Kimler, niçin çatışıyor?

En son “büyük kapışma” ve “hesaplaşma”nın başlangıcına tanık olduk. Ergenokon soruşturmasıyla ünlenmiş İstanbul Başsavcı Vekili Zekeriya Öz’ün koordinatörlüğünde üçü tek “operasyon”da birleştirilmiş soruşturma ve gözaltı furyasıyla start verildi. Bir: Uzun süre altınla yapılan İran doğalgazı ödemeleriyle bağlantılı altın kaçakçılığı, rüşvet ve yolsuzluk dosyası.. İki: “Finansman merkezi” olduğu tahminlerin ötesine geçerek artık neredeyse ayan bayan bilinir olan TOKİ ihaleleri ve imar alanları bağlantılı yolsuzluklar dosyası.. Ve üç: Fatih Belediyesi’nde yolsuzluk ve rüşvet dosyası. Neredeyse şaşkınlık verici ve yeni hiçbir şey yoktu. Tümü fluluklar ardındaydı belki, ama biliniyordu; onun bunun tweetlerine konu olmaktaydı. Ama kanıt olmadığı gibi, resmi muameleye konmaları için kanıtın yanı sıra mutlak gerekli cesaret de yoktu olağan soruşturmacılarda. Eski örnekleri boldu. Biri, Şemdinli Bombası’nı soruşturan savcı Ferhat Sarıkaya’nın başına gelendi: Zamanın Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın soruşturmayı engellemek üzere Bombacı Başçavuş Ali’yi sahip çıkarak sarfettiği “tanırım, iyi çocuktur” sözlerinden hareketle onu da soruşturmaya dahil etmek istediğinde Savcı, anasından doğduğuna pişman edilmiş, soruşturmadan el çektirildiği gibi, savcılıktan tard edilmiş, avukatlık bile yapamaz kılınmak üzere tüm hakları elinden alınmıştı.
Kimsenin dilinde olmasa ve hele vergi cezaları vb. nedeniyle medya sayfa ve ekranlarına düşmese bile devlet katlarındaki yolsuzluklar herkesin malumuydu. Ama hem rüşvet ve yolsuzluğun belgesi çok zor bulunurdu.. Hem de iktidar sahipleriyle uğraşmak cesaret isterdi. Üstelik uğraşacak olanın da, hem gerekçesi olmalı hem de başka çaresi olmamalıydı. 17 Aralık’a kadar beklendi, bu üç nedenle.
Ama öğrendik ki beklemeyenler de varmış! Cesaret sahipleri yani. Ya da birden cesaretlere gark olanlar! Öyle değildi tabii. Ya da cesaret güç kaynaklıydı, güç sahipliğinden gelirdi cesaret sahipliği. Z. Öz cesur çıktı. Ya da güç sahibi. Meğer iki seneye yakındır soruşturma sürermiş. Teknik ve fiziki takipteymiş “şüpheliler”. Hem de kimler.. Üç Bakan oğlu. Üstelik biri soruşturma yürütücüleri polislerin emir kumandasının en tepesindeki İçişleri Bakanı’nın oğlu.. İran’ın “Koç Ailesi”nin mahdumlarından bir zat. Ünlü bir şarkıcının eşi.. İran’a doğalgaz ödemelerinin “kasa” ve “vezneleri”nden gerçekleştiği Halk Bankası’nın evini ayakkabı kutularında tasarruf edilen döviz banknotlarıyla banka şubesine çevirmiş Genel Müdürü.. İstanbul’un ultra lüks malikaneler yükseltmediği mutena ve taze imara açılmış arazisi kalmamış son yılların süper ünlü müteahhidi A. Ağaoğlu Bey.. Fatih Belediye Başkanı. Vb. vb.
“Cesaret” yamandı! “Operasyon” yenilir yutulur gibi değildi. Hem verimliydi.. Hem altından kalkılır gibi değildi.
Aynı gün cevap geldi. Gezi’den bu yana eski atak günlerini aratan, yukarıdan uçsa ve dik görüntü vermekten geri kalmasa, her önüne gelene saldırsa, özetle “en iyi savunma saldırıdır” taktiğini izlese de savunmada olan AKP durup bekleyemedi! Vakit yoktu. Geç kalırsa, ipin ucu kaçarsa, müdahale para etmeyebilirdi. Zaman geçirmeden karşı saldırıya geçildi. Şöyle tertip alındı: “Çeteler” devlet içinde çöreklenmiş, “paralel devlet” olarak örgütlenmişlerdi. “Darbeciler”e karşı mücadele etmişti Hükümet, deneyliydi. Ergenokon ve Balyoz darbeleriyle “devlet içindeki devlet” ya da “askeri vesayet” olarak tanımlanan “çete” ya da “terör örgütü”nü çökertip tasfiye etmenin deneyine sahipti. Ne komploları defetmişti! Aklına ilk gelen “komplo” oldu. Yine “çeteler” Hükümet’e karşı “komplo” düzenlemişti –“komploya” karşı mücadele açıldı.
Bir farkla ki, şimdi, Ergenokon ve Balyoz “komploları”na karşı blok olarak elele verip mücadele edenler, birbirlerinin boğazına sarılmaktaydılar. Eski mücadele bloğunun bir bölüğü, şimdi taraflardan biriydi; diğeri ikinci taraftı ve karşı karşıyaydılar.
Hem eski hem bugünkü kapışma iktidar kavgasıdır. Tamam, ortalıkta çetelerden geçilmiyor. Doğrudur çete boldur; ama bir değil en az iki çete vardır.
Biliniyor; eski, 26. Genelkurmay Başkanı çete ve çetecilikten suçlu bulunmuş, mahkeme kararıyla “terörist” ilan edilmiştir. “Organize suç örgütü üyesi”, kuşkusuz yöneticisi olduğuna dair yargı kararı vardır. Sadece o değil, çok sayıda or ve kor ve tüm ve tuğ general ve sair subay aynı şekilde suçlu bulunmuştur. Açığa çıkmıştır ki, anlı şanlı TSK bir “terör şebekesi” çete tarafından kumanda edilmiştir. Önceki Susurluk soruşturmasından bilinmektedir ki, çete sadece askerlerden ibaret değildir. Emniyet’in başında bulunmuş, sonra bakan olarak bu teşkilata kumanda etmiş M. Ağar başta olmak üzere ekibi, Özel Harekat örgütlenmesi, başındakiler, örneğin teşkilatın kurucusu İbrahim Şahin, eğitmeni Korkut Eken ve ilk elamanları çetedirler, çetecidirler. Terör örgütü kurup yönetmişlerdir! Ağar, bu kapsamdaki faaliyetlerinin bir bölümünden suçlanıp mahkemeci cezalandırılmış ve “korumalı” bir mahpushane süreci geçirmiştir.
Hükümet’in bugünkü son icraatlarından anlamaktayız ki, Emniyet teşkilatı baştan ayağa çete oluşumu halindedir. İstanbul ve Ankara’da görevden alınmayan, görev yeri değiştirilmeyen polis şefi kalmamıştır. Görev değişiklikleri hemen tüm ülke sathına yayılmıştır. Taa Erzincan’da bile şefler değiştirilmiştir. “Cunta” ya da “çete”nin dört bir yanı tuttuğu anlaşılmaktadır. Ya da öyle sanılmakta, bundan kuşkulanılmakta; “paralel devlet” paranoyasıyla elde kalem azıcık kuşku duyulan tüm polis şeflerinin üstü çizilmektedir!
İki önemli şey saptanmalıdır. İlki, görev değişikliklerinin gerekçesi olarak “görev ihmali” gösterilmektedir. Anlamı şudur: Son rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu yürüten polis şefleri, operasyondan, sırasıyla, sıralı amirleri olan üstlerini, Daire Başkanları ve Emniyet Müdürleri’ni, sonra Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı’nı haberdar etmedikleri için “ihmal suçu” işlemiş sayılmaktadırlar. Olacak şey değildir; ciğerin kediye emanet edildiği nerede görülmüştür: Oğlunun tutuklanacağından Bakan ya da onun haberi olacak şekilde sair amirler nasıl haberdar edilebilir? Üstelik edilmemesi “suç” oluşturmamaktadır; uzmanları açıklamıştır ki, savcı soruşturmaların yürütülmesinde tek amirdir ve soruşturmayı yürüten polisler sadece ondan emir alırlar ve başkalarını bilgilendirmeleri yasal açıdan söz konusu değildir. Ancak buna rağmen “görevi ihmal”den görevden alınmışlardır. Hükümet, yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü falan takmamaktadır! Taktığı tek şey, her şeyin kendisinin kontrolü altında olma gereğidir! “Uçan kuştan haberdar” olma peşindedir. “Tek adamlık” başka türlüsünü tanımaz! Hakim, savcı, polis, jandarma – tümü ağzına bakacaktır beyefendinin!
Haydi, İstanbul ve Ankara’da doğrudan soruşturma yürütücülerinden olan polis şefleri alınmışlardır. Peki, Erzincan ya da Antalya’daki görevden almaların gerekçesi ne olabilir? Oralarda ne soruşturma vardır ne de bir “görev ihmali” söz konusu olabilir! Ama “ateş bacayı sarmış”, “korku dağları tutmuştur”! Tam bir “temizlik”e girişilmiştir! “Kaşın üzerinde gözün var” yeter gerekçe sayılmaktadır, yolsuzluk ve rüşvete boş verilmekte ya da tam da boş verilemediği için intikam alınmakta ya da yeni olası soruşturmaların önü alınma peşine düşülmektedir!
İkinci önemli olansa; “çete” suçlaması altında olan.. Oğlu gözaltına alınıp tutuklanma sürecinde bulunan.. Onunla konuşmalarında açık-seçik oğlunu takip konusunda uyaran.. Görevden alınması doğrultusunda emrindeki bir takım “elamanlar” için uluorta konuşmalar yapan.. Üstelik hakkında bu konuşmaların geçtiği bazıları mahkeme görev iade etse bile defalarca oradan oraya sürülen bir zatın bu görevden alma kararnamelerini düzenleyip altına imzasını çakmasıdır!
Burada kalmamaktadır. “Çete” de düzenlediği “komplo” da Emniyet teşkilatı ile sınırlı değildir. Soruşturmanın savcıları gereksindiği ve operasyonun savcıların marifetiyle başlatılıp sürdürüldüğü bilinmektedir. Anlaşılmaktadır ki, Hükümet “çete”den söz eder ve en azından oğullarıyla birlikte Bakanlar rüşvet ve yolsuzluğa bulaşıp bulaşmadıklarını açıklamak ve onları değil ama polisleri görevden almaya yönelmesinin nedeni olarak “komplo” düzenlendiğini ileri sürerken, şüphesiz savcıları “komplo”ya dahil etmektedir. Zaten başka türlüsü olanaksızdır! Zaten görevden alma kolay olmayınca, yetkisizleştirme ve iki yeni savcı atayarak “ipe un serme”, ancak “çete”nin yargı cenahına sirayet ettiği algısının ürünü olabilir. Ve yargıya açık müdahale niteliğindedir!
Soru şudur: Evet, bu memlekette “çete” yok değildir. Sıradan bir savcı ya da polisin cesaret edemeyeceği türden –Hükümet’i en azından zora sokan– bir soruşturma açılabilmişse, sadece buradan hareketle bile, bunun bir “ekip” işi olduğu tahmini yürütülebilir. Ekip.. Ya da Hükümet’in taktığı isimle, “çete”! Bir “çete”, tamam. Peki, bu kadar mıdır? Başka çete yok mudur? İranlı Reza Zarrab çeteden değilse, neyin nesidir? Kolunun uzanmadığı yer olmadığı anlaşılmaktadır. Gerek ülke sathında.. Gerekse uluslararası alanda. Gana’dan altın dolusu uçak gelmekte.. Açığa çıkıp Beylikdüzü’ndeki adresine varamayacağı görülünce, allem kullem, evraklar hiç edilmekte, uçak ülkeye yakıt almaya inmiş gösterilmekte ve yeni düzenlenmiş evraklarla hoop Dubai’ye havalanmaktadır. İçinde 1,5 ton altın vardır! Bu iş, çetesiz düzünlenecek türden midir? Üstelik resmi evrak da düzenleyebilen, olmuşu olmamış gösterebilen, “resmi” makamlara ulaşıp iş görebilen bir çete olmadan kim altından kalkabilir bu işin? Ya da bir Emniyet müdürünü sürüm sürüm süründürmek çetesiz olacak iş midir? Hem de müdür atayabilecek olanağa sahip üyeleri olan bir çete olmadan becerilecek iş midir? Dağıtılan rüşvetin 150 milyonu bulduğu bildirilmektedir. Bunca rüşvetin dağıtımı bile çete gerektirir de, bu kadar paranın kotardığı işler, yüzde on rayiç üzerinden en azından 1,5 milyarlıktır ki, sadece İran’a doğalgaz ödemelerinin 10 milyar doları bulduğu ve yüzde yirmi komisyon alındığı haberleri sızmaktadır –bu kapsamlı “gayrı resmi” işler çetesiz olur mu?

“ÇETE” İŞİ

Bir burjuva devlet, şüphesiz, çetesiz ya da bir başka deyişle, “kirli-paslı”, en azından bütünüyle yasallığa sığmayan veya yasallığın bu tür “kirli-paslılığı” onaylayıp meşrulaştıracak bir “düzeye yükseltilmesi”nin devletin “bendeleri” durumundaki “ayak takımı”nın, halkın yani vicdanını gereğinden fazla zorlayacağı ve dolayısıyla belirli türden “rahatsızlık verici” devlet işlerini görmek üzere bir dizi kurumlar olmadan edemez! Devlet demek, istisnasız tüm devletler açısından geçerli olmak ve ileriki bir tarihte sönerek tarih sahnesinden çekilip gidinceye dek burjuva ya da proleter (geçmişte de köleci feodal) tümünü kapsamak üzere, şiddet aleti, baskı ve zorbalık mekanizması demektir. Devletin özü şiddettir! Burjuva ve önceli sömürücü sınıflara özgü devlet makinesi açısından şiddetin bir bölümü halkın rızasının iknaya dayalı olarak sağlanabileceğine inanılan türdendir ve yasaya bağlanmıştır, açıktan uygulanır. İktisattaki olağan rekabet kuralları ve işgücünün metalaştırılması gibi, buradan yansıyan olağan tekelci dayatmalar ve çalışmayıp açlıktan ölme özgürlüğü gibi yasalara geçirilmiş “olağanlıklar”ın izdüşümü ya da ihtiyacı olan “olağan” şiddet!
Ancak şiddetin bir bölümü, gerek zorbalık nesnesi halkın vicdan ve tahammül sınırlarını zorlayıp isyan ettirici olacağı, gerekse rakip burjuva devletlerle çıkar çatışmalarında bir dizi hinoğlu hinlikleri, uluslararası kural ve anlaşmalara sığmayan “kuralsızlıkları” gerektirir ki, “devlet sırrı” olarak, gizli-kapaklı ve yasaların-ötesinde ya da doğrudan illegal şiddet olarak gündeme gelir ve uygulanır. Tüm burjuva devletler bu tür yasallığa sığmayan ihtiyaçlarını gidermek üzere örgütlenmiş gizli işler çeviren kurumlara sahip olmuşlardır. MİT.. CIA.. MOSSAD vb.. Yetmemiş, JİTEM ve Özel Harekat türünden Özel Birlikler örgütlenmiştir. En yaygın gizli örgütlenmeler ABD’dedir. “Babaları” NATO talimnameleriyle örgütlenmiş Kontrgerilla’dır. Ülkeleri “komünizme karşı” ayakta tutmak ve karşı direnişi örgütlemek üzere kurulmuştur sözde. Ama Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra da işlevsel olmayı sürdürmüştür ki, kuyruğunun ucu Susurluk’ta görünmüştür. Darbelerin örgütçüsüdür. Maraş.. Çorum.. Sivas.. Malatya.. 16 Mart İstanbul Üniversitesi bombalanması.. 1 Mayıs ’77 katliamlarının gerçekleştiricisidir. EMASYA, bakanların önüne konan “gizli Anayasa” olarak nitelenen “kırmızı kitapçık” amentüsüdür. Faili meçhuller.. Köy yakmalar.. Adam kaçırma ve suikastler.. Gizli faaliyetlerin finansmanı amacıyla kara para işleri.. Uyuşturucu kaçakçılığı.. Haraç almalar vb.. bu çete örgütlenmelerin etkinliklerindendir. Olmazsa olmaz! Her burjuva devlete lazımdır! En demokratik olanına bile.
Türkiye’de Susurluk’ta ucu görünen çete ve çete etkinliklerinin ilk bilinenlerinden biri 6-7 Eylül 1955’te M. Kemal’in Selanik’teki evinin bombalanması söylentisi çıkarılarak İstanbul’da Rumlara karşı düzenlenen “komplo”dur ve örnekleri verilen etkinlikleriyle çete bugünlere kadar gelmiştir. Tek farkla ki dönem dönem ekip değişiklikleri olmuş, emir-komuta mekanizmasında oynamalar gerçekleşmiştir.
Başlangıçta askeri komuta altındadır. Özel Harp Dairesi ya da Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla çalışmıştır. Genelkurmay’a bağlı olarak ve MGK koordinasyonunda özel faaliyetler yürütmüştür. Sabri Yirmibeşoğlu’suyla.. Kemal Yamak’ıyla.. Teoman Koman’ıyla.. Ağar’ı.. V. Küçük’ü.. L. Ersöz’ü ve Arif Doğan’ıyla.. Devlet hayatında ve tüm darbelerde faaldir. En son 28 Şubat’ta hiyerarşik bütüncül bir “operasyon” düzenlemiş.. Avangardları Karadayı.. G. Erkaya.. Ç. Bir. E. Özkasnak ile etkin olmuştur. Sonra Ergenokon ve Balyoz davaları’nda yargılanıp mahkum edilen generaller.. Örnek.. Fırtına.. Viraj alan A. Yalman.. Hala dik durmayı sürdüren Ç. Doğan.. H. Tolon.. Eruygur ve saire paşalarla devam etmiştir..
Siyasal stratejik çıkar ve yönelimleri –taktik bakımdan farklılaşarak–, BOP/GOP kapsamında “Ilımlı İslamı”, bu çerçevede “model ülke” olacak bir “bölge gücü”nü gereksinen Amerikan yönlendirme ve baskısı koşullarında eski göz ağrıları generaller kast olarak bilinen zorlanmaları yaşadılar. Özkök’ten başlayarak bazıları yeni Amerikan “hesapları”yla dayatmalarına ayak uydururken.. Büyükanıt, Washington’un işaretiyle olmalı, Dolmabahçe’deki buluşmada “su koyuverdi”! Amerikan baskısını algılayan, ama “Atadan kalma” yobazlık ve şeriatçılıkla mücadele”den ya da doğrusu kast ayrıcalıkları ve bunlardan en önemlisi iktidardaki ağırlığından vazgeçemeyen bir alt kademeden, Kuvvet ve Ordu komutanlarından “Avrasya”cı analiz ve zorlamalar geldi. 28 Şubat’ın MGK Gn. Sekreteri İlhan Kılıç’ın Avrasyacı açıklamaları ibretliktir ve örnektir. “İki ateş arasında kalan” 26. Gn. Kurmay Başkanı İ. Başbuğ, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabildi, ama o da, diğerleriyle birlikte kendisini çeteci terörist suçlamasıyla mahpushanede buldu. Sonraki I. Koşaner istifadan başka yol bulamadı. Aralarından biri, Jandarma Komutanı olanı, mecburi uzlaşma ya da selam çakma rolünü üstlenmek durumunda kaldı.
Amerikasız olmazdı! “İktidar ipi”ni eskiden elinde tutanlar, Amerika arkalarından çekilince ve üstelik “ılımlı İslami” ekibin arkasına geçince, eşekten düşmüşe döndüler! Üstelik pervasızdılar da, pisliklerini gizlemeye alışkın değillerdi, o zamana kadar bir şey olmamıştı, yine olmaz sandılar. Tomar tomar delillerle yakalandılar.. Nefes alışları izlenmişti. Ele güne rezil oldular. Ama sıralarını da savdılar.
Sonra bitti mi? Çete ve Kontrgerilla’ya “sır küpü” devletin gizli ve kirli faaliyetlerine ihtiyaç kalmadı mı? Kalmadıysa.. Ergenokon ve Balyoz türü etkinlikler.. Ortam ve telefon dinlemeleri.. Teknik vb. takipler.. kim tarafından nasıl gerçekleştirilmektedir? Suriye “muhalefeti” denilen Kaideci vb. çeteciler nasıl ve kim tarafından örgütlendirilmiş, çekilip çevrilmiştir? Konya’da hazırlanan teçhizat ve cephane TIR’larla sınır boyuna, üstelik TIR şoförünün ifadesine göre jandarma nezaretinde nasıl nakledilip “muhalif” çetelere ulaştırılmıştır? “Sır” Reyhanlı bombasının Suriye Muhaberatı tarafından patlatılmadığını Hatay’da bilmeyen yoktur. Peki kimin marifetidir? Altından, CIA’nın yönlendirmesi ve yönetiminde faaliyetini sürdürmekte olan Kontrgerilla’nın çıkması hayret ve şaşkınlığa neden olur mu? Hatay’da cümle alemin malumu olan bilgi, Reyhanlı bombası kurbanlarının aileleriyle Gezi direnişinde katledilan Abdullah Cömert ve A. İsmail Korkmaz’ın ailelerinin birbirlerine taziyede bulunmaları ve yekvücud olmalarıyla kanıtlıdır ve ortak katili işaret etmektedir.
Orijinallik, “askeri vesayet” diye tanımlanmış iktidardaki asker ağırlığının giderilmesi sonrası iktidarın biçimsel yapısındadır. Tabii ki iktidar, bir sınıf iktidarı olarak, el değiştirmemiştir; askeri ağırlık döneminde de sonrasında da burjuvazinin iktidarıdır. Asıl yetkin güç, bellidir, tekellerdir; tekelci burjuvazidir. Ama el değiştirmenin kritik eşiği denebilecek 2007 27 Nisan’ına gelinirken –A. Gramsci’nin kulağı çınlasın– “tarihsel” olarak oluşmuş yeni “iktidar bloğu” olarak Erdoğan-Cemaat ittifakı ya da doğru tabirle güç birliği, asıl vasi Amerikan emperyalizminin artık yeni siyasal dayanağı olarak, iktidar kavgasının tarafı durumundadır. Ulusalcı-statükocu “blok”la çatışma halindeki “yenilenmeci”-”yeniden yapılanmacı” “blok! Yeniden yapılanma, yalnızca iktisadi sosyal süreçlerde değil siyasal süreçlerde de yaşanmaktadır! AKP şefinin yenilikçilik ve “yeni Türkiye” ajitasyonu karşısında “yeni” “iktidar bloku” ne kadar “yenilikçi” olduğu Amerikancılığından, onun tarafından önü açılıp iktidara taşınmasından bellidir! Amerikan emperyalizmin çerçevesini çizdiği bir “yenilik” ve “yenilikçilik”! Özetle, selefinin yerini doldurmakta olduğu için, sadece adı “yeni” olan bir “yeni” ve “yenilik”!
Askeri ekibin oluşturduğu “yük” bertaraf edilince, süreç içinde devletin kadim bürokratlarının da katılımıyla “yeni iktidar bloku”nun oluşumu tamamlanmış.. Devlet biraz AKP’yi kendisine benzetip devletleştirirken.. Biraz da AKP devleti kendisine benzetip AKP’lileştirtirmiştir. Cemaat bakımından devletle ilişki daha önceye dayalıdır ve Cemaat bu konuda oldukça şerbetlidir. Siyasal parti olmadığı için ilişkilenmenin ihtiyaçlarını daha da kolaylıkla karşılayabilmiştir, karşılayabilmektedir. Sonuç olarak, tam bir “iktidar bloğu”dur, Türkiye’nin başına “yeni” çöreklenen.
Amerika’ya biatta kusur etmeyen, uluslararası kapitalizm ve ihtiyaçlarıyla uyumlu, ona entegre, dolayısıyla neoliberal ve işbirlikçi bir “ılımlı İslam” –yeni “iktidar bloğu”nun karakter belirleyicisi budur!
Sosyal örgütlenmeyi Cemaat, siyasal örgütlenmeyi ise AKP üstlenmiş, “kardeş-kardeş” idare edip yakın zamana kadar gelmişlerdir. Şimdilerde olumsuzlukları birbirlerinin üzerlerine atma eğilimleri baş gösterse de.. Örneğin AKP, kendisi Kürt sorununu “çözme” peşindeyken, Cemaat’in “provokasyonları”yla “sürecin” geciktiğini ve Kürtlerin mağdur edildiğini ileri sürse de.. Ergenokon.. Balyoz.. KCK Davaları’nda tam bir işbirliği yapmış, içtikleri su ayrı gitmemiştir. Örneğin KCK tutukluları, diyelim ki “Cemaat mağduru”durlar, öyleyse, AKP neden bir yasa aracılığıyla tutukluların “mağduriyetlerini giderme” yoluna gitmemiştir? Palavradır! “Al birini vur ötekine”dir! “Tencere dibin kara.. Seninki benden kara”dır!

“İKTİDAR BLOĞU”: CEMAAT-AKP
Ama.. Ama bir ipte iki cambaz çok, ama çok fazladır! Sorun “mukadder”dir ve patlak vermiştir! Kimin dediği olacaktır? İki cenahın birden.. Tamam, ama “son söz” kimde olacaktır –halledilememiştir! Sadece söz söyleme işi olsa neyse! Boş lafa herkesin karnı toktur. Söylenir, geçilir gidilir, sorun çıkmazdı! Ama öyle değildir. Söylenecek söz, iktidara dairdir! Kimin adamları iktidarın hangi mevkilerini dolduracak –bu sorundur. Bürokrasi kimlerden, hangi ekipten oluşacaktır? Paylaşım kolay değildir! Sadece biri olmuş olmamış –sorun bunca basit olsa kolaydır. Sorun odur ki, iktidar mevkilerini tutan adamları aracılığıyla kim devlet olanaklarından ne ölçüde yararlanacak, ihale ve sair kolaylıklardan kim ne ölçüde faydalanacaktır? İktidarı paylaşmak –burjuva ekipler bakımından sonunda gelir burada düğümlenir!
Kendi başına AKP de öyle değil midir? Birazı oradan.. Birazı buradan.. Gelip AKP’de toplanmışlardır. İşte C. Çiçek devletin kadim kadrolarındandır.. Merkez sağdan gelmedir. Ya da Köksal Toptan. O da öyledir. Demirel’in yanında yetişmiştir. Eski Kültür Bakanı E. Günay’la H. Özdalga’ysa “sol”dan gelme ve Ecevit’in yetiştirmeleridirler. Çoğu merkez sağdan gelme daha böyleleri çoktur. Erbakan rahle-i tedrisinden geçmiş olanlar şüphesiz çoğunluktadır. Bir kısmı İstanbul Belediyesi kadrolarından gelme, Erdoğan’ın yakınlarıdır. Bir kısmı A. Gül’e yakındırlar. Ancak Gül-Arınç-Erdoğan “üçlemesi” olsa bile, Erdoğan’ın otoritesi ve “hisse senetli şirket” benzeri partisini toparlayıcılığı belirgindir.
Cemaatle ilişkilere gelince.. Bu toparlayıcılık geçerli olmamakta, olamamaktadır. Onların hiyerarşileri farklıdır. Emir-kumanda mekanizmaları da. Tekleştirilmiş otorite olanaksızdır. Ancak farklı güç merkezleri arasında uyum sağlanabilir ki o da her konuda kolay iş değildir.
Devlet olanaklarıyla palazlanma söz konusu olduğunda işler çatallaştığı gibi.. Erdoğan’ın bilinen “tek adamlık” iştah ve özentisi hatırlandığında da, iş çatallaşmaktadır. Herkesin “tek”liği ve tekelciliği kendinedir! Cemaat cemaatse, Erdoğan’ın teklik dayatmasını kabullenme olanağı yoktur.
Sonuç çatışmadır! Zaten hiçbir koalisyon ya da bloklaşma, güç ve eylem birliği olarak, farklı çıkarlarının varlığını ve mücadeleyi ortadan kaldırmaz, ama ortak çıkarlara erişim bakımından farklılıkları ertelemeyi ya da farklılıklara ilişkin ateşkesi içerir ve hiçbir zaman tümüyle yok edilemeyen ve şurada ya da burada ucunu gösteren mücadele unsur ve konuları giderek büyür ve çatışma kaçınılmaz olur.
Ancak bundan ibaret varsayılamaz! Sorun, sadece ve yalnızca ulusallıkla çerçevelenebilir değildir. Bir de uluslararası boyutu vardır ki; hem artık eskimiş ve “eski” terimiyle sözü edilmek zorunlu olmuş “iktidar bloğu”nun iki kanadı yeterince uluslararasıdır, hem de en başta Amerika olmak üzere Türkiye ve iktidar ilişkilerinin emperyalizmden “bağımsız”mışcasına sadece ve yalnızca “ulusal” boyutuyla anlaşılıp analiz edilebilme olanağı yoktur.
Söz konusu “iktidar bloğu”nu iktidar bloğu yapıp, muarızı askeri kastı tuzaklayıp komplolarla beslenmiş bir iktidar kavgasında altta kalmasını sağlayarak iktidara taşıyan, bölgedeki sair işbirlikçilerini olduğu kadar Türkiye’deki işbirlikçilerini de çekip çeviren, yönetip yönlendiren, tümünün arkasındaki büyük “efendi” –tabii ki işbirlikçilerin birer kukladan ibaret olması ve parmaklarında iplerin bir ucu efendi tarafından “oynatılmaları” gerekmeden, her işbirlikçi görece özerkliğine sahip olarak– Amerikan emperyalizmidir. Uluslararası tekellerin çeşitli emperyalist olmayan ülkelerdeki “müfrezeleri” ya da uzantıları işbirlikçi niteliktedir; işbirlikçi tekelci burjuvalar bu ülkelerde burjuva iktidarların başına çöreklenmişlerdir ve onlar adına bu ülkeleri yöneten siyasal güçler, sosyal dayanaklarının gücüyle orantılı olarak görece özerklikleri az ya da çok, ama emperyalizm karşıtı dinamik olma özelliği katiyetle taşımayan işbirlikçi kliklerden başka bir şey değillerdir. Bu klikler, “pasta paylaşımı” ve dolayısıyla “iktidar ipi”ni ele geçirme/elde tutma söz konusu olduğunda, ya farklı emperyalistlerin işbirlikçileri olarak ya da aynı emperyaliste bağlı, ondan medet uman işbirlikçi gruplar olarak birbirleriyle karşı karşıya gelir ve çatışırlar. Arkalarındaki büyük güç ya da güçler, şimdi Amerikalıların açıkladıkları gibi ne denli “tarafsızlık” ve “karışmama” açıklamaları yaparlarsa yapsınlar, bu kavgada tarafsız değillerdir, olmazlar, tarafsızlık bir yana, bu kavgayı kendi çıkarları doğrultusunda güderler. Somutlamak üzere yeniden dönmek üzere önce çatışmanın görünür taraflarının durumuna ve çatışmanın gelişim sürecine bir göz atalım.

CEMAAT-ERDOĞAN ÇATIŞMASI YENİ Mİ?
Ufak-tefek sürtüşmeleri bir yana bırakırsak, ilk çatışmanın Mavi Marmara dolayısıyla ortaya çıktığını söylersek yanılmayız. AKP’nin, 2009 Mayıs sonunda, İHH eliyle, görünüşte “Gazze’ye yardım” adıyla yöneldiği atak, dört ay önce Davos’ta çekilmiş “one minute” “resti”nin devamı niteliğindeydi. ABD ile fikir birliği içinde “ılımlı İslami” bir “model ülke” ve “bölge gücü” olarak, kılıç elde, Osmanlı’nın izinde “Yeni Osmanlıcılık” peşinde Ortadoğu’ya, tabii ki “bataklığı”na dalınacaktı. Ama bölge “Müslüman mahallesi”ydi ve “mahallenin kabadayısı” olmak üzere, kabadayı, kendisini mahalleliye kabullendirecek şovlara ihtiyaç duymaktaydı ki, bu ikisi bu ihtiyacı karşılamaya yönelikti. Tarihsel olarak Yahudilik ya da yakın tarihe dair Filistin ve tümüyle Araplara saldırıp vurup kırmakta olan İsrail İslami önyargılara sahip inanan yığınlar açısından lanetli ve vurulması yalnızca pirim yapacak bir düşman durumundaydı. En kolay yoldan Müslüman Araplar arasında puan toplamak ve at oynatmayı tasarladığı toprağı sürüp hazırlamak isteyen İsrail’e “vurmalıydı”! Öyle yapıldı. Ancak yardım gemisi İsrail saldırısına uğradı ve bu da amaca hizmet etti; uzunca süre “küslük” yaşandı ve bölge halklarına Türk-İsrail ilişkilerindeki bu bozulma gösterilip “bakın, Türkiye yanınızda” denmek istendi.
Fethullah Gülen, Amerikan yandaşlığında kararlı bir tutumla, bu din siyasetinde aşırılığı eleştirdi. Kur’andan tefsirlerle, İsrail de olsa, devlet otoritesine karşı gelmemek yönündeki görüşünü dile getirerek, zor olanı yapmaktan çekinmedi ve olabildiğince açık biçimde İsrail’i savundu. Biliyordu ki, Amerikan-İsrail ilişkileri dünyada başka hiç iki ülke ilişkisine benzemeyecek kadar içli-dışlı ve girifti; İsrail’le dalaşmanın Amerika ile araya mesafe koymaya götürürdü, buysa Türkiye’nin, tabii ki Cemaatin hiç işine gelmezdi. İlk tartışma buydu; ama derinleşmedi. Tavır konmuş oldu. Kapandı. Üstelik bu tartışma 2010 Eylül’ündeki Anayasa Referandumu’nda tarafların canhıraş birlikteliklerini engellemedi. Gülen, “mümkün olsa da mezardakileri de kaldırıp oy kullandırabilsek..” diyor, Gülencilerin kontrolündeki basın yayın aygıtı sayfalarında yer verdiği liberallerin de “yetmez ama evet”çi tutumlarını örgütlemelerine ön ayak olarak, yüksek bir oyu olanaklı kılıyordu.
Söylenmişti; bürokrat yerleşimi taraflar arasında önemli bir konuydu. Başlangıçta, iyi eğitimli oluşları ve “mektep-medrese” ve eğitime verdikleri önem sonucu, “iktidar ipi”ele geçirildiğinde devlet kadrolarına Cemaatçiler doluştular. Özellikle yargı ve Emniyet bürokrasisinde ciddi bir yekun oluşturdular. Diğer kurumlarda da önemli mevkiler elde ettiler. Erdoğan’ın adamları en fazla üst kadroları elde ediyor, ama “iş bitirecek” mevkiler, bazan yokluktan bazan Cemaatçilerin örgütlülüğü ve uyanıklığından onların elinde kalıyordu.
Önceleri “ortak düşmanla mücadele” nedeniyle sorun çıkmadı. Bazı yönlendirici/dayatıcı tutumlar itici gelse bile huzursuzluk oluşup büyümedi.
Ama Erdoğan da az değildi. Devletin sinir merkezlerinin kendi elinde olmadığının farkındaydı ve üstelik “tek adam”lık özlemindeydi. Çeşitli istihbarat örgütlerinin önce koordinasyonu, sonra da tek merkezden yönetilmek üzere bir tür birleştirilmesi yoluyla önce bilgi akışını tekeline almayı hedefledi ve yetkileri artırılmış MİT’in başına Müsteşar olarak güvenilir adamını, H. Fidan’ı getirdi. Huzursuzluk hemen başladı! Bazı istihbaratçılar yetkisizleşmekte, diğer bazıları “iş kotarma” yetenekleri sınırlanarak kızağa çekilmekteydiler. Cemaat tırpanlanmaktaydı. Bunda Fidan’ın özel gayreti belirgindi ve Cemaat’in dikkatini çekmekteydi.
Bir sabah Fidan ve birkaç üst MİT görevlisi hakkında başlatılan soruşturma haberiyle uyandı herkes. Merak ve patırtı…
İddia, KCK soruşturmasında MİT görevlilerinin terör yanlısı geliştirici tutumlarıydı. Örneğin Zaman’dan İhsan Dağı; “MİT Krizi mi Kürt Krizi mi?” başlıklı yazısında, sonradan AKP yandaşlarınca tek başına Cemaat’in üzerine yıkılan “Kürt düşmanlığı” ve “sertlik politikası” suçlamalarını önceleyerek karşılamak istercesine, “kriz”in, MİT değil, Kürt sorunu ve “çözüm süreci” üzerinden patlak verdiğini belirtiyor.. “Hükümet, kamuoyu önünde ‘güvenlikçi’ bir siyaset dili kullanıp kapı arkasında da ‘müzakere’ yapmaya kalkışınca sistemin sigortaları attı. Artık süreç herkes için şeffaf olmalı. Hükümet gerçekten bir çözüm istiyorsa bunun siyasetini yapmalı ‘PR’ını değil.”* diyordu.
Öyle ya da böyle ciddi bir kapışma yaşandı. Hükümet, Cemaat’in en kritik noktasına saldırdığı algısıyla davrandı ki, yanlış değildi. Hükümet tarafından basit bir hukuki operasyon değil, kendisine yönelik bir atak algısı da haksız sayılmazdı.
KCK soruşturmasını yürüten Savcı Sadrettin Sarıkaya Müsteşar H. Fidan ve 5 MİT görevlisini, 7 Şubat 2012’de, şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırmış.. Fidan ve sair MİT görevlileri doğrudan kendisi tarafından görevlendirildikleri için, Başbakan tarafından, bu girişim, “ucu açık” ya da asıl olarak kendisini hedefe koyan bir saldırı olarak algılanmış.. Yine, aynı son rüşvet ve yolsuzluk operasyonunda olduğu gibi, içeriğine hiç ilgi gösterilmeksizin, hırsla ve vakit geçirmeden karşı saldırıyla yanıtlanmış.. Hemen MİT yasası değiştirilerek.. MİT görevlilerinin ifadesine başvurulabilmesi için Başbakan’dan izin alma şartı getirilmiş.. Zamanında zamane iktidar sahiplerinden Y. Büyükanıt’tan şüphelenmeye tevessül eden Şemdinli Savcısı F. Sarıkaya’nın başına gelenleri andırır şekilde.. Savcı S. Sarıkaya’nın özel yetkileri de elinden alınmış.. Soruşturma özel yetkili başka bir savcıya, Adem Özcan’a devredilmiş.. O Başbakan’dan izin isteyip alamamış.. Sonra dosyanın geldiği Başsavcıvekili O. Erdoğan’ın marifetiyle yürütülen soruşturma kapsamında, son soruşturmanın da başı durumundaki Başsavcısı T. Çolakkadı takipsizlik kararını açıklamıştı.
Yani? Yargıya falan asla müdahale edilmeyerek.. İş “tatlıya bağlanmış”tı!.. Hukuk kesinlikle “üstün” ve üstelik “bağımsız”dı da!.. Tıpkı şimdiki gibi! Hiç deliller falan karartılmıyor.. Kim vurduya getirilerek, yolsuzluk ve rüşvetin üzeri falan kapatılmıyor.. Allem kullem iş AKP’ye yönelik komplo ve çete faaliyetine ve bunlarla mücadeleye getirilip üstelik uluslararası boyuttaki kara para, rüşvet ve yolsuzluk, altın kaçakçılığı gibi çekimli, tapeli iddialar sümen altı edilmiyordu! Katiyen. H. Çelik Başbakanı “tanır”dı, “savcı soruşturma için ona haber verse tabii ki kimseye söylemez ve operasyonun sürmesini sağlar”dı!** Şimdi öyle yapmıyor mu?! Ayinesi iştir kişinin.. lafa bakılmaz!
MİT’in müsteşarı kurtarılmıştı, ama iktidar koalisyonu ya da “bloku” da iyice çatlamıştı. En zorlu ve onarılmayı olanaksızlaştıran hesaplaşma olduğu söylenebilir bunun.
“Kriz”in atlatılmasının ardından çünkü, bu kez Hükümet Cemaati hedef alan saldırılarını sürdürdü. Sadece soruşturma savcısının görevden alınmasıyla yetinmedi. Çok sayıda savcı ve yargıcın.. Emniyet’te çok sayıda kadronun yeri değiştirildi, görevden alındı ve sürüldüler. “Kızaklar” doldu. Ve sadece Cemaat’in en örgütlü olduğu söylenen yargı ve Emniyet koltuklarında oturanlar değil.. Fidan ve adamlarının düzenlediği fişler ve yaptıkları “güvenlik yoklamaları”yla Cemaatçi olduğu bilinen ya da öyle olduğundan kuşkulanılan bürokratların ayıklanmaya başlanmasının yanı sıra.. Yeni atama ve yükseltmelerde “çıta”, artık “komünist” ya da “Kemalist” vb.’nin yanına eklenen “Cemaatçi” elemesini yapacak yükseltiye çıkarıldı. Örnekse, söylenenlere göre, Sağlık ya da Turizm Bakanlığı, pertavsızla aransa bulunamayacak denli Cemaatsizleştirildi. Diğerleri de.
Ve Cemaat’ten gelen hiçbir yakınma dikkate alınmadı, hiçbir talep karşılanmadı.
Cemaat de karşı tedbir arayışına girdi. Eleştiriler yapmaya ve giderek sertleştirmeye başladı. O kadar ki, bunlardan bazılarından, Hükümet ve Başbakan, örneğin Gezi Direnişi döneminde Cemaat’in tutumundan bile kuşkulanır oldu ve “fırsat bu fırsattır” deyip aralarındaki gerginlik dolayısıyla tabanında yürüttüğü Cemaat’e yönelik suçlamaları arasına “Gezi destekçiliğini” de kattı. Zaman’ın sunuşuyla, “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, ‘Gezi Parkı eylemlerinin arkasında Hizmet Hareketi var. İktidara ortak olmak istiyorlar. Çözüm sürecine karşılar’ gibi mesnetsiz iddialara tek tek cevap verdi.”* 11 maddelik bu yanıt ciddi biçimde sertti ve yanıtlardan AKP’nin tabanda Cemaat’e yönelik suçlamalarının boyutu ve yaygınlığı anlaşılmaktaydı.
Karşılıklı önlemler ve suçlamalar artık durmadı, sürdü. Ve sıra siyasal önlemlere geldi.
Zaten iki cenah arasında siyasal tartışmalar da sürmüyor değildi. Bilinenler arasında Erdoğan’ın yana yakıla istediği Başkanlık Sistemi’ne Cemaat’in olur vermemesiydi. İlişkilerde esasen sorun olduğu bilinen Erdoğan’ın “tek adamlık” takıntısının yasal zemine de oturması halinde karşılıklı pozisyonlar bakımından iyice altta” kalacağının ayırdında olan Cemaat Başkanlık Sistemi’ne karşı çıkıyor, olacaksa bile Erdoğan’ın eski usul bir cumhurbaşkanı olmasını öngörüyordu.
Ancak Gezi ile birlikte başkanlık özlemi hayal olsa bile, Erdoğan’ın hız kesmemesi ve “dik durma”yı sürdürerek Cemaat’le ilişkilerinde burnundan kıl aldırmaz tutumu ve tasfiye yönelimini  devam ettirmesi karşısında bununla yetinilmedi ve başka önlemler peşine düşüldü.
Seçimler geliyordu. Hem de birbiri peşi sıra üç seçim birden. Cemaat konjonktürü değerlendirmekten kaçınmadı. Belliydi ki “iktidar bloku” çatlamış, hatta çatlamakla kalmamış, çeşitli nedenlerle tasfiye edilemediklerinden “bilek gücüyle” devlet kademelerinde hala belirli yerler tutulmaya devam edilse bile, “Çin vazosu” gibi, bir daha onarım kabul etmez ve işe yaramaz hale gelmek üzere parçalanıp kırılmıştı. Artık Erdoğan açısından olduğu kadar Cemaat’ın da indinde geleceği olmadığı kesindi. Yeni siyasal yakınlık arayışları gündeme alındı. CHP ve özellikle Sarıgül’le temasa geçildi. Daha bu arayış ve temaslar başındaydı ki, üç seçimin öneminin ve özellikle İstanbul’u kaybetmenin anlamının farkında olan, oy kaybı olasılığının önünü kesmek ve tabanını stabilize etmek üzere daha Gezi sürerken “koruyucu” mitinglere başvuran ve artık Fidan aracılığıyla uçan kuştan haber alma olanağına kavuşan Erdoğan, saptadığı bu ilk girişimleri bütün hışmıyla yanıtladı: Dershaneler kapatılacak!
Neden bu kadar sert dendi! Yakınlarda duranlar uzlaşma ve koalisyonun tazelenmesini önerdiler! Olmayacak duaydı.
Arınç gibileri itidal tavsiye edip az-çok yumuşatmaya çalışsalar da, Erdoğan, sadece önemli bir finans kaynağı olmakla kalmayan dershanelere saldırarak, Cemaat’in nefes borularını kesmeye yöneldi. İntikamı yaman olacaktı! Karşılıklı “salvolar” müthişti. Sonunda kapatmanın bir yıl ertelenmesine dayalı bir uzlaşma ya da bir ateşkes sağlandı diye düşünülürken, artık ateşkesi bile kaldırmayacak bir karşıtlığın oluşmuş olduğu görülüp anlaşıldı: 17 Aralık Soruşturması patlamıştı!
Cemaati hedef gösteren Erdoğan’ın son operasyonu “kökü içeride ve dışarda olan karanlık odaklar”ın, “çetelerin” “komplosu” sayıp karşı “ininize kadar gireceğiz!” tehdidi ve F. Gülen’in “Müslüman’a ‘çete’ diyen, ‘şebeke’ iyen, ‘eşkiya’ diyen ve onları inlere sığınmış goriller gibi, maymunlar gibi gören… bunlarla hiçbir eğri düzeltilemez”, “müstakim harekete komplo deniyor, hıyanetin, denaetin deşifre edilmesine komplo deniyor;hıyanet ve denaet müdafa edilmeye çalışılıyor” yanıtının ardından, gönüllerinden geçeni seslendirerek, hala uzlaşma olur hayaliyle avunanların artık ayakları suya ermiş olmalıdır. Sonuç alıcı kavga başlamıştır ve geçici ateşkesler olabilse bile, bellidir ki, iki tarafta önlerine nihayetine kadar gitmeyi koymuşlardır.

“İNGİLİZ SİCİMİ” YERİNE AMERİKAN FAKTÖRÜ
Cemaat-Erdoğan ya da Cemaat-Hükümet çatışmasının yalnızca bu tarafların çatışmasından ibaret anlaşılamayacağını belirtmiş ve özellikle Amerikan emperyalizminin sözünü etmiş.. Ortadoğu türünden netameli bir bölgede dolaysızca “iktidar ipi”nin hangi el ya da ellerde olacağını ilgilendiren bir kapışmanın, dünya ölçüsünde hegemonya peşinde koşan bir büyük devletin bölgedeki varlığı, çıkarlarıyla hesapları ve Türkiye egemenleriyle yürüttükleri işbirliği ilişkisi göz önüne getirildiğinde, Amerikasız ve ondan habersiz cereyan ediyor olmasının düşünülebilmesinin bir mantıksızlık oluşturacağını söylemiştik. Evet, böyle bir önkabul mantık hatası olur! Gerçekçi olmaz.
Sadece mantık hatası olmakla kalmaz, gerçeklere de gözleri kapamak demek olur! En son, rüşvet ve yolsuzluk operasyonu üzerine yandaş medyanın Amerikan Elçisi Ricciardone’ye yönelik olarak, organize bir çete faaliyeti düzeni içinde, bir merkezden düğmeye basılmışçasına başlattıkları kampanya* aracılığıyla ABD’nin “işin içinde olduğu”na dair Hükümet menşeili iddialar bile dikkate alınmış olsa, Cemaat-Erdoğan çatışması olarak tanımlanan çatışmanın, bu tanımla tanımlanandan daha çoğu olduğunun gerçek bir kanıtıyla karşı karşıya olunduğu görülebilir.
Özdeyişteki gibi “Cami duvarına işemek” ya da düpedüz söyleyişle cin çarpmışa dönmek üzere sonuna giden en bellibaşlı adımı atmakla eşanlamlı olmak üzere, dellenme belirtileri göstererek, “iktidar ipi” eline Amerikalılar tarafından verilmiş olan AKP ve başı, çaresizlikten efendisine celallenme raddelerine gelmiş görünmektedir.
Kuşkusuz diplomaside “iç politika gerekleri” türünden bir kategori vardır ve dış politikada muhataplar, kendileriyle ilgili edilen lafların önemli bir bölümünün gerçek politikaları seslendirmediğini, ama içeride tabana verilen mesajlar kapsamında edildiklerini bilirler ve başka verilerle birleşip gerçek olabileceğinden kuşku duyuluncaya kadar çoğunlukla bu lafları görmezden gelirler.
Örnekse işgal ve sair saldırılar türü faaliyetleri nedeniyle, sadece Türkiye’de de değil, bölgede ABD’nin imajı berbattır ve Amerikalılar da halklar arasında Amerikan karşıtlığının geçer akçe olduğunu ve pirim yaptığını bilir.. Ve işbirlikçileri iktidar sahiplerinin aşırı sıkıştıklarında ve “uçan kuştan medet umma” ya da “denize düştüklerinde” “yılana sarılma” durumuna geldiklerinde, tabanlarını elde tutma ihtiyaçlarını gidermek üzere başka şeylerin yanında hatta –tıpkı İsrail karşıtlığı gibi, hatta Müslümanlık’ta Yahudi karşıtlığından kaçınılamayacağı için, ondan da daha fazlasıyla– Amerikan karşıtlığı maskesi bile takabileceklerini, bundan kaçınmayacaklarını teslim eder ve başka somut gelişmeler gerektirmiyorsa, bundan fazlaca gocunmazlar.
Türkiye’deki AKP yandaşı medyanın, hatta Başbakan tarafından bir Karadeniz mitinginde “sizi ülkemizde tutmak mecburiyetinde değiliz” vecizesiyle desteklenen “Ricciardone karşıtı” kampanyası, şüphesiz böyle bir içeriğe sahiptir: Tabanı taban olarak el altında tutmak üzere Amerika’ya bile laf söyleme! Ama bir dellenme belirtisidir de: Hiçbir işbirlikçi iktidarın kolay kolay etmeyeceği türden lafları etmek.
’57 kriziyle bunalan ve ABD’den talep ettiği yardımları alamayan Menderes, Rusya ziyaretiyle, “duvarın ötesine geçmek”ten söz etmiş ve bu sonu olmuş, kendisini darağacına kadar götürmüştür! Askeri çetenin sonunu hazırlayan da “Avrasya”cı boşboğazlıkları olmuştur! Kuşkusuz ne Menderes ve ne de askeri çete anti-Amerikan, hatta antı emperyalist tutumlara ve böyle bir niteliğe sahiptir! Tabandı.. Efendiyi sıkıştırma girişimiydi.. Ya da başkası.. Ama pahalıya mal olmaktadır!
Erdoğan’ın da anti-emperyalizminden herhalde hiç kimse söz açmayacaktır! Tersine kendi çıkarlarını gerçekleştirmenin yolu ve yordamını Amerikan çıkar ve politikalarıyla, Amerikan stratejik yönelimiyle uyumlanmakta gören ve şimdiye dek efendilerin isteklerini fazlasıyla yerine getiren Erdoğan ve AKP’si, nasıl iktidara geldiğinin de farkındadır. Ama fazlasıyla sıkışmıştır ve asıl sıkıştırmanın “büyük patron” geldiğini de görmekte, bilmektedir. Biraz sitem ve tehditkar karşılık verme babından.. Çoğu da çok dara düştüğü ve yılana sarılmak durumunda kaldığı için tabanının anti-Amerikan duygularını da galeyana getirerek amaca giden yolda, yani iktidarı elde tutabilmek üzere elde avuçta ne varsa olası tüm cephaneleri kullanmak babından.. Başına bela olacak Amerikan karşıtı görünüşlü ajitasyondan bile medet ummaktadır!
Tabii ki Erdoğan ve AKP’si ne kadar “demokrat”sa ancak o kadar anti-emperyalisttir! Bir kuruşluk demokratlığı olmadığı gibi, ne kadar uğraşılıp didinilse, bir kuruşluk anti-emperyalistliği de, anti-emperyalizmi bir yana, anti-Amerikancılığı da bulunamaz! Bu nedenle Ricciardone üzerinden yürütülen sahte anti-Amerikan kampanyaya kanıp aldanmamak gerektir. “Cambaza bak!” türü bir yutturmaca olan bu kampanya, üstünü örterek malı götürmeye, rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının verdiği zararı gidermeye, keyfini kaçırtıp bazısına “acaba”, bazısına da “bu kadarı da fazla” “böyle de Müslümanlık olmaz ki” dedirten yiyiciliğin taban üzerindeki menfi etkilerini telafi etmeye matuftur.
Ancak AKP ve politikalarıyla Amerika ve politikaları arasında bir çakışma da olmadığı, aralarında bir bölümüyle efendiyle işbirlikçisi arasında olabilecek ve dolayısıyla efendinin katlanabileceği mızıklanmalar niteliğinde, ama bir bölümüyle de işbirlikçinin boyunu aşma belirtileri gösteren, oyun bozanlığa varma eğilimindeki, efendinin hoş görmesinin pek de beklenmemesi gereken sürtüşmeler yaşanageldiği ortadadır. Efendiyle işbirlikçisi “komisyoncu” arasında komisyon paylaşımı; küçüğün çıkarının büyüğünküne bağlanmış “işlemler”de pay bölüşümü kapsamındaki çelişmeler şüphesiz olabilirdir ve bunlara hem iktisadi hem de siyasi düzlemde rastlamak olasıdır ki, ABD-AKP ilişkisinde her ikisine de tanık olunmaktadır.
Sırasıyla değinilirse…
Suriye. Önce ABD Suriye’de Batı’ya uyum yönünde düzenlemeler için müdahale yanlısıyken, Erdoğan ve AKP’si “kardeşim Esad” politikası izlemekte ve “iyilikle etkileme ve kazanma” yanlılığını sürdürmekteydi. Sonra Batı ve ABD ile uyuma ve “müdahale” politikasına geçen Erdoğan, hızla “boynuz kulağı geçer” hesabı, durdurulamaz hızla atağa kalktı ve “müttefikleri” solladı. Olabilirdi! Onları müdahaleye çağırdı, hele “kimyasal silah krizi” döneminde elde etti edecekti. ABD istemeye istemeye müdahaleye mecbur kalıyordu! Olabilirdi! Ama ayrılık, ABD’nin onayladığı mezhepçilikte sınır tanımaz bir ölçü tutturup El Kaideci örgütlerin desteklenmesine varıldığında başgösterdi. Erdoğan angaje olmuştu ve “her ne olursa olsun Esed devrilsin” noktasına gelmişti, duramıyordu, Kaide dahil önüne geleni desteklemekte sakınca görmedi. Hatta bu nedenle ABD SUK’u yenileme ve Doha’da adını da değiştirerek yeniden yapılandırmaya yöneldi. Rojava’da Kürt özerkliği yönünde atılan adım Kaidecilerle işbirliğini iyice davet etmekte, ama ABD ile Suriye konusunda makas açıldıkça açılmaktaydı. Sonunda mecburen Kaide’ye destekten vazgeçilse bile, bu destek hala şuya da bu ölçüde sürdürülüyor ve Kürt düşmanlığı kadar Esad’ın devrilmesi politikasında da ısrar ediliyor. Oysa ABD çoktan Rusya ile anlaşarak Cenevre-2 Konferansı’nın toplanması ve siyasal çözüm taktiğine geçmiş, hatta “Esad’lı geçiş süreci”nde karar kılmış durumdadır!
Irak. Yıllardır kördüğümdür. ABD Irak’ın bütünlüğünden yana bir politika izlemektedir. Türkiye ise, Sünnici politikasını sürdürürken önce T. Haşimi’ye Türkiye’nin kapılarını açmış ve açıktan destek vermiş, sonra Barzani ile tek yanlı yakınlık politikasına ağırlık vermiştir. Kürdistan petrolleriyle iştahı kabaran Erdoğan elinde Türkiye, Merkezi Irak Hükümeti ile ilişkilere boş vererek, ABD’nin uyarılarına rağmen, Barzani ile petrol akışını imza altına almış, ama yanlış hesap Bağdat’tan dönmüş, merkezi Hükümet’in hava sahasına kapatması üzerine Bağdat’a gidilmek zorunda kalınmış, petrol paraları Türkiye bankalarında mı Amerikan bankalarında mı toplansın tartışması sürerken, imzalanan anlaşma henüz işlevsel olamamış ve petrol akışı bir türlü başlamamıştır. Ancak Irak konusunda da ABD ile yan yana durulamadığı makas açıklığına sahip olunduğu ortadadır.
İsrail’le ilişkiler. “One minute” ile başlatılan, Mavi Marmara ile sürdürülen İsrail’le gerginlik politikasına önceden bir başka vesileyle değinilmişti. Obama araya girip Netenyahu’ya yanından telefon ettirip “özür” dilemesini sağlamasına karşın, düzeltilmemekte ayak diretilen İsrail’le ilişkiler, ABD ile ciddi ayrılık konusudur.
Mısır. Mısır’la, iktidardaki iki Müslüman Kardeş Partisi arasında sağlanan “kardeşlik” ilişkilerinin ABD’nin en azından “olur”unu verdiği bir darbeyle, bir Amerikan darbesiyle son bulması, Erdoğan’ın sert tepkisine neden olmuş; alınan ideolojik tutum sert bir politik ajitasyona tahvil edilmiştir. Mısır darbesi; bir yandan karşısında ayaklanan halkı denetim altında tutamadığını kanıtlarken bir yandan da hala ve daha sıkı sarıldığı İslamcı mezhepçi çizgide ısrar eden İhvan’ın da çizgisinin de üzerini çizerek darbeyi yaptıran ABD ile darbeye açıktan karşı çıkan Erdoğan ve AKP arasındaki makası açan bir diğer önemli sorunu oluşturmuştur.
İran. Türkiye’nin bu güçlü komşusu ile ilişkileri ABD ile öteden beri sorun oluşturmaktadır, ama sorun giderek ciddileşmiştir. Başlangıçta Erdoğan İran’ın nükleer silaha sahip olmasını bile açıktan desteklerken, ilerleyen yıllarda İran silahlanmasından ürkerek Kürecik’e radarını koydurup NATO füzesavar şemsiyesi altına girerek eleştiriye yönelse bile.. Bir yandan Brezilya ile ortak arabuluculuğa soyunarak nükleer araştırmalar konusunda arabuluculuğa soyunarak.. Bir yandan da petrol ve doğalgaz alımları ve ödemeleri dolayısıyla Amerikan ambargosunu delerek, yine Amerika’nınkinden farklı ve çelişen, üstelik İran’a ambargonun delinmesinde onunla karşı karşıya gelen politikalar izlemeyi sürdürdü. Son rüşvet ve yolsuzluk operasyonunda, Halk Bankası ve Reza Zarrab odağında bu iki yasadışı ilişki türüyle altın kaçakçılığına ilişkin suçlamalar İran’a Amerikan ambargosu ve bu ambargonun delinmesi kapsamında şekillenmiştir.
Mit müsteşarı. İran bağlantısı kurularak, on MOSSAD ajanını İran’a teslim etmesi ve yanı sıra başka nedenlerle suçlanan H. Fidan konusu, yine Erdoğan’la ABD arasında problem olmuştur. Hem Washington Post hem de Wall Street Journal’da hakkında Batı ve özellikle Amerikan çıkarlarına ayrı hareket ettiği iddialarıyla ayrıntılı yayınlar yapılan MİT Müsteşarı’nın faaliyetlerinin ABD tarafından hoş görülmediği, ama sadece Fidan’ın faaliyetleri olarak da değerlendirilmeyip Erdoğan’a ve ABD ile sürtüşmesine yorulduğu bir gerçektir.
Yerden havaya füze alımları ya da Patriotlar yerine Çin füzeleri. Rüşvet ve komisyon vb. değil, ama ucuzluklarıyla Çin’in teknoloji transferine olanak sağlaması ve füze parçalarının bin bölümünün Türkiye’de üretilmesi gibi gerekçelerle tercih edildiği söylenen Çin füzeleri de, Türkiye ile NATO ve ABD arasında ciddi sorun oluşturmuştur. Batı’dan bu füzelerin NATO silah sistemine entegre edilemeyeceği iddiaları gelirken, sonradan bunun olabileceği, ABD Kongresi’ne sunulan bir karar önergesinde bu işe yönelik olarak “ABD fonlarının kullanılmasının yasaklanması”nın talep edilmesiyle anlaşıldı. Ama ABD ve tüm Batı, hem füzelerin Çin’den alınmasına itiraz ediyor hem de yabancı füzelerin entegrasyonunu engellemeye yöneliyorlardı. Türkiye ise, Erdoğan’ın ağzından, Türkiye’nin kararlı olduğunu ve Çin vazgeçmedikçe füze alımından vazgeçilmeyeceğini vurgulamaktaydı. Sorun ciddi ve büyüktü.
Gezi Direnişi döneminde özellikle Erdoğan’ın direniş karşısında izlediği politikayı ABD sert biçimde eleştirmiş, bu eleştirileri şüphesiz Amerikan yönetiminin demokrasiye olan aşkını belirtmese bile, az-çok demokratik ülkelerdeki normları dikkate almazlık edememelerinden kaynaklanmıştır. ABD Irak, Afganistan vb. ülkelerde, üstelik bu ülkeleri işgali sırasında binlerce, on ve yüz binlerce insanı öldürmemiş değildir. Ama barışçıl bir gösteride insanların öldürülmesine dünyanın bu baş celladı bile tahammül göstermemiş, Erdoğan’ın saldırganlığını suçlamıştır. Ülkeler arasında herhangi konularda eleştiriler, hatta karşılıklı ölçülü suçlamalar olmaz değildir, hatta adettendir bile denebilir. Ancak Gezi karşısındaki Başbakan’ın tutumu hem Elçi Ricciardone, hem ABD Beyaz Saray Sözcüsü ve hem de Dışişleri Bakanı J. Kerry tarafından “ipe sapa gelmez” ve hatta “yalancı” anlamına gelecek sözcükler kullanılarak ve sertliği bakımından diplomatik kuralların ötesine geçilerek suçlanmış, Erdoğan’ın “Seattle’da da 17 kişi öldü” yollu konuşması anında uyarılmış ve düzelttirilmiştir.
Başkalarını, örneğin iki eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Eric Edelman imzalı “Retorikten Gerçeğe – ABD’nin Türkiye Politikasını Yeniden Çerçevelendirmek” başlıklı rapor ve bu raporda sayılanlar benzeri sorunları değerlendirerek ileri sürdükleri 1) “artık AKP’nin yenilmez ve kaçınılmaz olmadığı” ve 2) “AKP’nin en çok ihtiyaç duyulduğu zamanda Ortadoğu’da Amerikan yönelimlerinin ihtiyaçlarını karşılayabilir olmaktan çıktığı” görüşleri.. Ya da Ricciardone’nin ilk geldiğinden beri hükümete çeşitli konularda (tutuklu gazeteciler, ceza alan generaller hakkında söylediği “onlar vatanına sadık askerler” sözleriyle değerlendirdiği balyoz yargılamaları, uzun tutukluluk süreleri vb.) yönelttiği eleştirileri saymıyoruz.
Cemaat-Erdoğan ya da Cemaat-AKP Hükümeti kavgası, unsurlarını saymaya çalıştığımız ABD ile Erdoğan Hükümeti’nin arasının giderek açılmakta olduğu ve Amerikalı emperyalistlerin Erdoğan’a tahammül edip etmemeyi en azından tartıştıkları, iki ülke ilişkilerinin Washington ziyaretleriyle karakterize cicim aylarından farklılaştığı koşullarda patlak vermiştir. Öyle ya da böyle, ABD’nin bu çatışmanın belirli bir yerinde olduğu ve bunun kolaylıkla tahmin edilebilecek bir yer olduğu tartışmasızdır.
ABD, CIA aracılığıyla, ya doğrudan operasyonu yönetmekte ya da operasyonunun ve yürütülüşünün arkasında durmakta ve desteklemektedir. Ve madem başlamıştır; üstü örtülmesi ve kapatılması değil, şüphesiz ki devamı beklenmelidir. Yeni adımlar herhalde atılacaktır ve kaset mi, başka bir şey mi, ne türden olacaklarını hep birlikte göreceğiz.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑