Uzunca bir zamandan beri kapitalizm, dünya ölçüsündeki saldırısını, canlı emeğin dizginsiz sömürülmesi ötesinde KİT’lerin yağmalanması, işçilerin kazanılmış haklarının gaspı, özel olarak da sosyal hakların kurumsal ifadesi olarak biçimlenen sosyal güvenlik sistemine yöneltmiş bulunuyor. Ekonomisi yüksek bir verimliliğe sahip gelişmiş ülkelerde bile patronlar ve hükümetleri, sosyal güvenlik sistemini yıkmak için her yolu deniyorlar. Ve dünyanın her köşesinde işçiler, sosyal güvenlik sistemini savunmak, sosyal haklarını korumak için ayağa kalkıyor.
Oysa sosyal güvenlik sistemi, 1960’lı, ’70’li yıllarda “refah devleti” propagandacılarının kullandığı en flaş “buluş”tu. Özellikle ikinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, sosyalizme karşı birer savunma üssü olarak inşa edilen Avrupa ülkelerinde sosyal güvenlik sistemi bir sosyalist ayaklanma tehlikesinden korunmak üzere biçimlendirilmişti. Bu çerçevede, gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyal güvenlik, sosyalist ülkelerde sosyalizmin sağladığı gelecek güvencesi, işsizliğin ortadan kaldırılması, refahın ortaklaştırılması ve sosyal haklar bakımından
“Sosyalizmi aratmayacak” “görünümde” olmasına Özen gösterilmişti. Ve denilebilir ki; aşağı yukarı 40 yıl boyunca da bu hakların geliştirilmesi, hem İkinci Enternasyonal partileri (sosyalist ve sosyal demokrat partiler) hem de devletler tarafından neredeyse bir alışkanlık haline getirilmişti.
Son 10–15 yıldır, sermaye ve hükümetleri, sosyal hakları ortadan kaldırma politikalarının devamı olarak, sosyal güvenlik sistemine karşı savaş açmış bulunmaktadır. IMF yönlendiriciliğindeki hükümetler ve sermayenin her köşede türeyen ideologları; sosyal güvenlik sistemini, uzunca bir zamandan beri, “ekonominin KİT’lerden bile büyük kara-delikleri” olarak ilan ettiler. Ekonominin başına gökten taş düşse, “sosyal güvenlik sisteminin yarattığı zorlamalardan” biliniyor. Ve bir zamandan beri, işçi sınıfının, emekçilerin en temel haklarına saldırılar “devletin”, “ekonominin” ve “sistemin” kamburu ilan edilen sosyal güvenlik sistemine yöneltilen saldırının üstünden gerçekleştiriliyor.
Türkiye’de, daha ANAP-DSP-DTP Hükümeti (55. Hükümet) döneminde IMF; Türkiye ile anlaşma yapmanın önkoşulunu “sosyal güvenlik sisteminde reform yapılması” olarak açıkça ilan etmişti. O günden bugüne de hükümetler (55, 56 ve 57. hükümetler) sosyal güvenlik sistemini tahrip etmek için her yolu deniyorlar. Ve sonunda Ecevit Hükümeti (57. Hükümet) hazırladığı tasarıyı Meclise gönderdi. Üstelik bu, işçi sınıfı ve halka saldırı tasarısını “sosyal güvenlikte reform” tasarısı olarak adlandırmayı da ihmal etmedi.
KARŞI REFORM SALDIRISI
“Reform” sözcüğünün Türkçe karşılığı “iyileştirme”dir. Genelde de “reform” denildiğinde insanların aklına, sözü edilen konuda bir iyileştirme, en azından bazı kolaylıklar ve avantajlar getirilmesi gelir. Ama her halükarda “reform” dendiğinde devrim kadar çabuk ve köklü olmasa da az çok kapsamlı bir ilerlemeden söz edildiği anlaşılır. Bir konuda yapılan çok sınırlı değişiklikler, bunlar ileriye doğru da olsa reform sözcüğü ile karşılanmaz. Ancak pek çok konuda olduğu gibi kavramlarda kargaşa yaratarak iletişimi bir sorun haline getirmeyi kendi amaçlarını saklamanın aracı olarak kullanan Yeni Dünya Düzeni ideologları ve politikacıları, halka verecek bir şeyi kalmamış burjuva hükümetler; ekonomik alanda piyasalaştırmayı, politikada emekçileri politikanın dışına itecek önlemleri “reform”, hatta bazen “devrim” diye adlandırmayı adeta alışkanlık haline getirdi.
Son dönemde “vergi reformu” olarak büyük gürültülerle ilan edilen yasa değişikliği, emekçileri yeniden ezerken büyük patronları, faizcileri, rantçıları kollayan yasa tasarısı “vergi reformu”, “cumhuriyet tarihi boyunca yapılamamış büyük bir atılım” olarak sunulmuştur. Şimdi ise sosyal güvenlikte “sosyal” ve “güvenlik”le ilgili ne varsa onları ortadan kaldırmayı amaçlayan yasa tasarısı “sosyal güvenlikte reform” olarak sunulmaktadır.
Gerçekte, sosyal güvenlikte yapılan tam bir karşı reform hareketidir. Çünkü emekçilerin bütün tarihsel kazanımlarını ortadan kaldırmayı hedeflemekte, emekçiler arasında dayanışmayı ortadan kaldırarak yerine, herkesin “parası kadar hizmet” alacağı temel piyasa görüşünü geçirmektedir. Bu ise, emekçilerin az çok yüksek gelirli çok küçük bir kesimi dışındaki milyonlarca, on milyonlarca emekçiyi sosyal güvenlikten yoksun hale getirmeyi amaçlamaktadır.
Sosyal Güvenlik Bakanlığının açıklamalarından da açıkça anlaşılmaktadır ki IMF’nin yönetimindeki bakanlık, sosyal güvenlik sistemini iki aşamada tasfiye etmeyi amaçlamaktadır. Birinci aşama emeklilik yaşını, primleri ve prim gün sayısını artırmak, dolayısıyla sosyal güvenlik sistemine girmeyi caydıran önlemler almaktır. Şu anda mecliste olan yasa tasarısı, sistemi tasfiyenin birinci adımıdır.
Yetkililer, her ne kadar emeklilik yaşı için 38–41 diyorsa da gerçekte emeklilik yaşı 49–50,5’tur. Bu da, Türkiye’de insanlar 5000 işgünü primi doldurabilmek için normal süresinden 9,5 yıl daha fazla çalışmak zorunda kalmıştır demektir. Çünkü belirli bir yaşta işe girip kesintisiz sigortalı olarak çalışanların sayısı son derece azdır. Dolayısıyla yaş sınırı 58-60’a, prim gün sayısı 8 bin 300’e çıkarılırsa emeklilik yaşı aslında 70’e çekilmiş olacaktır. Ortalama yaşama süresinin 68 olduğu göz önüne alındığında ise işçilerin büyük oranda daha emekliliğine 2 yıl varken öleceği tahmin edilebilir. Kaldı ki esnek çalışmanın yaygınlaşmasına paralel olarak sigortasız çalıştırmanın ya da kesintili çalışmanın hızla yaygınlaşacağı düşünüldüğünde, milyonlarca işçinin 8 bin 300 gün bir yana 5000 günü bile tamamlaması mümkün olmayacaktır. Dahası, belirli bir yaştan sonra (örneğin 35 yaş) işsiz kalan işçilerin iş bulmasının neredeyse imkânsız olduğunu, milyonlarca genç işçinin asgari ücretten çalışmaya hazır olduğu bir ülkede 40, 50, 60 yaşındaki işçilere kimsenin iş vermeyeceğini holding patronları bile kabul etmektedir.
Bu durumda işçinin sigortalı olmak yerine, sigorta priminin de kendisine ücret olarak ödenmesini tercih edeceğini, bunun patronun da işine geleceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Bu ise, SSK’nın yıkımı anlamına gelmektedir. Çünkü SSK’nın sorunu sigortalılara çok yüksek sağlık ve emeklilik harcaması yapması değil, aktif sigortalı sayısındaki düşüklüktür. Bu gerçek devletin yaptığı araştırmalarda da açıkça gösterilmiş olmasına karşın bakanlığın hazırladığı tasarı, yeni sigortalılığı yüksek prim ve yüksek prim gün sayısı ile caydıracak mahiyettedir.
İkinci adımdaki niyetleri de şimdiden açıklanmıştır. Sosyal güvenlikte karşı reformun ikinci adımı, ihtiyarlık sigortası ile sağlık sigortasının ayrılması ve herkesin özel sigorta şirketlerine başvurmaya yönlendirilmesidir. Aslına bakılırsa, burada amaçlanan, SSK’nın dev hastanelerinin ve tesislerinin yok pahasına özel kuruluşlara devri ve bu kurumlardan yüksek prim ödeyebilen sigortalıların yararlanması için yeniden yapılandırılmasıdır. Bu yolla sigortalı yakınlarının sigorta imkânlarından yararlanmasını “ek prim ödemeleri”ne bağlama ya da ayrıca sigortalı olma zorunluluğunun getirilmesi yoluyla sigortanın sosyal karakterini tümüyle ortadan kaldırmaktır.
Görüldüğü gibi ikinci adımın amacı, bugün sosyal güvenlik şemsiyesi altında bulunan 55 milyon kişinin sağlık ve emekliliğine ilişkin alanı sermayenin kâr alanı olarak açmaktır. IMF’nin, uluslararası tekellerin ve yerli uzantılarının sosyal güvenliği hedefe koymalarının, bu alanda yapılanın bir reform, yıllardır kimsenin el atmaya cesaret edemediği bir reform olarak ilan etmelerinin nedeni budur.
Bütün bu yıkıcı, emekçiler için kabul edilemez sonuçlarına karşın “sosyal güvenlik reformu” yasa tasarısını bir karşı reform yapan şey, yasa taslağının özünü belirleyen ideolojik tutumdur.
Sosyal güvenlik fikrinin arkasında, işçilerin, emekçilerin toplumsal olarak güvence altında olma fikri vardır ve az gelirli ile çok gelirli, az prim ödeyen işçi ile çok prim ödeyen işçi arasında hizmetten yararlanma bakımından çok fazla fark olamaz. Yani sosyal güvenlik sisteminin temelinde, işçilerin kapitalizmin kendilerini ittiği koşullara kargı dayanışma içinde karşı durmaları fikri vardır. Bu dayanışma, herhangi bir kişisel katkının miktarı ya da sosyal güvenlik kurumlarının karlılığı ya da zarar ediyor olması üstüne oturamaz. Dolayısıyla, bu sigorta sistemindeki “sosyal” kavramı böyle bir fikirle, böyle bir yaklaşımla bağlantılıdır.
Karşı reformcular ise, tam tersine bütün yaptıklarını ve yapmak istediklerini “toplumsal bir güvence” değil, piyasa fikri ve kişinin “ödediği prim kadar hizmet alması” üstüne oturtmaktadır. Bu yüzden de “kurum zarar ediyor, devlete kamburdur” üstünden yürütülen propaganda ile kafa karışıklığı yaratmaktadırlar. Nasıl ki hastayı “müşteri”, hastaneyi de ticarethane ilan ederek devleti toplum sağlığı karşısında kayıtsız ilan edip, sağlık sorununa dahiyane çözümler bulduğunu iddia eden “sağlık reformcuları” çıkmışsa, “sosyal güvenlik reformcuları” da işçinin ve yakınlarının SSK’dan hizmet alabilmesi için “hizmetin karşılığını” ödemesi gerekir demektedirler. Eğer işçi hizmetin karşılığı kadar prim ödeyecekse ya da işçi ödediği prim kadar hizmet alacaksa; sosyal güvenliğe ne gerek var. Gider özel sigortaya kaydolur! Zaten karşı reformcular da bunu söyletmek istiyorlar. İşçi için sosyal güvenliğin hiçbir çekici yanı kalmasın. Hizmetler kötüleştirilerek, emeklilik yaşı ve primler yükseltilerek yeterince itilirse, işçi, sosyal güvenlik sisteminden çıkarak uluslararası ve yerli hastane ve sigorta tekellerinin pençesine düşer hesabı yapılmaktadır.
Kapitalist pazarda her malın bir fiyatı olduğu gibi, elbette “hizmetin fiyatı” da vardır: Normal koşullarda işçi (sınıf olarak) bu fiyatın karşılığını “prim” olarak ödemektedir. Ama primlerin şu ya da bu nedenle yetmediği yerde devletin kurumlara destek vermesi yine “sosyal güvenliğin karakteri” ile ilgilidir. Çünkü az çok uygar bütün (ilklerde, hatta Türkiye’den çok daha geri ekonomik olanaklara sahip ülkelerde bile devletler sosyal güvenlik sistemine yüzde 25 ile yüzde 90 arasında değişen bir destek sunmaktadır. Sosyal güvenlik sisteminden desteğini sakınan tek devlet Türkiye Cumhuriyetidir.
Saf kapitalist mantık açısından herkesin ödediği prim kadar hizmet alması “çok adil bir durum”dur. Çünkü kapitalizmde her hizmetin, her malın bir karşılığı vardır. “Nasıl ki, bakkaldan ekmek alırken tam fiyatını ödemeden ekmeği alamazsan, sosyal güvenlik sisteminden de karşılığını tam ödemeden hizmet alamazsın” deniyor. Dolayısıyla az prim ödeyen az hizmet, çok prim ödeyen çok hizmet, hiç prim ödemeyen de sıfır hizmet almalıdır!
Bugün var olan sosyal güvenlik sistemi kapitalizm koşullarında ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Dolayısıyla sistemin kapitalizmle, piyasa ekonomisiyle de ilişkisini kurmak mümkündür. Ama bu saf kapitalist mantık, söz konusu olan sosyal güvenlik sistemi olduğunda, birkaç noktada aşılmaktadır.
Şöyle ki;
Prim ödeyemeyenlerin (sigortalının bakmakla yükümlü olduğu yakınlarının sayısına göre ayrıca bir prim ödenmemesi ya da işçinin çalışmadığı, yani prim ödeyemediği zamanlarda da kimi sağlık hizmetlerinden yararlanması) hizmetten yaralanması ile az prim ödeyenle çok prim ödeyenin aynı hizmeti alması, halen yürürlükte olan ve yıkılmak istenen sosyal güvenlik sisteminin kuruluş fikriyle yakından bağlantılıdır. Bugüne kadar bir isçinin kalkıp da; “Ben yıllardır ‘tavan’dan prim ödüyorum, ama asgari ücretten prim ödeyenle aynı hizmeti alıyorum. Bu hakkaniyete aykırıdır” ya da “Benim hiç kimsem yok, ama başkalarının 5–10 yakını var. Benim ödediğim primlerle onlara neden bakılsın?” itirazında bulunduğu görülmemiştir. Oysa bir kapitaliste göre kişi “böyle davranmalıdır ki çıkarlarını korumuş olsun!
Ama sınıfın en geri kesimlerindeki işçi bile böyle davranmaz, davranmıyor da. Çünkü sosyal güvenlik sistemi, genelde burjuvazinin kendi sisteminin bir parçası, onun sisteminin kaçınılmaz bir sonucu olarak değil, işçi sınıfının mücadelesinin sonucu olarak elde edilmiş bir hak; burjuvazi karşısında sınıfın bir dayanışma örgütü olarak doğup gelişmiştir. Burjuvazi kurumu sonradan kendi denetimine alarak sistemiyle bütünleştirmiş, yönetiminde etkili bir konuma gelmiştir. Ama kurumun doğuşuna yol açan mücadelenin üstünde yükseldiği sınıf dayanışması duygusu ve fikrini, en azından henüz, tümüyle yıkamamıştır.
Kapitalist bir ülkede olmasına karşın sosyal güvenlik kurumlarının bu özgün yanı; bu sistemde dayanışma, düşük ücretli işçinin yüksek ücretli işçinin ödediği primden yararlanması, hatta prim ödediği halde ömür boyu SSK hastanesine gitmeyen bir işçinin bile kendisini dolandırılmış saymadığı bir anlayış, sosyal güvenlik kurumlarında içselleşmiştir.
Öte yandan hemen bütün ülkelerde sosyal güvenlik kurumları, bir devlet kurumu olarak değil az çok “özerk” bir işçi dayanışma örgütü olarak kurulmuştur. Bu sistemden “özerklik”; sınıfın fertleri arasında “dayanışma”, “yardımlaşma” ilişkilerini geliştirici olmuştur.
Türkiye’de de sosyal güvenlik sistemi, işçinin, kamu emekçilerinin, Bağ-Kur üyelerinin ödediği primlerle kurulup bugüne gelmiştir. Devletin bu kurumlara herhangi bir “gönüllü katkısı” yoktur. Tersine devlet, bu kurumların birikimlerini yağmalamış, “ucuz kredi” olarak kapitalistlere sunmuş ve kurumların tahrip olmasında başlıca rolü oynamıştır.
Şimdi de bu tahribatına bakıp; “sosyal güvenlik sistemi çöküyor” diye “kurtarıcı rolüne” soyunmaktadır.
Oysa başka ülkelerde devlet, bu hakkın kazanılması sürecindeki mücadeleler sonucu olarak olsa da, sosyal güvenlik sistemine katkıda bulunmaktadır. Ama devlet İster katkıda bulunsun ister bulunmasın, sonuç olarak sosyal güvenlik sistemi, işçilerin “dayanışma örgütü” olarak doğmuştur.
IMF’yi, uluslararası sermayeyi ve onların yerli uzantılarını, her soydan burjuva iktisatçısı ve ideologunu sinirlendiren başlıca iki nedenden birisi de bu “ideolojik yön”dür. (diğeri bu alanı uluslararası tekellerin soygununa açmaktır)
İşçilerin, emekçilerin kendi aralarında dayanışması, az prim ödeyenle çok prim ödeyenin aynı hizmeti almak için aralarında anlaşmış olması, sosyal güvenlik sisteminin dayanışma fikrinin, sınıf duygusunun yaşamasına vesile olan bir bağ olması, işçinin, kamu emekçisinin en geniş dayanışma örgütü olarak yaşamaya devam etmesi, sermayeyi ve onun ideologlarını son derece rahatsız etmektedir.
Dahası sendikaları yıkmak, tasfiye etmek; yaşaması gerekiyorsa bile bir işçi kitle örgütü olarak değil, içi boşaltılmış burjuva kurumlar olarak yaşamasını isteyen zihniyetle, sosyal güvenlik sistemine saldıran zihniyet aynı zihniyettir ve aynı nedenlere dayanmaktadır.
Bu yüzden de emeklilik yaşının yükseltilmesinden hastanelerin özelleştirilmesine uzanan plan, aynı sosyal güvenlik siteminde işçiyi, dayanışmayı, emeğini kolektifliğini çağrıştıran her şeyi yıkarak sistemi sermayenin kâr alanı haline getirme planının, genel olarak özelleştirmenin amaçlarına bağlanan parçalarıdır.
Demek ki sosyal güvenlik sistemi iki yönlü bir karaktere sahiptir. Bir yanıyla ve tarihsel bakımdan ortaya çıkış biçimiyle, işçilerin dayanışma ve yardımlaşma fikriyle doğrudan bağlantılıdır. Öte yandan sosyal güvenlik sistemi, kapitalizm koşullarının bir olgusudur, işçinin ödediği ve devletin de destek olmakla yükümlendiği bir ekonomik temelde biçimlenir. (Örneğin SİP, “gerçek sosyal güvenlik sosyalizmdedir” diyerek aklınca keskinlik yapıyor; sosyalizm övgüsü yapmış olayım derken sosyalizmi kapitalist “sosyal devlete” indirgemiş oluyor. Çünkü sosyalizm sosyal güvenlik diye bir fikri kabul etmez. Sosyalizm bir sistem olarak bütün yurttaşlarını en gelişmiş biçimiyle de olsa, kapitalist soysal güvenlikle ilgili olmayan bir anlayışla güvenceye almıştır. Bu yüzden de sosyal güvenlikle ilgili olarak görülen, emeklilik sigortası, hastalık sigortası, iş güvencesi, işsizlik sigortası gibi kapitalist bir ülkede, sonuçta şöyle ya da böyle işçinin ödediği prime bağlı bir sosyal güvenlik anlayışı, sosyalizme tümüyle yabancıdır.)
Bu çelişik durum, “piyasacılara” kuruma müdahale etme, onun ekonomik yapısı üstünde oynayarak kurumu çökertme olanağı tanımaktadır. Bugün Türkiye’de hükümetin yapmak istediği “karşı reform” da iste bu noktadan, sorunun “ekonomik” boyutundan hareketle yapılmak istenmektedir.
SOSYAL GÜVENLİK SİSTEMİNE SALDIRI ULUSLARARASI BİR SALDIRIDIR
Ancak şu bir gerçek ki sosyal güvenlik sistemine yönelik saldırı, sadece Türkiye’ye özgü değil. Hatta IMF’nin sadece Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelere dayattığı bir koşul da değil. Tersine, en gelişmiş ülkelerde de sosyal güvenlik sistemi hedefe konulmuş durumda.
Uluslararası kapitalizm, kendisini yeniden organize ederken emekçilerin örgütlerini de tahrip etmeyi, ya tümüyle ortadan kaldırmayı ya da işlevsizleştirmeyi amaçlamaktadır.
Saldırının uluslararası boyutu öylesine açıktır ki örneğin IMF’nin dayatmaları kadar ülkelerdeki yöneticilerin saldırılara gerekçe olarak öne sürdükleri argümanlar bile nerdeyse tıpa tıp aynı.
Örneğin Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan ve diğer “devlet ricali”nin söyledikleri, “Sosyal güvenlik sistemi çökmüştür. Devleti borca sürüklemektedir. Böyle giderse 5 yıl sonra emekli maaşları bile ödenemez. Biz bugünü değil gelecek kuşakları düşündüğümüz için bu reformu yapıyoruz. Bu çok önemli bir reformdur. Yapmazsak devlet de çöker.” gibi laflardan ibarettir.
Dünyanın en gelişmiş birkaç ülkesinden birisi olan ve aynı zamanda kapitalizmin “sosyal güvenlik cenneti” sayılan Almanya’da, işçilerden oy alarak iktidara gelen Sosyal Demokrat Parti-Yeşiller koalisyon hükümeti de “ekonomik tasarruf paketini” şu günlerde meclise sevk etmiş bulunuyor. Yasanın içeriği, işçilerin sosyal haklarının önemli bir bölümünü kırpmak üzere hazırlanmış ve sosyal güvenlik sistemini de hayli hırpalıyor. Ancak o soğukkanlı, “realist” politikacılar ülkesinde bile Başbakan Gerhard Schröder, yapılan kısıtlamaları “Alman politikasında paradigma değişimi”, “Federal Almanya Cumhuriyeti tarihindeki en büyük reform projesi”, “Yapıcıların bozgunculara karşı programı” olarak adlandırdıktan sonra “reform”un gerekçesini de şöyle açıklıyor: “Bu, Almanya’da bugüne kadar yapılan en geniş kapsamlı reformdur. Bu reformu biz kendimiz için değil ileri yaşlardaki nesiller ve torunlarımız için yapıyoruz. Böylece torunlarımızın geleceklerini daha kolay planlamaları için ortam hazırlarken, yaşlı nesil için de güvence sağlıyoruz. Kohl hükümetinden muazzam bir borç devraldık.”
Kuşkusuz ki, sosyal güvenlik sistemine yöneltilen saldırı, kendi başına, ekonominin diğer alanlarında yürütülen “yeniden yapılanma” girişimlerinden bağımsız değildir. Tersine, “tekellerin global dünyası” için dünya ölçüsünde yürütülen saldırının koç başlarından birisidir sosyal güvenlik sistemine yöneltilen saldırı. Daha ileri giderek şunu söyleyebiliriz: Yugoslavya ve Irak’ta savaş uçakları ve bombalarla, başka ülkelerde iç karışıklıklarla yürütülen “Yeni Dünya Düzeni’ne, globalizme adaptasyon operasyonu” diğer pek çok ülkede de sosyal güvenlik sistemi üstünden yürütülen bir operasyonla yapılmak istenmektedir. Sadece kullanılan araçlar farklıdır.
GLOBALİZM NASIL BİR İŞÇİ-PATRON İLİŞKİSİ İSTİYOR
Sosyal güvenlik sisteminin neden böyle hedefe çakıldığını daha açık görmek için, uluslararası sermayenin varmak istediği amaçların açıklanmasına ihtiyaç vardır. Bu nedenledir ki burada, kapitalist global dünyada uluslararası sermayenin nasıl bir işçi-patron ilişkisi kurmak istediğine kısaca da olsa değinmek gerekir.
İşçi sınıfının mücadele tarihi, kapitalistlerin, ancak uzun mücadeleler sonucunda işçilerin haklarını meşru gördüğünü göstermiştir. Örneğin İngiltere gibi “demokrasinin beşiği” bir ülkede bile 1799’da işçilerin sendika kurmaları yasaklanmış, ancak 1824 yılında yeniden serbest bırakılmıştır. Büyük Devrim’in ülkesi Fransa’da sendikalar, ancak 1840’lardan sonra serbestçe örgütlenme imkânı elde edebilmiştir. Yine diğer Avrupa ülkelerinde de sendikaların burjuvazi tarafından kabul edilmesi, yüz-iki yüz yıllık mücadeleler sonucu mümkün olabilmiştir.
Ancak bütün bu güçlüklere karşın burjuvazi sonuçta, işçilerin sermaye karşısında kendi örgütlerini kurmasını, toplu pazarlık yaparak haklarını geliştirmenin en meşru hakkı olduğunu; bu hak mücadelesinde grev, hak grevi, dayanışma grevi, siyasi grev ve genel grev (grevlerin cinsi ve hak haline gelmesi ülkeden ülkeye değişiklikler gösterse de) yapabileceğini kabul etmiştir. Bu yüzden de 20. yüzyılda, özellikle bu yüzyılın ikinci yarısında, sendikalar sosyal haklar bakımından hayli başarılı toplu sözleşmeler yaptıkları gibi, aynı zamanda birçok hakkın yasalara geçmesini de sağlamayı başarmışlardır.
Kısacası, yaklaşık 150 yıl boyunca, patronlar ve hükümetleri, işçilerin toplu pazarlık yapma ve güçlerini birleştirerek haklarını almalarını meşru görmüştür.
20. yüzyılın son çeyreğinde durumda bir değişme gözlenmiştir. Patronlar, toplusözleşmelerdeki “idari maddeleri”, sosyal hakları ve iş güvencesine ait yasal düzenlemeleri kendi mülkiyet haklarına, mülkiyetlerini yönetme hakkına bir müdahale olarak görmeye başlamışlardır. Bu yüzden de giderek daha büyük bir dirençle “idari maddelere” karşı çıkmaya, sosyal hakları kırpmaya, iş güvencesine ilişkin yaptırımlardan kaçınmaya yönelmişler; hatta “idari maddeler” ve işçiyi koruyan yasaların rekabet etme imkânlarını baltaladığını öne süren patronlar, böylece ülkenin uluslararası pazarlarda gerilemesi ya da yeni atak yapamamasını, işçilerin, sendikaların işyerlerinde patronların yönetme hakkını sınırlamasına bağlayarak, sorunu bir “ulusal” sorun haline getirmeye yönelmişlerdir.
Taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma ve esnek çalışma yöntemlerinin yaygınlaştırılmasının arkasındaki fikirlere bakıldığında; yeni dünya düzencilerinin, global bir kapitalist dünya hayali kuranların amaçladıkları işçi-patron ilişkisi gayet nettir. Uluslararası sermaye, işçiler örgütsüz, gelecek güvencesiz, bir gün çalışmadığı zaman ertesi gün aç kalmak durumunda kalan bir işçi kalabalığı olsun; bu kalabalığın gelecek güvencesi de, kazandığı para kadar olsun istiyor. Başka bir söyleyişle, globalizmin ideologlarının tarif ettiği ve bugün de patron örgütlerinin toplu sözleşme masalarına kadar taşıdıkları yeni patron-işçi ilişkisinin özünde toplu sözleşme düzenini reddetmek vardır. Öyle ki, patronlar işçilerin “fazla ücret” istemesini bile “rekabeti sınırladığı” gerekçesiyle toplu sözleşmelerin pazarlık konusu olmasını istemiyorlar; tersine ücretlerin bile “genel olarak” (memur maaş zamlarının hükümet tarafından belirlenmesi gibi) belirlenmesini istiyorlar. Yani işçi, tek kişi olarak patronun karşısına çıksın ve arkasında hiçbir güvence olmadan patronla “pazarlık” yapsın. Yasalar, toplu sözleşme ile konulan idari maddeler, sosyal güvenlik kurumlarının desteği işçinin arkasında olmasın isteniyor.
İşte sosyal güvenlik sistemleri burada, işçinin güvencesiz bir biçimde patronların karşısına çıkmasını önleyecek bir kurum olarak ortaya çıkıyor. Bir yandan sağlık ve ihtiyarlık sigortasıyla işçiler arasında bir dayanışma örgütü işlevi gören sosyal güvenlik kurumları, öte yandan da işsizlik sigortası ve iş güvencesine dair yasalarla birlikte, sermayenin amaçladığı, patron karşısında “çıplak işçi” tablosunu fazlaca bozuyor. Dolayısıyla sınıfın bu en geniş dayanışma örgütünü tahrip etmeden işçileri örgütlenmede çok geri mevzilere atmanın olanaksız olduğu gömüldüğünden, sosyal güvenlik sistemi (diğer şeylerin yanı sıra bu yanıyla da sermayenin şiddetini üstüne çekiyor) uluslararası sermayenin her ülkedeki uzantıları tarafından hedef tahtasına konmuş bulunmaktadır.
“MEZARDA EMEKLİLİK”TEN “MEZARDA EMEKLİLİĞE”
Yüz yılı aşkın bir zamandan beri kapitalist ülkelerde var olan sosyal güvenlik kurumlan, özellikle İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında “sosyal devlet”‘ adıyla işçilere, emekçilere, sistemin bahşettiği bir nimet olarak propaganda edildi. Ama, gerçek bambaşkadır.
Şöyle ki; sosyal güvenlik kurumlarının kapitalist devletler tarafından meşru görülmesi, uzun işçi mücadelelerinin sonucu mümkün olabilmiştir. Bu yüzden sosyal güvenlik kurumları kapitalist devletin çoğu yerde yarı-resmi kurumları gibi biçimlenmiş olsa da, temeli, işçi sınıfının ilk örgüt biçim olan “yardım sandıklarına dayanmaktadır:
Geçmişi, daha işçilerin kendilerini kapitalist toplum içinde ayrı bir sınıf olarak hissetmeye başladıkları günlere dayanan “yardım sandıkları”, işçilerin kendi aralarında kurdukları bir dayanışma örgütüydü. İşten atılan, sakatlanan, hapse atılan işçiye geçici olarak da olsa yardım amacıyla, işçiler arası dayanışma amacıyla kurulan yardım sandıkları sınıfın kitleselliğinin artmasına ve örgütlülük düzeyine bağlı olarak gelişti.
Yardım sandıkları bir yandan sendikal örgütlenmenin ilk başlangıcı olduğu kadar onu destekleyen yan bir organizasyon olarak da önem kazandı. Dahası işçiler, giderek sosyal güvenlik konusuna önem vermeye, bunu devletten isteyen bir aşamaya geldiler. Toplu sözleşmelerle birlikte ve ondan bağımsız olarak sosyal güvenliğe ilişkin talepler giderek yoğunlaştı.
Marx ve Engels’in kurucusu oldukları Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin işçiler arasında otoritesinin arttığı ve sınıfın politikleşme düzeyinin hayli ileriye taşındığı yıllarda sınıf içinde “sosyal güvenlik talebi” de hayli ileri düzeye ulaştı. Ve ilk sosyal sigorta yasası 1880’li yıllarda Almanya’da kabul ettirildi. Elbette ki ilk yasa, bir yandan “ilk” olması, öte yandan Bismarck gibi işçi düşmanı bir aristokratın başbakan olduğu bir dönemde çıkarılması nedeniyle aslında işçinin emekli olmasının pratikte mümkün olmayacağı koşullar içeriyordu. Alman işçiler bu yasaya tepki olarak “Mezarda Emeklilik Yasası” dediler. Ama yasa çıktı diye mücadele durmadı; tersine, bütün kapitalist ülkelere yayıldı. Ve sosyal güvenlik, bu işçi baskısı karşısında öncelikle gelişmiş kapitalist ülkelerden başlayarak tüm dünyaya yayıldı. Ancak bu hakların kullanılabilir bir biçimde yasalara geçmesi oldukça uzun mücadeleleri gerektirdiği gibi; yasaların çıkmasından sonra pratikte uygulanması daha da zor oldu. Örneğin Türkiye’de en önemli sosyal güvenlik kurumu olan SSK’nın kurulmasının üstünden yarım yüzyıl geçmiş olmasına karşın, dahası yarım yüzyıldan beri yasayla, sigortasız çalıştırma yasaklanmış olmasına karşın, resmi istatistiklere göre 5 milyon dolayında işçi sigortasız olarak çalıştırılmaktadır.
Görüldüğü gibi sosyal güvenlik, ilk olarak bizzat işçiler tarafından gündeme getirilmiş ve kapitalistler ve devletleri ise böyle bir yola ancak, işçilerin baskısıyla yönelmiş ve bu baskıya rağmen çıkarttıkları yasalar ancak “mezarda emeklilik” düzeyinde olabilmiştir. Aradan gecen yüzyılı askın zamandan sonra burjuvası ve hükümetleri dönüp dolaşıp ilk çıkış noktalarına gelmişler; işçiye yeniden “mezarda emekliliği” reva görecek yasal değişikliklere yönelmişlerdir.
Temmuz ayı koyunca yeniden “mezarda emekliliğe hayır” diyen işçilerin sloganları ortalığı sarmışsa, bu, kapitalizmin dramatik çelişkisinin açık bir ifadesidir. Ya da aradan gecen bunca zamandan sonra, Almanya gibi dünyanın en zengin ülkelerinden birinde burjuvazi, işçilerin sosyal haklarına, iş güvencelerine saldırıyorsa bu, kapitalizmin işçi haklarına nasıl baktığının çarpıcı bir ifadesidir.
Burada akla 1880’lerin ve 1990’ların burjuvazisi işçi düşmanı da, 1960’ların, 1970’lerin burjuvaları işçi dostu mu, en azından daha uygar bir burjuvazi mi, sorusu gelebilir. Bu soruya verilebilecek yanıt, elbette ki “hayır”dır.
Çünkü en devrimci çağında bile burjuvazinin; işçi hakları, işçileri burjuva özgürlüklerden ve hele kapitalizmin ortaya çıkardığı refahtan yararlandırmak gibi bir dertleri olmamıştır. Tam tersine, burjuvazi daha çok kâr, daha büyük oranda sömürü için her yolu denemiştir. Sadece kapitalizmin gelişmesi ve zenginliklerdeki genel artış, işçilerin bu refahtan pay almasının imkânlarını yaratmış, işçiler mücadele ederek haklarını şu ya da bu ölçüde elde edebilmiştir. 1900’lü yılların ikinci ve üçüncü çeyreğinde sosyal güvenlik kurumlarının yayılması, hatta kapitalistlerin övündükleri “sosyal devlet” olgusunun ortaya çıkması, yani sosyal güvenliğin geliştiği ve oldukça geniş bir işçi kesiminin bu haklardan nispeten kolay bir biçimde yararlandığı dönem; dünyada sosyalizm rüzgârlarının estiği, işçi mücadelelerinin de dünya ölçüsünde “yüksek” seyrettiği bir dönemdir. Bu yüzden de başlıca kapitalist ülkelerde “sosyal devlet” kavramına bağlanan, başta sosyal güvenlik olmak üzere kimi işçi haklan önceki dönemlerle kıyaslanmayacak biçimde artmış, kapitalizm koşullarında da işçinin sağlık, eğitim, emeklilik gibi konularda gelecek güvencesi olduğu kanıtlanmaya çalışılmıştır.
İşsizliğin ortadan kalktığı, sağlık, eğitim gibi konuların devletin asli görevi olarak belirlendiği; emekliliğin, çalışamaz hale gelmenin işçiler ve tüm halk için hayatın yokluk dönemi, yaşlılığın utanç verici bir yaşam dönemi olmaktan çıkarak tarihe karıştığı sosyalizm karşısında, gelişmiş kapitalist ülkelerin sosyal güvenlik kurumlarının çıtaları yükseltildi. İşsizlik sigortası, emeklilik yaşlarının düşürülmesi, emeklilik fonlarının artırılması gibi önlemlerle işçilerin sosyalizme imrenmesi ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Sosyal güvenlik kurumları, bu gelişmişlik düzeyine ancak Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde ulaştı, ama diğer ülkelerde, bu gelişmiş ülkelerin düzeyi, biraz da masallaştırılarak allanıp pullandı. Adeta bir “sosyal haklar cenneti” olarak tarif edilen bu ülkelerin koşulları, bütün dünyada ulaşılması gereken hedefler olarak ilan edildi. Gelecekte bütün işçi sınıfının, bu gelişmiş ülkelerdeki kadar refah içinde olacağı propaganda edildi. Ama şimdi açıkça görülüyor ki, bu söylenenler sadece propagandadan ibarettir.
Nitekim sosyalizmin yenilgisi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucunda kapitalizm, bütün diğer alanlarda olduğu gibi, sosyal güvenlik alanında da yüz yıllık kazanımları ortadan kaldırmaya yöneldi.
Bugün kapitalizmin gelip dayandığı yer yüz yıl önce, işçileri mezarda emekliliğe mahkûm ettiği yerdir. Bunca uygarlık, ilerleme, verimlilik, refah düzeyi iddiasına karşın durum, bir kısır döngü gibi, “mezarda emeklilikten mezarda emekliliğe” geliştir.
Bu kısa özetten de anlaşılacağı gibi eğer işçiler haklarını korumada direniş göstermezlerse, “serbest piyasa ekonomisi” denilen tekellerin vahşi dünyasında, haklarının kırıntısı bile kalmayacak, kapitalistler kendileri için dikensiz gül bahçesi olarak tasarladıkları globalizmin dünyasını kurmada daha da cesaretlenecek; saldırılarının dozunu daha da artıracaktır.
SOSYAL GÜVENLİK SİSTEMİNDE GERÇEK BİR REFORM İÇİN….
Karşı reformcular ikiyüzlüce davranıyor. Sosyal güvenlik sistemini dağıtmayı, tasfiyeyi amaçladıklarını saklayıp onu ihya etmek için “reform” yapmak istediklerini öne sürüyorlar. Bu görüşlerine dayanak bulmak için de kendi elleriyle yıllardır mali bakımdan iflasa sürükledikleri sosyal güvenlik kurumlarının bugün içinde bulunduğu ekonomik koşullan, hizmetlerdeki aksamaları gerekçe gösteriyorlar. Ve sonuç olarak da yapmak istedikleri karşı reformu, reform olarak yutturmayı amaçlıyorlar.
Ancak, olup bitenler öylesine üstü örtülemez ki, yapmak istedikleri Karşı reforma emekçi yığınlarından, işçi sınıfından en küçük bir destek bile bulmuş değiller. 24 Temmuz günü Ankara’da yapılan Türkiye tarihinin en kitlesel gösterisinin bileşimi bile (iktidar partilerinin destekçisi sendikalar ve işçi kesimleri bile “Hükümet istifa” diye slogan atarken, aynı zamanda mücadelenin sürmesi için de aktif davranacaklarının ipuçlarını da veriyorlardı.) hükümetin ve patronların emekçi yığınlardan bir destek alamayacağının kanıtıydı.
Dahası emekçiler, karşı reforma karşı mücadele bayrağı açarken, isteklerini sıralıyor, sistemde gerçek bir reform da istiyorlardı. Hükümetin, devletin SSK’dan elini çekmesini istiyordu işçiler.
Çünkü Türkiye’de devletin sosyal güvenlik sistemine katkısı yüzde sıfır düzeyindedir. “Devlet bu kurumlara verilen sübvansiyonlar yüzünden batıyor” diye bağırdıkları miktar ise 1 katrilyon TL düzeyindedir. Bu, banklara bir kalemde yapılan sübvansiyona ya da faizcilere devletin ödediği bir aylık faize eşittir. Ancak devlet, sosyal güvenlik sistemine hiçbir katkı yapmamasına karşın gerek SSK, gerek Emekli Sandığı, gerekse Bağ-Kur’un başına devlet tarafından atanan görevliler vardır. Örneğin SSK’da sadece bir işçi temsilcisi vardır; geri kalanların tümü devlet ve patronların temsilcisidir. Oysa SSK’nın bütün bütçesi işçiler ve “işverenler” tarafından ödenen primlerden oluşmaktadır; devletin bir kuruşluk katkısı yoktur. Kaldı ki “işveren tarafından ödeniyor” denilen prim de aslında işçiden kesilmektedir. Çünkü “işveren” primi kârından ödememekte, tersine “işçilik masrafları” olarak göstermekte, böylece patron, “SSK priminin işveren payını”, işçiye ücret olarak ödenmiş gibi göstermektedir. Dolayısıyla SSK’nın giderlerinin tümü işçiler tarafından ödenmektedir. Ama SSK’nın 7 kişilik yönetiminde sadece 1 işçi temsilcisi bulunmaktadır.
Öte yandan SSK, işçilerin en geniş dayanışma örgütü olarak KİT’lerden tamamen farklıdır. Dolayısıyla, her şeyden önce devletin ve hükümetlerin, düzen partilerinin SSK’dan elini çekmesi gerekmektedir.
SSK’nın bugün içine sürüklendiği kaosun ana nedeninin de devletin ve hükümetlerin SSK’yı bir arpalık olarak, düzen partilerinin yandaşlarının yemliği olarak kullanması olduğunu, bizzat devletin resmi raporları sabitleştirmiştir. Ancak, gerçekler bu ölçüde ortadayken, sorunun “çözümü” ele alındığında yine devletin denetlediği, yönettiği bir SSK oluşturulmaktadır. Dahası devlet ve hükümetler, hastanelerin özelleştirilmesini, bu alanın özel sigorta tekellerine açılmasını gerekçelendirirken akıllarına devletin SSK üstündeki olumsuz rolünden söz etmek geliyor. Aynı anlama gelmek üzere hükümetlerin, parlamentonun “SSK zarar ediyor” diye, emeklilik yaşını ve prim gün sayısı ile prim miktarını yükseltmeye kalkması da abestir. Sermayesi ve her şeyi işçilerin ödediği primlerden karşılanan bir kurumda işçilerden başka “kural koyucu” olmamalıdır. Bu yüzden de bir “yaş yükseltilmesi”, bir “prim yükseltilmesi” gereği varsa buna karar verecek olan da SSK’nın kendi
“genel kurulu” olmalıdır. Ama işçiler yönetimindeki SSK’nın genel kurulu!
Dolayısıyla, sosyal güvenlik sisteminde bir reformdan söz edeceksek, bunun ön koşulunun devletin, hükümetlerin, yani bugün sosyal güvenlikte bir “karşı reform” İşin kollan Sıvayanların, sosyal güvenlik kurumlarının yönetiminden çekilmesi olduğu apaçık ortadadır.
İkinci koşul ise devletin, kendi üstüne düsen payı sosyal güvenlik kurumlarına ödemesidir. Sosyal güvenliğe, diğer uygar ülkelerde hangi ölçülerde bir devlet desteği varsa (Bu oran yukarıda belirtildiği gibi, ülkeden ülkeye yüzde 25 ila yüzde 90 arasında değişmektedir) o ölçülerde bir sübvansiyonla, sosyal güvenlik sistemini desteklemelidir.
Bu koşullar yerine geldiğinde, hastanelerde hizmetlerin iyileştirilmesi için yeni yatırımların yapılması, yeni teknolojilerin uygulanması için gereken alet-edevatın temin edilmesi, hizmetlerin kalitesinin yükseltilmesi, sağlık personelinin çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve personel açığına son verilmesi, emeklilik maaşlarının insanca yaşayacak düzeye çıkarılması, sistemde gerçek bir reform anlamına gelecektir.
Kuşkusuz ki, sistemdeki reform, iş güvencesiyle, sigortasız çalışmaya zorlanan 5 milyon işçinin sigorta sistemi içine alınması için gerekli düzenlemelerin yapılması ve işsizlik sigortası ile sistemin takviye edilmesiyle gerçek hale gelebilir.
Bütün bu önlemlerin, bugün dünya kapitalizminin gidişatının tersine olduğunu biliyoruz. Ama şu da bir gerçek ki bugün Türkiye ekonomisinin ulaştığı boyut (Örneğin faizcilere ödenen faizin bir bölümünün sosyal güvenlik kurumlarına ayrılması, bankalara verilen desteğin bir bölümünün sosyal güvenliğe aktarılması gibi basit aktarmalarla bile) böyle bir hizmet veren sosyal güvenlik sistemini gerçekleştirebilir. Geriye sadece, sınıfın, emekçilerin taleplerinde ısrar etmesi, ülkenin kaderine sahip çıkarak ülkeyi IMF’nin, uluslararası tekellerin ve hükümetlerinin tacizinden kurtaracak bir yola sokmak için gereken inisiyatifi ortaya koyabilmesidir. 24 Temmuz’da Kızılay’a çıkan yarım milyon işçi ve kamu emekçisi, isteklerinin bu yönde olduğunu dosta düşmana ilan etmiştir. Bu isteğin gerçek olması için sadece daha çok çabaya, daha çok inisiyatife ve mücadele kararlılığına ihtiyaç vardır.
Ağustos 1999