Mart-Nisan 2013 sayısını “Cumhuriyet’in –yetersiz– Bakiyesi” ana başlığı altında “Cumhuriyet” değerlendirmesine ayıran Gelenek dergisi’nde, V. Karakoç’un, Zafer Toprak’ın “Darvin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” adıyla yayımlanmış olan kitabının “kritiği” üzerinden, “Titizlikle Eşelenmesi Gereken Bir Alan: Otuzlar’da Cumhuriyet’in ‘Irk’ Sorunsalı” başlıklı bir makalesi yayımlandı. Söz konusu makalede dile getirilen görüşlere baktığımızda, yazarının irdelemesini bilimsel-sosyolojik ‘kriterler’e bağlı kalarak yapma çabasına rağmen, ırkçılık sorunu gibi günümüzde de özellikle emperyalist devletler ve hakim burjuvazi tarafından halkların ilişkilerinin zehirlenmesinde etkili bir araç olarak kullanılan ve istismara açık bir sorunu, –burada Türk şoven milliyetçiliği– hafifser ya da olduğundan daha zayıf ve “kabul edilebilir” gösterir gibi bir tutumla karşılaşıyoruz. Yazara bakılacak olursa, bu hafifseme ya da “o kadar da değil canım, sorunun bir de şu yanı var!” babından gerekçelendirmenin, “koşullar” ve “modern hayat tarzının inşaası” gibi başlıca iki dayanağı bulunuyor.
Daha makalenin girişinde Karakoç, yazısının genel içeriğine ilişkin “ipuçları”nı verirken; “Erken dönem Cumhuriyet”in “sıklıkla ırkçı kadroların şekillendirdiği ve egemen olduğu bir dönem gibi sunul”masının Kemalist aydınlanmacılığın “eksikli ve eklektik yapısının sunduğu ‘olanaklar’ ..” ile bağına işaret ederek, bu “tarihsel kesitin çok farklı vecheleri olduğunu” anımsatma ihtiyacı duyuyor ve şöyle devam ediyor: “Yani bir yandan ilk çağa ait tarih bilgilerinin Kuran’a dayanılarak oluşturulduğu ‘mukaddes’ tarih anlayışının terk edilip daha ‘bilimsel’ temele oturtulmuş bir tarih anlayışının hakim olduğu, öte yanda Türk tarih tezi ve Türk Dil Tezi gibi baştan aşağı problemli kurguların oluşturulduğu bir kesit. Antropolojik çalışmalara içkin maddeci yöntemlerle oluşturulan tarih anlayışı, milliyetçi içerikle donanmış temelsiz tezlerin kanıtlanması için kullanılıyor.”
Makale, Z. Toprak’ın kitabına da atıfta bulunularak, bu bakış açısının detaylandırılıp gerekçelendirilmesiyle devam ediyor. Söz konusu makalenin genel içeriğine ve yazarının gerekçelendirme mantığına baktığımızda; yazar, a-) “Erken dönem Cumhuriyet”in “ırkçı kadrolar” tarafından “şekillendirildiği” ve onların “egemen” oldukları bir dönem olarak sunulmasına itiraz ediyor. “Kemalist aydınmacılığın eksikli ve eklektik yapısı”nın böylesi –yazara göre doğru olmayan–değerlendirmelerdeki “büyük payı”na işaret ederek, böyle olsa bile, “bu tarihsel kesitin farklı vecheleri”nin bulunduğunun unutulmamasını, gözden kaçırılmamasını salık veriyor. B-) Bu dönem değerlendirilirken, “ilk çağa ait tarih bilgileri” kullanılarak oluşturulan “tarih anlayışı” yerine “bilimsel temele oturtulmuş bir tarih anlayışı”nın hakim kılındığını belirterek, bu ikisi arasındaki “bilimsel temel” ve “maddeci yöntem” farklılıklarının görülmesini istiyor. Yazarın tavsiyesine göre, “maddeci yöntemlerle” “bilimsel temele oturtulmuş” tarih anlayışının “milliyetçi içerikle donanmış temelsiz tezlerin kanıtlanması için” kullanılması her ne kadar çelişiyor ise de, “temelsiz tezler”e takılıp kalınmamalı ve “Antropolojik çalışmalara içkin maddeci yöntemlerle oluşturulan tarih anlayışı” önemsenmelidir!
Karakoç, otuzlu yıllarındaki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yöneten “kadrolar”ın ırkçı bir milliyetçilik anlayışını temsil edip etmedikleri sorusuna, onların “maddeci tarih anlayışı”na “sahip oldukları” ve “Kuran’a dayanılarak” oluşturulan “mukaddes” tarih anlayışından uzaklaştıklarını gerekçe göstererek, “ırkçı” ideolojiye dayanan bir tarih anlayışına sahip oldukları iddialarının “doğru olmadığını” anlatmaya, dahası kanıtlamaya çalışıyor. Ancak tarihe ve “ırkçı” ideoloji(ler), akım ve politikalar sorununa bu yaklaşım ciddi şekilde sorunludur. Neden böyle olduğuna bakalım.
ŞOVENİST ULUS VE TARİH ANLAYIŞINA “MADDECİ” ÖRTÜ
V. Karakoç, milliyetçilik, ırkçılık, etnisite sorununu, bir ulus burjuvazisinin, yönetici hakim sınıfının başka ulus ve halklara bakışının ve kendi ulus “oluşumu”na ya da “ulusu oluşturma”(!) yaklaşımının içeriğine değil; “bilimsel kriter”lere ve “maddeci yöntemler”e dayanıp dayanmadığına bağlıyor. Burada iki şey var: a-) ulusların kapitalizm ile birlikte, kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkmaları/oluşmaları, ulusu modern dönem(ler)in bir olgusu/oluşumu olarak ifade etmeyi mümkün kılar; ve b-) Türkiye Cumhuriyeti Devleti gibi nispeten geç bir dönemde şekillenen bir devleti yöneten sınıf(lar)ın ve kadrolarının modern yöntemlerle ve arkeolojik araştırılarla –ki kafatası ölçümleriyle “Türk’ün yüce bir ulus olduğu” kanıtlanmaya çalışılmıştır– “nasıl bir ırka mensup oldukları”nı ortaya koymaya çalışmış olmaları, onların ırkçı olmadıklarını kanıtlamaz. Modernizmin, akıl ve bilimin ırkçı ideoloji, politika ve anlayışların oluşturulması ve yaygınlaştırılması için kullanıldığını gösterir sayfalar dolusu kanıt sıralanabilir. Dini ideolojiye ve “Kuran’a dayanılarak” oluşturulan “mukaddes” tarih anlayışı “yerine” “maddeci” tarih anlayışının “geçtiği” iddiasıyla Türk Devlet geleneği ve tarih görüşünün ırkçı-şovenist özellikleri gizlenemez. Bu ikisinin, yani mukades ve maddeci olanın birbirlerine alternatif oluşturmadıkları ve günümüze kadar bazen birinin, bazen ötekinin öne çıkarılarak, ancak genellikle birbirini güçlendirir ve tamamlar şekilde sürdürülegeldikleri, ülke ve “millet” gerçekliği dahilindedir. Cumhuriyet kadrolarının doğa tarihi alanında “Darvinist özlü modeller”e eğilim göstermelerinin, yazarın da belirttiği üzere, “milliyetçi tezleri kanıtlama arzusu ve çabası”yla bağı vardır. Modern ve “bilimsel” yöntemler, Türk devletinin “Türk ulus devleti” olarak şekillenip kurumsallaşması ve diğer ulus ya da ulusal toplulukların Türk ulus bünyesi içinde “eritilmesi”-asimilasyonu için kullanıldılar. Bu doğrudur, ama gerçek o ki, bu yöntemler ve araştırmalar Türk’ün ulusal “büyüklüğü”, “saf”lığı ve “yüce”liğini kanıtlamanın “aracı” olarak kullanıldılar. Burada iki ‘şey’ gözden kaçmamalıdır.
I-) M. Kemal başta olmak üzere “erken Cumhuriyet dönemi kadroları”nın, 1789 Fransız Burjuva Devrimi’nin, Aydınlanma ve burjuva Rönesansının uluslararası etki alanı dışında kalamadıkları/kalmadıkları gerçeği bir yana, ‘yanı başlarında’ gerçekleşen ve dünya kapitalizminin bağrına öldürücü hançerler saplayan Ekim Sosyalist Devrimi’nin yol açtığı değişim(ler)i de şu ya da bu ölçüde dikkate almak zorunda kaldıkları inkardan gelinemez. Burjuva Türk Devrimi’nin yarımlığı, tamamlanmamışlığı, onun başını çekenlerin burjuva pozitivizminin etki alanında giriştikleri ve “mukaddes”-ümmetçi tarihçiliğe “karşı”, modernist ulusculuğu öne çıkaran politika ve tezleri her ne kadar içinde yer aldıkları toplumsal koşulların izlerini çok ciddi şekilde taşısalar da, Halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin yasaklanması gibi, dinin toplum yaşamına etkisini bir biçimde zayıflatıcı unsurlar da taşıyan uygulamaları, tarihsel olarak bir ilerlemeyi ifade ediyordu. Türk Kurtuluş Savaşı’nın antiemperyalist ilericiliği gibi, bu ileri, ancak yarımlıklar halindeki gelişmelerin Hilafet ve Ortaçağcıl geri kültür ve anlayışlardan ayırt edilmesi kuşkusuz gereklidir. Diğer yandan bugün olduğu üzere, sadece ülkemizde değil, ABD başta olmak üzere çeşitli ileri kapitalist ülkeler dahil, denebilir ki uluslararası alanda dini idieolojinin kapitalist gericilik yararına yedeğe alınması ve toplumsal hayatın denetiminin araçlarından biri olarak kullanılmasında pervasızca bir artış sağlanmıştır. Tekelci sermayenin uluslararası etkinliğinin güç kazanması, diğer şeylerin yanı sıra siyasal gericilik ve ortaçağcıl ideolojilerin mevzi kazanması ve yaygınlaşmasının da olanaklarını artırmıştır.
II-) Dini ideolojinin ve din istismarcılığının tüm Cumhuriyet dönemi boyunca devam etmesi ve içinde bulunduğumuz dönemde giderek güç kazanmasında, daha 1924 Anayasası’ndan başlayarak bir devlet dini hakimiyeti sağlama amaçlı kurumsal inşaalar pratiği önemli bir paya sahip olmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşunu “denetim” amacı ile sınırlı görmek, gerçeklere göz kapamak olacaktır. “Erken Cumhuriyet kadroları”nın önceliğinin “Türk ve Sunni” unsura dayalı bir ulus birliği ve devlet oluşumunu sağlama olduğu görmezden gelinmemelidir.
Gelenek yazarı bu iki birbirleriyle ilişkili, ancak ayrı özellikleri de bulunan durumu/politikayı ve anlayışı karıştırmaktadır. Bunu yaparken de, Cumhuriyet’in kurucu kadroları ile 1920-40 dönemi yöneticilerinin izledikleri politikaları, içinde bulundukları koşulları gerekçe göstererek, denebilir ki, daha ılıman/daha reformist ya da uzlaşıcı bir bakış açısıyla değerlendirilmesini ister görünmektedir. Yazar bu tutumuyla, “Erken Cumhuriyet” yöneticilerinin Balkan halklarına, Kürtlere, “Gayri Müslim”lere yönelik politikaları yerine, bu politikaların “koşulları” ve “Ortaçağcıl mukadesatçı tarih oluşumu” ile bağını öne çıkarmaktadır. Oysa sorunu, insan haklarına, demokratik özgürlüklere, farklı etnik ve dinsel “kimlikler”e ve kültürlere karşı politikaların dışında değerlendirmek –istenirse baş vurulabilecek bir yol ve yöntem olsa bile–, olguların ve gelişmelerin alanı dışında salt kurgusal “nazariyeler” uydurmaya yarar. Toplumsal sorunlar ve çözümleri söz konusu ise eğer, koşullar hareket noktasını oluşturur(lar) ve izlenecek politika ve bunun uygulanmasının yöntemleri alınacak yol ve elde edilecek sonuç(lar) açısından belirli bir işlev görürler. Ancak bu durum ve ilişki, bu politikaların içeriği/niteliği ve hangi tür amaçlara bağlandığı sorununu ortadan kaldırmaz.
Koşullar, evet, oldukça önemlidirler. Olayların ‘vuku buldukları’ sosyal-iktisadi ve politik koşullar, bu olaylar ya da gelişmeleri etkilemekle kalmazlar, onların genel atmosferi içinde hareket eden insanların –grup, ekip, parti, kişi vb.– tutumlarını da farklı düzey ve biçimlerde etkilerler. M. Kemal ve “erken cumhuriyet kadroları” olan arkadaşlarının şekillendirdikleri devletin politikalarını içeride ve uluslararası alandaki politik-askeri, sosyal-iktisadi ve kültürel etkenler altında belirlemiş olmaları, bu politikaların içeriğinin, niteliğinin demokratik mi, anti demokratik mi ya da ırkçı-şoven mi, eşitlikçi ve ulusal kaderini tayin hakkına saygıya dayalı mı olduğu tartışmasında “ama koşullara da bakmak gerekir” gerekçesini haklı çıkarmaz. “Birinci Cumhuriyet”in “yetersiz bakiyesi” ya da “ilerici mirası”nı 2010’lu yıllarda sahiplenme “akıllanmışlığı”, öyle görülmektedir ki, “her gelişmeyi kendi koşullarında değerlendirme” doğrusundan, bu gelişmelerin var ise olumsuz yönlerinin gözardı edilmesi yanlışına varmaktadır. Birazdan göreceğimiz gibi, Türk ulus devletini kuran “erken cumhuriyet” kadrolarının denebilir ki tamamına yakını, ulusu, başka ulusal-etnik toplulukların inkarı üzerinden –onların bu hakim ulus içinde eritilmesi hedefiyle– hareket ederlerken, onların bu politikasını “maddeci” ve “bilimsel yöntemlere dayanan” tarih-ve ulus görüşü cilasıyla parlatmak, esas sorun yerine ikame edilmiş tali-yan unsurları öne çekerek onu örtbas etmek olacaktır. V. Karakoç, –niyetinden bağımsız olarak– bu yola girmiştir ve bakış açısı da aynı nedenlerle bilimsel falan değildir. Onun, örneğin 1924 “Tevhidi Tedrisat Kanunu”nu, “Takrir-i Sukün Kanunu”nu, 1934-35 Tunceli Kanunu’nu ve ardından gelen büyük katliam ve nüfus kaydırmalarını bu modernizmin ve bilimselliğin neresine oturttuğu –bizce belli olmasına karşın– belirsizdir. Yukarıdaki sözüm ona usçu ve maddeci tarih oluşturma anlayışı, “mukaddes” tarih anlayışından “ayrıldı” –ki bu da doğru değil– diye, ırkçılık dışı mı kalmış oluyor? Yazar, 1915 Ermeni katliamı ve tehcirini gerçekleştiren İttihat ve Terakki Cemiyeti/Partisi’nin politikalarıyla –ki kadrolarının bir bölümü “erken cumhuriyet dönemi kadroları” arasında da olmuşlardır– Cumhuriyet’in kuruluşu ve sonrasındaki nüfus mübadeleleri, Koçgiri’den Dersim katliamına Kürt politikasının esası itibarıyla “bir devamlılık gösterdiği”ni görmezden geliyor.
DÖNEMSEL KIYASLAMALAR ÜZERİNDEN ŞOVENİST BASKI VE AYRIMCILIK AKLANAMAZ
Karakoç, AKP’nin liberal muhafazakar akıl hocaları, sözcüleri ve bizzat Başbakan Erdoğan’ın, “Bizim millet tarifimiz” diye allayıp pullayarak dini ideolojik referanslarla süslediği “millet” anlayışı ile, örneğin Kürt sorununun söz konusu olduğu neredeyse her platform ve durumda, “tek millet, tek devlet, tek dil, tek bayrak”, hatta bazen sözüm ona sürç-ü lisan ederek, “tek din” söyleminin birbirinden çok da kopuk olmadığının farkında olmasına rağmen, “ümmet” anlayışını tekçi ulus politikasının alternatifi ve yadsıyanı olarak gösterebilmekte, bunu da yine bilimsellik adına savunmaktadır. Ona göre, her ne kadar “Cumhuriyet’in özellikle milliyetçi tezlerin meşrulaştırılmasına dönük” pratikleri söz konusu olsa dahi, bunlar, liberallerin yaptığı türden, ve AKP’nin milliyetçilikle ve ırkçılıkla bezeli dokusunun yok sayılması için “sivriltilmesi”ndeki kadar da kötü değildir! Yazar farkında ise eğer, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme”ye çalışmaktadır.
Neoliberal-liberal ve muhafazakar sağ yazarların AKP ve hükümetinin din istismarcısı, şoven-milliyetçi politikalarını “ülkenin demokratikleştirilmesi girişimleri” olarak gösterme çabaları somut olup, sistematik şekilde sürdürülmektedir. Bu, doğrudur. Ancak buradan hareketle ve bu emperyalist işbirlikçisi, tekelci gerici olduğu kadar din istismarcısı ve dini ideolojinin toplum yaşamına hakimiyeti için yoğun çabaları da içeren şoven ırkçı politikaları “erken” ya da sonraki dönem “Cumhuriyet kadroları”nın (burada kastedilen devlet ve yönetimidir) Türk milliyetçisi şovenist politikalarıyla kıyaslayarak, M. Kemal ve tek parti yönetimi döneminin ideolojik-politik çizgilerine hayırhah bir tutum da meşrulaştırılmamalıdır. Yazar, örneğin Zafer Toprak’ın söz konusu kitabında, “Cumhuriyet’in ideolojik-kültürel havzasının otuzlu yıllarda nasıl bir şekil aldığını ve ne gibi ‘aşırılıklar’ barındırdığını pek çok açıdan görebiliyoruz” diye yazdığında da, tırnaklı aşırılıklar sözcüğünü, aşırılıkların sanıldığı veya gösterilmek istendiği kadar da aşırı olmadığını ima eder ya da savunur şekilde belirtiyor. Ne gariptir ki, yazar, dönüp dolaşıp, sözü bir biçimde “antropoloji çalışmalarına”, bu çalışmaların “bilimsel yöntem”lerine getirerek, Türk tarih tezi ve ulus anlayışının ırkçı niteliğini hafifsemeye çalışıyor. Bilimsel maddeci yöntemden bu kadar söz eden yazar sosyal Darvinizm’den ve burjuva pozitivizminin “seçmeci” karakterinden bihaber olamaz. Otuzlu yılların devlet yönetimi kadroları değil sadece, onların ideolojik cengaverleri de, “bilimsel” tarih oluşturma ve ulus “yaratma” politikalarını, seçmeci, ‘üstün ulus’ ve onlara hizmetle görevli sayılan ‘aşağı ulus ve halklar’ şeklinde ayrımlanan/sınıflandırılmak istenen gerici-şoven anlayıştan hem aşırmışlar, hem de gerici karakterini yoğunlaştırmak üzere daha da geliştirmişlerdir. Yazar, onların “kafatası ölçümleri”ni de baz alan “Türk ırkına ait antropolojik saptamaları”nı, “bilimsel ve maddeci yöntemler” ile yapıldılar gerekçesine sığınarak, savunmaya çalışıyor. Ona göre, sapkın tarih anlayışının geliştirilmesi yönündeki makas değişimi 1930’larda, “Avrupa menşeli ve esinlenmeli bir aydınlanma modelinden çıkıp Asya’ya yönelecek bir arayış”ın gündeme girmesiyle başlıyor. “ …kökleri Asya’ya dayanacak bir tarih anlayışı” bundan sonra geliştiriliyor. Bu “saptama”nın ya da tarihçenin ne kadar doğru olduğuna birazdan bakacağız. Ama önce bir çelişkiye işaret edelim: V. Karakoç’un makalesinin başlığında “Otuzlu yıllarda Cumhuriyet’in ‘ırk’ sorunsalı” yazıyordu ve yazar Cumhuriyet kadrolarının ırkçılıkla suçlanmalarının haksız olduğunu en azından ima ediyordu. Şimdiyse, otuzlu yıllarda Asyai tarih anlayışına yönelindi ve “aşırılıklar” bunun ürünüdür demeye getiriyor.
ŞOVENİZM VE IRKÇI GÖRÜŞLER TÜRKÇÜ TARİH VE ULUS GÖRÜŞÜNDE “SAPMA” DEĞİL, ESASI OLUŞTURURLAR
Volkan Karakoç, “Cumhuriyet’in sorunlu tarih ve ulus anlayışı”nı Otuzlu yıllarda “Asyai tarih anlayışı”na yöneliş ile bağıntılı göstermeye çalışarak, Anadolu’nun “Türk ırkının yurdu” olduğunun ilan edilmesini, bundan sonrasına, bu yıllardaki “rota değişimi”ne bağlıyor ya da mal ediyor. Yazarın anlayışından hareketle iki şeyden söz edilebilir: Ya “Cumhuriyet kadroları” değişmiştir ya da onların izledikleri politika. Oysa başından itibaren, yani yirmili yıllarda da otuzlu yıllarda da bu kadroların en başında M. Kemal var. Devlet politikalarının, Türk tarih, kültür ve dil anlayışının oluşturulmasında kurucu-örgütleyici-yönetici ve onaylayıcı konumda olanların başında o bulunuyor. Türk ırkından gelenlerin dışındaki ulusal topluluk ve azınlıkların “Türk’e hizmet”le görevli ‘aşağı halklar’ olduğu yönündeki tezler ve politikaların oluşturulduğu dönemde de “Atatürk” kimliğiyle devletin başındadır. Mutlaklaştırılamaz, ancak buradan hareketle, hem bir devamlılıktan, hem de “millet” anlayışının geliştirilmesine bağlı olarak ırkçı politikanın olgunlaştırılmasından söz edilebilir. M Kemal ve arkadaşlarınının izledikleri politikanın “bilimsel”liği (!) ve “maddeci” özelliklerini abartılı bir değerlendirmeye tabi tutan Karakoç, bu durumun “milliyetçi tarih kurgusuna altlık oluşturma amacıyla kullanıldığı”ndan söz etmesine rağmen, bu poliitkanın ırkçı yanını önemsiz gösteren bir mantık sergiliyor. Toprak’ı referans gösteren Karakoç’a göre, ırk sözcüğü de, bu dönemde ve bu kadrolar tarafından “dışlayıcı değil, sorunlu bir bağlama da sahip olsa”…. “kapsayıcı” ve “bütünleştirici bir saikle” dolaşımda tutulmuştur ve tüm etnik unsurların “Türk ırkı” içinde gösterilmesi bu “kapsayıcılık”ı “eğik düzleme sahip” hale getirse bile, o yine de “birleştirici bir saik”e sahiptir ve “antropolojik dolayımı” ile de bilimseldir!
Karakoç, devamlı olarak bir “denge tutturma” endişeşi içindedir. Bir taraftan antropolojik çalışmaların “doğası gereği ‘ırkçı’ bir muhteva taşıdığı”nın yadsınamayacağından söz ediyor, diğer taraftan dengeleyici unsur olarak, bununla “ulus inşaası süreci” arasındaki bağa işaret ediyor. Biraz ırkçıydılar, ama ne yaparsın, bu yeni bir ulus inşa sürecinin bir tür kaçınılmazlığı olarak yaşanıyordu, o kadar da abartmak gerekmiyor demeye getiriyor. Bir taraftan antropolojik çalışmaların da kullanılmasıyla herkesin “Türk ırkı” içinde gösterilmesinin bir tür “bilimsel ırkçılık” olarak nitelenebileceğini belirtiyor, ardından ama, hemen bu “yargı”yı hafifletecek bir neden bularak, “Cumhuriyet’in son derece parçalı ve dağınık toplumsal yapısına yapıştırıcı bir unsur bulmayı arzuladığı tarihsel bir gerçektir” diye devam ediyor. Bir yandan, “Cumhuriyet’in kurucu kadroları”nın ideolojik tutum ve yönlenişlerinden sözederek, bunun “Nazi iktidarının kendi yapısına eklemleyerek dönüştürdüğü” kavram ve uygulamalarla bağına işaret ederken, diğer yandan, “göz önüne almamız gereken” durumlara dikkat çekmeye çalışıyor. V. Karakoç’un burada haklı olduğu tek nokta, “tüm bunları örneğin Nazi pratiğiyle ilişkilendirirken dikkatli davranmak gerektiği”dir. Evet, aynılaştırma basitliğine düşülmemelidir. Ama yaşananlarda, ırkçı politika ve savunularda, antropoloji ve arkeolojinin ırkçı ulus anlayışı için kullanılması gerçeklerine de göz kapanmamalıdır. Yazar, “göz önüne almamız gerekir” diyerek Zafer Toprak’ı kaynak göstermeye çalışırken de, tarihsel ve ideolojik bir saptırmaya yönelmiştir. Toprak, Karakoç’un alıntıladığı yerde “Tek Parti döneminde ırk sorunu hiç olmazsa bilim dünyasında etnik temele dayanmıyordu. İnsanlar Türk, Kürt, Laz, Çerkez gibi etnik ayrıma uğramıyor, brakisefal, mezosefal, dolikisefal türü fiziki tasnif görüyorlardı…. Son kertede Erken Cumhuriyet’in ‘ırk sorunu’ ‘defansif’ti. İçe değil dışa dönüktü. Batı’daki ön yargılara, kalıtımsal mitlere karşı direnişi simgeliyordu…” demektedir.
Karakoç, Toprak’ın yazdıklarını doğru kabul ederek, “Erken Cumhuriyet Kadroları”na “haksızlık yapılmasın” istiyor. Kuşkusuz basit bir niyet sorunu değil. Bu dönemin ideolojik-“bilimsel” ve politik tarih ve ulus görüşünün “etnik temele dayanmadığı” ve “defansif”, yani dışa karşı savunmacılık ile karakterize olduğu iddiası, dönemin ırkçı politikalarına ve tarih görüşüne karşı eleştirileri sözüm ona göğüslemek ve savuşturmak üzere ileri sürülüyor. Bu durumda, “Erken Cumhuriyet dönemi”ne; 1920-40 arası yıllardaki ‘resmi tarih’ ve “ulus” görüşünün uygulamaya geçirilmesi pratiğine bakmak –söz konusu aklama çabalarının niteliğini de göstermek açısından– yararlı olabilir. Türk tarih tezi ve ulus anlayışına işaret eden şu birkaç örneğin, yazar için bir “kanıt” değeri taşır mı bilemeyiz, ama oldukça çarpıcı gerçek(lik)ler arasında oldukları herhalde tartışılmasa gerektir.
I-) 1925 tarihli Şeyh Said İsyanı’ndan sonra hazırlanan Şark Islahat Planı kapsamında çıkarılan (1927) sürgün yasası ile Diyarbakır ve Ağrı’dan (o zamanlar Bayazit’ten) sürgün edilen 1400 kişi batıdaki illere dağıtılırken, bunların yerine Dobruca, Bulgaristan, Kıbrıs ve Kafkasya’dan gelmiş ya da getirilmiş “Türk Müslümanlar” yerleştirildiler. 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükun Kanunu’nu salt “şerri kalkışmalar” karşıtlığıyla izah yeterli olmasa gerektir. Seyh Sait Ayaklanması gerekçe gösterilerek çıkarılan bu kanun bir susturma, boyun eğdirme, teslim alma ve “tekleştirme” kanunu idi ve hedefinde tüm muhalif “unsurlar” bulunuyordu. Mecbur-i İskan Kanunu ile Kürtlerin “bir aradalığı” dahi tehdit olarak ilan edilmiştir. Bu kanunla Kürt kimliği alenen reddedilmiş, Kürt uluslaşması ve ulusal kaderini tayin mücadelesinin önünü kesmek üzere siyasal-askeri değil sadece, kültürel-sosyal kıyım politikaları, “Türk ulus ve tarih görüşü” doğrultusunda pratiğe geçirilmiş, İstiklal Mahkemeleri’nde “isyancı Kürtler”in idamına karar verilmiştir.
2-) 1925 sonrasında Mustafa Kemal tarafından “Şark İlleri Asayiş Müşaviri ve Türk Ocakları Koordinatörü” sıfatıyla Dersim ‘mıntıkası’na gönderilen Hasan Reşit (Tankut), 1928’de, Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali’ye (Öngören) sunduğu raporunda, Alevi ve Şafii Kürtler arasına bir “Türklük barajı” örülmesini öneriyordu. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Doğu illerine yaptığı “gezi” sonrası hazırlayıp M. Kemal ve İnönü’ye sunduğu raporunda “devleti bekleyen tehlike!”den söz ediyor, Dersim’i işaret ederek, Erzincan ovasının Kürtlerle dolmaya başladığını ve önlem alınmasını istiyordu. Ardından, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, aynı bölgeye yaptığı geziden sonra, Başbakan İnönü’ye sunduğu raporunda Dersim’i “çıban başı” şeklinde niteleyerek, “derhal kesilip atılmalı” diyordu. Bunları yeterli görmemiş olmalı, ardından Başbakan İnönü, Van-Bitlis-Diyarbakır-Elazığ ve Dersim’i gezdikten sonra, bir “ıslah” planı önerisi hazırlayarak, bölgenin “Kürt yayılmasına açık” olduğunu belirtiyor ve Elazığ ve Muş’ta “Türk kitleleri” oluşturmanın gerekliliği üzerinde duruyordu. İnönü, Erzincan’ın “boş köyleri”ne Dersimli akını olduğunu belirtiyor, “Kürtleri Türklüğe çekmek” için Türkçe eğitimin önemine işaret ediyordu.
3-) İnönü’nün söz konusu raporuyla birlikte devlet politikası daha belirgin hale getirildi. 1935’te “Tunceli Kanunu” çıkarıldı. Yasanın gerekçelerini açıklamak için Meclis’te konuşan İçişleri Bakanı Kaya, 1876’dan itibaren Dersim üzerine 11 askeri sefer yapıldığını belirterek, mevcut durumda da “hastalıkları kökünden tedavi etmek” amacı nedeniyle “medeni yöntemlerle tedbir düşünüldü”ğünü söylüyordu. Aynı tartışmalar ve ikna çabaları kapsamında, M. Kemal’in bir konuşmasında da, “işlerimizin en önemlisi” diye altı çizilerek, “Dersim meselesinin, yani ‘korkunç çıban’ın temizlenip kökünden kesilmesi” çözüm yolu olarak gösteriliyordu.
4-) 1930’lu yıllarda Adalet Bakanı kimliğiyle Meclis’te konuşan M. Esat Bozkurt, Türkiye’yi “dünyanın en hür ülkesi” olarak niteliyor, bunun hislerini saklamasına gerek bırakmadığını belirterek, “Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost, düşman ve bu dağlar bu hakikatı böle bilsin.” diye meydan okuyordu. Bozkurt, –gelen tepkiler üzerine–, Cumhuriyet (17.10.1930) gazetesine yaptığı açıklamada, “Benim kastım teşkilatı esasiye (anayasa) mucibince Türk olup hâlâ Türkten başka milliyet iddia edenler varsa onlardır. Türk harsını (kültürünü) kabul edip de Türküm diyene sözüm yoktur.” diye sözüm ona düzeltme yaparken de aynı mantığı sürdürüyordu.
5-) 14 Haziran 1934 tarih ve 2510 Sayılı Mecburi İskan Kanunu’na göre: “1- Türk ırkından olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile, hükümetin göstereceği yerde yurt tutmağa ve hükümetin izni olmadıkça buralarda kalmağa mecbur”dular. “2- Anadili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin, bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmesi (tekeline alması) yasak” olup, “3- Türk ırkından olmayanların köylere ve ayrı mahalle veya küme teşkil etmeyecek şekilde kasaba veya şehirlere iskânı (yerleştirilmesi) mecburi” idi.
Yasanın 11. Maddesi, “Anadili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri [tekeline almaları] yasak”larken, “Türk Kültürüne bağlı olmayanlar veya Türk Kültürüne bağlı olup ta Türkçeden başka dil konuşanlar”ın, icra vekilleri heyeti kararı ile Dâhiliye Vekili’ni “lüzumlu görülen tedbirleri almağa” mecbur tutuyor; “Toptan olmamak şartı ile başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan ıskat etmek [çıkarmak]” ile yetkilendiriyordu. 12. Maddede ise, Kürtlerin ve Ermenilerin yaşadıkları bölgelere, “Yeniden hiçbir aşiretin veya göçebenin sokulmasına, Türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir ferdin yeniden yerleştirilmesine ve bu mıntıkaların eski yerlilerinden olsa bile Türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir kimsenin avdet etmesine izin verilemez” deniliyordu. Mecburi ikamete tabi tutulanlar, sürüldükleri yerlerde “en az 10 yıl” oturmaya mecburdular. İçişleri Bakanlığı’nın izni olmaksızın başka yerlerde de “yurt tutamazlar”dı.
Devletin “Islah” ve “İskan” politikası “Türk olma” esasını merkezi hareket noktası alarak oluşturulunca, “Misak-ı Milli”de yaşayan insanların bu tarz numaralandırılarak ödüllendirilmesi ya da cezalandırılması da, Karakoç’un çok önemser göründüğü “maddeci” ırk teorisinin bir tür tezahürü oluyordu. “Boşaltılması istenilen ve iskân ve ikamete yasak edilen yerler” Kürt nüfusun yaşadığı bölge(ler)di.
“Türk ırkından olmayanlar”a karşı bu politikanın ırkçılık sayılamayacağını söyleyebilmek için kişi ya da “tüzel kimlik” sahibi olanların ya yukarıdaki yasa maddelerinin içeriğini bilinçli olarak saptırması ya da anlamaması gerekir. Yazar ve makalesini yayımlayan dergi “kurulu”nu “anlamazlık”la itham edecek değiliz, burada olsa olsa “Cumhuriyet”i aklama endişesinin nedenlediği bir saptırma vardır ki, o da “sosyalist”lik iddiasıyla bağdaşmasa gerekir.
“Türk Tarih Tezi”ne göre, “Türk soyu”, “özlü ve köklü yaratılışı”ndan kaynaklanan ulvi değerlere sahipti ve “Türk ırkı gittiği her yere” medeniyet ışığı “götürmüştü”. “Cumhuriyet”, “Türk kültürüne uzak kalmış olanları” Türk kültüründe “eritmek” için gerekenleri yapmakla mükelefti ve “Türküm!” demek yeterli sayılmayacaktı. “Türkiye Cumhuriyeti devletinde, Türküm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıydı.” Şukrü Kaya’nın ifadesi ile, “tek dille konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket” yaratılacaktı! Zaten 1924 Anayasası hükmünce de “… herkes Türk ıtlak olunur”du!
Aksine iddialarla, yani “Türk ıtlak olunma”ya itiraz ederek başkaldıran olursa, onların da hakkından yukarıdaki gibi ve daha da kapsamlı şekilde, 1938 Dersim Katliamı türü katliamlarla gelinirdi.
Karakoç gibi, Toprak da, tarihsel gerçeği ve “Erken Cumhuriyet”in siyasal pratiğini olduğundan farklı göstermektedir. Tek parti döneminde ırk sorununun “hiç olmazsa bilim dünyasında etnik temele dayanmıyor” olduğu iddiası hem doğru değil, hem de “bilim dünyası”nda etnik temele dayanan bir ırk savunusunun olmayışı –bunun doğru olmayışı bir yana–, politik-askeri ve ideolojik alanda, yönetim ve uygulamada geçerli olmasının engeli değildir. “Erken Cumhuriyet”in ırk sorununa ilişkin politikalarının “içe değil dışa dönük” olduğunu ileri sürebilmesi için ise, kişinin, 1920-40 döneminde –ve sonrasında–Kürtlere karşı izlenen politik-askeri ve ideolojik savaşı Türkiye dışında bir yerlerde yaşanmış sayması gerekir. Bu dönemin “Tek Parti dönemi” olduğunu ise yazarlar da reddetmeyeceklerdir. Gerçek odur ki, ister bilimsel isterse bilimin istismarı temelinde oluşturulmuş olsun, “ırk” sorunu ve “Türk milleti”nin tarihinin “oluşturulması”nda ırkçı siyasal-askeri, ideolojik-kültürel pratik, “Erken Cumhuriyet” ve “Tek Parti” dönemi de dahil olmak üzere Türkiye’de egemen erkin ve günümüze kadar işbaşına gelmiş olan hükümetlerin merkezi politikalarında yönlendirici olmuş, “ulu Türk”, “Yüce Ulus”, “üst kimlik”, “ülkenin asıl sahibi” anlayışı ve politikası buna bağlı olarak inşa edilmiştir. Yapılan arkeolojik ve antropolojik araştırıların asıl amacı da ırka dayalı görüşlerin “doğruluğu”nu “kanıtlamak” olmuştur. Gelenek yazarı, okuyucuya, “otuzların antropoloji çalışmaları söz konusu olduğunda” “uçlaştırmalardan kaçınmak gerektiği” telkininde bulunarak, “sonuç olarak söz konusu pratikler uluslaşma sürecinin eklektik yönünün somut tezahürleri ve bütünüyle Cumhuriyet’in sınıfsal karakterinin ve dönemin siyasal atmosferinin izlerini taşıyor” diye hatırlatıyor! Söz konusu pratiklerin ilgili dönemin siyasal atmosferinin izlerini taşımadığını, o günün koşullarından bağımsız olduklarını ileri süren olmadığına göre, yazarın bu hassasiyeti nedendir diye sormayacağız. Ancak, yazar ve Gelenek Dergisi yöneticileri, “Türkün damarlarında akan asil kan” söylemini yabana atmamalıdırlar. Volkan Karakoç, “otuzların antropoloji çalışmalarının ‘ideolojik’ olduğunu” söyleyenleri “ne idüğü belirsiz bir yakıştırma”ya baş vurmakla suçlayabilecek kadar ipin ucunu kaçırırken, dönemin “ırkçı çalışmaların uygulandığı” bir dönem olmasıyla sınırlı görülmeyip, “tarih öncesi kalıntıların dayanak oluşturduğu bir dönemin maddeci bir anlayışla deneyimlenen çıkışlarının” da olduğunun dikkate alınması gereğine yeniden dikkat çekerken, iki şeyi bilerek ya da anlayamayarak birbiriyle karıştırmakla kalmayıp, “ırkçı çalışma” ve uygulamaların “mazur görülebilecek yanları olduğu” anlayışının gelişmesine hizmet ediyor. Tartışma konusu “Cumhuriyet”in ırkçı-şoven tarih anlayışı ve bununla birleşen askeri-politik uygulamaları olmasına karşın, o sürekli olarak “tarih anlayışı” oluşturmanın “bilimsel yöntemleri”ne işaret ederek, sorunu saptırmaya çalışıyor. “Kemalizmin milliyetçilik anlayışının eklektik bir yapıya sahip olması”ndan söz ederek, bu anlayışın “geç uluslaşma” ile bağına dikkat çekiyor ve buradan hareketle bir kez daha hafifletici unsurlar buluyor! Z. Toprak’tan benimseyerek aktardığına göre, “Dünü güncel normlarla yargılamaya çalışmak işin kolayına kaçmak oluyor.” Akıl oyunlarına baş vuran Toprak ve Karakoç’a “peki ne yapmalı?” diye sorulsa, söyleyecekleri hazır: “Günümüz değer yargılarıyla geçmiş algılanmaya” çalışılmaz. “Temel hak ve özgürlükler, demokrasi, katılım ve benzeri kaygılar sanki ezelden ebede var olmuşçasına geçmişe yansıtıl”maz!
Aklama dediğin, ancak böylesi akıl oyunlarına baş vurularak, geçmiş ile bugün arasına kalın duvarlar çekilerek, “her olay ve gelişme kendi koşullarından koparılmaksızın değerlendirilmeli” gibi çok genelde doğru olan bir gerekçeye yaslanılarak yapılabilir. Demokratik hak ve özgürlüklerin ezelden ebede var olmadığı ya da aynı anlama gelmek üzere ele alınamayacakları doğrusundan ya da geçmişin “günümüz değer yargılarıyla algılanmaya çalışılması” yanlışından hareketle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, burjuva egemen sınıfın ve onun işbaşına gelmiş hükümetlerinin şovenist-milliyetçi ve ırkçı politikalarının “tarihsel koşullar”a bağlanarak aklanmak istenmesi, en azından günümüz değer yargıları yönünden savunulacak ve benimsenecek bir tutum olmamalıdır/olamaz. Tartışmalar bugün yürütülüyor ve yazarlar, bugünden geçmişe bakarak değerlendirmelerde bulunuyorlar. Sorunun bir yanı bu. İkinci yanı ise, söz konusu dönem demokratik hak ve özgürlüklerin ne olduğunun bilinmediği bir dönem değil.
1789 Büyük Fransız Burjuva Devrimi’nden itibaren bunların burjuvazi için anlamı bilindiği kadar, halkla; işçi ve köylülerle, kentin-kırın emekçileriyle ilişkiler yönünden nasıl ele alınmaları gerektiğine dair burjuva tutumu da belirsiz olmamıştır. Jön Türkler’in –ki etki alanında M. Kemal’in de olduğuna dair hayli kaynak bulunuyor– ve “Cumhuriyet’in kurucu kadroları”nın bu devrimin dünya ölçeğindeki etkilerinden sadece etkilenmedikleri, yararlandıkları da biliniyor. Uygulanan politikaların ve geliştirilen ulus ve tarih anlayışının sınıfsal karakteri inkar edilemeyecek bir gerçekliktir. Burjuva düzeninde demokratik temel özgürlükler ancak emekçilerin mücadelesiyle söz konusu olabilmişlerdir/olabileceklerdir. Burjuvazi, egemen sınıf konumuna geldiği dönemden başlayarak, işçi sınıfını ve tüm diğer emekçileri “sınıf düşmanı” kategorisinde görmüş ve politikalarını buna göre belirlemiş ve uygulamıştır. Tarih anlayışını da, ulus anlayışını da kapitalist çıkarlara bağlayarak ve hemen her ulus açısından kendine kutsiyet (“mukaddes”-“ulvi” değerler) biçerek diğerlerinden “üstünlüğünü” kanıtlamaya girişmiştir. M. Kemal’in başında bulunduğu “kurucu kadrolar” ve onlardan sonra gelenler de bu yolda ilerlemişlerdir. Başında bulundukları –ya da başına geçip koordine ettikleri– Kurtuluş Savaşı sırasındaki “defansif” politikanın ihtiyaçlarına da bağlanan “özgürlükçü-eşitlikçi” vaadlerine rağmen, biçimsel siyasal bağımsızlığın elde edilmesi ve “dış güçler” tarafından “tanınması” ya da kabul edilmek zorunda kalınmasından itibaren “içerideki” farklı ulusal kökenlerden “azınlık” halklara karşı inkar ve baskı politikasını sistemleştirmiş ve uygulamışlar, bunu da “Büyük Türk Ulusu”nun “hakkı” saymışlardır.
Ortaya konan ve tarihsel gerçek bağlamında yaşanmış olanlar, bunlardır. Bunu “o dönem-bu dönem”, “o günün koşulları-bugünün koşulları” ikilemleri etrafındaki akıl oyunları ve gerekçelendirmelerle aklamaya çalışmak, şu ya da bu oranda kabul edilebilir ve savunulabilir göstermek, şovenist etkiye açık oluşa ya da onun alanından çıkmayışa işaret eder. Bir diğer anımsatma ile bitirelim: “Erken Cumhuriyet” dönemi olarak ifade edilen dönemin kadrolarının, M. Kemal başta olmak üzere, İ. İnönü, K. Karabekir, Fevzi Çakmak, Celal Bayar, M. Esat Bozkurt, Ş. Kaya, vb. gibi birinci-ikinci kuşak yöneticiler olduğu, “Cumhuriyet” ideolojisinin bunlar tarafından pratiğe geçirildiği, burjuvazinin kendi tarihçilerince de kayıt altına alınmıştır. O günün ırkçı görüşlerinin süreç içinde daha da olgunlaştırıldığı doğrudur, ama, bugünden dönüp o günün ırkçı ideoloji-tarih anlayışı ve ulus görüşünü koşullar gerekçeli “olabilir” göstermeye çalışmak, kişi, parti ve grupların durdukları yeri görmek açısından da bir veri oluşturur. Gelenek ve yazarlarının durumu bu açıdan ciddi ölçüde sorunludur.