Bugün, yarın diye bekletilen, geldi, geliyor diye üzerinden beklenti yaratılmaya çalışılan “demokrasi paketi”, önceden açıklanan geçtiğimiz 30 Eylül günü, Başbakan Erdoğan’ın bir saatlik konuşmasıyla açıklandı.
“Dağ fare doğurdu” bile denemeyecek denli içerik yoksunu ve demokrasiyle ilgisiz paketin geçen sayımızda üzerinde duruldu ve biz burada onu bütünüyle ele almayacağız. Üzerinde duracağımız, “bozuk saat”in günde iki kere “doğru”yu göstermesi misali “paket”te kendisine yer bulan “Andımız”ın kaldırılması bir yana bırakılırsa, paketi paket yapan ve onun lafın ötesindeki asıl gerçeğini belirleyen türbanın kamuda serbest bırakılması olacak.
Evet, “paket”e rengini veren, boş laf ve “nalıncı keseri” türünden “hep kendine yontma” dışında onu içeriklileştiren başlıca sorun türbanın yasaklanmasına son verilmesidir.
Yoksa, –son seçimlerde alınan oylar veri alınarak konuşulacak olursa– bugünkünün yerine AKP’nin vekil sandalyelerini artıracak “dar bölgeli” iki yeni öneriyle getirilen “seçenekli seçim sistemleri” üzerinde tartışılmaya bile değmeyecek “keser” satılan “nalıncı” dükkanı mamüllerindendir ki, zaten üzerinde duran bile olmamış ve seçimlere eski sistemle gidileceği belli olmuştur. Ya da “özel okullarda –o da sadece liselerde– anadilde eğitim”, genel olarak eğitimi, özel olaraksa anadilde eğitimi “hak”tan saymayıp “paraya tahvil edilebilir” ticari ürün olarak anlayan, hak tanımak yerine parayla iş görmeyi/gördürmeyi dayatan ve ne eşitlik ne de demokrasiyle ilişkisi kurulabilecek yutturmacalardandır. Ya da zaten İnternet’e girerken “w” kullanmadan edemeyen herkesce bilinen “özgür” klavyelere getirildiği rivayet edilen “özgürlük”ün totolojik değeri ortadadır. Yine kaymakamlarla Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlanan köy ve il, ilçe adlarının atadan kalma adlarına dönülmek üzere adlarının değiştirilmesi, zaten halkı hafızasından silinemeyip kullanılmaya devam edilenlere lütfen “tamam” denmesi…
Uzatmayalım. Söyledik, paketin bütününü inceleyecek değiliz. Ancak altı çizilmeden geçilemeyecek olan şu ki, “derin” ve “ileri demokrasi” belirtisi olarak tantanayla sunulan paket, özgürlük ve demokrasiye dair olumlu tek bir adım atmazken, “mayınlı arazinin temizlenmesi” babından birkaç olumsuzluğun hafifletilmesine olağanüstü bir propaganda malzemesi rolü yüklemiş bulunmaktadır. Eski demokratik olmayan düzen sürmekte, bu düzenin sürdürülmesinden taviz verilmemekte, sadece bu düzenin –zaten fiilen uygulanamaz olan– bazı dayatma ve yasaklarından vazgeçilmektedir.
“Demokratikleşme paketi” ile en çok ilişkilendirilen “çözüm süreci”dir, Kürt sorunudur. Bu ilişki bizzat Hükümet ve onun başı tarafından kurulmuş ve zaten Öcalan-Hükümet görüşmelerinde, “paket”in, “ateşkes” ve PKK’nin “sınır ötesine çekilmesi” adımlarının atılmasının karşılığı olarak çıkarılacağı konusunda mutabakata varılmıştır.
Bu açıdan bakıldığında, toplumun bütününe hemen hiçbir şey verilmemiş, yığınların hiçbir demokratik hakkı tanınmamıştır da, Kürtlere verilmiş ve hakları tanınmış mıdır? Üç belli başlı talebinin karşılanmasının yanından bile geçilmeyen Kürtlere “şimdilik bunlarla idare et”, “arkası gelecek” anlamına gelen ve söylendiği gibi zaten fiilen uygulanamız olup anlamsızlaşmış laf düzeyinde birkaç “kırıntı”nın ötesinde verilen olmadığı gibi, tanınan hak da olmamıştır.
Buna rağmen, kim, “paket”in “Andımızın kaldırılması”, “Q, W, X’e özgürlük”, şarta bağlı olsa da “yerleşim birimlerinin adının değiştirilmesi” gibi maddelerinin ve dolayısıyla “paket”in demokratik içeriğini yok sayabilir? Evet, demokratik içeriklidir ve bu, ancak bu “iyileştirmeleri” yapabilme yeteneğindeki Türkiye’nin henüz demokrasiye çok uzak bir ülke olduğunu gösterdiği gibi, bütün “derinlik” ve “ilerilik” laflarına rağmen, demokrasi olarak propaganda edilen şeyin ve bu propagandaya olanak sağlaması dolayısıyla burjuva demokrasinin kendisinin ne denli sınırlı ve güdük, deve mi kuş mu olduğu belli olmayan bir garabet durumunda olduğunu belirtmektedir.
Ya peki, “paket”e asıl rengini veren “türban özgürlüğü” açısından “paket”in ve “paket” dolayımıyla ülkenin demokrasi “sınavı”nda tutturduğu derece nedir? Demokrasi sorununda, bırakalım %10’u, 5’i, %1’lik “baraj” geçilebilmiş midir?
“TÜRBANA ÖZGÜRLÜK” NEDEN ŞİMDİ?
AKP 3 Kasım 2002 Seçimleri’ni kazanarak hükümet oldu ve daha hükümet olmadan önce gerek parti olarak kendisi, gerekse Erdoğan içinde bütün kadrolarının içinden sökün edip geldikleri Erbakan’ın Selamet ve Refah Partileri türban sorunu ve “türbana özgürlük” sloganını kullanageldi. Neredeyse “her şey bir yana türban bir yana” idi. Türban, AKP ve önceli siyasal İslamcı partilerin bir numaralı sorunu ve gündem maddesi oldu. Konuyla ilgili söylevler verildi, TV programları düzenlendi, yazılı medyada geniş bulan türban ile ilgili yürüyüşler düzenlendi, oturma eylemleri yapıldı, üniversitelerinin önleri tutuldu. Demokratik devrimden geçmemiş, demokratikleşmemiş ve baştan aşağı bir yasaklar ülkesi olan Türkiye toplumunda, bir inanç ve ibadet özgürlüğü sorunu olarak küçümsenemez karşılığı bulunan türban, biliniyor, bir siyasal simge ve mücadele sembolü olarak son on yılların toplumsal siyasal mücadele tarihinde ciddi bir yer tuttu. Önceli partilerle AKP buradan tabanlarını genişlettiler, genişletmekle kalmadılar; yığınlarla ilişkilerinde ortak çıkarlara sahip oldukları muarızları laikçi partiler ve özellikle iktidar ipini elden bırakmak istemeyen askeri bürokrasinin de katkısıyla sömürülen yoksul yığınların kendi gerçek çıkarları yönünde safa girme eğilimi göstermelerinin önünü keserek, onların, “laikçi-şeriatçı” ya da “laikçi-türbancı” saflar arasında dağılmalarını, ama geleneklerle dinsel önyargılardan da güç alarak, önemli bir bölümünün kendi tabanları olarak stabilize olmalarını sağladılar.
Türban, öncelleri ve AKP’nin elinde, inancının gereğini yapabilmek üzere beklenti içine sokulmuş mütedeyyin tabanın hareketlendirilip tek bir “komuta altında” birleştirilmesi ve dinsel siyasal amaçlar uğruna militanca seferber edilmesi için vazgeçilmez bir “kaldıraç” rolü oynadı.
“Kaldıraç” olarak türban ve üzerinden beklenti yaratılması, AKP Hükümeti öncesinden başlanarak denenmiş ve getirileri umulanın üzerinde olmuştur. Hem siyasal simge olarak kullanılıp inançlı kitle siyasal amaçlarla birleştiriliyor.. Hem birleştirilmekle kalınmayıp harekete geçirilerek bir yandan kemikleştiriliyor, bir yandan da özellikle sokakları önce doldurup sonra giderek denetleyecek militan ihtiyacını karşılamanın dayanağı işlevi görüyor.. Hem kendi çıkarları etrafında birleşme ihtiyacı içindeki sömürülen yoksul yığınlar “türban takılsın-takılmasın” somutundan hareketle laikçi-şeriatçı sahte karşıtlığı yönünde safa sokularak, kendi nesnel çıkarları doğrultusundaki mücadeleden alıkonuluyor.. Pekiştirilen bu taban hem siyasal mücadelede gerekli kitlesel gücü sağlıyor.. Hem de darbelerin uluslararası koşullarının aşınması ve “Avrasya” “sakızı” çiğneme belirtileri göstermeye başladıkça özellikle Amerikalı emperyalistlerin arkalarından desteklerini çektikleri darbe dinamiği askeri ekibin elden ayaktan düşmesiyle eskisine göre önem kazanan parlamenter sistem ve seçimlerin oy deposu tıka basa doldurulmuş oluyor. Daha başkaları da eklenebilir, ancak –kuşkusuz başka şeylerin de yanı sıra, ama özellikle– türban beklentisi üzerinden sağlananların başlıcaları bunlardır. Şüphesiz az değildir!
Muhalefetteyken ve hasbelkader hükümet olduklarında Erbakan ve partilerinin, rakiplerinin bilinen güçlülükleri, kuşatılmışlıkları ve üstelik örneğin “balans ayarı” yapılmak üzere “oyunun kuralları” dışına çıkılarak önlerinin kesilmesi koşullarında türban talebini karşılamak üzere adım atamamış olmaları gayet anlaşılırdır.
28 Şubat’la önü açılıp hükümet olduğunda ya da edildiğinde, zaten “güvene mazhar olmuş” ve önü açılmış olduğu.. Yani henüz bir “güç merkezi” haline gelmediği ve sadece “Allah yürü ya kulum” dediği ya da Amerikalı emperyalistler ve onların gücü elinde tutan sınanmış, güvenilir askeri dayanakları “olur” verdiği için Hükümet olmasına karşın muktedir olamadığından, AKP’nin de türban talebini karşılamak üzere bir adım atmaması/atamaması yine anlaşılırdır. Ancak anlaşılırlığının miadı ya da “son kullanma tarihi”, net tarih vermek gerekirse, 27 Nisan 2007 “Bildirisi” ile dolmuştur.
Hatırlanacak olursa, 27 Nisan, “367 ile seçilir” zorlamasının yapıldığı Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde zamanın Genelkurmay Başkanı Y. Büyükanıt’ın, sonradan “ben kaleme aldım” dediği, AKP’li bir cumhurbaşkanı seçilmesinin önünü kesmeye yönelik “ordu muhtırası”nın Genelkurmay İnternet sitesinden yayınlanma tarihidir. Sonrasında AKP sözcülerinin “muhtıra değil” dediği “e-muhtıra” olarak ünlenmiş bildiri, birkaç yıl içinde adları darbe serüvenleri dolayısıyla anılıp mahkemelik olacak ve ağırlaştırılmış müebbed dahil yüksek cezalara çarptırılacak ordu içindeki “şeriat karşıtı Kemalist mihraklar”ın “gazını almak” üzere yayınlanmıştır ya da değil.. Ama biliniyor ki, 27 Nisan gece yarısına doğru İnternet’e konulan “muhtıra”, 28 Şubat öğleden sonra, yani 15-16 saat içinde Hükümet’in Cemil Çiçek tarafından okunan karşı bildirisiyle püskürtülmüştü. Ve Dolmabahçe Sarayı’nda biraraya gelen Başbakan’la zamanın Genelkurmay Başkanı Büyükanıt arasında ne olmuşsa olmuş, konuşulanların “mezara götürüleceği” söylenmiş, oncası yargılanıp cezalandırılmasına rağmen “ben yaptım” itirafında da bulunan “muhtıracı general”e –yargının katiyyen siyasal olmayıp yürütmeye bağlı bulunmadığını, ama bağımsız olduğunu kanıtlamak üzere (!)– soruşturma bile açılmadığı gibi, cumhurbaşkanlığı seçimini ilişkin –belirli kadrolarınınki sürüyor görünse de– ordunun yaptırımlara bağlanmış kurumsal itirazlarının sonuna gelinmiş ve Gül’ün seçilmesinin önü açılmıştır. 27-28 Nisan tarihleri, bu bakımdan kritiktir, dönüm noktasıdır.
Ardından ordudan, askeri cenahtan gelen tepkiler sürmesine sürmüştür, ama artık en üst komutan dahil, kimden gelirse gelsin “mırın-kırın” etmenin, “dostlar alış-verişte görsün”ün ötesine geçmemiştir. Şüphesiz bir süredir gözlenmekte olan ABD’nin askeri şeflere karşı AKP’ye verdiği desteğin tayin edici katkısıyla, bu tarih itibariyle, artık askerlerden gelen “İnternet Andıcı”, “AKP ve Cemaati Bitirme Planı” adıyla lanse edilen Dursun Çiçek imzalı “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”, plan “belgesi”nin “kağıt parçası”, Ergenekon “silah deposu”nda bulunan lav silahının “boru” ilan edilmesi.. vb. tepkiler, AKP ve Hükümetini yıpratıcı olmak bir yana, “baltayı ayağına vurma” misali, açılan davalarda aleyhte delil olarak değer kazanmıştır.
Son “muhtıra”, Cumhuriyet Mitingleri ile zamandaştır. İlk miting olan Ankara Mitingi 14 Nisan, ikinci miting olan İstanbul Çağlayan Mitingi 29 Nisan 2007 tarihlidir. Güç ya da doğru deyişle iktidar çatışması, sadece İnternet üzerinden bildirilerle değil, doldurulan meydanlar üzerinden de sürdürülmüştür. Üstelik sadece meydanlar da değil, bombalar, silahlar ve planlar, planlar… Cumhuriyet Gazetesi bombalanmış, Yargıtay basılarak bir Daire Başkanı öldürülmüş, Trabzon ve Malatya’da Hıristiyanlar’a saldırılmış, Hrant Dink katledilmiş, “güç savaşı”nda –sonradan Ergenekon Davası’na malzeme olmak üzere– Hükümet’in zedelenmesine yönelik hazırlıklara hız verilmiştir.
Ümraniye’de “Ergenekon bombaları”nın bulunması ve Savcı Zekeriya Öz’ün Ergenekon Soruşturması’nı başlatması da aynı –2007 yılı– tarihlidir. 27 Nisan “yenilgisi”nden yaklaşık iki ay sonra (25 Haziran), yani hiç vakit geçirilmeden püskürtülenlerin üzerine varılmaya başlanmıştır. Kritik tarih, galibin ve mağlubun belli olduğu, sonrasında artık “uzatmalar”ın oynandığı tarihtir. Bu tarih itibariyle AKP muktedirdir. Tabii ki muktedirliğin sonu ve ölçüsü yoktur.. Daha çok.. Daha fazla… Ama kesindir ki, 2007 ortalarından itibaren, –uzak görünen devrim olasılığı bir yana– AKP’nin karşısında kendisine direnecek, politika ve uygulamalarının önünü kesecek örgütlü güç kalmamıştır.
Ama AKP, gücüne güç katan birincil dereceden “kaldıraç”ına sıkı sıkıya sarılmış, ondan vazgeçmemektedir. Muktedirleşmesine ve üstelik engeleyecek kimse kalmamasına karşın “altın yumurtlayan tavuk” durumundaki türban talebinin, tam da bu nedenle talep düzeyinde var olmayı sürdürmesi işe gelmiş, özetlenen getirileri uğruna, karşılanma koşulları oluşmasına rağmen, çekirdeğinden bile önce yağ çıkarılıp sonra yakıt olarak prina elde edilen zeytin benzeri, sonuna kadar istismarı yoluna gidilmiştir. “Eti”ni bir defada yiyip tüketmek üzere “tavuk”u kesmek yerine, basit bir tüccar hasabıyla sürekli “yumurtası”nı yemek tercih edilerek, hep sanki henüz birileri engelliyormuş ve yaplamazmış gibi, “bırakmıyorlar ki” edebiyatıyla “mağdur” rolü sürdürülürken, türbanın, beklenti içinde tutulacak tabanı harekete geçirici kaldıraç olarak değerlendirilmesinde ısrar edilmiştir. Oysa 2002’de hükümet olmasına karşın henüz muktedir olamayan AKP, 2007 sonrası artık artık türban ya da bir başka konuda istediğini yapma gücünü elde etmiş bir iktidar sahibidir, muktedirdir de.
Örnekse Çamlıca’ya ecdadınkileri geride bırakacak ihtişamda Camii için start vermiş; zorunlu din dersinin yanına çoğu yerde zorunlu sayılmış sözde seçmeli yeni din derslerini eklemekle de kalmayıp, liseye giriş sınavlarında “sosyal” sorularıyla eşit ağırlıklı din sorularını da dayatmış; sadece RTÜK aracılığıyla medyayı değil, içki ve dekolte, sezeryan ve kürtaj yasağı türü doğrudan hayat tarzına müdahale anlamındaki önlemlerle tüm toplumu din kurallarıyla yönetmeye girişmiş, gençliği “dindar ve kindar” yetiştirmekte olduğunu açıklamış; “Alevi”, dolayısıyla “kafir” olduğu için, dolaysızca içlerine karıştığı Suriye’ye karşı “zalim Esed” söylemi altında ama buram buram dinî ve mezhebî ideoloji kokan saldırgan politika izlemiş; Suriye rejimi karşıtlığı örtüsü altında dinsel saiklerle –sonunda, Afganistan’da bin Ladin’i örgütleyip destekleyen ABD’nin başına geldiği türden “besle kargayı oysun gözünü” tutumuyla kendisine de karşı dönen– El-Kaide çetelerini desteklemiş; aynı dinsel ideolojik uyuşma ve birlik nedeniyle –ABD ile arasının açılması pahasına– askeri darbeyle devrilmesine rağmen Mısır’da Müslüman Kardeşler’e desteğini sürdürmüş; aynı yaklaşımla Amerikan ajandasında “müttefik” göründüğü İsrail’le –özrüne ve Amerikan zorlamalarına rağmen– ilişkilerini iyileştirmekten kaçınmıştır. Daha sayılabilir, ama yeterlidir. Saydıklarımız göstermektedir ki, işine geldiğinde ve istediğinde, AKP, ABD ile “kötü olma”yı bile göze alarak tutumlar alabilmekte ve bu tutumlar, toplumun belirli kesimlerinde türban kadar tepki çekebilecek ve onun kadar “muhalifi” olabilecek tutumlar da olabilmektedir. Neredeyse her şeyi yapmıştır AKP, ama son “demokrasi paketi”ne kadar türban sorununu çözmeye kalkışmamış, türban talebinin talep olarak kalmasını yeğlemiştir.
Ama sonuna gelinmiştir. Ve “son”unda AKP’ye güç ve oy veren mütedeyyin tabanın artık türbanın sadece lafıyla yetinmediği/yetinemeyeceği yere varılmış ve “altın yumurtlayan tavuk”un kesilmesinden kaçınılamayarak, beklenti yaratarak istismarı sürdürülemez olan “türbana özgürlük” gelmiştir.
Neden şimdi, peki? Önce bir saptama ve ardından iki belirtinin sözünü etmek sanırız yeterli olacaktır.
Özellikle 2007’den itibaren geçen zaman içinde, türban, tıpkı onsuz İnternet’e girilemeyen “W” ve diğer harfler gibi zaten fiilen ve ilkokullar ve TBMM gibi birkaç istisna dışında her yerde takılıp kullanılabilir olmuş, –Kemalistler irtifa kaybettikçe– oluşan hegamonik ideolojik atmosfer ve politik ortam içinde eski Kemalist “yasak”tan neredeyse eser kalmamıştır. İdeolojik politik olarak ve pratikte kavgayı sürdürme yeteneğinde karşı güç neredeyse kalmamacasına küçülüp azalırken, türban da zaten yeni oluşan ortam ve koşullarda kendi “özgürlüğü”nü kendisini kazanmış; geriye sadece yasağın kağıt üzerinde de kaldırılması kalmıştır. Buradan çıkacak olan; “altın yumurtlayan tavuk”un artık sıradanlaşması ve “altın” yumurtlamaz hale gelişidir.
Ve iki belirtiden ilki: Başta AKP’nin pek de bir karşılık ödemeden güç aldığı ve “oy deposu” işlevi yüklediği inançlı Sünni Müslüman kitle olmak üzere herkes görmektedir ki, AKP Hükümeti dışarıda yayılma ve –onun hizmetinde– savaş politikası izlemekte ve ülke nüfusunun ¾’ü karşı olmasına rağmen iki Müslüman ülke Suriye ve Irak’a yönelik saldırgan bir içişlerine karışma tutumu izlemektedir ve neredeyse Suriye iç savaşının dolaysız olarak tarafıdır ve içindedir. Üstelik herkes bilmekteydi ki, Suriye rejiminin devrilmesi, Rusya el atıp inisiyatif alarak görüşmeler politikasını zorladığı diğerlerine kabul ettirip esas hale getirinceye kadar, başta Amerikalı emperyalistler olmak üzere Batılı büyük emperyalist devletlerin politikasıydı ve AKP’nin Batılılara yedeklenmiş olduğu ayan beyandı. AKP Batılıların taşeronu olarak üstelik bir Müslüman ülkeye karşı savaş politikası izleyip buna uygun davranmakta olduğu için tabanında zorlanmakta ve Suriye politikasını “%50’yi geçti” dediği tabanına kabul ettirememekteydi. Hem de İslam ve bir İslam ülkesine karşı tutum üzerine karşı karşıya geldiği tabanıyla ilişkisini yenileme ihtiyacı acilleşmişti. Bu amacı karşılayacak en uygun şey, zaten fiilen yasak konusu olmaktan çıkarak, eski, üzerinde fırtınalar koparalıp beklenti yaratılarak puan kazandırma yeteneğini yitirmiş, ama zaten görünüşte kalmış yasak kağıt üstünde de kaldırılıp resmen hak olarak tanındığında gönülleri hoş edecek türbanın serbestleştirilmesiydi.
Ve ikinci olarak; aynı tabanla ilişkiler ve yenilenme zorunluluğu ve acilliği kapsamında kendisini kör gözlere bile dayatan bir başka belirti, Gezi Direnişi çerçevesinde kendini açığa vurdu. AKP açısından kendisi de çoktan bir tabanla ya da “halkla ilişkiler” sorunu haline gelmiş türban sorunu, Gezi Direnişi dolayısıyla da hiç beklemediği ölçüde zorlanan ve sadece direnişi ezmek için değil, ama kutuplaşma yaratıp “kemikleştirme”yi de amaçladığı tabanının kendisini destekleyeceğini varsayarak önüne geleni zehirli gaz, tazyikli su ve kurşunun hedefine koyarak “Allah yarattı demeden” hunharca saldırıya geçen AKP’nin amaçlarına ulaşamaması dolayısıyla kendisini dayattı. Başbakan, kendisine oy vermiş genellikle inançlı yığınları kastederek “%50’yi zor evinde tuttuğu”nu söyleyip, aslında onları sokağa çıkmak ve Direnişçilere karşı saf tutmak üzere harekete geçmeye çağırmış, ama sonuç fiyasko olmuştu. Eline pala ya da sopa alan üç-beş esnaf bozuntusu serseri takımı dışında AKP’nin “benim” diye düşündüğü geniş yığınlar Direnişçilere karşı harekete harekete geçmek bir yana Erdoğan’ın alelacele düzenlediği mitinglere de doğru dürüst katılmadı ve bunca hunharlık ve zıtlaştırıcı gerilimden yana olmadıklarını ortaya koydular. Milyon hedefli İstanbul’da 100 bini ancak bir araya getirebilen AKP, Ankara’da az fazlasını toplayabilirken, kalelerinden Kayseri de ise birkaç on binle yerlerde süründü. “Taban”ın desteği yoktu! Ve tatmin edilmesi gerekiyordu. Tabanla ilişki yenilenmeliydi. En kolayı, ikrah getirinceye kadar ağızlarda sakız olarak çiğnenmiş ve artık ilerisi için de beklenti yaratma potansiyeli taşır olmaktan çıkmış türban üzerinden bir “yenileme”ydi; bu yapıldı; türban, “ileri demokrasi” ve “özgürlükçülüğü”nün nişanesi olarak, desteğinin devamı karşılığında, “demokratikleşme paketi” kapsamında, tabana “rüşvet” olarak sunuldu.
TÜRBANA YASAK MI ÖZGÜRLÜK MÜ?
Peki, AKP, sonunda “altın yumurtlayan tavuk”u kesti; zamanlama, kendi hesabı kitabına dairdi, ama kesti. Artık türban, AKP’nin üniforma giyilen yerlerde takılmamasına dair kendi istisnaları bir yana, kamu dahil her yerde takılabilecek. Tutum ne olmalı? Örneğin ara başlık doğru mudur yoksa sorun böyle konamaz mı? Türban bir “özgürlük” nesnesi olabilir mi?
Kemalizmin sadece çarşaf, peçe ve türbanı değil, ama tekke ve zaviyeleri de yasaklayıp inanç ve ibadet konularını kapsayan din işlerini bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla devlete bağlayarak devlete dini yönetme görevi de vermesinin uzun yıllar boyunca laiklik olarak bilinip varsayılması, özellikle kentli ve aydın kuşaklarda yerleşik bir önyargı oluşturduğu tartışmasızdır.
Sadece özellikle kentli kuşakların politika-dışı nesnelliği itibariyle değil, ama tabii ki devletin laikçi politikasının yönlendiriciliği ve eğitsel şekillendiriciliğinin yanı sıra “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşmak üzere “çağdaşlaşma” ve bunun koşulu varsayılan “Batılılaşma” politikaları ve Batı hayranlığının belirleyici katkısıyla yerleşen dine ve inanç ve ibadet nesnelerine yönelik önyargı düzeyine yükseltilmiş resmi tutum, öncelikle askeri ve yargısal bürokraside, ama resmiyetin ötesinde de dayanaklara sahip olmuştur.
Bu dayanaklardan ilki, yine M. Kemal’in kurduğu, uzun yıllar valilerle parti il başkanlarının tek kişinin uhdesinde toplandığı ve resmiyetin neresinde başlayıp neresinde bittiği pek belli olmayan, “sivil toplum”a mı “resmiyet”e mi ait olduğu tartışmalı CHP’dir.
Ama CHP’den ibaret değildir. –Sonraki örnekleri de Erbakan’ın Milli Nizam Partisi – Milli Selamet Partisi – Refah Partisi olan– Serbest Fırka türünden Kemal zamanında kurulup kapatılanlar sayılmazsa hemen tüm sağ muhafazakar, faşist eğilimli partiler de, az-çok mırın-kırın halinde olsalar ve belirli tarikatlarla ilişki kursalar da, başlıca bu laikçi yorumun dayanakları arasında yer almışlardır. İkinci önemli dayanak, laikçi eğitimden geçmiş, M. Kemal’in “devrimleri”ni “emanet” ettiği genç kuşaklar olmuştur.
Üçüncüsüyse Şefik Hüsnü ve M. Suphi’den ele geçirdiği TKP’siyle başlayarak, Kemalizmin fideliğinde büyümüş geleneksel “sol”dur. Bugünkü TKP’ye bakılarak ne söylenmek istendiği kolaylık ve rahatlıkla anlaşılabilir. Bir, nüansları henüz farklı olsa da, bu fark makasını da hızla kapatma uğraşındaki TKP, tıpkı Ş. Hüsnü ve onun izini süren D. Perinçek gibi, M. Kemal’in çağrısını çıkararak açtığı ulusalcı/milliyetçi yolda yürümektedir. Ve iki, –yakında yanına “yerli malı haftası kutlamalarını da katmasına şaşmamak gerekecek– Cumhuriyet Haftası kutlamalarıyla yürüdüğü bu yolda, yine M. Kemal’in çağrısını çıkararak açtığı “yobazlığa karşı” bayrağı sallayarak ilerlemektedir.
Burada, kuşkusuz ne ulusal değerlere ve sahiplenilmeleri gereğine karşı çıkılmakta, ne de “yobazlık” savunulmaktadır. Her şey ortadadır; ulusal değerler başkadır, bu değerlerin “tekçilik”le, başka uluslara karşı üstünlük iddiasıyla tek yolgösterici olarak yüceltilmesi ki, milliyetçilik/ulusalcılık budur, başkadır. Aynı şekilde, “yobazlık” tabii ki mücadele konusu olmalıdır, bu başkadır; “irtica”/gericilik adı takılarak, kapitalist tekelci gericiliği (hatta emperyalizmi de) aklamak üzere, onu tek gericilik türü düzeyine yükseltip –şimdi hala bazılarının Kürt sorunu “feodalizmin varlığına ve geriliği”ne bağlayarak sürdürmeye çalıştığı– zamanında feodalizme karşı mücadelenin başlıca bileşeni varsayılarak, “yobazlığa karşı mücadele”nin başlıca mücadele ve laik-yobaz saflaşmasını esas saflaşma olduğunun ileri sürülmesi başka!
Eleştirileri bir yana, birkaç on yıllık süre boyunca toplumsal siyasal gidişatı izleyenler teslim edeceklerdir ki, bir yanda İslami/dinsel değerlerin istismarı üzerinden ilerleme uğraşındaki –önce Erbakan partileri ve sonra– Erdoğan ve AKP’si, “karşılarında” da, askeri ve siviliyle, “yobazlığa karşı mücadele”ye yüklenmiş, toplumu (özellikle somürülen yığınları) laik-şeriat ekseninde bölerek ve buradan parsa toplayarak onunla yine buradan “iktidar” kapışması içinde olan, MHP’nin “ara güç” olarak yalpaladığı, “ulusalcılar” olarak tanımlanan, İP gibi partilerin de aralarında yer aldığı güçler olmuştur. Aynı süreci “askeri vesayete karşı mücadele ve onun tasfiyesi” olarak tanımlayan liberal solcular ise, sürecin bu niteliğiyle bir demokratik süreç ve AKP’nin de demokrasi mücadelesi veren bir güç olduğu iddiasıyla, bu partinin kanatları altında yer almışlardır.
Son birkaç on yıllık sürece buradan bakıldığında, türban başta olmak üzere dinselliğe dair “değerler” ve inanç ibadet sorunlarının AKP bakımından ne tür bir “altın yumurtlayan tavuk” olduğu daha iyi görülecektir. Başka bir yerden AKP ilerleyişine karşı iktidar “ipi”ni elinde tutmayı sürdürme mücadelesini yürütemeyeceğinin farkında olan ve son kez 28 Şubat’ta denediği aynı saflaşmadan “iş çıkartmak” isteyen asker-sivil güçlerin de birinci dereceden katkısıyla, AKP, toplumu, “laik-şeriat” ya da AKP cenahından bakıldığında, din ve dinsel değerlerin savunulması ya da savunulmaması ekseninde bölüp çoğunluğu oluşturan mütedeyyin yığınları yedeklemeyi başarmıştır. Türbanın bundaki tayin edici rolü görmezden gelinemez!
Yanlışlık, M. Kemal’in başlattığı “dinle savaş” tutumundadır. Yine de Kemal, hem bir burjuva ve –hiçbir zaman böyle bir mücadeleye girişmese bile– tabii ki en çok “feodalizmi” hedefleyebilir olduğu ve hem de Sultanlık ve Hilefet’ten çıkılıp gelindiği Kurtuluş Savaşı sonrasının koşullarında, “ümmet”ten “ulus”a geçilirken ulusçuluğu/milliyetçiliği bayrak edindiği ve ancak Halife ve tarikatların gücünü kırarak kendi burjuva iktidarını kurabilir olduğu için “gericilik”i “yobazlık”tan ibaret görüp mücadele stratejisini “yobazlık”a karşı kurduğu için mazur görülebilir.
Ama günümüzde –ister daha ilerisi, isterse “sosyal-demokrasi” iddiası ileri sürülsün– “sol” adına milliyetçilik taslanıp ve “sosyalizm”, hatta “komünizm” lafları ardında –miadını doldurduğu teziyle– ilkesel ve kategorik olarak “demokrasi” mücadelesi bile reddedilirken tekleştirilmiş gericilik türü olarak “yobazlık” karşıtlığının ileri sürülmesinin açıklaması ve mazur görülebilir bir yanı olamaz!
Nereden kaynaklanıyor olursa olsun, ister fodal kalıntıların iktisat-dışı zoru, ister kapitalist tekelci dayatma ve dikte ediciliğinin ürünü olarak yasaklar ve yasakçılık, ne milliyetçi zırvalar ve ne de yobazlık korkuluğu sallanarak görmezden gelinebilir ve birinden biri ileri sürülerek mazur görülebilir ve gösterilebilir.
– Bir ulusun bir diğeri ya da tüm başkaları karşısında üstünlüğü iddiası, burjuva milliyetçiliğinin ilkesidir ve milliyetçiliğin tekçi ve tekelci niteliğini belirtir; emperyalizm dönemine gelininceye ve tüm ulusal zorbalık tekelci emperyalist zorbalığa bağlanıncaya kadar bütün ulusal zulüm ve kavgaların kaynaklandığı eşitsizliği zemin edinmiştir. Tüm ulusal eşitsizlik, hak ihlal ve gaspları ve yasaklar, ulusal sorunu bir demokrasi sorunu yapmak üzere, burjuva milliyetçiliğin tekçiliği ve tekelciliğiyle dolaysızca bağlı olmuştur. Sonra ulusal eşitsizlik, zulüm ve kavganın sürdürücülüğünü emperyalizm devralmıştır.
– Erkek cinsinin kadın cinsi karşısında üstünlüğü iddiası da, –çağımızda kapitalist zorbalığa bağlanmışlığı tartışmasız olan– ataerkilliğin ilkesidir ve “erkekçilik”in tekçi ve tekelci niteliğini belirtir; kadına yönelik şiddetin, kadının aşağılanması ve yok sayılmasının kaynaklandığı cinsel eşitsizliği zemin edinmiştir. Tüm cinsel eşitsizlik, aşağılama, hak ihlal ve gaspları ve kadın cinsine yönelik yasaklar (İsviçre’de bile kadın cinsinin seçimlerde ancak 1971’de oy kullanmaya başlayabildiği hatırlansın), –kesin çözümü sosyalizmi gerektirse bile– kadın sorununu demokratik içerikli bir sorun yapmak üzere, ataerkilliğin tekçi ve tekelciliğiyle dolaysızca bağlı olmuştur.
Tıpkı bunlar gibi, insanların inanç ve ibadetlerine ilişkin olan dinsel (ve mezhepsel) eşitsizlik ve hak ihlal ve gasplarıyla bunları dayatmaya yönelik yasaklar ve yasakçılık genellikle dinci, ama bazen de laikçi, ama kesinlikle din ve devlet işlerininin birbirinden ayrılması demek olan laisizmle ve dolayısıyla demokratizmle ilişkisiz tekçi ve tekelci yasakçı yaklaşımlarla karakterizedir.
Şu soruların sorulmasıyla başlanabilir: Kim sakal ya da bıyık bırakıp bırakmamasına karışılmasını, bunun resmi kurallara bağlanması ve yasakçılık konusu edilmesini ister? Ya da bir adım daha atılacak olursa; kim nasıl giyineceğine, mini mi maksi mi etek giyeceğine ve sürdürülecek olursa, örtünüp örtünmeyeceği, başını örtüp örtmeyeceğine karışılmasını, bunun devlet tarafından resmi kurallar konularak düzenlenmesini ister? Giyim-kuşam insanların kendi bildikleri gibi davranacakları bir bireysel özgürlük alanı mıdır yoksa devletçe şu ya da bu yönde dayatmalarla yönetilip yönlendirilmesi gereken bir alan mı?
“Bireysel özgürlük” olanaksızlığı üzerine örneğin reklam/moda ve yönlendiricilikleri vb. türünden deliller ileri sürülerek konu tartışılabilir. Üstelik özgürlük, bireyleri ilgilendirmekle kalıp kolektifi kapsamadıkça anlamsızlaşır. “Birey” kapalı mekanda evinde ya da “İslami plajlar”da örneğin “özgürlüğü”nü kullanabiliyor, ama, aynı özgürlük toplumsal ölçekte, –şüphesiz sosyalist bir çözümü gerektirmek üzere toplumsal içeriğiyle değil ama– siyasal özgürlük olarak kullanılamıyorsa, ancak aldatıcıdır. Doğrudur; kapitalizmin her şeyi ve alanı bunca toplumsallaştırdığı koşullarda özgürlüğün “bireysel”i olamaz. Ancak sorun şuradadır ki, nasıl giyinip giyinmeyeceğine kim karar verecektir, karar verme “hakkı” kimindir, hukuk karşısında sorumlu kimdir: Tabii ki bir dizi toplumsal etki altında “seçim” hakkını kullanarak giyinecek kişi mi, kolektiviteyi kapsayacak biçimde kişiler mi yoksa devlet mi? Yanıt açık ve net olmalıdır: Devletin bireylerin ne giyip giymeyeceklerine karışma hakkı yoktur.
*
Ama sorun burada bitmemektedir. Bir de “inanç” bağlamı vardır. Türban örneğin, basit bir “kılık-kıyafet” özgürlüğü sorunundan ibaret değildir. Bir de inanç ve ibadet özgürlüğüne ilişkin yönü vardır.
İnanç sahibi kişiler, inançlarının gereği olarak başlarını örtmek, türban ya tda bir başka şey takmak istediklerinde karar mercii kim olacaktır? Aralarında “ilerici” olanları da bulunabilecek bir dizi gerekçe ileri sürülerek inançlarının gereğini yerine getirmelerinin önüne –başka türlüsü düşünülemeyeceğine göre, devlet gücünü belirten resmi– engel mi çıkarılacaktır, yasaklar mı konulacaktır yoksa devlet aradan çekilmeli midir?
Sorun, tek yanlı açıklamalarla üstesinden gelinemeyecek komplike bir sorundur.
Ancak önce yasaklar ve yasakçılık sorununun netleştirilmesi zorunluluğu kesindir! Yasaklar ve yasakçılığın savunulmasının demokratik içeriği herhalde ileri sürülemez. Belirli kategorilerin belirli başkalarıyla, örneğin kadının erkek, Alevinin Sünni ya da Kürdün Türkle… eşitsizliğini dayatmak ve eşitsizlik durumunu sürdürmek üzere konan yasaklar ve yasağın savunulmasının, eşitlik ve özgürlük fikriyle ve demokrasiyle çelişik olduğu tartışmasızdır.
Peki mutlak mıdır? Hiçbir yasak savunulamaz ve tüm yasaklar demokrasiyle çelişki halinde midir? Mutlak yoktur ve mutlakçılık doğru değildir. Demokrasiye ve onun dayanağı ve sosyal temeli olarak halka düşmanlık, demokrasi ve kuşkusuz toplumsal ilerleme adına savunulacak ve savunulması gereken istisnai yasakları oluştururlar. Örnekse faşizm, ırkçılık, kadın düşmanlığı.. –bunlar şüphesiz yasak konusu edilmelidir.
Peki, inançlar ve inaçların gerekleri? Onlar bu sözü edilen kategoriden midirler? Yasaklanabilirler mi?
Örneğin “kamu”da inancın gereği olarak türban takılması yasak mı olmalıdır? Türbana ilişkin “sorunlu durum” zaten “kamuda türban” konuludur. Yasak mı serbest mi olmalıdır?
Yanıt, laikliğin, laisizmin ne olduğu ne olmadığı üzerinden verilmelidir. Laiklik, dinin devletten ayrılması; devletin dine, dinin devlete karışmaması, dinin, inançlı ya da inançsız “kul” ya da kişilerin özel sorunları olarak anlaşılması ve yaşanmasıdır. Devlet, yurttaşlarının inanç ya da inançsızlıkları karşısında tamamen tarafsız/nötr tutum içinde olmak, bir inancı diğerine ya da inançsızlığa karşı desteklememek (ya da tersi) durumundadır. Başka türlü laisizmden söz edilemez. Örneğin bugünkü Türkiye’nin, her şey bir yana devletin dine müdahale aracı Diyanet İşleri dolayısıyla (Alevinin aşağılanması, Cemevinin ibadethane kabul edilmemesi, zorunlu din dersleri vb. sorunlar da eklenebilir) laik olmadığı kesindir.
Laik bir devletin, –hele inançlı ve inançsız vergi mükellefleri tarafından finanse edilen– Diyanet Işleri türünden bir kurumlaşma aracılığıyla insanların inançlarıyla oynayamayacağı kesin olduğu kadar böyle bir devletin yurttaşlarının giyim kuşamı ve inançlarının gereği davranışlarına karışamayacağı, karışmaması gerektiği de kesindir. Kamusal alanın bir görevlisinin başında türbanıyla devletin “tarafsız” ve “nötr” pozisyonu ile bağdaşmayacağı ve bu görüntüsünü bozacağı ileri sürülebilir. Ama bu durumda, kendi görevlisinin bile hele inancına ilişkin kılık kıyafetine müdahale eden bir devletin inançlar karşısında tarafsızlığından nasıl söz edilebileceği sorunu oluşacaktır! Kamu görevlilerinin türbanlı ya da türbansız, sakallı ya da sakalsız, inançlı ya da inançsız, (demokrasinin diğer alanları bakımından tamamlanırsa Kürt ya da Türk, Alevi ya da Sünni) olmalarının önem taşımaması ya da önemsizleşmesi, laisizmin göstergesi sayılabilir.
Peki, böyle midir? Şüphesiz değildir. Çünkü Türk devleti ne laiktir ne de demokratik! Ama bundan hareketle, devletin kendi görevlileri de içinde yurttaşlarının giyim-kuşamına, inançları ve inançsızlıklarına, milliyet ve mezheplerine karışıp müdahalede bulunması ve ileriye giderek belirli kategorilerden olanlarına yasaklar koymasının savunulmasının laiklik ve demokrasiyle bir ilişkisi kurulamaz!
Tersine, kamusal alan dahil türban takma ve örtünme hakkının kabulü, inanç ve ibadet özgürlüğü kadar, laisizm ve demokrasinin bir gereğidir. Türban takma hakkı, demokratik içeriklidir.
Burada, bir konuya değinilmezse, eksik bırakılmış olacaktır. Kamuda türban takma ya da örtünme hakkı, evet, savunulmalıdır; ama bir koşulla. İnançları gereği kamuda türbanı takacak olanların, takma kararlarını kendi iradeleriyle alacak olmaları koşuluyla. Kendileri hakkında tamamen kendilerini ilgilendiren kararlarını kendilerinin vermeleri ve bu kararı verebilme yeteneğine sahip olmaları, hak kullanımlarının kendi kararlarının ürünü olması koşuluyla.
Türbanla ilgili olarak, savunulan haktır; karşı çıkılan ise yasak. Türban takma hakkının savunulması, bu konuda yasak ya da baskı ve dayatmalara karşı çıkılması anlamındadır. En başta devletin yasakları ve baskısına, ama sadece onun değil, örgütlü grupların, okulun, kışlanın ve en son ailenin dayatma ve baskılarına karşı olmak, hak savunmasının özüne ilişkindir.
Öyleyse “kamuda takma hakkı”nın tanınması, bilinmelidir ki, hiçbir biçimde türban takma dayatması ve bu yöndeki herhangi baskının haklı çıkarılmasına peşkeş çekilmek üzere anlaşılamaz. Kesindir ki, kamuda, türban takma hakkı ile takmama hakkı bir madalyonun iki yüzü gibi birbirinden ayrılamaz ve takma hakkından söz edildiği ve bu hakkın savunulduğu her yerde takmama hakkı ve bu hakkın savunulması kendiliğinden varsayılıdır ve aynıyla geçerlidir. Özetle kimse türban takmaya zorlanamaz; zorlandığında “hak”tan da, hakka saygıdan da söz edilemez. Sadece türban takmaya zorlanma da değil, kimsenin kılık-kıyafetine karışılamaz. (Ama bırakın türban takma zorlamasını, Hükümet Partisi sözcüsünün bir TV programı sunucusunun göğüs dekoltesini “aşırı” bulup söz konusu etmesiyle, “uygun şekilde” giyinmemiş ya da örtünmemiş kadın sunucu işinden atılmıştır!) Karışıldığı yerde haktan ve hakka saygıdan söz edilemez. Hele üstelik bu “karışma” ve “müdahale”nin türbanın “dinimizin emri” olduğu ileri sürülerek yapılması, “örtünme” propagandasının bu söylemle yürütülmesi, türban takmayanlara yönelik baskının bir diğer ve üstelik dini değerler üzerinden toplumsallık kazandırılmış biçimidir. Hele burada, ne hak ne de saygının zerresine raslanabilir!
Ve henüz burada bırakılamaz. Reşitlik, yani kişinin kendisine ilişkin karar alma ve uygulama yeteneği sahipliğinin varsayılması gereken üniversite öncesi eğitim kurumlarında, ilk ve ortaöğretimde öğrencilerin türban takma “hakkı” tartışma dışıdır. İnanç ya da inançsızlık durumları üzerine kendi kararlarını almaları henüz beklenemeyecek çocukluk çağlarındaki öğrencilerin türbanlandırılmalarının ancak kendi dışlarındaki (aile, öğretmen, okul, mahalle, devlet vb.) güçlerin baskı ve dayatmaları ürünü olabileceği ve dolayısıyla yasak karşıtlığı ve hak savunusuyla bağdaşmayıp çelişeceği ve hiçbir biçimde benimsenemeyeceği tartışmasızdır. Eğer örneğin ilkokul öğrencileri başlarını örtmüşlerse, bu kendi kararları değil, başkalarının koşullamasıdır ve burada hak değil, baskı ve dayatma vardır. “Hak” ve “hak savunma” doğrusu, dayatmacılık ve koşullandırmacılığa çanak tutar biçimde yorumlanıp, bundan, baskı ve baskıcılık ve aynı anlama gelmek üzere türban takmama hakkının baskıyla inkar edilip yasaklanması haklı çıkarılamaz.
HAK KABULÜ VE “TÜRBAN ÖZGÜRLÜĞÜ”
Söylendi, kamu da içinde, inancı gereği ya da böyle ileri sürülerek örtünme ve türban takma hakkı demokratik içeriklidir ve saygı gösterilerek teslim edilmelidir.
Türban takma hakkının demokratik içeriği ve laisizmin gereği oluşuyla hakka saygı gösterilmesinin kaynağında, sömürülenleri inançlı-inançsız, “laikçi-şeriatçı” olarak bölüp farklı fraksiyonlarının yedeği olarak saflaştırma bakımından burjuvazi ve hükümetlerinin eline tepe tepe kullandığı/kullanacağı istismar imkanı sunan din ve inançlar türünden ikincil, üçüncül dereceden sorunların emekçi yığınların burjuvazi ve burjuva devlet karşısında birleşmelerinin engellenmesinin aşılması ve genişlemesine bir demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin olanaklı kılınması vardır. Demokratik içeriğin de, laisizm ilkesinin de önemi buradadır.
Sonuçta hak, burjuvazi ve gericilik karşısında emekçi kitlelerin bölünmemesi ama birleşebilmeleri olanağı ve buradan gelen demokratik içeriği nedeniyle savunulmalı ve aynı nedenle bu hak saygıyla karşılanmalıdır.
Bundan sonrası diz boyu problemdir, problemlidir.
Evet, inanç ve ibadet özgürlüğü kapsamında haktır türban takma hakkı; ancak türbana son on yıllar içinde yüklenen anlam ve işlev, inancın gereği olmanın çok ötesindedir.
Herkes bilmektedir ki, türban on yıllardır bir siyasal simge ve mücadele aracı olarak ortaya atılıp kullanılmış ve esas olarak kişisel ve özel bir sorun olmamıştır. Din istismarı üzerinden örgütlenen siyasal İslam’ın temel siyasal kaldıraçlarından biri olarak türban, siyasal örgütün, Erbakan partileriyle, ardından gelen AKP’nin ve sosyal yaşamı siyasallaştıran tarikatların ortaya atıp yaygınlaştırdığı, üzerinden siyaset yaptıkları bir talep, bir dayanak olmuştur.
Türban takmanın ne kadar “hak” ve ne kadar siyasal mücadele konusu olduğu tartışmalıdır. Ve hak olarak, demokratik içeriği nedeniyle savunulduğunda da, siyasal Islam’ın güçlendirilmesi olasılığı kuşkusuz yok değildir. Ancak bundan kaçınılamaz ve siyasal Islam’ın güçlenme ihtimali demokratik bir hakkın savunulmasının engeli olamaz. Bu ihtimal, ancak, bugüne kadar inananların inanç ve ibadet özgürlüklerine saygı gösterilmemiş olmasının kefareti olabilir. Inançlara on yıllardır saygı gösterilmemiş olmasının yarattığı birikimin olası bedeli ödemekten başka, bu sorunun aşılma olanağı bulunmamaktadır.
Bununla kalmaz. Türban takma hakkı sadece siyasal İslam’ın genel olarak güçlenmesi olasılığına kapı açmakla kalmaz; ama, bugüne kadar türbanı bir siyasal simge ve mücadele aracı olarak ileri süren siyasal İslam’ın türban takma hakkı ile elde ederek kazandığı zaferi, karşı saldırı olarak sürdürmesi beklenmelidir. Göğüs dekoltesi nedeniyle işten attırılan kadan sunucu örneği, AKP yönelimi ve hesaplarının hiç de bir hak talebinin elde edilmesiyle doyurulabilir olmadığını ve türban takma “hak”kını dayanak edinerek kadına başını bağlayıp örtünmeyi gündemine almasının şaşırtıcı olmayacağını ortaya koymaktadır. Ki AKP bugünden kadına yönelik dayatmaların benzer adımlarını atmaktadır: Sezeryan ve kürtaj yasağı, kadın istihdamında dayatmaları anmak yetecektir.
Üstelik AKP’nin bu yönelimi, kesinlikle sadece kadına yönelik saldırganlık ve kadının aşağılanmasıyla sınırlı da değildir. Toplumun genel muhafazakarlaştırılması, dini değerlerin yüceltilerek dayatılması, “dindar gençlik yetiştirme” ülküsünün hizmetinde zorunlu din derslerinin “seçmeli”lerle de takviye edilerek dini soruların lise giriş sınavlarına girenlere zorunlu kılınması, her yere, tiyatro benzeri mekanlara bile Cami ve mescitler yapılması.. vb. AKP’nin toplumsal siyasal stratejisinin amaçlarını işaret etmek bakımından yeterli örneklerdir.
Demokrasi ve demokratizmle uzaktan bile bir ilgisi olmayan AKP elinde türban ve “türban özgürlüğü” böyle bir çerçeveye oturmaktadır ve kesinlikle siyasal niteliklidir. Buradan, türban takma hakkının savunulmasıyla yetinilemeyeceği ve bu noktada durulamayacağı sonucu çıkar. Evet, hak savunulacaktır; ancak AKP siyasal stratejisiyle, topluma dayattığı muhafazakarlaşma ve dincileşmeyle de mücadele edilecektir!
Ne demektir bu?
Demokrasi ve hak savunusu adına, inanç ve ibadet özgürlüğünün savunulması adına, yığınları zaten etkisi altında tutmakta olan türban bir özgürlük nesnesi sayılmalı ve “hakkın kullanılması biçimi” olarak takılması yoluyla kadınların örtünmesi onaylanıp savunulmalı mıdır?
Kuşkusuz hayır! Bu, gericiliğin onaylanması olur. Demokratik içeriği nedeniyle hakkın, saygı konusu edilerek savunulması başkadır. Hakkın kullanılmasının takmama değil, ama takma olarak benimsenip savunulması başka. İnançlara saygı needeniyle, inanç ve ibadet özgürlüğünün savunulması başkadır, “özgürlük” varsayılarak türban takılmasının onaylanıp savunulması başka. Neden?
Önce bir benzetme… Bilinir, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı demokratik içeriklidir, saygı gösterilmesi ve savunulması, asgari olarak “ben demokratım” diyenler bakımından bir zorunluluk durumundadır. Neden? Çünkü ezilen ulusların kendilerini ezen uluslarla eşitsizliğinin giderilerek, ulusların aşağılanmasına ve genel olarak ulusal baskıya son verilmesini konu edinir ve bir hak olarak savunulmazlık edilemez. Ama bundan, hakkın her türlü kullanımının, kaderin, örneğin emperyalizmin kışkırtıp örgütlediği ve onu güçlendiren tarzda kullanımının desteklenme zorunluluğu çıkmaz. Ya da ulusların kaderini tayin hakkı “kutsal”dır ve saygı gösterilmezlik edilemez gerekçesiyle, bir ulusun kendisi için üstünlük ve ayrıcalıklar istemesinin savunulması beklenemez. Buna benzerdir.
Ve üstelik örtünme ve türban takma hakkı, şöyle takılırsa desteklenir, böyle takılırsa desteklenemez türden bir hak da değildir. Sadece yasak konusu edilmiş olması dolayısıyla ve yasaklar ve yasakçılık savunulamayacağı için, inançlara saygı gereği ve saygısızlık durumunda inançlı sömürülen yığınlarla birleşilemeyeceği ya da birleşmek olağanüstü zorlaşacağı için hak olarak savunulması zorunlu olan bir olgudur. Ancak bir adım sonrası gericiliğin savunulmasına girer.
Tartışmasızdır: Örtünme ve türban, bir özgürlük hareket noktası ve nesnesi olmak yerine kadına, kadının hak ve özgürlükleri ve kadın-erkek eşitliğine yönelik kesin bir saldırıdır. Kadına, onu erkekle eşit saymamak üzerinden reva görülen kendisini örterek gizleme durumu, açık bir dayatmadır. Kadının aşağılanmasıdır. Mantığı, bir cinsel obje ve örtünmeyip olağan giyimiyle karşısında durduğu durumda erkeği tahrik edeceği varsayılan kadının, “doğuştan” ya da “yaratılıştan gelen” “kusurunu” örtmek üzere, ikinci sınıflığını kabullenerek örtünmesi, kendisini toplumsal yaşamdan –görünmez kılarak– silmesidir.
Evet, isteyenin örtünmesi ve türban takması haktır; ancak savunulabilecek ve desteklenebilecek türden değildir. Türban takarak örtünecek kadının, kendisi ne derse ve nasıl kavrarsa kavrasın, örtünmesinin özgürlük arayışı ve kullanımıyla değil, ama tam tersiyle, gönüllü olarak erkek karşısında aşağılanmayı, ezilmişliği ve ikinci sınıf oluşunu benimsemek ve kadın-erkek eşitsizliğinin önünde eğilmekle ilişkisi vardır. Buradaki çelişkinin tek açıklaması, sermaye ve erkek egemenliği lehine ve ikisine dayalı düzenin devamı hizmetinde inancı ile oynanmış, inancı istismar edilmiş kadının türban takma “hakkı”nı kullanarak özgürleşeceği yanılsamasıyla türbanla özgürlük arasında ters değil ama doğru bir orantı kuruyor olmasıdır. Türban takan kadının çelişkisidir, ama ne yaman çelişkidir. Ve işte, türban takılması için parmağını oynatır, teşvik anlamına gelecek tek tutumu olursa kadını ve eşitlik ve özgürlük davasını hiçe saymış olacak sosyalistin, türban takma “hakkı”nı savunmasının nedeni, en başta bu çelişkinin kadın ve sömürülen yığınlar ve birlikleri lehine çözülmesine hizmet ediyor ve edecek olmasıdır. Ötesinde, türbanın takılmasının savunulması ve teşvik edilmesi lehinde propaganda ve pratik eylemde parmağın bile oynatılmasıysa; kadının aşağılanması ve patriyarkal kapitalist sistemin, sermaye ve erkek egemenliğinin ve kadın-erkek eşitsizliğinin kadına dayatılmasının, eşitsizlik, –sözde özgürlük ve demokrasi adına– özgürlük ve demokrasi karşıtlığının benimsenmesinin yanında sezeryan, kürtaj vb. yasaklarıyla en başta kadını hedef alan ve ama dinsel hurafelerle tüm toplumun muhafazakarlaştırılmasını amaç edinen toplumsal siyasal yönelimin destek ve gericiliğin güçendirilmesine katkı sağlamak olacaktır!
Sonuç olarak; kamusal alan dahil türban üzerine söylenecek olan şudur: Türban takma hakkına evet –bu hak, hak olarak savunulmalı; ancak bir dayatma olarak ve kadınlar tarafından içselleştirilip savunuluyor olup olmamasından bağımsız olarak, kadınların türbana mahkum edilmelerine ve hakkın türban takma olarak kullanılması kesinlikle ve hiçbir biçimde savunulup desteklenmemelidir!