Halk düşmanı politikalar konusunda, kendinden önceki hükümetleri geride bırakan, bu açıdan neredeyse üstüne yüksek bahis oynanmış bir yarış atı gibi doludizgin giden DSP-MHP-ANAP koalisyonunun bu tutumunu aynı kararlılık ve “azimle” sürdüreceğinin işaretlerini verdiği bir dönemden geçiyoruz.
IMF-ECEVİT “POLEMİĞİ” VE OLASI GELİŞMELER
Lastik işkolundaki grevlerden sonra, belediye işçilerinin grevlerini de demagojik bahanelerle yasaklayan hükümet, bir yandan IMF ve Dünya Bankası’nın ününe koyduğu saldırı programını istisnasız uygularken, diğer yandan emekçi sınıfların IMF’ye karşı olan tepkisini yedeklemeye dönük “efelenmelerden” de geri durmuyor. Başbakan Ecevit’in IMF Türkiye Masası Şefi Cottarelli’ye yönelik olarak, ülkeyi kendilerinin yönettiğini ve bu açıdan farklı anlamalar yaratabilecek tutumlardan kaçınmak gerektiğini söylemesi, emekçilerin gözünde çoktan yıpranan “halkçı” imajını düzeltmek, halkın IMF’ye olan tepkisini arkasına almak, sözde “ulusalcı” bir hava vermek gibi hesapların bir ürünüydü. Ne var ki, Ecevit’in daha sonra ikinci bir açıklamayla yumuşatarak düzelttiği bu tavrı, sadece bunlarla açıklamak da yeterli olmayacaktır. Ekonomideki kötü gidişte birlikte emekçi sınıfların, IMF-DB’nin politikaları ve bu politikaları uygulayan hükümetin, sermayenin saldırılarına karşı emekçilerin ülkenin birçok bölgesinde grev ve direnişlerle gösterdiği tepki, hükümeti her geçen gün biraz daha fazla sıkıştırmaktadır. Her saldırı ve her grev yasaklama kararı işçi ve emekçilerin sermayeye ve işbirlikçi hükümetine duyduğu öfkeyi daha da artırmaktadır. Ezilen sınıflar açısından kendi hak ve mücadeleleriyle ilgili hiçbir yasağın, onların tepkisini buharlaştıramayacağı, bilakis içerideki kaynama ile oluşan buhar basıncının kapağını her an fırlatabileceği bir tencere gibi bir durumu ortaya çıkardığı sosyal bir gerçekliktir. Bu sosyal gerçeği de herhalde en çok, “toplumsal patlama”lara karşı mücadele yöntemlerini üniversite ders kitaplarına kadar taşıyan ve her gün medyadaki yazarlarının ağzından dillendiren burjuvazi bilmektedir. Burjuva politikasına ömrünü vermiş, IMF’nin ve sermayenin “Karaoğlan’ının” bu gerçekliği bilmemesi ve hesaba katmaması düşünülebilir mi?
Dolayısıyla IMF ile Ecevit arasında şimdilik “tatlıya bağlanan” bu söz düellosunun açığa vurduğu gerilimin bundan sonra da sürebileceğini söylemek kehanet olmayacaktır, işçi ve emekçileri sefalet düzeyinin bile altında bir ücrete mahkûm eden, tarım üreticisini, yoksul köylüyü ürettiğinin maliyetini bile karşılayamaz duruma getiren, “reform” adı altındaki IMF paketleriyle önce emekçileri mezarda emekliliğe mahkûm ettikten sonra, şimdi de köylüyü düne göre çok daha geri bir sefalet düzeyine iten, tarımı da dışa bağımlı hale getiren hükümet, tüm bu ve benzeri saldırılarının işçi ve emekçilerde, köylüde yarattığı öfkenin baskısını her geçen gün daha fazla üzerinde hissetmektedir.
KARANLIKTA YAĞMA
Şimdi de emekçilerin önüne sadece adı iş güvencesi olan iş güvencesi yasa tasarısı ile “esnek çalışma” saldırısını birlikte koyan hükümet ve patronlar, tünelin ucunda kendi saldırıları için gördükleri en son ışığı bile değerlendirmek istemektedirler. IMF’nin hükümetin önüne koyduğu yeni vergiler, zamlar, özelleştirmenin hızlandırılması programı ve emekçilerin düşük zam dayatması, mücadeleci sendikaları dağıtmak için kullanılan yüzde 10’luk işkolu barajı, sahte sendika yasası gibi bir dizi gelişme de bu saldırıların süreceğinin göstergeleridir. Özelleştirme politikasına paralel olarak süren işten atmalar da bu saldırıların başlıcalarındandır. Türk Telekom’un özelleştirilmesi için çıkarılan yasa ve buna bağlı olarak Telekom Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenen yeni iş mevzuatı ilk etapta 14 bin işçinin işine son verilmesini öngörmektedir.
Bir başka saldırı da, enerji alanında sürmektedir. Nükleer santrale “ikna” etmek için halkı karanlıkta bırakma yoluna başvuran hükümet, son olarak da elektrikte bir rant sektörü oluşturmak amacıyla yine halkı karanlıkta bırakmakla tehdit etti. Enerji Bakanı Cumhur Ersümer’in, Bakanlar Kurulu’nda görüştüklerini ifade ederek, enerji krizinden doğan bir “enerji tasarrufuna” gidileceğini açıklaması ve bu bahaneyle İsdemir ve Seydişehir Eti Alüminyum AŞ’nin, geçici olarak kapatılmasının gündeme gelmesi, hükümetin yağma ve talan politikasında sınır tanımadığını göstermektedir.
KÜRT SORUNUNDA “TERÖR” KONSEPTİNDE ISRAR: ‘GÜNEYDOĞU PLANI’, ECEVİT’İN SEFERİ
Öte yandan Kürt siyasi çevrelerinin ABD ve AB’den gelecek bir “çözüme” bel bağladıkları Kürt sorunu konusunda hükümetin ve MGK’nın sorunu bir “terör sorunu” ve “ekonomik geri kalmışlıktan” kaynaklı bir sorun olarak sunma tutumu yeni adımlarla sürmektedir. Geçtiğimiz yılın Aralık ayında MGK’da görüşülerek kabul edilen ve Başbakan Ecevit tarafından imzalanan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı”, sorunu tamamen “terörle mücadele” sorunu olarak ele almakta ve bölge halkını, “sempatizan”, “PKK’lı” ve “Protestocu” gibi sabıkalı kelimelerle tanımlamaktadır. 107 maddelik planda Kürt yoksullarının kültür ve kimlik gibi taleplerinde hiç söz edilmemekte, köye geri dönüş projesi de Köykent ve Merkez-köy gibi “askeri denetim” merkezlerine bağlanmaktadır. Başbakan Ecevit’in, bir sefer havasıyla Eylül sonunda, Köykent ve Merkez-köy projelerinin pilot illerinden olan Siirt ve Şırnak’a gerçekleştirdiği gezideki açıklamaları da bu gerçeği doğrulayan bir başka gelişme olmuştur. Ecevit’in buradaki konuşmalarında bölge halkına “ıslah edilmesi gereken” insanlar gibi seslenmesi, kendisini daimi kadro talebini içeren pankartlarla karşılayan geçici mevsimlik işçilere ve borçlarının ertelenmesini isteyen çiftçilere geçiştirici yanıtlar verirken, “devlete yararlılıklar gösteren” korucuları işsiz bırakmayacaklarını, onları jandarma vb. işlere yerleştireceklerini söylemesi, “devlet gözünde makbul Kürt koruculaşmış Kürt’tür” anlayışının bir ifadesidir.
Öte yandan, yine aynı konuyla bağlantılı olarak Devlet Bakanı Rüştü Kazım Yücelen’in de katıldığı Tunceli’de gerçekleştirilen insan Hakları Koordinasyon Üst Kurulu toplantısında insan hakları örgütleri ve temsilcilerinin devletin valisi ve başsavcısı tarafından “terörizm”le suçlanması, soruna “terör sorunu” olarak yaklaşmakta ısrar edildiğinin bir başka göstergesidir.
Bu gelişmelerin yanında ABD eski Büyükelçisi Mark Parris’e özel bir yakınlık gösteren bölgede Kürt siyasi çevrelerinin yönetiminde bulunduğu yerel yönetimlerin son olarak MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye gösterdiği ilgi de, Kürt yoksullarının birçok noktadan gerici bir kumpas içine itildiğini göstermektedir. MGK’dan ya da AB ve ABD gibi merkezlerden demokrasi gelemeyeceğini bilen ve bunu her yeni gelişmede daha iyi anlayan Kürt ve Türk emekçilerinin bu sorunun gerçek sahipleri olarak kendilerini görmeleri, kalıcı ve gerçek bir demokrasinin ancak ortak mücadeleleri ile sağlayabileceklerini bilmeleri ve bu yönde kararlı adımlar atmaları sorunun çözümünün tek anahtarı olmaya devam ediyor. Hayat bunun dışındaki her formülün gerici karakterini her yeni gelişmeyle yeniden gözler önüne seriyor.
İKİNCİ KHK KRİZİ VE ÇATIDAKİ GERİLİM
Genelkurmay’ın garantörlüğünde yürütülen memurlarla ilgili KHK da, Meclis’in açılmasıyla birlikte gündemin yeniden üst sıralarına oturacak emekçi karşıtı düzenlemelerdendir. “İrtica” ile mücadele adı altında, grev, direniş ve iş yavaşlatma eylemlerinde öne çıkan kamu emekçilerini tasfiye etmeyi amaçlayan bu düzenleme üzerinden estirilecek olan psikolojik savaş Meclis’i diğer saldırı düzenlemelerini yasalaştırılması konusunda da baskı altına tutacaktır. Gündemde olan FP ve HADEP’in kapatılması, TCK’nın 312. maddesiyle ilgili tartışmalar da, yine egemen çevrelerce halkı kendi çıkarlarına göre kamplaştırmak ve arkasına almak amacıyla yönlendirilmekte ve yürütülmektedir. Meclis’in imzasını bekleyen tüm saldırı yasaları bakımından bu hava zaten, Sezer-hükümet krizine yol açan KHK’nın ele alındığı MGK toplantısından bu yana oluşturulmuştur.
Son olarak üç kamu bankasının özelleştirilmesi ile ilgili KHK’nın da, Cumhurbaşkanı Sezer tarafından -özüne değil- biçimine karşı çıkılarak hükümete iade edilmesiyle birlikte Köşk’le hükümet arasında ortaya çıkan ikinci KHK krizi ise, yönetenler cephesindeki gerilimin bundan sonra da süreceğini göstermektedir.
Emekçilere karşı saldırılarını amansızca sürdüren, IMF, DB ve diğer emperyalist güçlerin talepleri doğrultusunda ülke kaynaklarını yabancı sermayeye peşkeş çekmekte hiçbir sakınca görmeyen yönetenler, bu saldırılarını sürdürürken kendi içindeki çatışmaları da beraber yaşayacaklardır. Emekçiler açısından potansiyel bir manevra imkânı demek olan bu durumun, saldırıların püskürtülerek dengelerin değiştirildiği bir noktaya varabilmesi de, emekçi sınıfların ve onların partisinin göstereceği yeteneğe bağlıdır.
Ekim 2000