Aydınlar ve Ekim Devrimi

Andre Bonnard kimdir?
Andre Bonnard 16 Ağustos 1888’de burjuva bir ailenin çocuğu olarak Lozan’da doğdu. Babası, üniversitede Eski Fransızca profesörü idi. Bonnard, lise ve üniversite öğrenimini Lozan’da ve daha sonra da Paris’te Sorbonne Üniversitesinde tamamladı. Doktora tezini ise 1910–14 yılları arasında Mulhouse kentinde hazırladı. (Zenofon’a adanmış olan bu tez, bir yangında yok olduğu için bugün kopyası kalmamıştır)
Andre Bonnard, 1928’den itibaren Lozan Üniversitesi’nde Yunan Edebiyatı ve Dili profesörlüğü yapmıştır. Çoğunluğu Eski Yunan uygarlığı üzerine olmak üzere onlarca esere imzasını atan Bonnard 1949 yılında İsviçre Barış Hareketi başkanlığına, 1950 yılında da Dünya Barış Konseyi üyeliğine seçildi. 1954 yılında Lenin Barış Nişanı’na layık görülen ve ödülünü aynı yılın mayıs ayında Viyana’da alan Andre Bonnard 1961’de öldü.

Andre Bonnard üzerine
MEHMET ERDAL

Profesör Andre Bonnard’ın 1947 yılında Ekim Devrimi’nin yıldönümü nedeniyle yapağı konuşma, Ekim Devrimi ile ilgili her zaman söylenebilecek sözleri değil: özellikle konuşmanın yapıldığı dönemin koşulları içinde uluslararası ölçekte önemi olan gerçek ve onurlu bir aydın tutumunu ifade eder.
Hatırlanacağı gibi, savaş boyunca Sovyetler Birliği ve sosyalizmin kazandığı kazanlardan, güç ve saygınlıktan korkuya kapılan emperyalist ülkeler; henüz savaş bitmeden; bu savaştan kapitalist dünyanın en büyük gücü olarak çıkan ABD’nin dayatması ve önderliği altında; Sovyetler Birliği’ni, sosyalizmi, proletarya hareketini ve ulusal kurtuluş savaşlarını hedef alan “Soğuk savaş” adıyla anılacak olan bir saldırı kampanyası başlattılar. Saldırı, ekonomik açıdan Marshall Planı’yla, askeri açıdan sabotaj, cinayet, savaş kışkırtıcılığı ve askeri darbelere kadar her türden “kontrgerilla” yöntemlerini de kullanmaktan kaçınmayan NATO’nun oluşturulmasıyla ve ideolojik ve siyasi açıdan ise; bütün bir burjuva basına dayanarak sürdürülen, hayasız bir demagoji kampanyası eşliğinde, sadece komünistlere değil, bütün ilerici güçlere, aydınlara, sanatçılara yönelen saldırı ve ideolojik olarak yozlaştırma faaliyetlerinin uluslararası ölçekte yoğunlaştırılmasıyla, bütün alanları kapsadı.
İdeolojik alanda, özellikle, savaş boyunca faşizme karşı mücadelede; Sovyetler Birliği ve işgal altındaki birçok ülkede komünist partilerin tutumlarından ve mücadelelerinden güçlü bir şekilde etkilenen aydınlar arasında, onları halk yığınlarının günlük yaşamından uzaklaştırmayı hedefleyen öznelci, bireyci, gelecek idealinden yoksun ve umutsuzluk yayan akımlar körüklendi.'”İyi düzenlenmiş kampanyalarla” bu akımların sahte yıldızları kısa sürede “ünlü yazar ve düşünürler” haline getirildi. Dergimizin daha önceki sayılarında yayınlanan -Jdanov’un konuyla ilgili yazısından da hatırlanacağı gibi; aynı yıllarda Sovyetler Birliği’nde de ortaya çıkan bu akımların uzantılarına karşı, genel bir karşı saldırı başlatıldı. Bugünden geriye bakıldığında emperyalizmin topyekûn saldırılarına ve özel olarak da ideolojik alandaki saldırılarına karşı uluslararası düzeyde gelişen mücadelenin Jdanov ve Stalin’in birbirini izleyen ölümünden sonra zayıflaması ve kesintiye uğramasında ve Sovyetler Birliği başta olmak üzere belli başlı ileri ülkelerdeki komünist partilerinde modern revizyonizmin egemen olmasında, düşünce, sanat ve edebiyat alanında ortaya çıkan ideolojik tahribatların da önemli bir rol oynadığı açıktır.
Bu gerçeği göz önüne aldığımızda Profesör Andre Bonnard’ın aydın kişiliği kendi çağının ileri örneklerinden biri olarak ortaya çıkar. O, bir Grek edebiyat uzmanı olarak, bir yıl boyunca 1917–47 yılları arasında Sovyet Edebiyatını konu alan incelemeler yapar ve “Yeni Bir Hümanizme Doğru” adlı kitabını yazar. Kendi ülkesi yanında Paris ve Sorbonne üniversitelerinde konferanslar vererek, emperyalist gericilik tarafından uluslararası ölçekte körüklenen ve şişirilen, temelsiz düşünce ve edebiyat akımlarına ve bunların temsilcilerine karşı konunun uluslararası düzeyde yetkin bir uzmanı olarak cepheden tutum alır. Ayrıca Dünya Barış Hareketi’nin, önce ulusal sekreteri, daha sonra Uluslararası Konseyi’nin üyesi olarak pratik mücadelenin de ön cephesindedir. Komünist Partisinin üyesi bile olmadığı halde, mücadele cephesinde sosyalizmin en ileri ve kararlı temsilcileriyle aynı mevzide saf tutar.
Bütünüyle insanlığın geleceğine karşı duyduğu sorumluluğun, -kendisini ‘komünist komplo’ suçlamasıyla yargılayan İsviçre Federal Mahkemesi önündeki sözleriyle- ‘öğrettiklerini ciddiye alma’nın, yani; bizzat kendi düşünce ve aydın kişiliğine saygının bir ifadesi olan bu tutum; bugün de, onun proletarya ve sosyalizmin yürekli bir dostu olarak daha da değer kazanmasını sağlar.
“Batı demokrasisinin en ileri örneklerinden biri olarak kabul edilen İsviçre’de yani kendi ülkesinde, yaşamının ve eserlerinin genç kuşaklar tarafından öğrenilmemesi için sarf edilen gayret; sosyalizme karşı kazanılan sözde “zafer”in, ideoloji ve düşünce alanında sağlanan bir yenilenme ve üstünlüğe değil; tam tersine, paranın, zorbalığın ve bunlar tarafından beslenen yalan ve demagojinin gücüne dayandığının da tipik bir kanıtıdır. Ve bugün Avrupa’da halkın neredeyse % 90’a yakını Almanya’yı bölenin de, Berlin Duvarını yaptıranın da, Stalin olduğuna affedilemez bir “masumiyet”le inanıyorsa; -Fransa’da ortaya çıkan istisnaları bir yana bırakırsak- batının sözde özgürlükçü aydınları bu “cehaletin” ve bunun yol açtığı ve açacağı sonuçların suç ortağıdır.
Ülkemizde de her dönemde şu veya bu ölçüde batı aydınlarını etkisi altına alan eğilimlerin uzantıları ortaya çıktı. Özellikle 12 Eylül yenilgisi ve ‘91’de revizyonizmin çöküşüyle birlikte, revizyonist ve küçük burjuva akımların temsilcileri batının en pespaye düşünce akımlarına sığınarak; yenilginin nedenlerini bizzat kendi çizgilerinde ve eylemlerinde aramak yerine ve bu konudaki sorumluluklarından kurtulmak üzere; batıda yüz yıldır çiğnenmekten çürümüş “bireycilik”, “liberalizm” ve “tarafsızlık” gibi sakızların ikinci elden iştahlı müşterisi oldular.
Buna karşılık; dünyanın az sayıda ülkesinde örneğine rastlanabilecek bir tutumla Asım Bezirci başta olmak üzere, birçok değerli aydınımız; saldırıların en yoğun olduğu bir dönemde, sosyalizm ve işçi sınıfı davası konusunda hiçbir kuşkuya kapılmadıkları gibi, daha da kararlılıkla savundular, birikim ve yetenekleriyle işçi ve emekçi hareketine katkıda bulundular, ona güç ve cesaret verdiler.
İşçi sınıfımız ve onun ileri temsilcileri; sınıfa ve halka tepeden bakan ve onun günlük yaşamına ve mücadelesine yabancılaşmış, “siyasetten ve sözde devrimcilikten özgürleşmiş piyasa aydınlarıyla”; insanlığın ve halkının geleceğine karşı içten bir sorumluluk duygusuyla ve hiçbir karşılık beklemeksizin zihinsel yeteneklerini, halkın hizmetine sunan bu gerçek aydınları ayırt etmesini ve bunlara hak ettikleri yeri ve değeri vermesini bilmektedir.
Ülkemizin içinde bulunduğu koşullar; bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm yolunda elde edilecek her ciddi başarıya, sadece bölgesel düzeyde değil, uluslararası ölçekte de önem kazandırmaktadır. Bu zorlu mücadelenin çetin görev ve sorumluluklarını omuzlayan işçi sınıfımız gibi; geleceğini onunla birleştiren aydınlarımız da, elde edilecek basanların onurunu taşıyacak ve uluslararası ölçekte hak ettikleri yeri alacaklardır.
Bu nedenle de, uluslararası işçi hareketinin kazanım ve deneyleri gibi, bu tarihin esinlendirdiği, Andre Bonnard gibi yürekli ‘düşünce insanları’ da, işçi sınıfının onurla sahipleneceği değerli bir mirastır.

Aydınlar ve Ekim Devrimi
ANDRE BONNARD

“Halkla arasına sınırlar çekmeyen, halktan uzak durmayan, tersine halka hizmet etmeye, bilimin bütün kazanımlarını halka aktarmaya hazır olan, halka zorla değil içtenlikle ve sevinçle hizmet eden bilimin ilerlemesi dileğimi ifade etmek isterim.” (J. Stalin, Aydınlara Söylev, 17 Mayıs 1938)
Bayanlar, Baylar;
Size, aydınlar ve Ekim Devrimi üzerine düşüncelerimi -aslında iki düşünceyi oldukça basit ve özgün açıdan- sunmak istiyorum. Birincisi, Ekim Devrimi’nde aydınların etkisi üzerine, ikincisi ise, Ekim Devrimi’nin mevcut eyleminin aydınların çalışması ve eğilimlerindeki etkisi üzerinedir.
Bir aydın olarak zihinsel faaliyet ve devrim arasındaki ilişkide, aydının rolüne fazla değer biçme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumu biliyorum. Umarım böyle bir hataya düşmem.

ZİHİNSEL FAALİYET VE DEVRİM
Devrimleri yapanların aydınlar olmadığını biliyorum. Devrim derken, toplumsal ilerleme amacıyla sosyal yapıdaki zorunlu ve şiddetli değişimleri kastediyorum. Bu değişimi gerçekleştirme yeteneğine ise, sadece bu yapı tarafından ezilen ve yenilemek için yıkma kuvvetine sahip kitleler sahiptir. Tarih bunu, bütün açıklığıyla öğretiyor. Fakat tarih, kitleler tarafından ağır bedeller ödenerek gerçekleştirilen devrimlerin; gerçekleşecek dönüşümün açık amacı ve gereksinim duyduğu araçlar üzerine, dönüşecek verili sosyal yapının gerçek bilinci üzerine oturmadıkça, sonuna kadar gitme şansına sahip olmadığını ve sonuçlanmadığını da öğretiyor.
Gerçekte devrimler, beslenme, giyinme vb. temel ihtiyaçları için, özgürlüğün biyolojik ihtiyacı için -bundan her insanın yaşam sürecini insanca gerçekleştirme ihtiyacını anlıyorum- halk kitlesinin ayaklandığı andan başlayarak toplumu ve tek tek bireylerin hayatını değiştirirler. Devrimler, belirli ihtiyaçlarla ayaklanan halkın, zihinsel faaliyet tarafından doğru olarak ortaya konulan ve çözümlenen bir çerçevede hareket ettikleri zaman başarıya ulaşırlar.
Tek başına veri, herhangi bir sorunun ortaya konulmasına ve dolayısıyla da çözümüne yetmez. Asırlar boyunca milyonlarca insan yaratığı bitkisel bir hayat sürdürüp, hayvanlar gibi yok olup gittiler. Aç kalıyor, bombaların hedefi kurbanlık koyun oluyorlardı. Bedeni ihtiyaçları, kalplerinin hareketi, düşünme faaliyetleri; kendilerine hiçbir faydası olmayan ve örneğin demokrasi diye de nitelendirilebilecek sosyal bir mekanizmanın basit çarkları ve dişlilerinden başka bir şey anlamına gelmiyordu. Gırtlağına kadar yoksulluktan; onu ortaya çıkaran toplum yasaları anlaşılıp, düzensizliği düzene, baskıyı özgürlüğe çevirecek bir bilinç gelişmediği müddetçe hiçbir şey çıkmaz. Başarılı devrimler ancak bilginin ilerlemesi ile mayalanır. Eskiler “bilmek, muktedir olmaktır” diyordu. Aydınların toplumsal işlevi bilgiyi yeni bir güce dönüştürmektir, düşüncedeki enerjiyi insanların hizmetine sunmak ve özgürleşmelerinin önünü açmaktır.
(Uzun süreden beri apaçık olan ama bugün kendisine aydın diyen bazıları tarafından inkâr edilen bu basit gerçekleri hatırlatmak zorunda kaldığım için beni bağışlayın.)
Ekim Devrimi, bu devrimci sürecin ve zihinsel faaliyetin oynadığı rolün çarpıcı bir tablosunu sunar. Son dönemlerdeki araştırmalarla üzerine yeni bir ışık tutulan 1848 Fransız devrimiyle karşılaştırmak, bu gerçeğin farkına varmak için yeterlidir. 1917 Çarlık Rusya’sındaki proletaryaya göre, bir yüzyıl önceki Fransız işçi sınıfının genel olarak daha aydınlanmış ve daha az baskı altında olduğuna kuşku yoktur. Bununla birlikte, 1848 ayaklanması ustaca sabotajlarla birkaç ay içerisinde durduruldu, Haziran günlerinde de ezildi. Üstelik emekçi halkın ağırlaşan sömürüsüne dönüştü. Oysa Ekim Devrimi’nin tamamen değişik ve muazzam sonuçlarını hepimiz biliyoruz.
Neden bir yanda başarısızlık, öte yanda başarı? Şans ya da şanssızlık denilecek. Fakat tarihte tesadüfler bu ölçüde rol oynamaz. Gerçek şudur ki ’48’in Fransız proletaryası, ulusal ölçekte toplumsal gerçeğin yasalarıyla kendini eğitmiş, yeterince cesaretli ve devrimci harekete, tarihsel döneme uygun somut hedefler belirleme yeteneğine sahip insanları ortaya çıkaramadı. Hepsi arasından daha açık görüşlü ve açık görüşlü olduğu kadar da cesaretli bir kişi olarak şair ve idealist Lamartin’in adı öne sürülür. Tarih bugün bu şaire, eylem planında hakkını teslim ediyor. Ama Lamartin’de, çözülecek sorunla ilgili ileri görüşlülük bazı sınıfsal önyargılarla zedelenmiş ve pek destekçi bulamayan eylemini de zaafa uğratmıştır. Dıştan sızmalara maruz kalmış ve kitlelerden soyutlanmıştır. Halka gelince; karşıdevrimin ajan provokatörleri onu ezmek için, sosyal adalet coşkusunu zamansız tahrik etmiş ve maskaraya çevirmek için Haziran barikatlarının üzerine fırlatmıştır. Öndersiz ve zihinsel bakımdan hazırlanmamış devrim ve “kurnaz” vahşi zulme çıplak olarak teslim edilen halk… Fransa 1848 trajedisinin anlamı budur.
Rusya’da Rus halkını ve dünyayı değiştiren Ekim’in birkaç günü esnasında ise çaplı aydın insanlar vardı. Bir tanesi vardı ki, sadece kendi dehasına sığınmadı, araştırma ve çalışma içerisinde yavaş yavaş çelikleşti. Rusya’da devrimin anahtarını ve başarısını hazırlayıp güvenceye alan, gerekli bilgi donanımına sahip bir aydınlar grubu ve hepsinden de öte, Lenin vardı.
Lenin, gelecek kuşaklara insanlık tarihinin birkaç büyük isminden biri olarak taşınacaktır. Bu insan, olağanüstü bir kavrama yeteneğine sahip, ayrı bir kumaştan dokunmuş büyük bir aydındı. Kütüphaneleri kendine mekân edinmiş ve kişisel zevkler peşinde koşmayan bir aydın. Sadece okuma süresiyle değil, okuma ve araştırmadaki yoğunlaşmasıyla da inanılmaz bir okurdu. Paris’te, Londra’da, Cenevre, Zürich ve Bern’de hep okudu ve araştırdı. Lenin, henüz bu ülkenin yasaklanmış düşünceye sığınak olabilecek kadar cesaret sahibi olduğu dönemlerde, bizim ülkemizde de çalıştı, insan bilgisinin değerli özünü süzüp, Sokrates’in “bilimlerin kralı” diye tanımladığı politikayı, toplumsal yaşamın zor zanaatını ve sosyal uyumun yasalarını kitlelere öğretmenin, çetin emekçisiydi.
Eklemeliyim ki Lenin’in kültürü, kelimenin dar anlamında politik değildi. Doğrusunu söylemek gerekirse, sırf politik kültür diye bir şey yoktur. Yaratıcılık düzeyinde tek bir bilim vardır; insanın bizzat kendini anlamasına yardım etmediği zaman bir hiç olan bütünlüklü insan bilimi. Lenin’in yaratıcı eseri -devrimci eseri- işte tam da burada kendine yer bulur. Matematik, fizik, kimya, kozmoloji, biyoloji, edebiyat ve sosyoloji aynı şekilde insanın geleceğinin biricik bilimine bağlandılar. Bir Helenist (eski Yunan uygarlığı uzmanı. ÇN.) olarak beni etkileyen ve Lenin’in derin araştırmacı özelliğini gösteren tek bir örnek vermek istiyorum. Yeni bir toplumun kurucusu olarak dev yükümlülükler üstlendiği ve orduya her gün direktifler yazdığı iç savaş zamanında Lenin, zaman ayırıp bir kütüphaneye mektup yazar ve kendisine sabah tekrar iade edilmek üzere bir geceliğine bazı kitapların ödünç verilmesini rica eder. İstediği kitaplardan birisi Yunanca bir sözlüktür (karşılığı Almanca, Fransızca, Rusça veya İngilizce olabilir der), diğeri ise Zeller ve Gompers’in ortak eseri olan “Yunan Felsefesi Tarihi” kitabıdır. İşte bu bütün bilimlere açık beyin Lenin’di. Bu yaşam dolu ruh için hiçbir bilim ölü değildi. O, “bilimin, insanların kanına ve bedenine işleyip, ölü değil, günlük yaşamın aktif bir unsuru olmasını” diliyor ve ilân ediyordu.
Bu, muazzam insancıl bir çağrıdır. Lenin’in bu engin bilgisinin bizim hayranlığımıza hak kazanmasının nedeni, bilime biçtiği şu parlak roldür; bütün İnsanları aydınlatmak ve uyandırmak için günlük hayatın içine nüfuz etmek. Bilimin Hedefi, ilk adımından itibaren insanın kurtuluşu olmuştur. Bu ilk hedef, aynı zamanda onun nihai hedefidir de. Lenin’in gerçek aydın özelliğini belirleyen şey; felsefi tutumda insanın, daha doğrusu insanların kurtuluşundan başka bir amacın peşinden koşmamak; her şeyden önce de kendi halkından insanların kurtuluşu için çaba sarf etmiş olmaktır.
İşin özü şudur ki; Lenin insanları sever. Bütün zihinsel faaliyeti, bu derin sevgi içinde kök salar. Lenin’in sözlerinin her birinde yoksulluktan tiksinti yansır, her tutumunda sefalete meydan okuma vardır. Lenin savaştan nefret eder, devlet adamı olarak ilk eylemi barıştan yana karar almak olmuştur. Yaşam dolu ve gelişkin insan varlığının derin aşkı, bu felsefi düşünceyi besler. Bu, fikirlere değil varlıklara duyulan bir sevgidir -ve gerçekte fikre âşık olmak, bilinen aydın çürümüşlüğünden başka bir şey değildir- Lenin’in düşüncesini eylem düzeyine çıkaran, bu birinci dereceden fikir adamını aynı zamanda birinci dereceden bir eylem adamına dönüştüren de bu sevgidir. Lenin’de düşünce açıklığı ve ruh sıcaklığı buluşur ve aynı demette etkili eyleme dönüşür. Soğukkanlılık ve yürek ateşinin aynı ölçüde davranışta, eylemde birleşmesi; burada insan kişiliğinin ender başarısı vardır. -Yunanlılar bunu, aklın bütünlüğü ve insanın mükemmeliyeti olarak adlandırıyorlardı.- Düşünce ve eylem ustalığı, her ikisinin birden toplumun çıkarlarına adanması; bu Yunanlılar için gerçekten de insanlığımızın en yüce biçimiydi.
Lenin, birbirine karşıt gibi görünen bu yetenekleri başkalarının hizmetine sunulmuş düşünce ve eylemi şahsında birleştirmiş olduğu için, insan soyunun en başarılı örneklerinden birisidir. Ve bunun içindir ki bu anadan doğma aydın, bu en büyüklere eşit akıl; yoldaşlarıyla birlikte ve onun tarafından eğitilen proletaryanın öncüsüyle dünyanın en eski halklarından birini -hem de nasıl bir kölelikten- özgürleştirerek Ekim Devrimi’ni başardı.
Lenin’de zihinsel faaliyet kendini özgürleştirici eylemde ifade eder. “Özgürlük klasikleri” olarak adlandırılan koleksiyonda Lenin’in makalelerinin, Sokrates, Descartes, Montesquieu gibi şahsiyetlerin makaleleriyle yan yana yer alması son derece yerindedir. İsviçre’de yayınlanmış olan bu koleksiyon, ülkemiz için bir onur vesilesidir.    .

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN VARLIĞI
Ve bugün Ekim Devrimi bir olgudur, bu olgudan doğan Sovyetler Birliği de canlı bir organizma. Bu olgu, bu varlık bugün aydınlar üzerinde hangi etkiyi gösterebilir?
Bir aydını, hiçbir şey düşünce ile eylem arasındaki ilişki kadar ilgilendiremez, ilgilendirmemelidir. Düşüncenin davranışa nasıl nüfuz edeceği sorunu, Yunan filozof ve tarihçileri tarafından ortaya atılan en can alıcı problemlerden biriydi.
Oysa günümüz aydını, hemen yanı-başımızda belirli tarihsel bir anda düşünce ile eylemin aynı ve tek hamlede ürettikleri ve meyvelerini bütün insanlığa sunmaya başlayan bir olgunun, yani Ekim Devrimi’nin varlığını görmezlikten gelemez. Artık insan zekâsının adını tarihe kararlılıkla yazdırdığı, tarihsel ilerleyişin yönetimini ele aldığı bir an vardır. Artık zekânın en yüksek tecrübesini yarattığı ve yaşattığı bir yer vardır. Ve orada kardeşlik ve içtenlikle birleşmiş olan bilim, bütün insanlar için yaşanabilir bir dünyayı inşa etmeye koyuluyor.
İşte aydının görmezlikten gelme hakkına sahip olmadığı şey budur. Bilgi -bugün yaşamakta olduğumuz da dâhil olmak üzere- tarih dokusundaki yerini kanıtlamış bulunuyor. Ve tarih yarından itibaren, bu ezilmişliğin ve kısır döngü tarihçilerinin bir kader olduğuna inandıkları birbirini izleyen felaketler zincirinin tarihi olmaktan çıkabilir. Tarih bazen yürüyüşünü aniden hızlandırabilir!
Kuşkusuz, bilginin bu kanıtlanmış etkisini reddeden aydınlar da var. Ama buna karşı çıkmak, kendini inkâr anlamına gelir. Bunu inkâr etmek, hangi alanda olursa olsun -edebiyat veya kimya- çalışmasının her anında düşüncesine bir diken yerleşmiş gibi, yürüteceğini iddia ettiği faaliyetine darbe vuran bir tekziptir. Ekim Devrimi’nin zihinsel gelişmeyi ilerleten faziletinin inkâr edilmesi -ki buna çokça rastlıyoruz- birçok aydında zihinsel dağılmanın etken ilkesi haline geliyor. Ekim Devrimi, onu anlamayı reddedenlerde genel bir hazımsızlık virüsüdür. Ekim Devrimi’nden yarı yarıya kuşku duyanlarda bu, bir kompleks ve vicdani rahatsızlık unsurudur.
Buna karşılık, Sovyet deneyinde ifadesini bulduğu gibi zihinsel faaliyetin etkisini kabul eden anlayış, onu kabul edenlerin zekâsını dahi yönlendirme kapasitesine sahiptir. İşte belirli bir hedefe yönlendirilen zekâ budur. Güdümlü denilecek… Elbette ve tanrıya şükür! Zihnin anarşik (yani rehbersiz) olmasına son verilmesinden kim üzüntü duymaya, sızlanmaya cesaret edecek? Zihnin bir amaç edinmesi, görevini insan doğası ve dünyasını düzenlemek olarak belirlemesi ve bu amaca adanması karşısında telaşa kapılmak ve üzüntü duymak ha! Gerçekte, aydınların aptalca kendi kendileriyle övündüğü ve oyalandığı, örneğin Fransız düşün dünyasının ustalarından birisinin anlamsız davranışının ne sonuç verdiğini görmek için, şahsen tanımadığı bir yolcuyu vagonun kapısından dışarı fırlattığı zamanlar artık geride kaldı. Bugün kimsenin böyle oyunlar oynamaya hakkı yoktur. Sovyet deneyi ona oyun oynamayı durdurmasını, aptallığa son vermesini öğretiyor. Sovyet aydını hummalı bir çalışmaya girmiş durumda ve yapılacak iş de az değil. Homo faber’in bir örneği olarak şairler de dâhil olmak üzere -ki şair Yunancada zanaatçı, üreten kişi anlamına gelir- bütün aydınlar emekçilerin saflarında yerlerini alıyorlar.
Kabul edilir ki ben de bir aydınım. Yoldan çıkmış denilecek, belki de sapkın. Buna karar verecek olan ben değilim. Benim bildiğim, İsviçre’de olsun dışarıda başka ülkelerde olsun Sovyet deneyi ile yakından ilgilenen, izleyen ve içtenlikle aydın türünün “değişken” (mutantes) biçimi diye adlandırabileceğim insanlarla karşılaştım. Bu karşılaşmalarım bana ilk kez, geçen yüzyılın sonuna doğru hemen hemen her yerde rastlanılan kısır aydın türü ile karşı karşıya olmadığım izlenimini verdi. Sözü edilen kısır aydınlar kuruntuyla, olaylara nesnel yaklaştıklarını iddia ederek övünürler, ama aslında bu, duygudan yoksunluğun ve hiçbir şey yapmamanın örtüşüdür.
Ekim Devrimi gerçekten de aydınların bu tipine sert bir darbe indirdi. Manevi hayatın asalak bir örneği olarak yok oluşa mahkûm etti. Ruhani eserlerle yaşayan, kendi kişisel zevkini buradan tatmin eden sadece oyun zevki peşindeki bu kısır aydın tipi, Ekim Devrimi tarafından mahkûm edildi ve imajı silindi. Daha doğrusu devrim fiziki olarak yok etme ihtiyacı duymadan onu silahsızlandırdı ve minder dışına itti, çaresizliğe ya da dağılmaya mecbur bıraktı. Oyun oynayan, zevkine düşkün aydın, boş cambazlıkla aklın zinde gücünün özünü bozar, düşüncenin yaratıcı yeteneğini iğdiş eder, -soysuzlaşan bu aydın, aslında sömürücünün bir türünden başka bir şey değildir- Ekim Devrimi’nden doğan toplumun bunu yıkmaya hakkı vardı. Toplum bu tipi yıkılmaya terk etti, halkın öfkesi bunlara el kaldırmaya bile tenasül etmedi. Mantığın gelişimi ve sosyal bünyenin sağlığı, zamanla bunları sindirir ve tasfiye eder.
Kuşkusuz, anlamanın ve bilmenin meşru bir zevki vardır ve bu zevk herkes için geçerlidir. Bu, aydının ise özel zevkidir. Fakat anlama zevki, aynı zamanda yaratıcı bir eylemin karşılığı ve kaynağı değilse, (doğanın kendisinden de zevk almak, yaratma eylemine bağlanır) kemirmekten başka bir şeye yol açmaz ve acı verir. Gerçeği bilmek, zevk alarak bilmek, ama verimli olmak için, insana yakışanı yeniden yaratmak ve onun ilerlemesi için. İşte aydının işlevi budur. İşte Ekim Devrimi’nden doğan ve yarın bütün insanlığın yaşayacağı dünyada onun zevki budur.
Biz batı aydınları bugün kendi içine kapanan, modern toplumun ve onun mücadelelerinin kıyısında sağlığına dikkat etmekten başka bir şey düşünmeyen, zevkli bir barınakta ama dünyadan kopuk yaşayan bir kültürün mirasçılarıyız. Sovyet devrimi çekildiğimiz bu köşede bizlere yapılmış, büyüleyici ve ikna edici bir çağrıdır.
Oysa sonuç olarak biz zevkten bıkmış, bilmek için bilmekten ve tanesini bile üretme zahmetine katlanmadan tüketmekten yorgun düşmüştük. Bilginin erdemine ve dolaysız yararlılığına inanmayı çoktan terk etmiştik. Sanat için sanat kuruntusuyla, kimin çıkarına olduğunu bildiğimiz halde tarafsızlık denilen biçimsel bilim tapınmacılığı içerisinde ve temelsizliğin boğucu havası içerisinde yaşıyorduk. Gerçeğin ve bilimin hizmetindeki aydının tersyüz olmuş saçmalık ve anlamsızlığı içerisinde debeleniyorduk. Bununla birlikte aynı anda işçi, makinenin köleliğine, çocuk da -buna yakından tanık oldum- soyut okulun hizmetine koşuluyordu. Bu, yukarıdaki formülün ruhçuluğun dış görünüşünden başka bir anlama gelmediğini gösteriyor. Zira insanların onun hizmetine koşulmak zorunda oldukları bir bilim ve gerçek yoktur, aksine bilim ve gerçek insanlara hizmet için vardır.
Fakat buna artık inanılmıyordu, işte tam da bu noktada aydınlar kuşkuculuğun esiri olmuşlardı. Dostlarım ve öğrencilerim arasında bu hoş kuşkucu türün sevimli ve sevimsiz onlarcasına rastladım, bizzat kendimde gözlemledim bunu!
Özet olarak düşünce artık, ekmek ve para kazanmak, keyif almak, itibar satın almaktan başka bir amaca hizmet etmiyordu. Her düşünce kuşkulu, ipotek altında ve kesinlikten yoksun bir varsayımdı. Düşünceler sokaktaki insanlarla buluşmaktan ve bağ kurmaktan mahrum, onların yoksulluğu karşısında etkisiz, savaş tehdidi karşısında kayıtsızdı. Elbette ki, savaş kapıya dayandığında aydın da herhangi biri gibi silahını kuşanacak ve belki düşüncenin de “katkısıyla”, vatan olarak gördüğü “bu ne idüğü belirsiz” yeri savunmaya girişecektir. Çünkü öyle anlaşılıyor ki, değerinin teslim edilmediği koşullarda -ki düşüncenin değerinin tek referansı insanlığın ilerlemesinin hizmetine koşulup koşulmamasıdır- onun için her şey, “ne idüğü belirsizin” bir varyantından başka bir şey değildir. Bir kısım maneviyatçı süslerle bezenmiş olsa da (bu süslerin kendi sahibini de aptallaştıran örtüler olduğu unutulmamalı) aydın, bizzat kendi manevi faaliyetini de “ne idüğü belirsiz”in bir parçası olarak görüyordu.
Gerçekte bütün bu faaliyetin özdeyişi suydu: “gök kubbe altında yeni bir şey yok.” Kaç kez tanık olduk buna!
Hâlbuki aydının görevi tam da yeniyi yaratmaktır. Daha bir alçak gönüllülükle ve doğru deyimle söylemek gerekirse; gerçeği yeni kombinezonlarla düzenlemektir.
Ve işte düşüncenin çağrısına yanıt veren, uç veren yeninin, Ekim Devrimi’nin sarsıcı etkisi. Her yeni gibi, yankı yaratan bir yeni. Yürekli bir düşünce tarafından üretilen, insanla gerçek ve insanların kendi aralarındaki ilişkilerde bir devrim gerçekleştiren yeni. Her yeni buluşu ve bilgiyi insanın hizmetine sokan yeni bir düşünce. Böylece tam da tarihin bu noktasında yeni bir hümanizm belirginleşiyor.
Buradan aydın kişi için, kendi düşüncesine ani ve kuvvetli bir güvenç duymaktan başka ne sonuç çıkabilir ki? O, düşünceyle (kendi düşüncesi) gerçek ve yeni bir gerçeğin yaratılması arasındaki açık ilişkiyi yeniden keşfediyor. Bir düşünce sanatçısı sıfatıyla diğer emekçiler arasında kedisine de etkin düşünür olarak bir yer olduğunu görüyor.
Aydın bunu gördüğünde, nasıl allak-bullak olmasın, nasıl baştanbaşa yenilenmesin?
Çalışması artık nihayet bir anlama, bir yönelime sahiptir. Bunun anlamı bir kez kavrandığında, artık yoluna coşkuyla devam etmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Bundan böyle aydın, bütün faaliyeti ve benliğiyle insanlığın gerçekliğine yönelmiştir.
Aydının diğer bir rolü de (kendisine düşen payı abartmaksızın) kurulacak bu geleceğin yönetimini ele almak, onun uğruna adanmak ve becerisini başkalarının hizmetine sunmaktır.
Biz insanlar; sınıf mücadeleleri, savaş, yoksulluk yazgısı ve doğal ihtiyaçlarımız tarafından teslim alınmış, kısmen insanımsı bir toplum olduk ve halen de öyleyiz. Ama -yüzyıllardır sürmesine karşın henüz geniş bir topluluğu kapsamasa da- aynı zamanda, bu yazgıya karşı amansız bir mücadeleye girişmiş bir insan toplumuyuz da. Amacı insanın özgürlüğüne kavuşmak olan bu mücadelede -ki bu mücadele yeni bir hümanizmin doğuşuna tanıklık ettiği zamanlarda daha keskindir- bilginler ve sanatçılar hep ön cephede yer aldılar.
Bugün bazı ülkelerde (burada sadece Sovyetler Birliği’ni kastetmiyorum, örneğin fikirlerimizin ve politik özgürlüklerimizin yurdu, aramızdan birçoğunun dilinin vatanı Fransa’da) insanlığın geleceğinin yönetimini berrak görüşlülükle ele almış olan bilim, bilim adamları ve aydınlar; tam bir bilinçle, bilimsel ilerlemenin vaat ettiği daha iyi bir toplumu inşa işine girişmiş bulunuyorlar. Bu toplum, bugünkü tarihsel aşamada Sovyetler Birliği’nin de hakiki manada henüz erişemediği ama modern uygarlık yürüyüşüne adını yazdırdığı savaşsız, sefaletsiz ve sınıfsız bir toplumdur.
Araştırma alanı ne kadar sınırlı olursa olsun -bizzat kendi varlık nedenine ihanet etmediği müddetçe- bir aydın, Ekim Devrimi’nin anlamını kavradığı andan itibaren sarsılmaz bir güven kazanacaktır. Ve böylece aşırı bir tecrit ortamına sürüklenmiş olan aydın yeniden, başka insanlara bağlanmıştır. Buradaki bağlanmanın, gönülsüzce ve iple bağlanmış olmakla bir alakası yoktur. Ama illa da iple bağlanmak diyorsanız, o da, ileride bizi bekleyen sarp zirvelere tırmanmak için gereklidir.
Bu ortak ve uyumlu çabada artık aydının günlük çalışmasında her şey yeni ve insani bir anlam kazanır. İnsan-dışılaşmış ve anarşik bir toplumda yapılan yeni bir buluş, insanlık dışı sonuçlar doğururken; aynı buluş insanın kendi yerini bulduğu ve her bir şeyi yerli yerine oturttuğu başka bir toplumda yüksek insani bir değer kazanır. Bu sadece bir örnekle, maddenin parçalanmasının keşfedilmesi örneğiyle bile kanıtlanabilir: Atom bombası bir yerde insanın yok edilmesine yararken, başka bir yerde aynı insanın kurtuluşuna ve güç kazanmasına hizmet etmektedir.
Ama burada kafası berrak aydın için, eskilerin dediği gibi bilge kişi için kuşkuya yer yoktur. O, zamanla ve hele de herkesin çabasıyla ilerlemenin hep üstün çıkacağını bilir. Geçenlerde bana aktarılan güzel bir özdeyişte söylendiği gibi; “İnsanlık, yavaş yavaş da olsa sonuçta ve her zaman, bilge kişilerin hayallerini gerçeğe dönüştürür.”
Ve bugün hayaller artık hayal olmaktan çıkmış, gerçekleşmeye başlamışlardır.

(Bu yazı, 1948 yılında İsviçre-Sovyetler Birliği Derneği’nde yapılan konuşmanın metnidir.)

Şubat 1999

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑