Avrupa Birliği “girsek-girmesek” fark etmez mi?

TEKELCİ BURJUVAZİ NE İSTEDİĞİNİ BİLİYOR
Avrupa Birliği sorunu, Türkiye’de belirli çevrelerde bir kafa karışıklığına yol açmış durumda.
ABD, hele son yıllarda, Türkiye’nin AB’ye girmesini içtenlikle savunmaktadır. Bunda, Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu bölgesinde Türkiye’ye yüklenen rolün maliyetinin önemli bir kısmını Avrupa ülkelerine yıkma çabasının yanında AB ile gelişmekte olan emperyalist çekişmede bu “birliği” -Türkiye ile içeriden vurma hesabının payı vardır.
AB’nin kendisi, ’97 Lüksemburg zirvesinde aday üyeliğini reddettiği Türkiye’ye karşı tutumunu değiştirmiş, şimdi yanına çağırmaktadır. “Birlik”in tutum değişikliğinin altında, AB ile bağını tümden koparmış ve yalnızca ABD’nin “düdüğünü çalar” olmuş bir Türkiye’nin işine gelmeyeceği saptaması yatmaktadır.
Büyük sermaye, işbirlikçi tekelci burjuvazi, holdingler Avrupa Birliği’ni tam gaz savunuyorlar. Bunda hiçbir kuşku yok. Tekellerin tüm partileri, medyası, bütün ideoloji aygıtı, dinci, ırkçı ve “sol” milliyetçi, sağcı, “solcu”, 2. Cumhuriyetçi, liberal vb. eğilimleriyle burjuva akımlar, Türkiye’nin AB üyeliği sürecini kutsuyorlar. “İslam Ortak Pazarı”nı savunan dinci parti, AB’ci oldu. “Üniter devlet” diye yatıp kalkan milliyetçi faşist parti, “çağın ve çağdaşlığın gereği” gerekçesiyle, “uluslararası tahkim”den sonra AB’ye üyeliğini program maddesi yaptı. Eskiden “Ortak Pazara Hayır” diyen solcular şimdi, AB’nin üstünlüklerini keşfettiler. Koç, Sabancı ve diğerleri, AB savunucuları arasında başı çekiyorlar.
Tümünün hareket noktası ortak; Globalleşme ya da küreselleşme politikaları ve Türkiye üzerinden yapılan emperyalist hesaplara uyum, hepsinin kalkış noktasını oluşturuyor.
Tekel kârlarının en son sınırında garanti edilmesi; bunun için, esnek çalışmadan düşük ücret dayatmasına, iş güvencesizliğinden 657 kaldırılarak memur tenkisatına, özelleştirmelerin hızlandırılmasından taşeronlaştırmaya, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinden uluslararası tahkime, toplu sözleşme sisteminin işlevsizleştirilmesinden sendikasızlaştırmaya, tarımda kota sistemi ve ithalatın serbestleştirilmesinden destekleme alımlarının kaldırılmasına, MAI’den MIGA’ya vb. tekellerin çıkarına, her şeyi piyasanın belirleyiciliğine terk eden ve emeğin tüm kazanılmış haklarının gaspına dayalı politikalar, bu tutum alışlarda tayin edici rol oynuyor. Aynı politikalar, ABD ve AB’nin başlıca politikaları olduğu kadar işbirlikçi tekeller ve her türden temsilcilerinin de politikaları. Kafkasya’dan Orta Asya’ya uzanan bölge başta olmak üzere, Balkanlar ve Ortadoğu’yu da kapsayan büyük bir bölgenin yeniden paylaşımında Türkiye’nin önem kazanan jeopolitik pozisyonu ise, Avrupa ülkelerinin emperyalist burjuvalarıyla yağlı kemik peşindeki işbirlikçi tekelci burjuvazinin iştahlarını kabartıyor ve “birlik” ya da “ortaklık” zeminini genişletiyor.
Dolayısıyla örneğin Sabancı’nın çıkarı, hele ABD de o yönü gösterdiği için, AB’ye üyelik yönünü gösteriyor. Sabancı gibilerinin düzenini savunan parti ve sair aygıtların AB üyeliği için yanıp tutuşmalarında anlaşılmayacak şey bulunmuyor.

EMEKÇİLERİN TUTUMU DA NET
Aslında başka hiçbir inceleme ve araştırmaya gerek kalmadan, sadece kimlerin savunduğuna bakarak, örneğin SASA işçilerinin AB karşısında nasıl bir tavır almaları gerektiğini kararlaştırmaları mümkün. Sabancı, düşük ücret ve sendikasızlaştırma dayatırken AB’ye girilmeli diyorsa, işçinin çıkarını savunacak değildir; SASA işçisinin, tersine tutum geliştirmesinden daha doğalı olmaz, inceleme ve araştırma kuşkusuz gereklidir; ancak bilinçli işçinin bu çabası, AB karşıtlığını daha iyi ve ikna edici yapabilmesi açısından önem taşır, yoksa AB yanlısı mı, karşıtı mı olması gerektiğini kararlaştırması açısından değil.
Sadece AB sorunu değil, ama genel olarak, iş bu noktadadır. Bilinci işçi, her soruna; sınıfa karşı sınıf perspektifinden, dünyanın ve Türkiye’nin sermaye ve emek olarak, bugün emperyalistler ve tekeller bir yanda işçi sınıfı ve emeğiyle geçinen herkes bir yanda olmak üzere, uzlaştırılıp birleştirilemez biçimde bölündüğü gerçeğinden hareketle yaklaşacaktır. İşbirlikçi tekelci burjuvazi ile işçi ve emekçiler ve çıkarları arasındaki karşıtlık, bilinçli işçiye, hiçbir yanılgıya düşmekten çekinmeden, sınıf mücadelesine ilişkin her belli başlı sorunda, tereddütsüzce tekeller ve adamlarının “ak” dediğine “kara” deme olanağını tanımaktadır. Sabancı ve benzerleri AB iyidir diyorsa, kesindir ki, AB kötüdür.
Bu, dar pratikçi bir pozisyon belirleyiş değildir. Dünyanın maddi toplumsal koşullarının dolaysız bir sonucudur.

YEDEKLENMEYE ADIM ATANLAR…
Tekeller ve partileri ile bilinçli işçi ve partisi, AB konusunda, net bir tutum belirlerken, ara sınıflar ve sermaye ile emeğin politikaları arasında yalpalayan partileri, bu konuda oldukça zorlandılar.
Zorlananlardan biri Kürt milliyetçileri oldu. Gerçi tutum belirlemede zorlanmadılar ama tutumlarını Kürt ezilenlerine kabul ettirmeye çalışırken zorlanıyorlar.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Öcalan’ın infazının ertelenmesine ilişkin kararı bile, AB’yi savunmaları ve Türkiye’nin AB aday üyeliğinin kabulü lehinde lobi çalışmaları yapmaları için yeterli olmuştur. Hatta bu karar öncesinde, Avrupa’dan ithal edilecek demokrasi beklentisi içine girdiler. Kopenhag Kriterleri, azınlık haklarını savunuyordu vb… Almanya’dan hâlâ tank gelmesi, siyasi mültecileri geri yollama tutumu geliştirmesi ve siyasi faaliyetlerini sınırlaması, en çok da, Öcalan’ı hiçbir Avrupa ülkesinin kabul etmeyip ele geçirilmesinde dolaylı rol üstlenmeleri, bol demokrasi ve insan haklan söylemine karşın üç HADEP’li belediye başkanının JİTEM tarafından gözaltına alınması ve tutuklanması gibi aktüel gelişmeler ise, Kürt tabanının Avrupa’dan demokrasi ummasına pek olanak vermiyor. Zorlanma burada ortaya çıkıyor.
Bir başka zorlanan ÖDP’dir. Hâlâ bu partinin AB konusunda ne dediği belli değildir. Ya da şu bellidir ki, ÖDP AB’ye karşı değildir. Hiçbir açıklamasında, “ÖDP, AB’ye karşıdır” dememiştir.
İçindeki çok sayıda gruplaşmayla ÖDP, bu sorunu tartışmaktadır. Öteden beri bu partiye fikir babalığı yapmış olan “Birikim” dergisi, AB’yi ve Türkiye’nin üyeliğini açıktan savunmakta; çeşitli gruplar aydınca bir tartışma içinde sorunun etrafında dolanmaktadırlar.

ESKİ HASTALIK: “HEM NALINA HEM MIHINA” YA DA ORTA-YOLCULUK…
ÖDP’nin ağırlıklı grubunun çıkarmaya başladığı “BirAdım” dergisi, karşı çıkıp suçlar gibi yaparak Türkiye’nin AB üyeliğinin sağlayacağı “avantajlar” peşine düşmüş, utangaçça AB savunmanlığı pozisyonunu geliştirmektedir.
Bu derginin 3. sayısında yer alan AB konulu yazıların gösterdiği budur.
Dergideki yazılarda küreselleşme politikalarına eleştiri yöneltilmekte, örneğin Kopenhag Kriterleri “soyut söylem” olarak nitelendirilmektedir:
“Küreselleşme emperyalizmin şu aşamadaki yeni bir varyantıdır…” (sf 29)
“Önümüzdeki dönemde Avrupa kapitalizmi hem küreselleşmenin gereği hem de içinde bulunduğu krizin bir sonucu olarak ağırlıkla ABD kaynaklı sermaye ile daha da bütünleşirken, Balkanlar ve Türkiye ile ilişkilerini klasik bir ‘merkez-periferi’ ilişkisi ve dolayısıyla sömürü çerçevesinde tutacaktır. Örneğin bugünkü Gümrük Birliği mekanizması böyle bir çerçevedir. Avrupa’nın soyut insan hakları ve demokrasi söylemi ancak bu durumun görünürdeki kılıfı olarak var olacaktır. Zaten bu insan hakları ve demokrasi kılıfları NATO’nun yeni stratejik konseptinde kabul edilen ‘müdahale’ gerekçeleri olarak ABD’nin ve de artık AB’nin egemenliğini sarsacak her kıpırdanışa yasal müdahale zeminleri olarak anlaşılmalıdır. NATO son Kosova operasyonunu bu ‘meşruiyet’ zemininde gerçekleştirmiştir. Sonuç olarak AB’nin içinde bulunduğu süreç küreselleşmenin gereklerine göre biçimlenmektedir.” (sf. 32, abç)
Yazarı yazısını, AB-demokrasi ilişkisi sorununa bağlamaktadır:
“Bu açıdan AB’nin kendi dışına empoze etmeye çalıştığı ‘demokrasi’ Avrupalı emekçilerin yüzyıllık mücadelesinin kazandırdığı demokrasi değildir.” (sf. 32)
Bir ilginçlik göze çarpmaktadır. Ortaya, “AB’nin kendi dışına empoze etmeye çalıştığı” bir “demokrasi” kavramı atılmış; aslında emperyalist ve gerici propaganda merkezlerinden ödünç alınmıştır. Bu noktanın hiç de önemsiz olmadığını göreceğiz. Ancak “tırnak” içine de alındığı için, iyimserlikle, aslında Avrupa’nın empoze ettiğinin bir demokrasi sayılmadığı ve yazarın bu empoze edileni aşağıladığı düşünülebilir. Üstelik yazar, bu noktada ısrarlı görünmekte ve “AB-demokrasi ilişkisi”ni doğru kurmayan “solcuları” suçlamaktadır: “… Tüm bunlar ortadayken Avrupalı, bizim kıt akıllı solcularımıza bile kendisini emeğin, demokrasinin Avrupası diye alkışlatacak.” (sf. 31)
Evet, “BirAdım”, küreselleşme politikalarını ve AB’yi yeterince suçlar görünmekte; hatta görünüşe göre, AB’den demokrasi beklentisi içinde olanları “kıt akıllılık”la tanımlamaktadır.

“İKİ DEMOKRASİ” HAYALİ PEŞİNDE…
Ancak yazar, öyle ya da böyle, bir kez “AB-demokrasi” ilişkisini tartışmaya başlamıştır. Tartışmaya, kolaylıkla inkâr edilemeyecek gerçeklerin sözünü ederek girmektedir. Yılların antiemperyalist birikimi bir çırpıda yok sayılamamaktadır. Sömürüsüyle, sömürgeciliğiyle emperyalizmi kabullenmek ve demokrasi için ondan ricacı olmak, kuşkusuz o kadar kolay değildir. Ama bir başka kolay olmayan şey de, onca propaganda edilen ve hemen hemen tüm aydın çevreyi etkisi altına almış olan “Avrupa’nın empoze ettiği demokrasi”nin bir çırpıda reddedilebilmesidir. Bu noktada, iki arada bir derede tutumundan kaçınılamamış, üstelik orta-yolculuğun teori düzeyine yükseltilmesi yoluna girilmiştir. O nedenle yazının başlığı da “iki Demokrasi” konmuştur.
Birinci türden “demokrasi”, AB’nin getireceği “ithal demokrasidir; yazar “Avrupalı emekçinin yüzyıllık mücadelesinin kazandırdığı demokrasi” olmadığını söylediği bu “demokrasiye ilişkin şunu yazmaktadır:
“AB’nin ihraç ettiği ‘demokrasi’ serbest piyasanın başladığı yerde, onun bir üst yapısı olarak başlar, serbest piyasanın bittiği yerde biter. Özelleştirme politikaları ve devletin sosyal yanının rafa kaldırılması bu ‘demokrasi’nin olmazsa olmazıdır. Bu standartta bir demokrasi anlayışı önümüzdeki dönem Türkiye’de solun hedefi olamaz.”
Buradan anlaşılan, Avrupa’dan ihraç edilmekte olan demokrasinin Türkiye’de solun hedefi olamayacağıdır. Öyle anlaşılıyor ki, “Sol” parti, programını, “ihraç malı demokrasi” ile sınırlamayacaktır. Sınırlamasına sınırlamayacaktır ama yine de buradan, Avrupa’nın bir türden “demokrasi” ihraç ettiği de anlaşılmaktadır.
Yazar ucundan kıyısından başlattığı tartışmanın içinden çıkamamış, sonunda Avrupa ile demokrasiyi olumlu bir biçimde yan yana getirmekten kaçınamamıştır.
Avrupa’dan demokrasi gelecektir, ama bu yeterli, tutarlı bir demokrasi değildir ve bu demokrasi ile yetinilemez! Yazı, başlığından başlayarak bu fikir etrafında gelişmiştir. Peki, ama “kıt akıllı solcular” neden suçlanmıştı ki! Her halde en kıt akıllı solcu bile, Avrupa’dan getireceği “demokrasi”yi sağından solundan geliştirecek olmalıdır. Her halde en azından bu iddiayı ileri sürecektir.
Böylece, tartışmada başa dönülmüş olmaktadır. Ama böyle ileri-geri gidip gelmelerde, her yeni başa dönüşte, bir öncekinden geriye düşülmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu kez de öyle olmuştur. Varılan nokta, kıt akıllı solcuların alkışlamaktan kaçınmaları tavsiye edilen “Emeğin, demokrasinin Avrupası” halüsinasyonunun kabulüdür. Yazar, Birikimci ile tartışır ve onun açıktan AB’ci görüşlerini karşılamaya çalışırken, net ve savunulabilir bir mevzide olmadığı için, bir parça da onun ileri sürdüğü “gerçekleri” kabullenmekten kaçınamamıştır:
“Bir kere hiç kimse, AB üyeliği ile asgari demokrasi arasında bir bağ yoktur; biz Avrupalı emekçilerin yüzyıllık mücadelesinin ürünü olan tüm demokratik temayülleri ve kurumları reddedelim ya da AB bunları -kısmen de olsa- içermiyor, demiyor.” (sf. 32)
Hani, Avrupa ihraç malı “demokrasi”, “emekçilerin yüz yıllık mücadelesinin kazandırdığı demokrasi değil”di!
Aynı sayfa içinde bir söylediğini diğer bir söylediğiyle geçersizleştirmek, net çelişkiye düşmek kolay olmasa gerek. Bir oradan bir buradan topladıklarıyla derme çatma bir mevzi tutmaya çalışan orta-yolcu kıvraklık, eklektik olmanın ötesinde, bu tür durumlardan da bir türlü kurtulamıyor.

AB’NİN TÜRKİYE’NİN “DEMOKRATİKLEŞMESİNE” KATKILARI…
Derginin yaklaşık aynı sorunlara değinen bir başka yazarı da, aynı pozisyondadır. Daha açık sözlü yazıyor. Bütün ÖDP ileri gelenleri gibi, sıkıştığı yerde net konuşmaktan yan çizerek, kolaycı bir yola sapıyor ve “tartışılmalıdır”, “tartışılması gerekmektedir” sözcükleriyle, fikirlerini, tartışma durumunun yumuşatıcı ikliminde, dolayımlı söylüyor.
Açık sözlü olduğunu belirtmiştik. Diyor ki; “Yeri gelmişken Türkiye’nin AB’ye girmesi sürecinin Türkiye’ye ne gibi demokratik katkı sunabileceğini tartışmak gerekiyor.” (sf. 22)
Sonra tartışıyor. Ama bu açık sözlü yazar bile, “Türkiye’nin AB’ye girmesinin Türkiye’nin demokratikleşmesine katkıları şunlardır…” diye başlayıp iki nokta üst üste koyarak net bir şekilde devam etmiyor. Yine de söylediği net değil mi? Kuşkusuz net. Yalnızca sözcükler çekiştiriliyor, bir dolambaçtan geçirilerek sarf ediliyor.
Anlaşılıyor ki, Türkiye’nin AB’ye girmesi, en azından “demokratik” birtakım yönlere sahip! AB, öyle başta söylendiği gibi, -tek eğilimi dikte etme ve gericilik olması gereken- sömürücü, sömürgeci emperyalist bir “birlik” sayılmıyor.
Emperyalist ise, tekellere dayanmak durumundadır. Yazıların bir yerinde söylendiği gibi, “oligarşik” bir egemenlik durumu ile karakterize olur. Tekeller ve tekelci, oligarşik yapılar hiçbir biçimde demokrasi eğilimine sahip olmazlar, tersine, tekeller ve tekelci kapitalizm varlığını sürdürdüğüne göre, Lenin’in söyledikleri hâlâ geçerliliğini korumaktadır: Tekel, önü alınmaz egemenlik ve yoğunlaşmış bir gericilik eğilimine yol açar. Ne demokrasisi, ne katkısı!
Ama yazar AB’nin bu “demokratik katkısını” tartışıyor.
Önce “sol” gösteriyor: “Ama öncelikle küreselleşme süreci içerisinde sermayenin kısıntısız ve engelsiz bir biçimde dolaşımını sağlamaya çalışan emperyalist güçlerin …. sermayenin rahat hareket edebileceği sınırda bir demokratik süreci tüm bağımlı ülkelere dayatmakta olduğunu tespit etmek gerekiyor. Asıl amaç, tüm dünyayı sermayenin hiçbir engelle karşılaşmayacağı bir ‘global pazar’ haline getirmektir. Hiç kuşkusuz AB de bu sürecin bir parçasıdır.” (sf. 22)
Burada yanlış, yalnızca, uluslararası sermaye ve emperyalizmin “sınırlı bir demokratik süreci tüm bağımlı ülkelere dayatmakta olduğu”dur; söylenenlerin geri kalanı doğrudur. “Globalleşmeci demokrasi” ya da “demokratik globalizm”, emperyalist demokratizme denk düşer ki, bugüne dek hiçbir emperyalistin demokratik olduğu görülmemiştir.
Ama gerçeğe değinmeye çalışır ya da “sol” vurur gibi yaparken yapılan bu yanlış, hiç de küçümsenir şey değildir. Şundan değildir ki, hem sermayenin rahat edeceği, engelsiz kısıntısız dolaşım ve birikim koşulları hem de -istediği kadar sınırlı olsun- bu koşulların dayatıcılarının bir de “demokrasi” dayatması, ikisi bir arada olanaksızdır. Ve “iki demokrasi” başlığıyla yazı yazanların, bu durumda, bir “üçüncüsü”ne ihtiyaçları olmaktadır(!); çünkü bu “birincisi”nde demokrasinin kırıntısı bile bulunmaz. Yanlışın büyüğü, uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin küreselleşme saldırganlığı koşullarında, işçi ve emekçiye karşı bu saldırganlığın, demokratizmle bağdaştırılabilmesindedir. Sendikasızlaştırma ve sendikal özgürlüğün yok edilmesi mi, yoksa kazanılmış diğer hakların hiçe sayılması ve gaspı mı demokrasi ile bağdaşıyor? Artık demokrasinin kazanılması bütünüyle işçi ve emekçilere, onların mücadelesine, kendi haklarını sahiplenirken politika da yapmaya başlamalarına kalmışken; çünkü uluslararası burjuvazi en küçük demokratik hak kırıntısına bile karşı saldırıya geçmişken, bunca “kıt akıllı solculuk” niye? Niye hâlâ işçi, emek, demokrasi ve bağımsızlık düşmanı emperyalistlerden sınırlı da olsa bir demokrasi beklentisi içinde olunuyor?
”BirAdım”da hemen hiçbir yerde “işçi” sözüne bile rastlanmaması, bu nedenle şaşırtıcı değil. İşçisiz, emekçisiz sol, bu kadar olur! Bir sayfa önce “soyut söylem” dediğin emperyalizmin insan hakları ve demokrasi aldatmacasının ardına ikinci sayfada takılırsın!
Hem de ne takılma…
“Sol gösterip” sağ vurmanın böylesi zor bulunur.

AVRUPA, SINIFLAR VE DEMOKRASİ
“Sermayenin rahat edeceği sınırda bir demokratik sürecin bağımlı ülkelere dayatılması” saptamasıyla bile AB’ye ayıp edildiği düşünülmüş olmalı ki, hemen iki adım geriye atılıp, önce olduğu gibi, ilk bulunulan noktadan da geriye düşülüyor:
“Ancak bütün bunlar AB ülkelerinin demokratik kriterlerini başka bir bağlamda değerlendirmeyi engellemez. Bilindiği gibi, AB üyesi ülkelerde iki yüzyıllık sınıf savaşımının sonuçlarının da oluşmasına katkı sağladığı bir burjuva demokrasisi kurumsallaşmış durumdadır. … Bu sürecin sonucu, sendikalaşmanın ve temel sosyal hakların yerleşik bir hal alması olmuştur. Bu bağlamda da Avrupa imgesinin coğrafi değil siyasi bir kavramı ifade ettiğini kabul etmeliyiz.” (si. 22)
Bu söylenenler, her halde, yazarların da üzerinde durduğu küreselleşme saldırganlığı koşullarında en son söylenecekler bile değildir.
Evet, Avrupa’nın geçmişi, özellikle Fransa ve İngiltere açısından demokrasidir ve Avrupa deyince akla kapitalizmin yanı sıra demokrasi gelmiştir. (Yazar, burada bu ülkelere Almanya’yı da katıyor ve yanlış yapıyor; çünkü bu ülkenin geçmişi Prusya despotizmidir ve Alman kapitalizmi “aşağıdan” demokrasi ile birlikte değil “yukarıdan” gelişmiştir.) Ama bu, egemen üst sınıfı, burjuvaziyi de kapsadığı ölçüde, geçmişe ilişkindir. Artık, en azından yüz yıldır, egemen burjuvazi, demokrasi ile bağlarını koparmakla kalmamış, demokrasi düşmanlığının kaynağı haline gelmiştir.
Üstelik burada, demokrasinin kurumsallaşmasının başlıca gücü olan işçi sınıfından ve mücadelesinden söz etmek anlamlı değildir. Bugün işçi sınıfı Avrupa ülkelerinde ne egemendir ne de AB’ye damgasını vurmaktadır. Damga vurmayı bırakalım, AB, dünya işçi sınıfı ve emekçi halklarına olduğu gibi, Avrupa işçi sınıfına ve haklarına saldırganlık aracıdır ve bu saldırıya dayanarak kurulmaktadır. “Sol gösterip sağ vurmanın” burada da yeri yoktur. Avrupa işçi sınıfını ve mücadelesini, ciddi ölçülerde budanmasına karşın hâlâ varlığını sürdüren demokratik kurumların en başta bu mücadelenin ürünü oluşunu ileri sürüp, “demokrasi ihracatı” bakımından AB’yi, kuşkusuz Avrupa ülkelerinin egemen burjuvazisini olumlamak, tamamen “sol gösterip sağ vurmaktır; kendi kendini aldatmaktır.
Bugün Avrupa’da “sendikalaşmanın ve temel sosyal hakların yerleşik bir hâl almasından söz etmenin üç kuruşluk anlamı olabilir mi? Sendikasızlaştırma saldırısı Fransa’da sendikalı işçi oranını yüzde 8’lere kadar geriletmiş, Almanya başta olmak üzere bir dönemler sosyal hak ve yardım bolluğu ile tanınan ülkelerde tırpanlanmamış sosyal hak kalmamışken, neyin “yerleşmesinden söz ediliyor? Bu ülkeler ve onların kendi ülkelerinde doludizgin sendikasızlaştırma ve sosyal hakları gasp etme politikası izleyen egemenleri burjuvalarından mı Türkiye’nin “sınırlı” demokratikleşmesine katkı gelecek? Kimse anlamsız işlerle uğraşmasın!
Yazarın bu sorulara yanıtları olumlu. Sadece emperyalist savaşlar ve faşizmin Avrupa’nın “yerleşik hâl almış demokratik değerlerini” zedelediğini düşünüyor ve geçmişe ilgi gösterirken gözünün önünde olup bitenlere, işine gelmediği için, gözlerini kapıyor. Emperyalist savaşlara karşıtlık, barış mücadelesi ve devrimler demokratik geleneklerin gelişmesine katkıda bulunduğu gibi, antifaşist savaş da bu gelenekleri iyice perçinledi. Asıl olan, bugün ve uluslararası burjuvazinin bugünkü saldırısı; çünkü emperyalist savaşlar ve faşizmin geçici de olsa üstesinden gelindiği ve bu mücadeleler demokratik değerleri beslediği halde, uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin bugünkü küreselleşme saldırısı henüz püskürtülememiştir ve asıl, burjuvazi ve gericiliğin henüz püskürtülemeyen bu ilerleyişi, demokratik değer ve kurumları tahrip etmektedir. Bu tahribatta, “BirAdım” yazarları gibi, -yüzünü gizlemeye katkıda bulundukları- emperyalizm ve saldırganlığı karşısında işçi ve emekçilerin aydınlatılması ve net karşı görüşlerle donanmasını zaafa uğratanların da payı vardır. Emperyalistlerden sınırlı da olsa “demokratikleşmeye katkı” peşinde olanların, antiemperyalist mücadeleyi olduğu kadar demokrasi mücadelesini de zaafa uğratıcı rol oynadıkları bir gerçektir: Açıktır ki, ya işçi ve emekçiler demokrasiyi kendi mücadeleleriyle kazanacaklar ya da aldatılmışlıklarıyla, uluslararası burjuvazi, emperyalizm ve onların AB’sinden gelecek demokratikleşme beklentisi içinde, ellerinde avuçlarında olanı da kaybedeceklerdir.
Yazarlarımız, “… AB’nin üye adayı haline gelen ve Kopenhag Kriterleri’nde ifade edilen ve bu ülkelerin sahip olduğu burjuva demokratik ilkelere ve kurumsallaşmaya uyum göstermek zorunda olan Türkiye’de bütün bu değişikliklerin yapılacağı süreçte oluşacak demokratik kurumların ne anlama geleceği tartışması…” (sf. 22, abç) yürütülmesini önemli görürken, kuşku yok ki, “ağırlıklarını” ezilenlerin kaybetmeleri yönünde koyuyorlar.

EL ALTINDAN İLERİ SÜRÜLEN “GİRELİM, İYİ OLUR” ANLAYIŞI…
İşte muğlâklık içinde formüle ettikleri AB karşısındaki net tavırları: “AB konusunun girelim-girmeyelim ikilemi üzerinden tartışılmasının hiçbir pratik yanı yoktur.” (sf. 22)
Girelim de demiyorlar, girmeyelim de. “Pratik yararı yok”muş! Bu, emperyalist savaş karşısında tavırsız kalmaya, “katılalım da demiyoruz katılmayalım da” demeye benziyor.
Nasıl emperyalist savaşa karşı çıkılmadığında savaş tezgâhının bir parçası olunduysa, AB’ye ve Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkılmadığında, işleyen süreç karşısında sessiz kalındığında, AB ve Türkiye’nin AB üyeliği savunulmuş olur.
“Pratik yarar”la kastedilen nedir? Pragmatizm savunulmuyorsa, bugün için pratik bir sonuç alınacak birikimin olmaması, yarın olmayacağı anlamına gelmez. Ama ancak bugünkü karşı çıkış ve aydınlatma çabası, yarının büyük anti-emperyalist ve demokratik gücünü biriktirecektir. Emperyalizme bugün karşı çıkmayanlar, yarın hiç karşı çıkamazlar. Demokrasi için bugün savaşmaya yürek yetiremeyen ve başlayamayanlar, yarın da cesaret edemeyeceklerdir.
“Pratik yarar yok” derken, aslında kastedilen, iki şey var. Birincisi, “nasılsa Türkiye AB aday üyeliğine kabul edildi ve yapacak şey kalmadı; mücadele etmeye bu nedenle gerek yok” şeklinde özetlenebilecek anlayıştır ki, bir olumsuzluğa işaret etmektedir. Ancak ikincisi daha vahimdir ve şimdiye kadar aktardıklarımızdan asıl peşinde olunanın bu olduğu anlaşılmaktadır: “Canım, AB emperyalist, demokratizmi sınırlı falan ama sesimizi çıkarmayalım, girilsin, işimize geliyor, çünkü Türkiye ‘bu ülkelerin sahip olduğu burjuva demokratik ilkelere ve kurumsallaşmaya uyum göstermek zorunda’; biraz da demokrasinin nimetlerinden yararlansak fena mı olur, şimdiden bile nimetlerinden yararlanmaya başlamadık mı?”
Bu, emperyalizme entegre oluşa dayalı görüş, hem “kısa günün kârı” hesabıyla bugünkü “küçük kazançlar” açısından hem de AB’nin yüzü suyu hürmetine “yerleşecek” demokratik değer ve kurumlardan yararlanarak “gerçek demokrasi” ve sosyalizm mücadelesini geliştirmek adına savunulmaktadır.

“KISA GÜNÜN KÂRI” BİR “DEMOKRATİKLEŞME”…
“Pratik yararı yoktur” diyerek noktayı koyduktan sonra yazar, “kısa günün kârı” hesabıyla şunları söyleyerek devam ediyor:
“Yıllardır kaldırılması için mücadele edilen idam cezasının kaldırılmasının bu sayede gerçekleşiyor olmasına kim karşı çıkabilir? Yine örgütlenmenin önündeki engellerin bir kısmının kaldırılmasının bu yolla bile olması karşısında kim bu emekçilerin ve sosyalizmin yararına değildir diyebilir?” (Agy)
Bu durumda, kim, ÖDP’nin ana grubunun yayın organı “BirAdım” yazarları, “AB konusunun girelim-girmeyelim ikilemi üzerinden tartışılmasının hiçbir pratik yararı yoktur” ya da “AB konusunda sol, girelim mi, girmeyelim mi sahte ikileminden çıkmalıdır” (sf. 33) diyerek, “girelim” demeyi şimdilik kendilerine yediremediklerinden, muğlâklık içinde belayı savuşturuyor gibi görünmeyi tercih ettiklerinde, onlara “haksızsınız” diyebilir! Kim, hangi “demokrat”, idam cezasının daha bugünden “kaldırılması” ile “örgütlenmenin önündeki engellerin bir kısmının kaldırılmasına karşı çıkabilir? Bunlar, AB aracılığıyla gerçekleşiyor diye kötü mü denecek ya da şimdiden Türkiye’nin “demokratikleşmesine” “katkıları” ortada olan (!) AB’ye ve Türkiye’nin AB üyeliğine nasıl kem gözle bakılıp karşı çıkılabilir?
Mantık budur ve bu mantıkla utangaçça ileri sürülen “girelim-girmeyelim sahte ikileminden çıkmak” zorunluluğu, Türkçeleştirildiğinde, Türkiye’ye şimdiden bunca “pratik yararı olan” AB üyeliğine en azından karşı çıkmamak tutumunun kararlaştırıldığı görülmektedir. “BirAdım”da ileri sürülen bütün tezler, utangaçlığın örtüleri bir yana, bu tulumu beslemek üzere formüle edilmiştir.
“Kısa günün kârı” hesabı açısından bir sorun vardır. Hesap yapılırken, ayaklar yere basılmamış; kurgu, inanç ya da idealist ön kabullerden hareket edilmiştir. İdealizmin kaynağı, soruna, hiçbir şekilde “aşağıdan”, işçi ve emekçilerin çıkarları açısından bakılmayıp “yukarıdan”, aydınca ve tam da bir kez laf ola beri gele söylenen “Kopenhag Kriterleri olarak anılan bir dizi soyut insan hakları ve demokrasi söylemi” açısından yaklaşılmasındadır.
“Soyut söylem” nitelendirmesine karşın, “AB’nin üye adayı haline gelen ve Kopenhag Kriterlerinde ifade edilen ve bu ülkelerin sahip olduğu burjuva demokratik ilkelere ve kurumsallaşmaya uyum göstermek zorunda olan Türkiye’de bütün bu değişikliklerin yapılacağı süreçte oluşacak demokratik kurumlar…”dır. (sf. 22) nasıl söz edilebildiği ise, eklektizm dışında, anlaşılmaz kalmaktadır. Anlaşılan, soyut laf, bazen somut “demokratik kurumlar” üretmektedir!
Asıl anlaşılmazlık ise, gerçeklerin nasıl bunca tersyüz edilebildiğidir.
Örgütlenme önündeki hangi engeller AB üyeliği yoluyla, Kopenhag vs. kriterleri nedeniyle kalkma yoluna girmiştir, kalkmıştır ya da kalkacaktır? Bu ne bulutlar üzerinde gezinme cesaretidir? AB de içinde olmak üzere emperyalizm ve uluslararası burjuvaziden gelen eğilimler, tam tersine, örgütlenme özgürlüğünün -sendikal alan da dâhil- bütünüyle yok edilmesi içeriklidir. Küreselleşme saldırganlığının temel bir yönü budur.
İdam cezasının kaldırılmasına gelince, henüz böyle bir şey yoktur. Sermaye partileri “kırk katır mı kırk satır mı” türünden “ağırlaştırılmış ömür boyu hapis” cezasının idamın yerine geçirilmesini tartışmaktadırlar. Gerçekler üzerinden tartışılacaksa, üzerinde durulacak tek şey, Öcalan’ın infazının ertelenmesidir. İdam kaldırılmadığı gibi, infaz erteleme de, tamamen bir “rehin alma” uygulaması olarak gerçekleştirilmiştir. Bunun ise, bırakalım burjuva demokratik normları, hiçbir burjuva hukuk kuralında bile izine rastlanamaz. “Dişe diş göze göz” ilkesi, köleci ve feodal hukukun ilkesidir, “rehin” politikası ile izlenen budur. Üstelik Öcalan’ın infazının ertelenmesinde olumlu bir yan aranacaksa, bunun nedenini, AB patronlarının değil Kürtlerin dayatmalarında aramak gerektir. Devlet kuşkusuz Kürtlerin tepkilerinin büyümesini istememiştir; ama Öcalan’ı -kendisinin de gönüllü katkısıyla- Kürt hareketinin tümüyle bastırılmasının başlıca aracına dönüştürmüştür. Burada da AB’den ithal demokratizminin izini aramak beyhudedir.
“BirAdım” gerçekleri boşuna zorlamakta ve güncel gelişmeler içinde AB üyeliğini haklı çıkarıp AB’yi olumlayacak göstergeler aramaktadır

ÖDP’NİN GÖREVİ: AB’DEN İTHAL “DEMOKRASİYİ İÇSELLEŞTİRME VE GELİŞTİRME
Kuşkusuz, “BirAdım”a da ÖDP’ye de haksızlık etmemek gerekiyor. “AB demokratizmi”ni olumlar ve “ithal demokrasi” beklentisi içinde gerçeklere aykırı zorlamalara yönelirken, “BirAdım”, doğal olarak, kendisini bu “demokrasi” ile sınırlamıyor. Bunu istese bile beceremez; çünkü olmayan böyle bir “demokrasi”ye ne kendisini ne de başkalarını inandırabilir.
“BirAdım” yazarı, AB’nin örgütlenme özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırması ya da kaldıracak olmasına değindikten sonra, demektedir ki, “Ancak tabii ki sorun bu kadar basit olarak algılanmamalıdır. Burada tartışılması gereken noktalardan biri bu tür kazanımların (bize yetip yetmemesini bir tarafa bırakarak) nasıl korunacağı sorunudur.” (sf. 22)
Beyimiz, her şeyden önce, “kazanımları”, “çantada keklik”, olmuş bitmiş, zaten elde edilmiş ya da edilecek sayıyor. AB’den “demokrasi geleceğinden” hiç kuşkusu yok! Sorun, “ithal demokrasinin yetersizliğinden de çok, nasıl korunacağında çıkıyor. Partisinin ya da “solcu” ve AB taraftarı “sosyalistlerin görevini de buradan belirliyor: Bu kazanımlarıyla demokrasinin yerleştirilmesi ve bu amaçla “demokratik bir kurumsallaşma için toplumsal gelişmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya dönük bir mücadele örgütlemek.”
Başka çare bulamıyor. Öyle ya, örneğin ya demokratik kurumsallaşmasını tamamlamadan Türkiye’nin AB üyeliği süreci kesintiye uğrarsa… Nice olur Türkiyeli AB taraftarı “sosyalistlerin” hali!
Üstelik bir politik partinin, kendi dışında olup bitenleri izlemekle yetinmesi, kendi varlığına son vermek anlamına geleceğinden, partinin durumdan bir vazife çıkarması da gerekiyor. Nasıl örneğin İP “şeriata karşı mücadele bayrağı açtığı için Cumhuriyet ordusunu” kutsamış, ama kendi önüne “Cumhuriyet kanunlarını korumak” ve “Sol ittifak kurup solu iktidara taşımak” gibi görevler koymuşsa; AB’yi ve “ithal demokrasi”yi kutsayan “BirAdım” da, ÖDP’nin önüne “demokrasiyi içselleştirmek” görevini koymaktadır.
Yazar şunu söylüyor:
“… demokratik gelişim başlı başına ithal edilebilen bir olgu değildir. İç dinamiklerin, özellikle de sınıf mücadelesinin sonuçları olarak gelişebildiği ve içselleştiği, bir kült olarak toplumun dokusuna nüfuz ettiği ölçüde gerçeklik kazanır.” (Agy)
Görev oldukça net: “İthal demokrasiyi içselleştirmek üzere mücadele…”
Çünkü… Çünkü “yukarıdan demokrasi” zayıf ve güçsüz oluyormuş…
“… Türkiye’nin modernleşmesi sürecinde yukarıdan aşağı yerleştirilen ‘demokratik’ kurumların, daha sonra kendi başlarına kimi krizlere yol açtığı ve kendisine yönelik bir saldırı durumunda kendini koruyacak dinamiklere sahip olmadığı… demokrasinin sadece aşağıdan yukarı ve demokratik bir mücadele sonucu elde edildiği koşullarda kalıcı olabildiği…” (Agy)
“Yukarıdan” her ilerlemenin zayıf ve güçsüz olduğu doğrudur. Almanya, 1848 Devrimi’nin yarattığı dalgalanmaya rağmen, Bismark’ın yukarıdan modernleşmesinden çok çekti.
Ama nerede Türkiye’nin yukarıdan demokratikleşmesi…
Emperyalizm öncesi dönemde bile, henüz burjuvazi ilericiliğini bütünüyle tüketmeden gerçekleşmesine rağmen, Bismark’ın yukarıdan kapitalizmi, demokrasiyi içermeden “Anti-sosyalist Yasa” koşullarında gelişti. Alman demokrasisi, yine aşağıdan işçi ve emekçilerin mücadelesiyle var olabildi.
Şimdi ise, emperyalizm ve tekeller çağında “yukarıdan demokrasi” tamamen safsatadan ibarettir. Hele Türkiye’de “yukarıdan aşağı demokratikleşme” arayanlar ham hayal içindedirler. Eskiden mi gerçekleşmiş bu “yukarıdan demokratikleşme” şimdi mi oluyor; bu belli değil; ama Türkiye’nin böyle bir süreci yaşamadığı ve Türkiye’de hiçbir biçimde demokratik kurumların yerleşmediği kesindir. Bu tür kurumların tek bir örneği verilemez. “Emek yanlısı” politika, ancak gerçekler üzerinden yapılabilir; gerçekleri olduğundan farklı göstererek yapılan politika burjuvazinin işidir.
Ancak beylerimiz AB’nin ve Türkiye’nin AB üyeliğinin olumlanması zorunluluğunu bir kere baştan kabul etmişlerdir. AB’den “yukarıdan” falan ama “demokrasi” geldiğine, geleceğine inanmışlardır. Buradan, bütün bir öğretiyi baş aşağı etmeye girişiyor; “doğrudan demokrasi” ve “üretenlerin söz, yetki, karar sahibi olmaları” vb. türü sloganlaştırmalar da sanki kendilerinin değilmiş gibi, emperyalizm çağında literatüre bir de “yukarıdan demokrasi” kavramını sokuşturuyorlar!
Zevahiri şuradan kurtarmaya çalışıyorlar: AB aracılığıyla “yukarıdan demokratikleşme” olmasına oluyor, hatta AB öncesi de Türkiye’de “yukarıdan demokratik kurumlar yerleşti”; ama “BirAdım”‘ya da ÖDP bu tür “demokrasiyi savunmuyor, bunu zayıf ve korunaksız buluyor ve içselleştirmeye çalışıyor. Yazar yazısını da böyle bağlıyor:
“Bugünün devrimci görevleri, küreselleşme ve AB üyeliğinin gerçek bir demokrasiyi getirmeyeceği ve emperyalizmin içsel bir olgu olduğunu görerek, emperyalizmin küreselleşme politikalarına karşı mücadele etmek ve bu ülkede demokratik bir kurumsallaşma için toplumsal gelişmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yönelik bir mücadele örgütlemektir.” (sf. 23)
AB getirmesine getiriyor ama getirdiği gerçek demokrasi değil, güdük burjuva demokrasisi, hem yetersiz hem de dış menşeli olduğu için zayıf ve korumasız. Bunun korumacılığını yaparak ve “içselleştirerek”, gerçek demokrasi mücadelesini verecek beylerimiz! Bu gerçek demokrasi de, söylendiğine göre, burjuva demokrasisi değil, hiç kuşkusuz “üretenlerin yönettiği, emek egemen bir demokrasi”dir. (Agy)
Geleceğe yönelik, ileri amaçları konu alan atıp tutmalar, ileride yapılacak işlere ve geleceğin planlarına dair tumturaklı laflar, “gerçek demokrasi” edebiyatı, güzel ama çok da kolay. Dilin kemiği yok. Önemli olan, günün yakıcı sorunları karşısında alınan tutumlardır. Bugün laf düzeyinde bile AB karşısında “hayırhah bir tarafsızlık” tutumu alanlar, bu tutumlarıyla AB’den demokrasi beklentisi yayanlar, hiçbir zaman gerçek demokrasi için mücadele edemezler. Yaydıkları beklenticilik ve katılarak yedeği oldukları “yukarıdan demokrasicilik” oyunuyla, bugünden gerçek demokrasi mücadelesini ancak baltalamaktadırlar.
“Emek egemen demokrasi”, ancak, AB de içinde olmak üzere, emperyalizme ve işbirlikçi tekelci burjuvazi ile onun demokrasi ile uzaktan yakından ilişkili olmayan faşist diktatörlüğüne karşı işçi ve emekçilerin mücadelesine katkıda bulunulduğunda gerçekleşebilir bir hedeftir. Avrupacı demokratizm kafasıyla, AB’ye ve Türkiye’nin üyeliğine ses çıkarmadan, “ithal demokrasiyi olumlayarak, sadece “yukarılarda” dolaşıp durarak, gerçek demokrasi, lafı edilmenin ötesinde, savunulamaz, güçleri biriktirilemez.
“BirAdım” yazarlarının, sözünü ettikleri “gerçek demokrasi” mücadelesi üzerine ne düşündükleri ve bu mücadele ile AB ve “ihraç etmekte olduğu” sözde demokrasi arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirdikleri, en açık biçimde, laf ola eleştirdikleri Birikimci’yi onayladıkları şu pasajda ortaya konuyor:
“Burada solun öne çıkarması gereken İnsel’in sözleriyle şudur: ‘AB üyelik sürecinin ve sadece bu sürecin dayatmasıyla gerçekleşecek bir demokratikleşmenin sınırlı, biçimsel ve her an geri alınabilir olması ihtimali yüksektir. (…) Dolayısıyla solun AB üyeliği demokratikleşme getirmez gibi doğru olmayan bir iddia yerine, kendi demokrasi ufkunu tanımlayarak, olası bir AB üyeliği sürecinin bu ufka doğru nasıl çekileceğini düşünmesi ve topluma bu öneriyle seslenmesi gerekir.’ Sorun budur ve bu da tam olarak AB üyeliğinin ya da bununla sınırlı şekilsel bir demokrasinin sosyalistler için ‘görünür alternatifidir’.” (sf.32)
Yazar, Birikimci ile ne tür bir anlaşmazlığa sahip, anlaşılır gibi değil, işin özünde tam bir anlaşma halindeler. Birikimci “AB’ne girilmezse sol ölür” diyormuş, yazar da “yok, hayır neden ölsün” diye düşünüyormuş; birincisi küreselleşmeyi mutlak olarak kabul ediyor, diğeri karşı çıkma görüntüsü vererek görece kabul ediyormuş… Bunlar işin ayrıntısı, ikisi de “AB’ye karşıyız” demiyorlar. AB’den bir tür “demokrasi” geleceği, ama bunun şekilsel ve geri alınabilir olduğu konusunda aynı görüşlere sahipler, ikisi de “ithal demokrasiyi reddetmek bir yana veri olarak kabul edip “ilerleme”yi, bu demokratikleşmenin kendi tanımlayacakları “demokrasi ufku”na (kuşkusuz “gerçek demokrasiye) doğru nasıl çekileceğini hesaplıyorlar, topluma buradan seslenmek gerektiği üzerinde de hemfikirler. Geri kalan ve anlaşmazlık konularını oluşturan, nüanstan ibarettir.
Sorun aslında olağanüstü basittir, hiç de karmakarışık olmadığı gibi, laf salatası yaparak yaratılacak kargaşa ardında, AB ve Türkiye’nin AB üyeliği konusunda sessiz kalma yoluyla onay verilmesine müsait değildir, iki ihtimal var:
Ya gerçek bir demokrasi için, işçi ve emekçilerin, hak mücadelesinden kalkınan, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve faşist diktatörlüğüne karşı ve bunların ardındaki asıl efendi olduğu kadar demokrasi mücadelesinin de başlıca hedefi durumundaki emperyalizme karşı mücadelesi. Bu mücadele, AB’ye karşı da yürütülmek zorunda olduğu gibi, Türkiye’nin AB ve ABD tarafından sömürgeleştirilmesine, dolayısıyla AB’ye üyeliğine karşı da mücadeleyi kapsayacaktır.
Ya da açık veya üstü örtülü AB olumlaması ve AB’den demokrasi beklentisi, onların sağlayacağı “kum havuzunda” “demokrasicilik” ve bu demokrasinin ilerletilip geriletilmesi oyununun parçası olma.
Demokrasi de, devrim ve sosyalizm de ancak birinci halde olanaklıdır.

BİTİRİRKEN
“BirAdım”ın ele aldığımız yazılarında değinilen “küreselleşmeye karşı mücadele”de sapmalar sorununa bu yazıda yer vermedik. Oysa ulusal alanı, bütün ulusal içerikli mücadeleleri, dolayısıyla anti-emperyalist eylemi, bağımsızlık talep ve mücadelelerini burjuva milliyetçiliği kategorisine sokan ve düzen içi kalmakla suçlayan bir tür emperyalist ekonomizmi eleştirmek zorunludur.
Son olarak, Türkiye’de hâlâ güçlü olduğuna inandığımız antiemperyalist geleneğe ÖDP içinde de sahip çıkacak çok sayıda kişi bulunduğunu ummak istiyoruz. Emperyalizm ve gericilik karşısında, bağımsızlık ve demokrasi amaç ve mücadelesinden verilmekte olan böylesine vahim tavizlerin ÖDP’yi alıp götürmemesini temenni ediyoruz. ÖDP içinde “Ortak Pazara Hayır” geleneğinin canlandırılmasına ihtiyaç var.

Mart 2000

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑