Emperyalist burjuvazinin dünya ölçeğindeki hâkimiyetini ve sömürüsünü sınırlayan her tür engelin kaldırılması hedefinin ürünü olarak gündeme getirilen “tahkim”, kısa bir sürede akademik tartışmaların konusu olmaktan çıkarak emekçilerin sıcak sokak mücadelelerinin konusu haline geldi. Enerji işkolu çalışanları, mücadele hattının en ön saflarında yer alıyorlar. 19 Haziran 1999 tarihinde TÜMTIS toplantı salonunda gerçekleştirilen ve ağırlıklı olarak enerji işkolu açısından tahkimin tartışıldığı panelde söz alan konuşmacılar, sorunu somut özellikleriyle, yakın tehlikelerine dikkat çekerek ele aldılar. Enerji-Yapı Yol Sen İstanbul Şubesi Başkanı Gürsel Ümit Sever’in yönettiği panele konuşmacı olarak enerji işkolu çalışanı ve KESK GYK üyesi Güven Gerçek, Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu üyesi Selami Yılmaz ile EMO ve Enerji-Yapı Yol Sen’in hukukçusu Av. Gökhan Candoğan katıldı. Bu aydınlatıcı konuşmaları okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz.
Gürsel Ümit Sever
Özelleştirme, sermayenin işçi sınıfına yönelik uluslararası boyutta ideolojik bir saldırışıdır. Başta eğitim ve sağlık hizmetleri olmak, üzere, “sosyal devlet’in varlık nedeni olan okul, hastane, elektrik, su, yol gibi hizmetler şimdi hedefe konulmuştur.
Ülkemizde 1984’te, “köprüleri satarım, sattırmam”, “kamu işyerleri kamburdur”, “bunlar zarar ediyor” tartışmaları ile başlatılan özelleştirme politikaları, halkın kafasında karışıklık yaratmıştır. Özelleştirme uygulamalarından sonra, durum hiç de özelleştirmecilerin söylediği gibi değil.
Tersine özelleştirilen işyerleri kapatılarak iş alanları arsa olarak değerlendirilmiş, diğer yanda ise, halka kalitesiz ve pahalı hizmet verilmiş, çalışanlar işten atılmış ve yolsuzluklar ayyuka çıkmıştır.
Özelleştirmelerin, enerji, Telekom ve Petrol Ofisi gibi stratejik işkollarında gündeme getirilmesiyle, tartışmalar, kâr-zarardan daha çok, “sosyal devlet” ve ülke bağımsızlığı temelinde oturmaktadır. Başta enerji olmak üzere, birçok işkolundaki özelleştirme Anayasa’ya aykırıdır.
Bu işkollarında örgütlü olan sendikalar ve meslek odaları, açtıkları davaların hemen hepsini kazanmıştır. IMF direktifleri ile sermayenin isteklerini uygulayan hükümet, özelleştirmenin önündeki tüm engelleri aşabilmek için, ülkemizin bağımsızlığını ipotek altına alacak olan yabancı sermaye yatırımını garanti altına almak demek olan uluslararası tahkim ve ikili antlaşmalara imza atmak istiyor.
Tüm bu olumsuzlukları tartışacağımız bu panelde, KESK GYK üyesi Güven Gerçek, EMO İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu üyesi Selami Yılmaz ile EMO ve Enerji-Yapı Yol Sen’in hukukçusu Av. Gökhan Candoğan, özelleştirme ve uluslararası tahkim konusunda bizleri bilgilendirecekler.
Güven Gerçek
“etkin bir aydınlatma çalışması yürütülmeli”
Arkadaşlar merhaba,
Özellikle 1980’lerden bu yana dünyada uygulamaya konulan ve “Neoliberal” denilen politikalar sonucu, ulusal gümrük vb. duvarları aşan sermaye, önündeki ekonomik, yasal engelleri aşarak, geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde uluslararası bir karakter kazanmıştır. Uluslararası sermaye, belli merkezlerden yürüttüğü saldırılarını, dünyanın bütün ülkelerinde sürdürmektedir. Yani bütün ülkelerdeki saldırıları bir merkezden düğmeye basarak yönlendirmektedir.
Uluslararası sermayenin bütün dünyadaki saldırılarının amacı ve hedefi aşağı yukarı aynıdır:
— Var olan sosyal güvenlik kuruluşlarını tasfiye etmek;
— Emeklilik yaşını yükselterek, mezarda emekliliği dayatmak;
— Özelleştirme ve taşeronlaştırmanın yaratacağı sonuçlardan yararlanmak, esnek çalışmayı uygulamak.
Yani sermaye sınıfı, işçilerin ve emekçilerin, onlarca yıllık mücadelelerinin sonucu elde ettiği hak ve kazanımlarını gasp etmeyi ve ortadan kaldırmayı amaçlıyor.
Ülkemizde de bu saldırılar tüm hızıyla devam ediyor. 18 Nisan seçimlerinden önce özelleştirmeye karşı olduğunu söyleyen, hatta özelleştirmeye karşı duvar afişleri yapan ve “milliyetçi” olduğunu söyleyen hükümet ortağı MHP, en hızlı özelleştirmeci rolünü oynuyor. 57. Hükümet eliyle bu saldırıların dozu arttırılıyor. Günlerdir izliyoruz. Medyada ve TV kanallarında hükümet sözcüleri özelleştirmeyi hızlandıracaklarını, sosyal güvenlik “reformunu” çıkaracaklarını söylüyorlar. Sosyal güvenlik kuruluşlarını, SSK’yı, Bağ-Kur’u ve Emekli Sandığı’nı sırayla ortadan kaldıracaklar, yok edecekler. Bunu da “reform” diye yutturmaya çalışıyorlar.
Evet arkadaşlar,
24 Ocak kararları ülkemizde kamu alanında bir dönüm noktası oldu. Kamu alanına ilişkin planlar yapıldı. Panelimizin konusu olan enerji politikası ise programlara uydurulmaya çalışıldı.
En başta vurgulamalıyız ki, özelleştirme ideolojik bir saldırıdır. Bu saldırıda sadece çalışanlar değil işçiler, kamu emekçileri, tüketiciler, esnaflar, işsizler; kısacası toplumun geniş emekçi kesimleri zarar görmekte, ülkemiz zarar görmektedir. Ülkemizde bugüne kadar çimento sanayi, Sümerbank, Et-Balık Kurumu, Süt Endüstrisi vb. birçok kurum özelleştirildi. Sonuçlarını biliyoruz.
Ben biraz enerjideki özelleştirme üzerine konuşacağım.
Biliyorsunuz elektrik hizmetleri eskiden, yerel yönetimler (İETT, EGO vb.) tarafından yürütülüyordu. TEK, 1970’de kuruldu. Buna ait yasayı Demirel, TBMM’den çıkarttı. 1982’lerde bütün elektrik hizmetleri TEK’e devredildi. Çıkarılan bir yasa ile işletme hakkının devri getirildi. 1989’da İstanbul’un Anadolu yakasında işletme hakkı 30 yıllığına Aktaş’a devredildi. Aktaş’ın 30 yıllığına işletme hakkının devri için ödediği miktar, arşivlerde bulunan kırtasiye karşılığı bile değildi. Yani yok pahasına Aktaş’a peşkeş çekildi.
Gelişmelere göz atarsak;
— Aktaş, çalışanlarını gruplar halinde kapı dışarı etti.
— Açılan davalar sonucu, 1993 yılında Danıştay, Aktaş’la Bakanlık arasındaki sözleşmeyi iptal etti.
— Sözleşme iptal edilmesine rağmen Aktaş usulsüz bir şekilde faaliyetini devam ettiriyor.
— Aktaş, TEK’e karşı sözleşme yükümlülüklerini yerine getirmedi. TEK’e ödemesi gereken borcunu ödemedi. Biriken borcun 240 milyar Lirasını, Virman aracılığı ile Marmara Bank’a aktardığı gün, Marmara Bank’ın faaliyetinin durdurulduğu, iflas ettiği söylendi. Açık ki bu, “danışıklı dövüş”tür.
— Bütün bunları önceleri basından takip ettik. Bizim işkolumuz olduğundan belki, biz biraz daha dikkatlice takip ettik. İşletme hakkının devri dışında, 4286 sayılı yasa ile “Yap-İşlet-Devret” yasası çıkartıldı.
Sonuçta stratejik önemi yüksek olan bu kazançlı kurumu şirketlere ve holdinglere peşkeş çektirmenin yol ve yöntemleri araştırıldı. Başta bu işi kolaylaştırmak için TEK; TEAŞ ve TEDAŞ olarak iki ayrı kuruma ayrıldı. Her kurum kendi içinde 7 genel müdürlüğe bölündü. Çünkü koskoca TEK’i tek şirkete devretmek hem zordu, hem de bu devir, şirketler ve holdingler arasında sorunlara neden olacaktı. Bu yüzden yutulmaya hazır lokmalar haline getirildi. İşletmeyi böyle parçalamanın bir nedeni de oralardaki işçi ve emekçilerin mücadelesini bölmek, parçalamak ve özelleştirmeyi rahatça gerçekleştirmektir.
Evet, geçtiğimiz günlerde, Enerji Bakanı 10 enerji dağıtım şebekesinin ve 8 termik santralin devrinin onaylandığını açıkladı.
Danıştay’ın onayından geçen termik santrallerden üçünün durumu şöyle:
1- Kuruluş maliyeti 450 milyon dolar olan Çayırhan Termik Santrali Park Holdinge 75 milyon dolara;
2- Kuruluş maliyeti 945 milyon Dolar olan Yatağan Termik Santrali 160 milyon dolara;
3- Kuruluş maliyeti 630 milyon Dolar olan Yeniköy Termik Santrali, 100 milyon Dolara Bayındır İnşaat’a ihale edildi ve onaylandı.
Bu örnekleri artırmak mümkün. Sonuç olarak özelleştirmecilerin sunduğu tezlerin gerçeklerle ilgisi yoktur.
Bir sınıf saldırısı olan özelleştirme aynı zamanda vurgun, talan ve peşkeştir.
Bütün bunlar, Yeni Dünya Düzeni’nin globalizm politikalarının ve bunları hazırlayan ikili ve çok taraflı antlaşmaların arka planları ve hazırlıklarıdır. Bugüne kadar ikili veya çok taraflı birçok antlaşma uluslararası planda imzalanmıştır. EU (Avrupa Birliği Anlaşması), APEC (Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği), NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) ve 1986 yılında Uruguay-Round Zirvesi’nde 120 ülke arasında imzalanan GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşmaları) gibi birçok antlaşma, ikili veya çok taraflı tüm antlaşmalar, son zamanlarda çok tartışılan MAI’nin hükümlerini taşıyor.
MAI, çok taraflı yatırım antlaşması olup, Türkiye dâhil 29 ülke tarafından benimsenmekte.
MAI’nin çalışmaları ve hazırlıkları 1995 yılında ortaya çıktı. 1998 yılında Paris’te imzaya açıldı. Fransa ve İngiltere dahi, MAI’nin taşıdığı hükümlerden dolayı çekimser kaldı. Bu iki ülkenin çekimser kalmasından dolayı MAI yeniden ele alındı. Ancak taşıdığı hiçbir hüküm değişmedi.
MAI, diğer bütün antlaşmalardan farklı olarak çözüm kurumu önermektedir. MAI’ye göre, yabancı sermaye istediği ülkeye yatırım yapar. Yatırım sonrası elde edilen kârın başka ülkelere transferi serbesttir. Yani sermaye, emek gücünün ucuz olduğu ülkelerde rahatça dolaşabilir.
MAI, yatırım yapan yabancı sermayeye güvence veriyor. Önerdiği güvence ve kurum ise ULUSLARASI TAHKİM’dir. Uluslararası tahkim kuruluşları mahkemeler değildir. Uluslararası ekonomik kuruluşların atayacağı özel yapılardır. Bu yapıların kendilerine özgü tüzükleri vardır. Uluslararası tahkime götürülen konular ve davalar, sadece MAI hükümlerini ihlal edip etmediği yönünden incelenir. Ayrıca tahkimlere ülkeler değil şirketlerin başvuru hakkı vardır.
Uluslararası tahkim, ulus hukukunu yok saymaktadır. Ayrıca bununla da kalmayıp, her biri küçük bir MAI alanı olarak nitelendirilebilecek serbest bölgeler kurulmaktadır. Bunlar da gittikçe büyütülerek, “serbest şehirler” haline getiriliyor. 1985 yılında Resmi Gazete’de yayımlanarak “Serbest Bölge Yasası” yürürlüğe girdi ve halen yürürlüktedir. Serbest bölgelerde, düşük ücretle işçi çalıştırma işin bir yanı iken, sigorta, vergi, harç, gümrük ve kambiyo mülkiyetlerine dair mevzuat hükümleri uygulanamaz.
Özellikle son günlerde çok tartışılan, hükümet sözcülerinin “getireceğiz” dedikleri uluslararası tahkim, MAI, MIGA gibi antlaşmaların mantığını açığa çıkarma, teşhir etme gibi bir görevle karşı karşıyayız.
Bu konular yeni sayılabilir. Birçok insan, birçok sendikacı dahi bunların mantığını ve amacını yeterince kavramış değildir. İşyerlerinde bunları anlatma, halkı aydınlatma, anlaşılır tarzda bir ajitasyon ve propaganda faaliyeti sürdürülmelidir.
İşçilere ve emekçilere politik davranmaları, mücadeleyi politikleştirmenin zorunluluğu anlatılmalıdır.
57. Hükümet eliyle estirilmeye çalışılan bu saldırı dalgasına karşı ülkemizde işçi sınıfının, kamu emekçilerinin ve emekçi bütün kesimlerin mücadelesi birleştirilmelidir.
Ülkemizde emek örgütleri ve demokrasi güçleri arasında dayanışma şarttır. Hatta uluslararası sermayenin dünya çapındaki saldırılarına karşı uluslararası dayanışmanın önemi ortadadır. Bu önem, değişik ülkelerden sendikacıların katıldığı 14–15–16 Mayıs Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansında dile getirildi.
Hepimize düşen görev, hak gasplarına ve yeni saldırı dalgalarına karşı mücadeleyi öne çıkarmak ve karşı koymaktır.
Av. Gökhan Candoğan
“yurttaşlara adliye koridorlarında sürünme hakkı, tekellere tahkim”
Merhaba,
Sanırım, salonda TÜMTİS çalışanları çoğunlukta. Bu yüzden enerji özelleştirmesini, çok fazla detaya girip, yasal düzenlemelerin neler olduğunu ayrıntılı bir şekilde anlatmak yerine, genel anlamda özelleştirmeye ilişkin bilgi sunmaya çalışacağım. Arkasından da vakit yettiği ölçüde, uluslararası tahkimin ne olduğuna değineceğim.
Burada enerji özelleştirmesinin konuşulmasının bence çok önemli bir yanı var. Özelleştirme, Türkiye gündemine 1980’lerde girdi. O tarihten bu yana özelleştirilmesi tamamlanmış kuruluşlar ve işletmeler oldu. Ancak, bu işlemlerin hiçbiri, 3–4 yıldır gündemde olan enerji özelleştirmesi kadar dikkat çekici olmadı. Çünkü enerji ve telekomünikasyon alanındaki yatırımların ve elde edilen gelirlerin miktarı, diğer sektörlere nazaran oldukça yüksek.
Buna ek olarak, bir de bu hizmetlerin doğal tekel niteliği taşıması, sadece belli bir kapasitenin üstündeki ulus-ötesi şirketlerin yatırım yapmasına ve hizmet üretmesine neden oluyor.
Dolayısıyla enerji alanında yapılmaya çalışılan özelleştirme ön plana çıkıyor ve sanırım çıkmaya devam edecek.
Enerjiye ilişkin hizmetlerin hukuki açıdan temel niteliği, bu hizmetlerin vazgeçilmez nitelikte olmasıdır. Sağlık hizmeti, nasıl temel bir kamu hizmeti ise, elektrik üretimi, iletimi ve dağıtımı hizmetleri de vazgeçilmez ve topluma sürekli olarak sunulması gereken hizmetlerdir. Bu nedenle, yıllardan bu yana, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası, sosyal devletin ortaya çıkışıyla birlikte, elektrik üretimi ve dağıtımı kamu hizmeti sayılmış ve bu hizmetler kamu kuruluşları tarafından yerine getirilmiştir.
Bu hizmetlerin kamu hizmeti niteliği taşıması, bu alanda yapılan tüm işlemlerin idare hukuku ilke ve şartlarına tabi olması sonucunu doğurmaktadır. Sizler de günlük yaşantınızdan bilirsiniz, bir kira sözleşmesi veya iş sözleşmesi imzaladığınızda, bunlara ilişkin bir sorun çıktığında, çözüm yeri adli yargı organlarıdır. Yani, asliye hukuk, sulh hukuk veya iş mahkemesine gidersiniz. Bu tür sözleşmelerde tarafların irade serbestîsi esastır. Ve iki taraf eşit sayılır. Ancak, elektrik üretimine ilişkin bir sözleşme söz konusu olduğunda, bu bir kamu hizmetine dâhil olduğundan, iki taraf eşit sayılamaz, idare üstün taraftır ve sözleşmeden kaynaklanan tüm uyuşmazlıkların idari yargı organlarında çözümlenmesi gerekir. Bu çok temel bir ayrımdır ve uluslararası tahkim isteminin kökeninde, kamu hizmetinin niteliğini değiştirmek ve bu hizmetlere ilişkin hizmetleri özel hukuk işlemleri sayarak adli yargı organlarının veya uluslararası tahkim kurullarının yetkisi altına almak isteği mevcuttur.
Bu amaçla, 1984’te 3096 sayılı “Elektrikte Yap-İşlet-Devret Yasası” olarak tanımlayabileceğimiz yasanın çıkarılmasıyla birlikte sayısız yasal düzenleme yapılmıştır. Türkiye Elektrik Kurumu, 1993’te TEAŞ ve TEDAŞ olarak ikiye ayrılmış, bu kurumların yatırım yapma olanakları ellerinden alınmış, hizmetin kalitesinin düşmesi sağlanmış ve toplumun nazarında kamu hizmetinin kötü yürütüldüğü izlenimi oluşturulmaya çalışılmış ve kanımca bunda başarılı olunmuştur.
Bugün elektrik enerjisi alanında, üç tür özelleştirme yöntemi kullanılmaktadır. Bunlar:
1- Yap-işlet-devret sözleşmeleri;
2- İşletme hakkı devri sözleşmeleri;
3- Yap-işlet sözleşmeleri ile yapılan işlemlerdir.
1- Yap-işlet-devret (YİD) sözleşmesi, kamu kuruluşları ile özel şirketler arasında imzalanan bir sözleşmedir. İstanbul’da, özel bir şirket olarak, bir elektrik üretim santrali kuracağınızı söylüyor ve Enerji Bakanlığı’na başvuruda bulunuyorsunuz. Bakanlık, sizin fizibilite raporunuzu inceliyor ve “tamam kurabilirsiniz” diyor. Akabinde, YİD sözleşmesi imzalanıyor. Bu sözleşme ile özel şirket, üretim santralini kuracak, diyelim ki, 30–40 yıllığına işletecek, sonra da sürenin sonunda kamu kuruluşuna devredecek.
2- İşletme hakkı devrini ise, bilinen bir örnekle açıklayabiliriz: İstanbul ili Anadolu yakasında elektrik dağıtımı hizmetini yapmakla yükümlü Aktaş Elektrik. İşletme hakkı devrinde, kamu tarafından yapılmış bir tesisin, yine belli bir süre işletilmesi ve sürenin sonunda kamuya devredilmesi söz konusu. İstanbul’da TEK tarafından yapılmış ve tamamlanmış bir dağıtım altyapısı mevcuttu. İstanbul ili, dağıtım bölgesi olarak ikiye ayrıldı. Ve 1989 yılında Anadolu yakasında özel bir şirket olan Aktaş, elektrik dağıtım hizmetiyle görevlendirildi. Aktaş halen bu görevi yürütüyor. Sözleşmesine göre -ki bu sözleşme Danıştay tarafından 1993 yılında iptal edilmiştir,- Aktaş burayı 30 yıl boyunca işletecek ve sürenin sonunda tekrar kamu kuruluşuna devredecek.
3- Yap-işlet modeli ise, yeni bir uygulama. Bunda, özel şirket geliyor, “şurada üretim santrali kurmak istiyorum” diyor, santral kurma izni alıyor ve aldıktan sonra artık o tesisi, tamamıyla kendisine ait olmak üzere, kamuya devretme yükümlülüğü taşımadan, elektrik üretimi için işletiyor.
Bugün itibariyle, bu üç yöntemle yapılmaya çalışılan özelleştirme işlemlerinin tamamına karşı, meslek odaları (Elektrik Mühendisleri Odası), Enerji-Yapı Yol Sen ve Tes-İş sendikaları tarafından davalar açılmış durumda. Dolayısıyla bu işlemler açısından, geçerlilikleri için, net bir şey söylemenin mümkün olmadığı, bir kaos ortamının var olduğunu söyleyebiliriz. İşlemler yapılırken, var olan hukuk sistemi açısından kabul edilemez birçok hukuka aykırılık söz konusu olmuştur.
TEAŞ ve TEDAŞ’ta toplam 34 bin civarında kamu görevlisi (memur, sözleşmeli personel) var.
İşletme hakkı devirleri tamamlandıktan, bu kuruluşlar özel kuruluşlara devredildikten sonra 34 bin çalışanın 23 bini bu işlemlerden etkilenecek. Özelleştirmenin temel gerekçelerinden biri kamu kuruluşlarının aşırı istihdama sahip olduğu, düşük verimle işletildikleri iddiası. Bu işlemlerle işçilerin büyük bir çoğunluğu işini kaybedecek, yeni işveren, sendikalı işçilerin çoğunu işten çıkarıp asgari ücretle çalışacak sendikasız işçiler alacak. Memur ve sözleşmeli personel, iş güvencesine sahip, ancak yeni yapıda memur statüsüyle çalışmaları mümkün değil.
Dolayısıyla kamu personeli, ancak statü değiştirip işçi statüsüne geçerek yeni işverenin emri altında çalışabilecek. Bu ise, ancak bir yasal düzenlemeyle yapılabilir. Ancak bu işlemler, yasal düzenleme yapılmadan gerçekleştiriliyor şu anda. Yani işletme hakkı devri işlemleri, çalışanların durumunun ne olacağı belirlenmeden yapılmış. Tek başına bu bile, çok ciddi bir hukuka aykırılıktır.
Memurların özlük hakları yasayla düzenlenmeden değişiklik yapılırsa, buna onay veren yöneticiler görevlerini kötüye kullanmış olurlar. Bu kişilerin cezai soruşturmaya tabi tutulması, haklarında kamu davası açılması ve cezalandırılmaları gerekir. Enerji-Yapı Yol Sen adına, bu kararı alan kamu görevlileri hakkında belirttiğimiz gerekçeyle suç duyurusunda bulunduk, ama ne yazık ki sonuç alamadık. Sonuç olarak, 23 bin kamu çalışanının yasal hakları ellerinden alınıyor, ancak kimsenin bunun üzerinde durduğu yok, istenen bir an önce devir işlemlerini tamamlamak.
3984 sayılı yasada özel radyo-TV’lerde ilişkin bir hüküm var; ‘Bir radyo-TV kuruluşunda % 10’dan fazla hisse sahibi olanlar kamu ihalelerine giremez’ şeklinde, demokratik hukuk devleti açısından son derece önemli bir hüküm. Çünkü sahip olduğu medya gücüyle hem diğer şirketlere karşı haksız rekabet yapma, hem de birtakım usulsüzlükler, yolsuzluklar yapma olgusu, bütün dünyada yaşanarak öğrenilmiş bir durum. Bu açık hükme rağmen, yasaya karşı birtakım hile yöntemleriyle, işletme hakkı devri ihaleleri medya patronlarına kazandırıldı. Örneğin Aydın Doğan, İstanbul ili Avrupa yakasında elektrik dağıtım ihalesine girdi ve kazandı. Açılan davalar üzerine, Danıştay 10. Dairesi, “bu 3984 sayılı RTÜK yasasına aykırıdır” dedi. Dosya, itiraz üzerine Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’na gitti. Kurul, tuhaf bir gerekçeyle, Daire kararını kaldırdı. Gerekçe de şu; Yasanın özü, radyo-TV şirketlerinde hisse sahibi olanların kamu ihalelerine girmelerini tamamıyla yasaklamak değildir.
Bu kararlar alınırken ve işlemler yürütülürken yoğun bir lobi çalışması gerçekleştiriliyor.
Danıştay etrafında kamp kurularak, Danıştay Başkanı ile üyeleriyle irtibat kurulmaya çalışılıyor. Hatta bir süre önce, Meral Akşener tarafından basına duyurulan bir telefon görüşmesi olmuştu; Bir Yargıtay üyesinin Aydın Doğan’ın bir yakınıyla yaptığı konuşmanın bandı; haberleşme özgürlüğü açısından olumsuz bir örnekti ama içeriği oldukça önemliydi.
Konuşmada, Doğan’ın yakını Yargıtay üyesine, enerji ihalesine ilişkin olarak Danıştay ile görüşülmesi gerektiğini, bu işin kendileri için çok önemli olduğunu söylüyor, “birlikte Danıştay 1. Dairesi Başkanı ile görüşmelerini” öneriyordu.
Enerji özelleştirmesine ilişkin bu bilgilerden sonra, biraz da uluslararası tahkim üzerinde durmak istiyorum.
Tahkim, “bir hak üzerinde ihtilafa düşmüş olan iki tarafın anlaşarak, bu uyuşmazlığın çözümünü özel kişilere bırakmaları ve uyuşmazlığın özel kişiler tarafından incelenip karara bağlanması” olarak tanımlanır. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 516 ve 536. maddeleri arasında düzenlenmiş olan tahkim, istisnalar dışında ihtiyari/isteğe bağlı bir uyuşmazlık çözüm yoludur. Yasa gereği, sadece çekişmeli (medeni) yargıya giren ticari uyuşmazlıklar (davalar) için mümkündür. Bir uyuşmazlık konusunda tahkime gidilip gidilmeyeceğinin tayininde ölçüt, uyuşmazlığın iki tarafın iradesine bağlı bir konuya ilişkin olup olmadığıdır. Bu sebeple asıl olarak ticari nitelikteki işlerden kaynaklanan uyuşmazlıklarda tahkim söz konusu olmaktadır.
Peki, bu tanım çerçevesinde, tahkim idari yargı alanında uygulanabilir mi?
Yukarıdaki ölçüt, ceza yargısında ve idari yargıda, tahkimin uygulanmasının mümkün olmadığını ortaya koymaktadır. Gerek idari yargıda, gerekse ceza yargısında işlemler, tarafların arzulan dışında belirlenmiş objektif hukuk kuralları çerçevesinde yürütülür. Çünkü her iki yargı alanı toplum yaşamını, kamu hizmetlerini, kamu vicdanını yakından ilgilendiren konuları içermekte ve çözüme kavuşturmaktadır. Bu sebeple, özel olarak seçilmiş hakemler aracılığıyla uyuşmazlığı, mevcut kanunlara göre değil, adalet ve nezafet esaslarına göre çözüme kavuşturmayı hedefleyen tahkimin, idari yargıda ve ceza yargısında uygulanması söz konusu olamaz.
Prof. Dr. Baki Kuru; “milletlerarası (uluslararası) tahkim” kavramı diye bir kavramın olmayacağı görüşünü ileri sürmektedir. Kuru’ya göre, bir hakem kararı, ya Türk hakem kararıdır ya da yabancı hakem kararıdır. Türk hukuk sistemine göre de, yabancı hakem kararı sayılmadan, her hakem kararı, Türk hakem kararı olarak kabul edilmek zorundadır. Yabancı hakem kararı ile Türk hakem kararı arasındaki ayrım, ikisine uygulanacak usullerin farklı oluşu açısından değer kazanmaktadır.
Yabancı hakem kararları hakkında başlıca uluslararası antlaşmalar şunlardır:
1- Yabancı Hakem Kararlarının icrası Hakkında 26.09.1927 Tarihli Cenevre Sözleşmesi;
2- Yabancı Hakem Kararlarının Tanınması ve İcrası Hakkında 10.06.1958 Tarihli New York Sözleşmesi (1927 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nin yerine geçmiş, Cenevre Sözleşmesini hükümsüz kılmıştır);
3- Milletlerarası Ticari Hakemlik Hakkında 2.1.04.1961 Tarihli Avrupa Sözleşmesi. .Bu uluslararası antlaşmaların yanında, Birleşmiş Milletler Uluslararası Ticaret Komisyonu (UNCITRAL), Uluslararası Ticaret Odası (ICC) Tahkim Divanı, Dünya Bankası nezdinde oluşturulan Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümü İçin Uluslararası Merkez (ICSID) gibi kurumlar da çok taraflı antlaşmalar ile oluşturulmuş tahkim kuruluşlarıdır.
Tahkim süreci bu şekilde işlemektedir.
ICSID bünyesinde tahkim sürecini başlatmak isteyen akit ülke veya akit ülke vatandaşı, istemini yazılı bir şekilde Genel Sekreterliğe bildirir, bildirim üzerine uyuşmazlığı çözecek hakemler taraflarca belirlenir, hakemler değerlendirmelerini yapar ve nihai kararlarını açıklarlar. Tahkim heyetinin verdiği kararlar üzerine, itiraz hakkını kullanan taraf olması halinde, ICSID Başkanı, 3 kişilik bir komite oluşturur ve itiraz, komite tarafından kesin olarak karara bağlanır. Kesin karar üzerine, taraflar bu kararın gereklerini yerine getirmek yükümlülüğü ile karşı karşıyadır.
Tahkim Kurumu tarafından verilen kararların, örneğin ülkemizde uygulanabilmesi için Asliye Hukuk Mahkemelerine başvurularak tenfiz edilmesi isteminde bulunulması gerekmektedir.
Tanıma ve tenfiz kararı olmadan tahkim kurulu kararının uygulanabilmesi hukuken mümkün görülmemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, yukarıda sayılan antlaşmalardan; 1958 tarihli New York Sözleşmesi’ni 1991 yılında 3731 sayılı kanun ile, 1961 Avrupa Sözleşmesini 1991 yılında 3730 sayılı kanunla onaylamış; Dünya Bankası’nın tahkim kuruluşu olan ICSID’nin kuruluşuna 1988 yılında 3460 sayılı kanunla katılmıştır. Bu antlaşmalardan 1958 sayılı New York Sözleşmesi’ne imza atılırken, Türk hukukuna göre ticari iş sayılan konularda, bu antlaşmanın hükümlerinin uygulanacağı yolunda bir rezerv konulmuş, ancak ICSID’ye katılırken bu yönde bir rezerv düzenlenmemiştir. Bu rezervin anlamı, ticari iş sayılmayan yatırım alanlarında (örneğin idare hukuku alanına giren YİD, Yİ vb. yatırımlarda) bu sözleşmelerde yazılı tahkim sürecinin işlemeyeceğidir.
Soru: Uluslararası tahkimin sonuçları ne olabilir?
Genel anlamda tahkim, uluslararası ticaret şirketlerinin ihtiyaçları doğrultusunda gelişmiş ve var olmuş bir kurumdur. Bu hususu, Prof. Dr. Cemal Şanlı; “Uluslararası Ticari Akitlerin Hazırlanması ve Uyuşmazlıkların Çözüm Yolları” isimli kitabında şöyle belirtmektedir;
“Uluslararası ticaret camiası, kanun koyucularını zorlamış ve hukuki bakımdan uluslararası tahkimin gelişmesini sağlamıştır.” (s. 236)
Bugün itibariyle tahkim, savunucuları tarafından ticaret konuları ile ilgilenen uluslararası bir yargı organı olarak tanıtılmaya çalışılmaktadır. Taraflarca uyuşmazlığın çözümü için “seçilen hakemlerin” formasyonuna sahip olmamaları bir yana, ortada “bağımsız yargı organı” sıfatıyla tanımlanabilecek bir kurum da yoktur. Dünya Bankası bünyesinde kurulan “Yatırım Anlaşmazlıklarının Çözümü İçin Uluslararası Merkez-ICSID” sözleşmesine göre, “merkezin yerleşim yeri, Dünya Bankası’nın merkezi içersinde olacak…” (madde 2), “Merkez, bir idari konsey ve bir sekretaryaya sahip olacak ve bir arabulucular ve bir hakemler paneli oluşturacak…” (madde 3), “Dünya Bankası Başkanı, otomatik olarak İdari Konsey’in başkanı olacak…” (madde 5), “her akit devlet, her panele kendi vatandaşlarından veya diğer ülke vatandaşlarından 4 kişi atayacak, Başkan, her bir panele 10 kişi atayabilecek…” (madde 13).
Bu yapıdan, ICSID kararlarının büyük bir ölçüde Dünya Bankası yönetimi tarafından belirlenen kişiler tarafından oluşturulacağı sonucu çıkmaktadır. Dolayısıyla böyle bir yapının bağımsız ve tarafsız bir yargı organı olarak sunulması mümkün değildir.
“Milletlerarası Tahkim Konusunda Yasal Bir Düzenleme Gerekli Mi?” başlığı altında 11 Nisan 1997 tarihinde Ankara Üniversitesi Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü bünyesinde gerçekleştirilen sempozyumda Prof. Baki Kuru, tahkim kuruluşunun ne denli bağımsız olduğuna ilişkin şu anısını aktarmıştır;
“Bir olayda bir Türk firması ile İtalyan firması arasında ihtilaf çıkmıştı. Sulh müzakereleri sırasında İtalyan firması, hakem şartında Cenevre’yi tahkim yeri olarak düzenlemiş, o da Milletlerarası Ticaret Odası’nın tüzüğüne atıf yapmıştı. İtalyan firması Cenevre’de tahkim cereyan edecek diye, daha baştan Cenevre’den bir avukat tayin etti. Sulh görüşmelerini tahkim öncesinde Cenevreli avukat yürütüyor. Avukat, Türk firmasına, ‘Antlaşmaya varmazsanız, sizi uyarırım. Tahkim yeri Cenevre’dir’ diyor. ‘Milletlerarası Ticaret Odası, Cenevre’den bir avukatı hakem tayin edecektir’ ve ‘o hakem sizin aleyhinize karar verecektir ve siz yargılama giderlerine de mahkûm edileceksiniz’, açıkça yazılı şekilde. Ondan sonra iş, Milletlerarası Ticaret Odası’na intikal ediyor… Milletlerarası Ticaret Odası Cenevre’den, yazıhaneleri neredeyse komşu olan bir avukatı tayin etti. Türk tarafı gitti, kendini savundu, bir profesör avukat tuttu, Cenevreli hakem hiçbirini dinlemedi. Türk tarafını yüzde yüz mahkûm etti.”
Görüldüğü üzere, uluslararası tahkimin kurallarını koyanlar karşısında, bir kamu kuruluşunun, bir az gelişmiş ülke şirketinin, pek fazla şansı yoktur. Şans olsa bile, hukuk sistemimizden tamamıyla farklı bir alanda gelişen, farklı kurallar ve ilişkiler gerektiren bir alanda, Türk hukukçularının başarılı olabilmesi de oldukça zordur. Bilgi, tecrübe ve para üstünlüğünü elinde tutan uyuşmazlıktan galip çıkacak taraf olacaktır.
Tahkim usulünde, kararları oluşturan hakemler, esas itibarıyla ticari esaslar dâhilinde değerlendirme yapmaktadır. Zaten böyle bir kurumun varlık sebebi de, uyuşmazlıkların ulusal hukukların emredici ve kamu düzenine ilişkin kurallarını göz ardı ederek, ticari esaslar çerçevesinde uyuşmazlıkları çözmektir.
Ulusal kanun koyucular tarafından, kamu yararı, kamu düzeni, kamu sağlığı gibi önemli gerekçelerle vaaz edilen yasalar, tahkim ile geri planda bırakılmaktadır.
Bunun yanında, tahkim sürecinin gizli tutulması, kamuoyunun bilgisine sunulmaması da tahkim isteminin gerisinde yatan gerekçelerden birisidir. Şirketlerin ticari sır kapsamındaki bilgilerinin açığa çıkmaması için bu unsur üzerinde durdukları açıktır. Bir taraf için ticari sır olan bir hususun, diğer yandan kamu tarafından bilinmesi zorunlu bir bilgi olması kaçınılmazdır. Gelişmiş hukuk sistemlerinde yurttaşların her türlü idari işlem ve eylem hakkında bilgi edinme hakkı yasal güvencelere kavuşturulmuşken, tahkim mekanizmasıyla bu süreç geriye çevrilmeye çalışılmaktadır.
Yukarıda tahkim süreci belirtilirken, tahkim kurulu kararının geçerli olabilmesi için ulusal yargı tarafından tenfiz kararı verilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bu husus yasa ile düzenlenmiş olmasına karşın, gelişen yeni eğilim çerçevesinde bu tenfiz sürecinin fiili olarak ortadan kaldırılması hedeflenmiştir. Sermaye sıkıntısı gerekçe gösterilerek IMF ve Dünya Bankası’nın tüm istemleri yerine getirilirken, bir yabancı yatırımcı lehine verilen tahkim kararının uygulanmaması, fiili olarak olanak dışı görülmektedir. (Bunun yanında, ICSID Sözleşmesi’nin 54. maddesinde, “Her üye ülke bu sözleşmeye uygun olarak verilmiş her kararı baştan kabul edecek ve kararın parasal yükümlülüklerini kendi sınırları içinde kendi devleti mahkemesinin nihai bir kararı gibi yerine getirecektir” hükmü mevcuttur. Bu hüküm çerçevesinde tenfiz süreci gerçekleşmeden hakem kararlarının uygulanması söz konusu olabilecektir.)
Uluslararası tahkim isteminin altında yatan önemli nedenlerden birisi de, kanımca, küreselleşme ideolojisi adıyla yayılmaya çalışılan yeni bir düzenin hukuki temellerini oluşturmak ve insanlar üzerinde bu sistemi meşrulaştırmaya çalışmaktır. Mevcut kararlardan ve sözleşme örneklerinden anlaşıldığı kadarıyla, ulus-ötesi şirketler, hangi yargı düzeninde olursa olsun, istedikleri sonucu elde etmekte pek zorlanmamaktadırlar. Ama hedef, nihai olarak tüm dünyada geçerli bir düzen oluşturmak olduğu için, bugüne kadar imzalanmış iki taraflı, çok taraflı antlaşmalarla zaten temellerini yitirmiş, içi boşaltılmış ulusal yargı sistemlerini tamamıyla devre dışı bırakmak için uluslararası tahkimde ısrar edilmektedir.
Uluslararası tahkim istemi, bu çerçevede imzalanmış olan yukarıda yazılı antlaşmalar, 1988 tarihli Çok Taraflı Yatırımları Garantileme Ajansı (MIGA) ve imzalanması için yoğun çaba harcanan Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI) ile birlikte, ulus-ötesi bir yargı düzeni içinde anlamlı olmaktadır. Amaç, her hal ve koşulda yatırım ve yatırımcıyı korumaktır.
Konunun bir diğer yönü de, hakemlerin tarafsızlık ve bağımsızlığı konusudur. Dünya Bankası, Milletlerarası Ticaret Odası gibi kuruluşların denetim ve gözetimi altındaki hakemlerin ne denli tarafsız olacağı tartışmalıdır. Ancak uluslararası tahkim savunucuları, bu hususta da tuhaf birtakım iddialarda bulunmaktadır. Ankara’da yapılan bir seminerde, (Milletlerarası Tahkim Konusunda Yasal Bir Düzenleme Gerekir mi? Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, 11 Nisan 1997) konunun gündeme gelmesi üzerine, Prof. Dr. Mahmut Tevfik Birsel şunları söylemiştir:
“MTO (Milletlerarası Ticaret Odası) tahkiminde, evvela hakemlerden bağımsızlık ve tarafsızlık belgesi alınıyor. Bu belge olmadan hakem olamıyorlar. İnsanların dürüst ve hele hukukçuların çok dürüst insanlar olduğunu kabul etmek lazım. Hakem eğer bağımsızım ve tarafsızım dediyse, gerçekten öyle olduğunu kabul etmek gerekir…”
İnsanın yüreğine su serpen bu bilimsel yaklaşım karşısında, hakemlerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusunda şüphelenmek, elbette ki anlamsızlaşıyor.
Tartışılan konunun özü budur. Elektrik üretimi ve dağıtımı gibi bir alanda yargısal denetimin Danıştay’dan alınıp ulusal ve/veya uluslararası tahkime bırakılması kabul edilemez sonuçları da beraberinde getirecektir.
YİD modelinin sadece işletme aşaması idari yargıya tabi kılınırsa, bundan önceki aşamalarda tahkim geçerli olursa, son derece büyük usulsüzlük, yolsuzluk ve şaibelerin yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
Özellikle, sözleşme imzalanması aşamasına kadar yapılan işlemlerin gizli tutulması, ihalelerde uygulanacak usul ve esasların belirlenmemiş oluşu, yolsuzlukları önleme iradesine sahip bir idarenin bulunmayışı ve yetersiz yargı denetimi ortamında, bir de idari, yargı yolu kapatılacak olursa, yurttaşların ve ilgili örgütlerin hukuk yoluyla denetim yaptırma olanakları ortadan kaldırılmış olacaktır.
Basit bir örnek vermek gerekirse, bugünlerde işletme hakkı devri işlemlerinin iptali için çalışanlar, sendika ve meslek odaları tarafından açılan davalarda, ardı ardına yürütmenin durdurulması kararları çıkmaktadır. Bu davalar, sözleşme öncesi aşamanın ve sözleşmenin Danıştay denetimine tabi olması sayesinde açılabilmiştir. Bu aşamalar Danıştay denetimine tabi olmaktan çıkarsa, bu kişi ve kurumların dava açma şansı da kalmayacaktır. Dolayısıyla hukuk devleti bir kez daha ortadan kaldırılmış olacak, şaibe ve, yolsuzluk kokan işlemler hukuk âleminde var olmaya devam ediyor olacaktı. Görüldüğü gibi tahkim istemi aynı zamanda, sözleşme sürecini yargı denetiminden kaçırma niyet ve isteğini de barındırmaktadır.
Gerekçesiz olarak ileri sürülen tahkim isteminin asli gerekçesinin bu olduğu kanısındayım.
Sonuç olarak; Anayasa’da yazılı olduğu üzere, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olma yolunda herhangi bir girişimde bulunmayan, yurttaşlarının refah ve mutluluk içersinde bir yaşam sürdürmesi konusunda çaba harcamayan bir idari anlayışın, ısrarla ve şiddetle uluslararası tahkim istemini ileri sürmesi, ülke yolsuzluk ve rüşvet sıralamasında ilk üçe girmiş, kayıt-dışı ekonominin boyutu yasal ekonominin boyutunu aşmış, çalışanlarının büyük bir çoğunluğu asgari yaşam standardının altında yaşamak zorunda bırakılmış olması gerçekleri karşısında anlamlıdır.
Yabancı yatırımcı için daha adil, süratli ve güvenilir yargılama için uluslararası tahkim getirilmeye çalışılırken, yurttaşların en basit uyuşmazlıklarda bile yıllarca adliyelerde sürünmesine seyirci kalınması, adalet dağıtmakla görevli hâkim ve savcıların, ödenek yokluğu gerekçesiyle cüppelerini bile kendilerinin almaya zorlanılması, yetersiz, kötü, donanımsız binalarda düşük maaşlarla çalıştırılmaları anlamlıdır.
Tüm bu yapılanlardan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal bir hukuk devleti olduğunu ileri sürmek mümkün müdür acaba?
Selami Yılmaz
“topyekün saldırıya karşı emeğin birleşik cephesi”
ŞEYTAN ÜÇGENİ ÖZELLEŞTİRME
Sermayenin kar oranlarının düşmesiyle, önemli tekel rantlarına sahip KİT’ler, sermaye için her ülkede çekici hale gelmiştir.
Geri bıraktırılmış ülkelerde, bu çekiciliğin gizlenmesinde “bütçe ve kamu açıklarının” azaltılması gerekçesi kullanılmıştır. Buna ek olarak bu işletmelerin zarar etmesi (ettirilmesi) ve devletin sırtında kambur oldukları söylemini ön plana çıkartmışlardır. Devletin dericilik, kumaşçılık, sütçülük yapmaması gerektiği, işlevinin daha ciddi şeyler olduğu ön plana çıkartılmıştır. Olası tepkileri önlemek için de bu kurumların stratejik önemlerinin olmadığı, stratejik kurumların satılamayacağı söylenmiştir.
Daha sonraki süreçlerde ise böyle bir bahaneye bile gerek duymaksızın; eğitim, sağlık, enerji ve telekomünikasyon gibi hem stratejik, hem de resmi verilere göre ciddi oranda kâr eden kurumlar özelleştirilmiş ve özelleştirilmeye devam etmektedir. Onlarca yılın kamusal birikimi sermayeye adeta hibe edilmiştir.
Kamu sektörünün özerk ve demokratik olmamasından, kanunun denetimine açık olmamasından kaynaklı; gerek siyasi erk, gerekse devlet bürokrasisi, bu kuruluşları kasıtlı olarak zaafa uğratmıştır.
Bizlere özelleştirmeyle dayatılan, aslında “kamusal hizmet alanlarının, kâr alanları olarak sermaye lehine yeniden örgütlenme-sidir. Yani kamu hizmeti fikrinin ve sosyal devlet anlayışının tümden reddidir.
Enerji, sağlık, eğitim gibi temel kamusal alanlardaki kuruluşlar, halkta hoşnutsuzluk oluşturacak şekilde yıpratılmakta ve teşhir edilmektedir. Bu oyunun ana temasıdır. Bunun somut örneğini SSK’nın tasfiye girişiminde görmek mümkündür. Yıllardır SSK gelirlerine el koyan, alacaklarına sürekli af çıkartarak sürekli zarara uğratan, partizanca paravan kadrolar açan yönetim; “SSK yönetilemiyor, zarar ediyor, işlevini yerine getiremiyor” söylemleriyle tasfiye sürecine zemin hazırlamaktadır. 20 yıldır bir tane hastane açmayan, doktor başına hasta sayısının dört katma çıkmasına rağmen gerekli sağlık personelinin istihdamını sağlamayan devlet, özel klinik ve hastaneleri teşvik adı altında trilyonlarca parayı özel şahıslara ve sermaye şirketlerine vermiştir. Aslında oynanan oyun bu kadar açık ve ortada.
ENERJİYE OLAN İLGİNİN NEDENLERİ
Yerli ve yabancı sermaye, son yıllarda yoğun şekilde enerji sektörüne dadanmış durumdadır.
Bunun nedenleri şunlardır:
— Enerji sektöründe kâr oranlan % 300-% 400 civarındadır. Genel maliyet 8 bin TL, satış 25 bin TL’dir. Atatürk Barajı’ndan elde edilen gelir 600 milyon dolardır. Elektrik enerjisinin devlete yıllık katkısı 40 milyar Dolar civarındadır, ihtiyaç duyulan yatırım miktarı ise 4,5 milyar Dolardır.
— Elektrik enerjisi kullanımı zorunlu, reklâm ve pazarlamaya ihtiyaç duyulmayan, satış riski olmayan bir sektördür.
— Üretilenin tamamını alma ve nakden ödeme garantisine sahiptir.
— Enerji sektöründe grev yasağı nedeniyle işçi hak ve ücretleri patronun insafına (insafsızlığına) bırakılmıştır!
— Uluslararası sermayenin kirli ve ağır sanayi kollarını geri bıraktırılmış ülkelere kaydırması nedeniyle enerji talebinin daha hızlı artacağını varsaymak zor değil.
Bu nedenler çoğaltılabilir. Kısaca riski (uluslararası tahkim koşullarının kabulüyle) hiç olmayan ve kâr oranı maksimum seviyelerde olan bu sektöre sermayenin ilgisi anlaşılabilir.
BÖYLE BİR SEKTÖR NİÇİN ÖZELLEŞTİRİLEMEZ! ÖZELLEŞTİRİLİRSE NE OLUR?
— İnsanlığın gelişmişliği ve yaşam standartları; enerji kullanımını ticari bir mal değil, toplumsal bir hizmet olarak sunmalıdır. (Enerji kullanım oranları; Gelişmiş Ülkeler: 4.500 kw, Dünya Ortalaması: 2.500 kw, Türkiye: 1.500 kw)
— İnsanların yaşamsal alanlarını elektriksiz bırakmak insan hakları ihlalidir. Yani enerji ihtiyacı insan hakkıdır. (Fransa Yüksek Mahkemesi Kararı)
— Elektrik enerjisi doğası gereği depolanamadığından; üretimi de tüketimi de planlı programlı yürütülmelidir. Bu nedenle de, kamusal tekel olmak durumundadır. Aksi durumda sağlıklı, kesintisiz ve ucuz olamaz. Üretilen enerji ile tüketilen enerji arasındaki oran arttıkça sanal elektrik sıkıntısı ve maliyet artışları kaçınılmaz olacaktır.
— Enerji kaynakları toplumun ortak değerleridir. Kişi ya da kuruluşlara satılamaz.
Durum böyle iken Türkiye’de neler oldu, neler oluyor?
TÜRKİYE’DE ELEKTRİK ENERJİSİNİN ÖZELLEŞTİRİLMESİ SÜRECİ VE BUGÜN…
Türkiye’de özelleştirme politikaları ilk kez 24 Ocak 1980’de ortaya atıldı. Her ne kadar bu işin mimarını Turgut Özal (DPT Müsteşarı) olarak lanse etseler de, asıl karar 1979 yılında IMF tarafından alınmıştı. Özal sadece, basma, alınan kararları açıklamıştı.
Kararların duyulması ciddi tepkilere neden olunca, geri çekmek zorunda kaldılar. Kaldı ki, dönemin toplumsal muhalefeti de göz önüne alındığında uygulama şansları pek yoktu.
Tarih 12 Eylül 1980, sermayenin bir taşla iki kuş vurduğu, bir taraftan yükselen halk muhalefetini, diğer taraftan krizlerini aştıracak karar ve düzenlemelerini sorunsuz yaptırabilecekleri bir dönemdi.
Nitekim 1984 yılında 3096 sayılı yasa ile özelleştirmenin ilk adımı atıldı. Enerji sektöründe ilk özelleştirme ise İstanbul Anadolu yakası elektrik dağıtım işlerinin 30 yıllığına AKTAŞ A.Ş.’ye verilmesiyle başladı. Bu, kamu hizmetlerinin kâr amacı gütmemesi gerektiği ve özelleştirmenin insanlık için ne kadar tehlikeli ve onur kırıcı olduğunun ispatlandığı bir süreç oldu. Aynı zamanda ülkeyi yönetenlerin ne kadar yasa tanımaz ve gayrimeşru olduklarının ispatı oldu.
Bunu biraz açalım.
— EMO’nun (Elektrik Mühendisleri Odası) açtığı dava sonucu Danıştay, Aktaş’la imzalanan sözleşmeyi feshetti. Fakat hükümetler mahkeme kararlarını çiğnediler.
— Yargıtay Aktaş’ın Marmara Bank’ta; TEDAŞ’a ait 250 milyarı batırmasını (yani iç etmesini) kötü niyet olarak teyit etmesine rağmen, sözleşmesi feshedilmedi.
— Anayasa Mahkemesi’nin özelleştirmeye izin verirken koymuş olduğu kamu yararının korunması ön şartı defalarca ihlal edildiği halde hükümetler bunu dikkate almadılar.
— 1995 ile 1998 arasında, Aktaş, hiçbir sözleşmesi ve protokolü olmadan yasadışı olarak görevini sürdürdü. 1998’de sözleşmeyi, sözüm ona demokrat DSP azınlık hükümeti yeniledi.
— Bugün Aktaş bölgedeki problemlerin çözümünü değil çözümsüzlüğünü üretmiştir. “Paran kadar hizmet” anlayışına sahip işletme, bugün parası olana dahi çözüm üretememektedir.
— Abonelerine karşı keyfi uygulamalarını alışkanlık haline getiren (bütün uyarılara rağmen), keyfi ve gerçek dışı faturalarla halkı, devlet adına ama kendi hesabına soyan Aktaş A.Ş; Devlete olan trilyonlarca borcunu ödememekte direniyor.
Bunlar yetmezmiş gibi, elektriği üreten ve dağıtan kamu kuruluşları da, önce parçalara ayrıldı. Şimdi de çoğunluğunu başta Doğan Holding olmak üzere çeşitli basın kuruluşlarına ve yabancı işbirlikçilerine ihale (hibe) ederek devretmek istiyorlar.
Aktaş örneği bu kadar canlı iken böyle bir sürece girmeleri çok anlamlıdır.
Yerli ve yabancı sermayeye bu da yetmiyor, uluslararası tahkim dayatmasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu şirketler devletle imzaladıkları sözleşmelerin Danıştay tarafından incelenmesini şiddetle reddediyorlar. Çünkü Danıştay’ın görevi kamu çıkarlarını korumaktır. Özetlersek; sermaye kamu çıkarlarının korunmasını istemiyor. Anlaşmazlıkları ulusal mahkemeler yerine sermaye kuruluşlarının oluşturduğu hakem kurullarında çözmek istiyor. Bunun anlamı kayıtsız şartsız sermaye egemenliğinin kabulüdür. Bir örnek verelim: Bergama köylüsünün büyük mücadele sonucu kovduğu siyanürcü Eurogold firması, bu süreç yasalaşırsa, Danıştay kararının iptali sonucu yeniden zehir saçmaya devam edecek ya da devletten üreteceği altını hiçbir üretim yapmadan alacaktı. Bugüne kadarki yaklaşık 800 tahkim kararının tamamının sermaye lehine sonuçlanmış olması, bundan sonraki sürecin nasıl olacağının sanırım kanıtıdır.
Tahkim şartı uluslararası sermayenin (özelleştirmede olduğu gibi) kurguladığı ve Dünya Ticaret Örgütü’nde olgunlaştırdığı MAI sürecinin önemli bir ayağıdır. Bu sürecin diğer ayağı da serbest bölgeler projesidir ki şu an Türkiye’de on bir bölgede uygulanmaktadır.
Serbest bölgelerin özelliği ise;
— Yatırımcı her türlü vergi, fon ve harçtan muaf olacak. Yani ülkenin bütün olanaklarından en az bir yurttaş kadar yararlanacak, buna karşılık devlete hiçbir ödeme yapmayacak.
— Yatırımcının aleyhine hiçbir yasa uygulanamaz! Yatırımcı kendisine mani olacak yerel ve genel yasaklama veya yaptırımlardan muaf olacak. Örneğin yasak olduğu halde su havzasına fabrika kurabilecek.
— Yatırımcı dilediğince yabancı personel çalıştırabilecek. Örneğin, 30 Dolar aylıkla Romanya’dan işçi getirip çalıştırabilecek.
— Çocuk işçi çalıştırabilecek.
— Bu işletmelerde çalışanlar hiçbir şekilde örgütlenemeyecek; her türlü grev ve eylem, yasak kapsamında olacak.
İşte MAI sürecinin iki ayağı. Tarım, ormancılık, sosyal güvenlik ve diğer tüm alanlara yönelik çalışmaları da üç yıl içerisinde tüm dünyaya yayacaklar.
Sermaye öylesine topyekûn saldırıya geçti ki, bunu ancak emeğin birleşik cephesi engelleyebilire
Ağustos 1999