…”
– “… 2000’de hububat destekleme fiyatları, ton başına 150 dolardan aşağıya düşmemek koşuluyla, dünya (Chicago borsası) fiyatlarını en çok yüzde 35 oranında aşabilecektir. TMO tarafından yapılan hububat alım miktarı düşürülecek ve TMO’nun yüksek miktarlı stok tutmasından kaynaklanan zararları ortadan kaldırılacak…”
– “… 2000’de şeker pancarı destekleme fiyatları, bir önceki yıla göre, Ağustos 2000’de belirlenen 12 aylık geçmiş enflasyonun yüzde 75’ine çekilecek.” “Hükümet çiftçilere verilen kredi sübvansiyonunu safhalar halinde tedricen ortadan kaldıracaktır. Ziraat Bankası ve Halk Bankası tarafından verilen kredi sübvansiyonlarının toplam maliyeti 1999 yılı için tahmin edilen Gayri Safi Milli Hâsıla’nın (GSMH) yüzde 1,2’lik seviyesinden 2000 yılında GSMH’nin yüzde 0,6’sına düşecektir… Verilen kredilerin maliyeti ise geçmiş üç ayın Hazine Bonosu faizlerinin yüzde 5 üzerinde olmak üzere belirlenecektir.”
– “Gübre ve diğer girdi sübvansiyonları 2000 ve 2001’de nominal olarak sabit tutulacaktır.”
Ek niyet mektubunda ise, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nin mevcut kooperatifler yasasına tabi kılınarak özerk hale getirilmesi taahhüt edildi.
Niyet mektubunun verilmesinin ardından, taahhütler bir bir yaşama geçirilmeye başlandı. Reformun altyapısının oluşturulacağı ve “çiftçilerin dünya trendleri çerçevesinde arz talep dengelerine göre ürün üretimine yönlendirileceği” gerekçesi ile Tarımı Yeniden Yapılandırma ve Destekleme Kurulu oluşturuldu. “Tarım reformu”na öncülük edeceği söylenen bu kurulda tarımsal üretim kooperatiflerinden, Ziraat Mühendisleri Odası’ndan, üretici birliklerinden temsilciler yer almıyor. Bu kurul tam anlamıyla IMF’nin tarımı yöneten komisyonu gibi çalışıyor.

DOĞRUDAN GELİR DESTEĞİ
Tarımda Yeniden Yapılandırma Kurulu, ilk icraat olarak yetmiş yıla dayanan destekleme politikalarını fiilen rafa kaldırılacak Doğrudan Gelir Desteği (DGD) sistemine geçiş kararı aldı. Kurul, DGD sistemine geçiş için Ankara-Polatlı, Antalya-Serik ve Manavgat, Adıyaman-Merkez ve Kâhta ile Trabzon-Akçaabat ve Sürmene ilçelerini pilot bölge seçti. 200 dönüme (200 bin metrekare) kadar arazisi olan çiftçiye dönüm başına 5 dolar ödeme yapılmasını karara bağladı.
“Çiftçi de önünü görecek”, “Hedef küçük üreticinin geliştirilmesi” denilerek, 2002 yılı sonuna kadar tüm yurtta hayata geçirilmesi planlanan DGD, üretici için hiç bir olumluluk taşımıyor. DGD, tarımda her türlü desteğin (sübvansiyon, destekleme alımları, taban fiyatı) kesilmesi esnasında bir geçiş modeli ve desteklerin kesilmesinin üreticiye kabul ettirilmesi için de hükümetler için bir zorunluluk niteliğinde.
Bu sistem iddia edildiği gibi küçük üreticiyi geliştirmek yerine yok edecek. Sistem, tapuyu esas alan yapısı ve tapulu toprak sahiplerine doğrudan geliri öngörmesi nedeniyle, değil küçük üreticiyi geliştirmek, tapusu olmayan çok sayıda küçük üreticiyi destekten yoksun bırakarak onların sonunu hazırlayacak. Ülkemizde toprağı ekenle, toprağın sahibi çoğu yerde aynı kişi değil. Sistem tarımın bu yapısıyla üreten kesime destek yerine, tapusu olan fakat tarımla uğraşmayan kesimlere de kaynak aktarımını sağlayacak. Sübvansiyonların kaldırılmasını öngören DGD sistemine geçişle birlikte yarıcılık ve ortakçılık yapanlar tarımsal üretimden çekilmek zorunda kalacak.
Belirlenen lokal bölgelerde yapılacak olan destek için 200 trilyon liralık bir kaynak ayıran hükümet, uygulamayı Türkiye çapında yaygınlaştırdığında, bütçeye milli gelirin yüzde 3’ü kadar bir yük gelecek. Bu da mevcut destekleme modelinden daha fazla yük anlamına geliyor.

TELAFİ EDİCİ ÖDEME
Kurul’un DGD dışında aldığı kararlardan biri de “Telafi Edici Ödeme” başlığını taşıyor. Amacı, stokların eritilmesi ve finansman sorununun çözümü olarak açıklanan bu uygulamanın doğuracağı sonuçlar da en az DGD kadar yıkıcı olacak. Bu uygulamaya göre, fazla üretim nedeniyle hem alım finansmanı hem de stokların eritilmesi açısından çift taraflı sorun yaşandığının iddia edildiği ürünler (tütün, fındık, şekerpancarı ve çay) için çok sayıda alternatif ürün önerilecek. Üreticinin, söz konusu ürünler yerine alternatif ürünler ekmesi halinde uğrayacağı gelir kaybı “Telafi Edici Ödeme” olarak üreticiye verilecek.
Bu uygulamanın getireceği sonuç ise ithalatın artması olacaktır. Çünkü “ürün fazlası” olduğu söylenen ürünlerin nasıl belirleneceği ve yerine hangi ürünlerin ekileceği üreticinin ve kooperatiflerin, birliklerin inisiyatifinden çok IMF’nin oluşturduğu kurulca belirlenecek. Bu kararların birçoğunun ithalat lehine olacağı ise şimdiden açık. Nitekim Karadeniz Bölgesi’nde çay ve fındığın yerine kivi ekilmesi önerisinin sonuçları, bu bölgede çay ve fındık üretiminin bitirilmesinden başka bir amaç gütmüyor. Çünkü birkaç yıl sonra kivi yoğunlaşıp çay stoku eridiğinde üretici tekrar çay üretimine dönemeyecek. Çay ve fındık gibi ürünlerin yetiştirilip ürün alınması için 5 ila 10 yıl arasında zamanın geçmesi gerekiyor. Devlet desteği mekanizmasının da tasfiye edildiği dikkate alınırsa bu bölgede bir daha yerli üretimin yapılmasının neredeyse imkânsızlaşacağını söylemek abartma sayılmaz.

DEVLET DESTEĞİ ZORUNLUDUR
DGD sistemini tüm yurtta yaygınlaştırmak isteyen kurul, IMF’ye verilen niyet mektubu gereği 2002 yılı sonuna kadar tarımsal destekleme sisteminin tasfiyesini hedefliyor. Program gereği 2002 yılında, Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) buğday fiyatı açıklamayacak, şeker fabrikaları pancar alımı yapmayacak, TEKEL ve ÇAYKUR özelleşecek, pamuk, soya ve ayçiçeğindeki prim uygulaması sona erecek.
Bu, uluslararası tekeller karşısında üreticinin ezilmesinden başka hiçbir anlam taşımıyor. Zira özellikle dünya piyasaları için üretilen ürünlerde sayısı milyonlara ulaşan satıcı ile çok az sayıdaki alıcıyı (çoğu kez çokuluslu şirketleri) bir araya getiren tarımsal piyasalar -serbest piyasacıların iddia ettiğinin aksine- rekabetçi koşullar içermiyor. Dünyadaki milyonlarca üretici ile, sayısı bini bulmayan tekellerin karşı karşıya geldiği piyasada, her zaman tekeller fiyatları istediği gibi belirleme şansına sahip. Taraflar arasında güç dengelerinin bu derece eşitsiz olduğu piyasalarda zayıf olan tarafın güçlendirilmesi, ancak ve ancak devlet eliyle sağlanabilir. Dünya fiyatlarındaki uzun dönemli bozulmanın ve dalgalanmaların üreticinin eline geçen fiyatlara olduğu gibi yansıması da böylece önlenmeye çalışılır.
İnsanlığın gıda güvenliğinin sağlanması açısından stratejik öneme sahip olan tarım ile tekstil ve giyim eşyası sektörü öteden beri hep desteklenmiştir. Özellikle vurgulanan her iki sektör beslenme ve giyinme gibi iki temel zorunlu gereksinime cevap verdiğinden sürekli talebi vardır. Emek yoğun teknolojiyle üretim yapıldığı için de, aynı zamanda bu sektörlere işsizliği emme işlevi de yüklenir. Bu nedenle de ister “gelişmiş”, isterse de “az gelişmiş” ülkelerde olsun, bu sektörler üretim ve ihracatta destekleme politikalarından yararlanır, ithalata karşı da gümrük duvarlarıyla korunur.
Doğası gereği tarımın da desteklemesi zorunluyken, IMF programında, Türkiye hububat üreticisinin üretimini sürdürmesini engellemekten başka bir sonuç yaratmayacak olan bir madde yaşama geçirildi bile. Bu maddeye göre iç fiyatların yüksek olduğu iddia edilip fiyatların dünya fiyatı baz alınarak belirlenmesine başlandı. Ancak iç fiyatların yüksek olduğu yönündeki iddia tamamen aldatmacadır.
Çünkü dünya buğday piyasalarında üç ayrı fiyat vardır. Birincisi borsa fiyatları (geçen yıl 110 ila 140 dolar arasında değişti), ikincisi, devletin siyasi ilişkilerine göre özel olarak tespit ettiği uluslararası fiyatlar. Üçüncüsü ise üreticinin eline geçen fiyatlar. Bugüne kadar, borsadaki fiyatlar ne kadar düşerse düşsün, batılı ülkelerde üreticinin cebine giren para hiç değişmedi. Buğdayın cinsine göre, 260 ile 350 dolar arasındaydı bu para. Yani dünya fiyatları ile batı ülkelerinde hububat üretenlerin eline geçen fiyat hiç aynı olmadı. “ABD ve AB’nin tarım üreticilerine, ‘eşik fiyat, taban fiyat, dünya fiyatı’ gibi düzeylerin üzerinde ve üretici refahı için giderici ödeme, prim gibi değişik yöntemlerle sürekli destek ödemeleri yapılıyor.” (TEMA Vakfı 2000 Tarım Raporu.) “AB’nin tarım ürünlerine desteğinin büyük çoğunluğunu ise elinde biriken stoklardan dolayı ihracat sübvansiyonları oluşturuyor.” (AB’nin tarım ürünlerine desteği içerisindeki ihracat sübvansiyonları oranları için bakınız, Tarımsal Gelişme Eğitim ve Sosyal Dayanışma Vakfı Tarım Raporu.)
IMF programı bunları görmezden gelerek, Türkiye üreticisine, batılı ülke üreticilerinin aldığını değil, ihracat sübvansiyonlarıyla düşürülmüş sınır fiyatlarını (150 dolar) dayatıyor.
Kaldı ki hububat üreticisi 150 dolar bile alamıyor. IMF’ye verilen taahhütler doğrultusunda, TMO’nun hububat alım miktarını düşürmesi ve aldığı ürün bedelini ödeme süresini uzun vadeye yaymasından dolayı, tüccarın kucağına düşen üretici buğdayını çok daha düşük bir fiyatla elinden çıkarıyor. Eline en az 250 dolar geçen ve ihracat sübvansiyonlarıyla desteklenen batılı üreticiyle 150 doları bile göremeyen ülkemiz üreticisinin rekabet etmesi olası değil.
IMF’ye verilen taahhütler sadece hububat üreticisini yok etmeyi hedeflemiyor. Ürün bedelindeki aşınma, 1994 yılından itibaren maliyetinin altına kadar gerilemesine ve pancar girdilerindeki yüzde 100’ü aşan fiyat artışlarına rağmen ürününe 2000 yılı Ağustos’una kadar gerçekleşen enflasyonun yüzde 75’i dayatılan şeker pancarı üreticisini de aynı sonuç bekliyor. Hasat zamanına iki ay kala gümrük vergileri oranı yüzde 50’den yüzde 30’a indirilmek suretiyle ithalatı özendirilen mısırı, büyük destek gören ülkelerin üreticilerle aynı fiyata satmaya zorlanan mısır üreticileri de hububat üreticileriyle aynı kaderi paylaşacak. Bu listeyi çay, fındık ve başka birçok ürünle uzatmak mümkün.

TARIMSAL KİT’LER TASFİYE EDİLİYOR
Ülke tarımının yok edilerek, ülkenin uluslararası tarım tekellerinin açık pazarı haline dönüşmesi için bugünkü yapının bertaraf edilmesi gerektiğinin farkında olan IMF, bugünkü sistemin temel taşları olan KİT’ler (TARİŞ, ÇUKOBİRLİK, ANTBİRLİK, FİSKOBİRLİK, TRAKYABİRLİK…) ile TEKEL, TMO gibi kurumların tasfiyesini de dayatıyor. Bu dayatma karşısında harekete geçen yetkililer hazırladıkları “tarım birlikleri reformu” tasarısı ile görevlerini eksiksiz yerine getirmiş oluyorlar.
Tarım KİT’lerinin anonim şirket haline getirilerek özelleştirilmesinin doğuracağı sonuçları anlamak için SEK, Et Balık Kurumu (EBK) ve Yem Sanayi’sinin başına gelenleri hatırlamak yeterli olur. SEK ve EBK devletin elindeyken süt ve et, üreticiden mümkün olan en yüksek fiyatla alınıyor, tüketiciye mümkün olan en düşük fiyatla satılıyordu. SEK ve EKB özel sektörün eline geçtikten sonra, et ve süt üreticiden ucuz fiyatla alındı, tüketiciye de yüksek fiyattan satıldı. SEK haraç mezat satıldığı zaman, üretici, sütün 1 litresini 18 bin liraya satabiliyordu. SEK özelleştirildikten bir ay sonra üreticinin aldığı fiyatlar 12 bin liraya çekilirken, marketlerde süt ürünleri fiyatı iki katına çıktı.’
Birliklerin ve bünyesinde bulunan fabrikaların özelleştirilmesi, ürününü kendi bölgesi dışına çıkartamayan küçük üreticiye de büyük darbe vuracak. Birliklere bağlı işletmelerin satılmasıyla, pamuk üreticisinin tekstil sektörüne, pancar üreticisinin şeker fabrikasına, domates üreticisinin salça fabrikasına, fındık üreticisinin çikolata, sıvı yağ ve benzeri mamul üretimi için direkt satışı ortadan kalkacak. Bu özelleştirmelerden tarımsal KİT’lerde çalışan işçiler de nasibini alacak. Türkiye çapında alım yapan 13 birlikte istihdam edilen 15 bin işçinin büyük bir kısmının çıkarılacağı, hazırlanan “tarım birlikleri reformu” tasarısında açıkça ifade ediliyor.
KİT’lerin tasfiyesi, kamu bankalarının özelleştirilmesi ve bu bankaların üreticiyi sübvanse edici işlevinin kaldırılması kararlarıyla birlikte yapılıyor. IMF’ye kredi faiz oranlarının artırılması ve faiz sübvansiyonlarının aşama aşama kaldırılması yönünde verilen sözler üzerine hemen harekete geçen yetkililer, Ziraat Bankası’nın üreticiye verdiği kredi faiz oranını yüzde 74 olarak belirlediler. Bu kredi faizi oranı, üreticinin iflasa sürüklenmesi demektir.

TÜRKİYE’DE DESTEKLEME YÜKSEK Mİ?
Tarımsal desteklemenin boyutlarını belirlerken kullanılan iki ölçütten birincisi, Üretici Sübvansiyonu Eşdeğeri (ÜSE); ikincisi ise, Tüketici Sübvansiyonu Eşdeğeri (TSE)’dir. Birinci ölçüt çiftçilere sağlanan tüm sübvansiyonların tarımsal üretim değerine oranı olarak tanımlanır. Daha açık bir ifade ile üreticinin eline geçen 100 liranın ne kadarının sübvansiyonlardan oluştuğu ÜSE ölçütü ile belirleniyor. Destekleme tüketici fiyatlarına ne kadar yansıyor? Veya tüketiciler sırf tarıma sağlanan destekler nedeni ile ne kadar fazla fiyat ödüyor? Bu soru da TSE hesabı ile yanıtlanıyor.
1979–1990 yılları arası incelendiğinde OECD ülkelerinin her birinde, hem üretici hem de tüketici bakımından destekleme göstergelerinin Türkiye’yi 2,5 kat aştığı görülür. Bahsedilen dönemde ortalama, OECD’de ÜSE yüzde 40, Türkiye’de yüzde 14’tür. Aynı dönemde TSE OECD’de yüzde 31, ülkemizde ise yüzde 14. Yani Batıda üreticilerin eline geçen paranın yüzde 40’ı tarımsal desteklemeden gelirken, Türkiye’de üreticinin eline geçen paranın sadece yüzde 14’ü desteklemeden geldi. (Veriler, Haluk Kasnakoğlu’nun ODTÜ Geliştirme Dergisi’ndeki makalesinden alınmıştır. —1992, Cilt 19.-)
1990’lardan sonraki gelişmeleri anlamak için 1993–1998 yılları arasında OECD ülkeleriyle Türkiye’yi kıyaslayan çalışmalara baktığımızda, GATT anlaşmasının katkısıyla ( GATT anlaşması, ülke içi toplam tarım desteklemelerine gelişmiş ülkeler için 6 yıl sonunda yüzde 20, azgelişmiş ülkeler içinse 10 yıl sonunda yüzde 13,3 olmak üzere AMS olarak tanımlanan bir üst sınır getirmektedir.) 1994 yılı sonrasında batıda sübvansiyonların göreli ağırlığı azalma eğilimi gösterirken, Türkiye’de artış gösterse de Türkiye’deki destekler OECD ortalamasının altında kalmaktadır. Bahsedilen dönemde, Türkiye’de ÜSE yüzde 31, OECD’de ise yüzde 39. (Rakamlar, Erol Çakmak ve Haluk Kasnakoğlu’nun Türkiye Ziraatçılar Derneği’nin Temmuz 1999’daki kongresine sundukları tebliğden alınmıştır.)
Destek fiyatları bütün ülkelerde Türkiye’den fazla olmasına rağmen desteklerin fazla olduğunu iddia edenler, tarımsal desteklemenin milli gelire oranı rakamlarını ortaya atarak gerçekleri çarpıtıyorlar. 1993–1998 ortalaması olarak tarımsal desteklemenin milli gelire oranı OECD’de yüzde 1,4, Türkiye’de ise 4,7’dir. Bu rakamlara dayanarak desteklemenin fazla olduğunu iddia edenler bilinçli bir şekilde, Türkiye’de tarım kesiminin milli gelir içindeki payının OECD ülkelerini 10 kat aştığı gerçeğini görmezden geliyorlar. Kaldı ki, kişi başına ödenen sübvansiyonların dolar cinsinden değeri OECD’de Türkiye’yi 14 kat aşmaktadır.

TÜRKİYE İTHAL ÜRÜN PAZARI OLUYOR
Tarım girdilerine yüzde 100 zam gelirken ürünü en çok yüzde 25 artış gören, ABD’li ve AB’li üreticiler yüzde 39 dolayında sübvanse edilirken kendisinin yüzde 5 sübvanse edilmesi çok görülen, mazotu dünya fiyatının üç, traktörü ise 2,5 katına alan üretici, AB’nin elinde biriken stokları eritmek için büyük oranlarda ihracat sübvansiyonları uyguladığı bir ortamda, ithal ürünlerle nasıl rekabet edecek?
Tarım ürünlerine ithalat sınırlamasının getirilmediği böylesi bir ortamda, ülkemizin ithal ürün cenneti olması kaçınılmazdır. Yapılan ithalat-ihracat oranı incelendiğinde bu gerçek kendisini göstermektedir. Örneğin; işlenmiş tarım ürünlerinde Türkiye’nin AB’ye ihracatı 1995 yılından itibaren değişmezken Türkiye’nin AB’den ithalatı yüzde 30 ile 35 arasında artış gösteriyor.
“Tarım reformu” adı altında hayata geçirilmeye çalışılan uygulamalar bu oranı ülke aleyhine daha da büyütecektir.

Ağustos 2000

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑