Ulusal alan ve bağımsızlık mücadelesi

Geçen sayımızda, Avrupa Birliği konusunda karşı bir tutum almaktan kaçınması nedeniyle “BirAdım” dergisini eleştirmiştik. Dergi, ÖDP’nin ana grubu adına çıkıyordu.
Eleştirimiz, AB’ye karşı olma görüntüsü veren dergi yazarlarının, gerçekte, belirli beklentiler içinde “AB’ye hayır” dememeleri ve Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından Avrupa Birliği’nin “sunduğu olanaklar”dan yararlanmayı merkezlerine alan bir tutum geliştirmelerine yönelikti. Eleştiri yazısı yayınlandıktan sonra ÖDP’nin konferansı ve ardından kongresi toplandı ve konuya ilişkin olanı da içinde olmak üzere bir dizi karar tasarısı onaylandı. ÖDP kongresinin aldığı ilk üç karar, doğrudan konumuzla ilgili.
Kongre’nin birinci kararı, “konunun Parti Meclisi gündemine alınmasını(n) karar altına al(ındığı)” “emperyalizme ve küreselleşmeye karşı mücadele kararlılığını” dile getiriyor. Kongrenin bağlayıcı bir direktifi yok; “emperyalizm ve küreselleşme karşıtı kararlılığı”nı, Parti Meclisi (PM) ete kemiğe büründürecek. Burada, Türkiye’nin, emperyalist AB’ye üyeliğine, partiyi bağlayacak, temelden bir karşı çıkışın karar altına alınmasından kaçınılıyor. Oysa “emperyalizme karşı mücadele kararlılığı”nın bugün en somut gereklerinden biri, hem AB’ye hem de Türkiye’nin AB üyeliğine karşı tutum almak ve Alman, Fransız, İngiliz vb. emperyalistleri ve onların sömürgecilikleri karşısında, bağımsızlığı savunmaktır. ÖDP kongresi, böylesi net bir karar almamıştır.
Haksızlık mı ediyoruz? ÖDP saflarından bu tür bir yakınma duyuyoruz; Kongre kararlarının yeterince açık olduğu, kongre’nin doğrudan AB ile ilgili 2 ve 3 no’lu kararlarının AB karşıtlığını ifade ettiği düşünülüyor olmalı. 2 ve 3 no’lu kararların, Kongre öncesi neredeyse AB yanlısı tutumuna, beklenticiliğine göre ileriye doğru atılmış adımlar olduğu doğru. “Emeğin ve Dayanışmanın Avrupası” başlıklı 2 nolu karar, Türkiye’de mücadele yürütmekte olan bir parti olarak ÖDP’nin nasıl bir Avrupa istediğine ve böyle bir Avrupa’ya ulaşmak için kimlerle işbirliğini öngördüğüne açıklık getirmek üzere kaleme alınmış bir karar; ama bu kararda da, Türkiye’nin AB üyeliğinin kabul ya da reddedildiği belirtilmiyor. Geçen sayımızda eleştirdiğimiz “BirAdım” yazarları gibi, kongre kararı da, genel olarak AB’yi eleştiriyor, savunmuyor; ama Türkiye-AB ilişkileri açısından, belki de “girsek-girmesek fark etmez” mantığını izleyerek “Türkiye’nin AB üyeliğine hayır” biçimindeki net bir tutumu yansıtmıyor.
Evet; “sermaye egemenliğinde bir Avrupa Birliği, Avrupa’nın olduğu kadar dünya emekçilerinin ve ezilenlerinin de çıkarlarının karşısındadır” diyor ve AB’yi olumlamıyor; ancak AB’ye ve Türkiye’nin AB üyeliğine açıkça karşı çıkmaya da bir türlü cesaret edemiyor. Kongre sonrası ÖDP afişlerinde ortak slogan olarak yer alan “Küresel Saldırıya Karşı Küresel Direniş” politikası, bu kararın ana fikrini oluşturuyor. ÖDP, aynı politikayı, 1 Mayıs için de mücadele programının ekseni olarak öneriyor ve 1 Mayıs sonrası mücadele ve toplumsal muhalefetin de bu eksen etrafında örülmesi gerektiğini düşünüyor.

TEK TEK ÜLKELERDE VE ULUSLARARASI ALANDA BİRLEŞİK MÜCADELE
Elbette, emperyalist küreselleşme saldırganlığını tek tek ülkelerle sınırlı olarak göğüslemeye çalışmakla yetinemeyiz. Bu saldırganlık, örneğin yalnızca Türkiye’yi hedef almamakta, dünya çapında sürdürülmektedir. Üstelik küreselleşme saldırganlığı bir yana, emperyalizm dünya çapında işçi sınıfını, emekçileri, ezilen halkları ve onların tüm çıkarlarını, demokrasiyi, özgürlükleri ve ülkelerin bağımsızlığını hedef almaktadır.
Kapitalist emperyalizm bir dünya sistemidir ve kuşkusuz kapitalist emperyalizme karşı mücadele, tek tek ulus ve ülkelerin sınırları içine sıkıştırılamaz. Böyle bir mücadele, uluslararası içerikte bir mücadele olmak ve tek bir süreç (proleter dünya devrimi süreci) oluşturmak zorundadır ve güçleri de birbirinden tecrit edilmiş haldeki tek tek ülkelerde birikemez. Bu mücadelenin güçleri, birbirleriyle sadece dayanışma içinde bulunan güçler olmanın ötesinde, birleşmek durumundadır.
Ancak bu zorunluluk, tek tek ülkeler ve ulusal sınırlarla birbirlerinden ayrılmış belirli devletler zemininde yürütülen mücadeleleri yok saymaz ya da önemsizleştirmez, tersine antiemperyalist mücadele ya da dünya devrim süreci, tek tek ülkelerde yürütülmekte olan mücadelelerin aritmetik olmayan toplamından ibarettir. Uluslararası burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelenin uluslararası içeriği; emperyalizmin baskısı altındaki ülkelerde ulusal değerlerin ve bağımsızlığın savunulmasının en başta işçi sınıfı ve sosyalistlerin görevi olması gerçeğini değiştirmez, tersine bu gerçeği dayatır.
Dolayısıyla 2 no’lu kararda, ÖDP’nin Avrupa solu ile dayanışması ve ortak platformlarda birliği üzerine söylenenler, bu partinin AB karşısında açık tutum almamasının ve bunu açıkça ilân etmemesinin yerine geçmeye yetmiyor. Dahası, yürütmek zorunda olduğu anti-emperyalist mücadele konusundaki boşluğu da doldurmuyor.
“Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri egemen sınıflar açısından nasıl stratejik bir öneme sahipse, ÖDP için de Avrupa solu ve emekçileri ile ilişkiler böyle bir ağırlığa sahip olmalıdır” biçiminde karara geçirilen tutum, AB’yi içine sindirmese ve benimsemese bile, ÖDP’nin Türkiye’nin AB üyeliği konusunda karşıt bir tutum açıklaması ve dolayısıyla AB’nin emperyalist saldırısı karşısında ulusal bir mücadele öngörmesi anlamına gelmemektedir. İncelikle kaleme alınan kararların, eğer istense, bu sorunu da kapsar şekilde yazılabileceğini herhalde düşünebiliriz. Üstelik yazım ustalığını da hesaba katarak, tersini düşünmek için neden de yok değil: “ÖDP …. emeğin ve dayanışmanın Avrupası için mücadele eden, başta Avrupa parlamentosu içinde yer alan Avrupa solu, sosyalistleri ve radikalleri, çevrecileri, feministleri ile ortak örgütsel platformlarda buluşur ve ortak etkinlikler düzenler.”
Acaba “… Başta Avrupa parlamentosu içinde yer alan Avrupa solu …” vurgusuna neden ihtiyaç duyuldu? Türkiye’nin AB üyeliğine hiçbir kararda açıkça karşı çıkılmaması ile birlikte düşünüldüğünde, bunlar, 3. kararın başlığı olan “Avrupa’nın kapitalist birleşmesine karşı” ve 2. kararın başlığı olan “Emeğin ve Dayanışmanın Avrupası” için, Avrupa Birliği’nin “içinden” ve örneğin şimdilik gözlemci üye sıfatıyla Avrupa Parlamentosu platformunda yürütülecek mücadelelerin öngörüldüğü anlamına mı gelmektedir? Ya da karar, destekleneceği söylenen “AB’nin tüm ülkeleri ve aday ülkeleri için standart bir asgari ücret ve işsizlik sigortası” talebi, neden özellikle “aday ülkeler”den de söz edilerek yazılmıştır?
Üstelik “Emeğin ve Dayanışmanın Avrupası”; emeğin dünyasının bir bileşeni olarak, kapitalizme ve sermaye egemenliğine karşı mücadeleyi yükseltecek olan Avrupa ülkelerinin işçilerinin eylemiyle birleşen, örneğin Türkiye işçi ve emekçilerinin, genel olarak emperyalizme ve bu arada Alman, Fransız vb. emperyalistlere karşı, AB’ye ve Türkiye’nin AB üyeliğine hayır talebiyle yükseltecekleri eylemlere dayanarak gerçekleşebilir değil midir? 2 no’lu karar, “Emeğin Avrupasızın zorunlu bir gereği ve dayanağı olan Avrupa ülkelerinin emperyalist baskı ve talanının hedefi durumundaki ülke halklarının mücadelelerinin sözünü bile etmemektedir.
3 no’lu karar, bugüne kadar ÖDP materyallerinde açıklanmış en ileri fikirleri kapsamaktadır. “AB’ye üyeliğin Türkiye’de emekçi halka refah sağlayacağı, insan haklarının korunmasını ve demokrasiyi geliştireceği yolundaki propagandanın yalan ve riyasını” ÖDP’nin teşhir edeceğini söyleyen karar, Avrupa’dan demokrasi vb. beklenticiliğine noktayı koyar görünmektedir. Aynı kararda, yanı sıra, Avrupa ülkelerinin “emperyalist dış siyasetini teşhir”in sözü edilmektedir. Kararda ve gerekçesinde sadece dış siyaset olarak emperyalizme değil ama bir bütün olarak Avrupa kaynaklı emperyalizme karşı mücadeleye ilişkin tümcelere de yer verilmiştir. “Avrupa menşeli olanlar dâhil, bütün çok uluslu şirketlerin Türkiye’deki emek, doğa ve çevre sömürüsünü teşhir… ve mücadele…”, “Türkiye’ye giren AB sermayesinin emek sömürüsüne, tabi kaynak talanına ve çevre tahribatına karşı… mücadele…”yi bu karar öngörmektedir ancak bu kararda da Türkiye’nin AB üyeliği konusunda ÖDP’nin ne düşündüğü bir türlü açıklanmamaktadır.

ÖDP NEDEN AB ÜYELİĞİNE KARŞI ÇIKMIYOR?
ÖDP’nin kongre sonrası AB karşısındaki pozisyonu, bu nedenle öncesinden pek farklı değildir. Geçen sayımızda eleştirdiğimiz “BirAdım” dergisinde de benzeri AB olumsuzlamaları yok değildi. Ancak buna rağmen son söz olarak AB konusunda “sol, girelim mi girmeyelim mi sahte ikileminden çıkmalıdır” denmekteydi! Kararlarda “sahte ikilem” sözü edilmemekte; ama bunun gereği yapılmakta, AB üyeliğine hayır denmemektedir. Peki, neden ÖDP Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmıyor? Demokrasi beklentisini de teşhir etmeyi “kararlaştırdığına” göre, sebep nedir? Zorlukları vb. gibi birçok neden sayılabilir, ancak birbiriyle ilişkili belli başlı iki nedenden söz etmek doğru olacaktır.
Birincisi; bu “beklenticilik” karşıtlığı, “BirAdım”da görüldüğü gibi yüzeyseldir ve sözü edilen beklentiler ÖDP’yi alttan alta ve derinden etkilemektedir. Beklenticilik eleştirilirken bile hep bir umut korunmakta, AB ile ilişkilere hep olumlu bir yan yüklenmektedir. Örneğin, ÖDP Genel Başkanı’nın, Cumhuriyet’in yazı dizisinde görüşlerini açıklarken olduğu gibi, “… bugün AB ile Türkiye ilişkilerinin seyri siyasal modelin biçimlenmesine etkide bulunsa da, biçimsel olarak kimi AB standartları karşılansa da…” şeklinde ihtiyat kayıtları daima var olmaktadır. İkincisi, “anti-emperyalizm” ve “anti-emperyalist teşhir ve mücadele “ye ilişkin söylenenlerin içeriklerinin boş olmalarıdır.
Evet, ÖDP kongre belgelerinde “anti-emperyalizm”den bahsediliyor. Ancak özellikle küreselleşme politikalarının hızla uygulamaya konduğu günümüzde, başlıca mücadele zemini Avrupa Parlamentosu türünden AB platformlarından çok hâlâ belirli ulusal sınırlarla çevrili bir devlet olarak Türkiye olması gereken bir parti açısından anti-emperyalizmin; Türkiye’nin sömürgeleştirilmesine karşı koyma ve ülkenin ulusal bağımsızlığını savunmayı öngörmeyen bir içeriğe sahip olması düşünülemez.

ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELENİN KAPSAMI VE DEMOKRATİKLEŞME
Özelleştirmelerle, uluslararası tahkim yasasıyla, Gümrük Birliği ile Türkiye’yi tamamen dümen suyuna sokan ve jandarması kılan Amerikan dayatmalarıyla ülkenin ulusal bağımsızlığından geriye hemen hiçbir şey kalmamış, sömürgeleşme süreci derinleşmiştir. AB üyeliği ve örneğin ortak para birimi olarak “euro”nun dayatılması ile kalan kırıntılar da yok edilecektir.
ÖDP, belgelerinin herhangi bir satırında “ulusal bağımsızlığın savunulması” ve bu kapsamda AB üyeliğinin reddedilmesine rastlamak olanaksız. Bu haliyle (ancak?) anti-emperyalizmin edebiyatı yapılabilir.
Anti-emperyalist mücadelenin hedefi nedir? Emperyalist bağımlılık ilişkilerine son verilerek ülkenin bağımsızlığının kazanılmasından başka ne olabilir? Bu mücadele sosyalizme yönelecektir, bu doğrudur; ancak bunca emperyalist bağımlılık ağlarıyla çepeçevre sarılarak kımıldayamaz kılınmış bir ülkede sosyalizme doğru yürüyüşün bağımsızlığın kazanılmasından geçmeyen bir yolu bulunamaz. Ülkenin demokratikleşmesi mücadelesinin temel bir ayağı buradadır. Antiemperyalist mücadele ve bağımsızlığın kazanılması, kuşkusuz demokratikleşme davasının temelidir. Ülkenin demokratikleşmesinin, ulusla hiçbir bağı kalmayan ve tüm ulusal değerleri çiğneyerek dolar ve markla değişen işbirlikçi tekelci burjuvaziye, yerli gericiliğe karşı verilecek mücadeleyle sınırlı olarak sağlanabileceği düşünülemez. Anti-emperyalist mücadele ile birleşmeyen bir demokrasi mücadelesi kazanılamaz.
Dolayısıyla ÖDP kongre belgelerinde sözü edilen “sosyalizm” ve “demokrasi” hedefleri de, ulusal bağımsızlığın hedeflenmediği bir yaklaşımla gerçekleşebilir değildir. Ve 21 no’lu kararda ifade edilen “ÖDP … küresel kapitalizm karşısında insanlığın adil, eşit, ve barışçıl geleceğinin sosyalizm olduğunun altını çizer” türünden görüşler, iyi niyet beyanı olmaktan öteye geçmemektedir. Üstelik anılan “sosyalizm”in, aynı kararda, “özgürlükçü ve demokratik bir sosyalizm” olarak tanımlandığı dikkate alındığında, iyi niyet de çok tartışma götürür hale gelmektedir.
“Demokratik sosyalizm”in, ÖDP Onursal Başkanı seçildikten sonra, Cumhuriyet gazetesinin “Sol Geleceği Tartışıyor” başlıklı yazı dizisinde görüşleri yayınlanan Sadun Aren’in anlattığı gibi, “kapitalizmin dışında, ona koşut ve rakip değil, tersine kapitalizmin içinde, onu sosyalizme dönüştürecek ve dolayısıyla barışçı bir yol”dan üretilecek (!) “sosyalizm” olarak bilimsel sosyalizmle alâkasız oluşu ortadadır. “Sosyalizm tartışması” bir yana; Türkiye, toplumsal dönüşüm bakımından önündeki ilk adım sosyalizm olan Fransa ya da Almanya değil; neredeyse tamamen sömürgeleştirilmiş bir ülkedir. Bu gerçeklerin de gösterdiği gibi, Türkiye işçi sınıfının, Fransız işçi sınıfından farklı olarak, ülkenin demokratikleşmesi ve ulusal bağımsızlığın elde edilmesi gibi sorunları da var. ÖDP’ye göre ise, ulusal bağımsızlık sorunu yok. Bu nedenle de AB’ye girsek ya da girmesek, fark etmiyor; bu konuda tavırsız kalabiliyor. Kongrenin yayınladığı sonuç bildirgesi açısından da aynı şey geçerli.
ÖDP, ya Türkiye’nin örneğin Fransa’ya benzediği ve ulusal bağımsızlığı savunmanın tekelci burjuvazinin “emperyalist çıkarlarını” savunmak anlamına geldiği görüşünde ya da Türkiye’yi de girdabına alan küreselleşmenin ülke açısından aslında olumlu bir gelişme olduğunu, AB’ye üyelik de içinde olmak üzere, olgunlaşmış kapitalizmin uluslararasılaşma eğiliminin sosyalizmin yakınlaşması anlamına geldiğini düşünmektedir. Bu ikisi, özünde aynı görüşü yansıtmaktadır. Çünkü ikisinde de, uluslararasılaşma eğilimi karşısında ulusal bağımsızlığın savunulması gerici bir konum alma olmaktadır.

KAPİTALİZM, ULUSLARARASILAŞMA VE ULUSAL BAĞIMSIZLIK
Bu, kuşkusuz, herhangi bir baskı ve zorlamayı içermeyen uluslararasılaşma eğilimi karşısında doğrudur. Oysa Türkiye doğrudan emperyalist baskı altındadır ve Türkiye ile emperyalist ülkeler arasındaki ilişki, iki emperyalist ülke arasındaki ilişkiden farklıdır. Biliyoruz ki, ulusal sorun açısından kapitalizm birbiriyle çelişik iki eğilim gösterir: ulusal ve uluslararasılaşma eğilimi. Birincisi, ulusal devletlerin kurulmasına yol açan ulusal hareketler ve her türlü ulusal baskıya karşı mücadeledir.
Bu eğilim, kapitalizmin gelişme dönemine özgüdür, kapitalist gelişmenin başlangıcında egemen olmuştur. Kapitalizmin evrensel yasasını oluşturan ulusal sorun konusundaki eğilimlerinden ikincisi, uluslararasında her türden ilişkilerin gelişmesi ve çoğalması, ulusal çitlerin aşılması ve sermayenin, ekonomik yaşamın, siyasetin vb. uluslararasılaşmasının yaratılmasıdır. Bu eğilimi, olgunlaşmış kapitalizm dönemine özgü olan, sosyalist topluma dönüşmeye doğru yol alan kapitalizmin egemenlik sağlayan niteliğidir. Kapitalizm çerçevesinde kalındıkça, bu eğilim, emperyalizme, rantiyeye ve kozmopolitizme dayanmak ve bunları üretmek durumundadır.
Emperyalist baskı atındaki ülkeleri de -örneğin küreselleşme saldırganlığında olduğu gibi- ağları içine çeken bu uluslararasılaşma eğilimi; bu ülkeler açısından, henüz tarihsel ve siyasal olarak ömrünü doldurmamış, tersine, emperyalist baskı karşısında kaçınılmaz olan ulusal uyanışı, ulusal değerlerin sahiplenilmesini ve toplumsal gelişmenin hizmetine girmesini engelleyen bir rol oynar. Bu koşullarda, ulusal uyanışı ve ulusal bağımsızlık talebini besleyen emperyalist zorbalık görmezden gelinerek kapitalist uluslararasılaşma eğiliminin olumlanması savunulamaz. Hele bu, sosyalizmin yakınlaştırıcısı bir ilerleme unsuru olarak hiç sayılamaz. Küreselleşme saldırganlığı karşısında, “anti-emperyalist teşhir” vb. sözcükleri ardında bu saldırganlığın olumlanması ve AB’ye üyeliğin, bu nedenle, kayıtsızlık görüntüsü verilerek kabullenilmesi anlamına gelir ki, bunun, sosyalizmin yakınlaşması ile uzaktan bile bir ilişkisi bulunamaz.
Ama ÖDP, Türkiye’nin AB üyeliğine itiraz etmezken, tutumunu, teorik olarak büyük ölçüde bu yaklaşıma dayandırıyor. Örneğin U. Uras, Cumhuriyet’te görüşlerini açıklarken, “alternatif bir Avrupa tasarımını” geliştirmek üzere, sorunu uluslararası bir mücadele konusu ederek, Avrupa solcularıyla birlikte neler yapacakları üzerinde duruyor ama Türkiye’de ulusal açıdan yapacaklarına bir türlü sıra gelmiyor. Türkiye’ye yönelik emperyalist baskıların “aşılması”, kapitalizmin uluslararasılaşma sürecinin ilerlemesine ve bunun yakınlaştıracağı sosyalizmin zaferine bağlanmış gibidir. Ancak, sosyalizmin gelişi, bu “dümdüz” yoldan hiçbir zaman mümkün olmaz.
Halkının birikimleriyle kurulmuş fabrikaları ellerinden alınan, yeraltı zenginlikleri talan edilen, IMF ve Dünya Bankası dayatması düşük ücret, tarımın ve hayvancılığın öldürülmesi vb. politikalarla bugünleri ve gelecekleri karartılan, Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya’da ABD ve AB çıkarları peşinde jandarma rolü yüklenen vb. Türkiye’nin işçi ve emekçileri, ulusal baskı ve zorbalığın bunca girdabı içinde, bu zorbalık karşısında kayıtsız kalarak, sosyalizme doğru ilerleyemez.
Hem ulusal sorunun varlığı emek-sermaye karşıtlığının tüm açıklığıyla serpilip gelişmesinin üzerini örteceği için, ilerleyemez, hem de toplumsal ilerleme, ÖDP ya da başka bir gücün isteğine bağlı olmayan kendi nesnel yolundan yürüyeceği için, kaçınılmaz olarak, ulusal çelişmeler etkili olacağı ve ulusal baskıya karşı talepler ortaya çıkacağı ve ulusal hareketin gelişmesinin koşulları olgunlaşacağı için, ilerleyemez. Sosyalistlerin, işçi ve halk hareketinin üzerinden gelişeceği zemini ve onu belirleyen çelişmeleri, nesnel olarak değerlendirmekten başka şansları yoktur.
Burada birkaç sorun ortaya çıkıyor. Örneğin, Cumhuriyet gazetesindeki yazı dizisinde Oğuzhan Müftüoğlu, emperyalist devletlerin gücüne ve karşısında bir denge unsuru olacak gücün bulunmayışına atıfta bulunarak “… Bugünkü koşullarda UKKTH ilkesini ayrı bir devlet kurma yönünde kavramak, kaçınılmaz olarak emperyalist ülke politikalarının tercih sınırlarında takılıp kalacak bir tercih olacak” diyor. Müftüoğlu, bu görüşünü Kürt sorunu açısından dile getiriyor. Ancak, ulusal sorunun, 20. yüzyıl başından bu yana, emperyalizme karşı mücadele ve emperyalist zorbalıktan kurtuluş sorunu olduğu dikkate alındığında, Kürt ya da başkası, hangi ulusal sorun üzerinden ileri sürülürse sürülsün, bu görüşün, artık ulusal hareketi “ömrünü doldurmuş” ve taleplerini gerçekleştiremez bir hareket olarak kavradığı açıktır. Çünkü “devlet kurma” sınırına kadar genişletilmeyen UKKTH kavrayışı, ne kadar emperyalizmin egemenliğinden kaçınmak adına ortaya atılırsa atılsın, emperyalizmin karşı çıkılmazlığı ve sonuç olarak savunulması anlamına gelir.
Böyle midir? Ya da bugünkü durumun, emperyalist güç ilişkileri ve ulusal sorun açısından ele alındığında, örneğin 1910’dan ne gibi kıyas kabul etmez bir temel farkı vardır? O zaman da İngiltere, Fransa vb. emperyalistleri karşısında dünya ya da bölge çapında ulusal hareketlerin emperyalizmin güdümüne girmesini önleyecek etkin bir güç bulunmuyordu. Ama ulusal hareketler vardı ve geliştiler.
Ulusal hareketlerin gelişmesinin nesnel dinamikleri bugün de var. Bu, ulusal hareketlerin ortaya çıkışı ve gelişmesinden kaçınılmayacağı anlamına gelir. Sorun, bu hareketlerin başarı koşullarında olabilir. Bugünkü koşulların ulusal hareketlerin başarısı için ya da başarıya ulaşan ulusal hareketlerin yeniden emperyalizmin güdümüne kaymaktan kaçınabilmeleri için elverişli olmadığı söylenebilir. Birincisi, bu mutlak değildir. Ve ikincisi, emperyalistler arası güç ilişkileri ile birlikte bugünkü durumun değişmeden kalacağını kim iddia edebilir? Ve bir üçüncüsü, ulusal hareketlerin bizzat kendileri, hâlâ emperyalizmi güçten düşürecek dinamiklerden birini oluşturmaktadır ve bugün ağırlıklı olarak emperyalistler tarafından yollarından saptırılıp kullanılıyor olmaları, bu gerçeği değiştirmez. Sosyalist olup olmadığı bir yana, ama örneğin Küba, hem de ABD emperyalizminin burnunun dibinde hâlâ ayakta durmuyor mu ve bu en başta bir “ulusal gösteri” değil de ne? Ya da Kore? Üstelik İran, hem de mollaların önderliği ele geçirdikleri ulusal talep ve içeriği belirgin bir devrimle yıllar boyunca ABD emperyalizmine kafa tutmadı mı?
Müftüoğlu, Cumhuriyet’teki yazısında emperyalizm koşullarında UKKTH ‘nin gerçekleşemez bir talep olduğunu açıktan ileri sürmüyor, yalnızca (!) ulusal hareketlerin emperyalistlerin tercihlerine takılıp kalacağını söylüyor ve bu yönüyle eski “emperyalist ekonomistler”den bir miktar ayrılıyor; ama talebin “devlet kurma” olarak kavranmasından vazgeçilmesi yönündeki düşüncesiyle, yine aynı kapsam içinde kalıyor. Konunun ayrıntıları, “BirAdım” dergisinde tartışılıyor. Bu dergi yazarları, hem de sosyalizm adına, ulusal talep ve hareketlerle ulusal bağımsızlığın savunulmasını “milliyetçilik” olarak tanımlamaktadırlar:
“Burjuva düzeninin iç evriminin ürünü olan politik kamplaşmada taraf olmakla sınırlı bir perspektif sol adına reddedilmek durumundadır. Nasıl ki özelleştirmeye karşı devlet KİT’lerini savunmak solculuk değilse, küreselleşmeye karşı solun alternatif toplum projesi, milli devlet formu olamaz. Milliyetçilik zemininde üretilmiş politikalar ve çözümlerle solculuk yapmanın zamanı geride kaldı.” (BirAdım, Sayı 3, sf. 62)
Asıl geride kalan, Fransız Devrimi’nde üretilmiş “sol-sağ” ayrımı zemininde düşünmek ve politika yapmaya çalışmaktır. Şimdi sermaye karşısında işçi politikası, emek politikası yapma zamanı ve milliyetçi konumlardan kurtulmanın garantisi de burada aranmalı. Çünkü işçi sınıfı, çıkarları ulusal değer ve çıkarlarla, ulusal çitlerle sınırlı olmayan uluslararası bir sınıftır. Aynı tekelci burjuvazi gibi, ondan daha ileri ölçüde vatansızdır. Ama bu, bilinçli işçinin, “burjuva vatana” dair kuyrukçuluğu reddederken, içinde mücadele yürütmeye zorlandığı sınırları ve dolayısıyla ulusal devlet formunu dikkate almaması anlamına gelmez. Ve hele emperyalist baskı altındaki bir ülkede, bu baskıya karşı oluşan bağımsızlık hareketinin en önünde saf tutmasını, ulusal değerleri sahiplenmesini hiç engellemez.
Bilinçli işçi, isteğe bağlı olarak ulusal devlet formunu, kendisinin koymadığı bu kategoriyi dikkate almayarak ileriye, sosyalizme doğru adım atamaz. Tersine her ülkede işçi hareketi, biçim (form) açısından ulusal olmak zorundadır; ancak içerikte uluslararasıdır. Emperyalist baskı ve ona karşı mücadele söz konusu olduğunda ise, bunun ötesinde, ulusal hareketin de başına geçecek ve dünya işçi sınıfının diğer müfrezelerinin eylemiyle birleşen bir eylemle, uluslararası burjuvazi (ve onun bir parçası olan kendi işbirlikçi burjuvazisi) ve emperyalizme karşı yürüyecektir. Ortak hedef, dünya emperyalizminin devrilmesidir. Emperyalist ülkelerde bilinçli işçi, aynı amaçla kendi burjuvazisine karşı mücadele ederken, emperyalist baskı altındaki ülkelerde ise bilinçli işçi, demokratik bir karaktere sahip olması kaçınılmaz olan ulusal hareketi, kendi burjuvazisinin de birleştiği uluslararası burjuvazi ve emperyalizme karşı yöneltip geliştirmek durumundadır. “BirAdım” yazarına göre, bu, milliyetçilik oluyor!
Emperyalizme karşı mücadele konusunda cesaretsizlik, zorluklarını göze alamama gibi nedenler onları, UKKTH’nin, ayrı devlet kurma hakkı olarak savunulmasından yan çizmeye götürdüğü gibi, antiemperyalist mücadeleden bütünüyle yan çizmeye de götürüyor. “Milliyetçilik” yaftası asılarak, böyle bir mücadelenin zorluklarından kurtulma, sığınılacak en sağlam liman oluyor. Globalleşme (küreselleşme) karşısında mücadele yerine (başta Avrupa Parlamentosu olmak üzere) uluslararası platformlarda mücadele ediyor görünerek entegrasyon eğilimini geliştirerek bu limana sığınma yanlıları, ikna edici olmak için, milliyetçilik gibi başka kötü “limanlan” ileri sürüyorlar:
“Sosyalistler küreselleşmenin bir ideolojisi olan yeni liberalizme karşı, milliyetçi ideolojik bir zeminde mevzilenerek yanıt üretemezler, üretirlerse sosyalist değil, milliyetçi olurlar. Ulus, din, ırk gibi olgular kapitalizmin ezdiği kitleler için bilinen en eski sığınaklardır. Küreselleşmeye karşı geçerli bir sol alternatifin üretilerek toplumun gündemine taşınamaması halinde ezilen kitlelerin geleneksel sığınaklara yönelmesi önlenemez. Eğer sol küreselleşmeye karşı geçerli ve umut verici bir politika üretemez ve çaresizlik içinde bilinen geleneksel mevzilere sığınırsa, hiçbir zaman seçenek olma gücünü elde edemez.” (sf. 63)
Politika üretme, masa başı icatlar sorunu değildir. Politika, aynı toplumsal gelişme gibi, biri bilinçli etkinlik diğeri nesnel bir süreç olarak, icatçılığa kapalıdır, nesnelliğe dayanmak zorundadır, ona uygun olarak kendi yolundan yürümek zorundadır. Toplumun üzerinde yükseldiği çelişme ve dinamikler bellidir ve nesneldir. Yeni icatlar yoluna sapılmayacaksa, bugünkü koşullarda, emperyalist küreselleşme saldırısı karşısında anti-emperyalist demokratik bir program zorunludur.
Türkiye’de örneğin, büyük burjuvazi ve onun bir akımı olarak milliyetçilik, antiemperyalist bir nitelik taşımaz, taşımıyor. İşbirlikçi tekelci burjuvazi çoktan emperyalizmle birleşmiştir ve milliyetçiliği, dergide söylendiği gibi, milli bağnazlık, yayılmacılık ve muhafazakârlıkla karakterize olur. Örneğin Orta Asya’ya yönelik Amerikan yayılmacılığının taşeronluğunu üstlenen işbirlikçi burjuvazinin elinde Pan-Türkizm ya da Pan-Turanizm olarak şekillenebilir. Bütün ulusal değerlerini yitirerek ulusa ihanet etmiş işbirlikçi tekelci burjuvazinin milliyetçiliğinin de en küçük bir ulusallığı kalmamıştır. Zaten adında milliyetçi sıfatını taşıyan faşist parti, AB’ye üyelik ya da uluslararası tahkim gibi sorunlarda, demagoji olarak bile, ulustan yana hiçbir tutum geliştirememiştir.

İŞÇİ SINIFI VE ULUSAL BAĞIMSIZLIK
Küçük ve orta burjuvazi, hâlâ belirli ulusal tutumlar geliştirebilme olanağına nesnel olarak sahiptir. Bu tutumlar, tutarlı ve kararlı olmayacak, geçici bir nitelik taşıyacaktır; bu kaçınılmazdır. En son Kürt milliyetçiliğinin deneyiyle, bu, bir kez daha görülmüştür. Ama onun, kararsızlıklarla yaralanmış olsa ve hüsranla sonuçlansa bile, 15 yıllık mücadelesini kim reddedebilir. Evet, bu yıllar içinde Clintonlara mektuplar yazılmıştır. ABD, Avrupalı emperyalist devletler ve İsrail’le ilişkiler geliştirilmiştir, ama belirli bir mücadele de yürümüştür.
Ara sınıfların emperyalizme karşı üreteceği politikalar ve yürüteceği politik mücadelenin sınırlarını, bu sınıfların nesnel konumları belirlemektedir. Emperyalizmle sahip oldukları bağlar (yalnızca kredi vb. değil ama kendilerinin de, kapitalist kategoriler olarak, binlerce bağla kapitalizme, dolayısıyla onların en irileri olan emperyalist burjuvaziye bağlı olmaları), onları emperyalizmle uzlaşmaya iter. Ama üzerlerine yöneltilmiş emperyalist baskı, buna karşı çıkışlarını da koşullandırır. Sonuçta, tutarsızlık ve kararsızlıklarıyla yalpalamaktan kaçınamazlar.
Tam da bu nedenle, emperyalist baskı karşısında uyanması ve harekete geçmeye yönelmesi kaçınılmaz olan halkın başına geçmeye nesnel olarak en hazır ve yatkın sınıf, işçi sınıfıdır. Emperyalizm ve onun örneğin küreselleşme saldırganlığından en büyük zararı o gördüğü gibi, uluslararası burjuvazi ve kapitalizmle, onu tutarsızlık ve uzlaşmaya yöneltecek hiçbir bağa sahip değildir. Çıkarları, ulusla ye ulusal değerlerle de sınırlı olmayan ve bütün ülkelerde kapitalizmin devrilmesini dayatan işçi sınıfı, bu nedenle, milliyetçilik korkuluğuyla ürkütülmeyecek bir ulusal bağımsızlık eyleminin başına geçebilir. İşçi sınıfı ancak böylelikle, “BirAdım” yazarlarının başka yerlerde aradığı seçenek olma gücü ve şansını yaratabilecek ve güvenle sosyalizm yolunda yürüyebilecektir.
Bu durumda işçi sınıfı milliyetçilik girdabına mı sürüklenmiş olacak? Hayır, işçi ve emekçilerin ulusal değer ve hakları, ulusal bağımsızlığı savunan bu tutumuna, bir isim aranacaksa, bu, milliyetçilik değil, yurtseverliktir. Türkiye’de ulusal hak ve özgürlükler, ulusal egemenlik, yeraltı ve yerüstünün tüm ulusal kaynakları emperyalist baskı ve talanın konusu iken ve ülkenin sömürgeleştirilmesi süreci neredeyse sonuna gelmişken, kim ulusun ve ulusal kategorilerin eskimiş sığınaklar olduğunu iddia edebilir? Emperyalizmin, kuşkusuz en başta işçi ve emekçiler olmak üzere ulusu ve ulusal değerleri tamamen teslim almaya yönelik saldırganlığına karşı çıkmadığında, bilinçli işçi, kendisini, nasıl üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmiş sayabilir. Ve sosyalistler, ayaklar altına alınmış ulusal haklar ve değerleri savunmak ve ulusal bağımsızlığı kazanmak üzere, işçi sınıfının, ulusun geri kalanını peşine takarak ulusal mevzileri tutmasına yardım etmezler ve işçi sınıfı bu sorumluluğunu gerçekleştiremezse, işte o zaman ulusal demagoji, ulusla hiçbir bağı kalmamış milliyetçi faşist güçlerin elinde bir silah olarak işçilere karşı çevrilecektir.
“BirAdım” yazarları, “milli devlet formu”nun, “alternatif toplum projesi”ne hizmet edemeyeceğini ileri sürerken ne demek istiyorlar? Hangi uluslararası formları öngörüyorlar? Avrupa Parlamentosu ve AB formunu mu? Her ülke işçi sınıfının kendi devlet sınırları içinde mücadele zorunluluğu bir yana, emperyalist baskı karşısında milli devlet formunun savunulması, neden milliyetçi akımlara ve onların kaynaklandığı tekelci burjuvaziye terk ediliyor? Onlar, bu formu uzun zamandır savunmuyorlar. Zorlamakla da savunmazlar. Bu durumda ulusal haklarla birlikte ulusal bağımsızlığın savunulması, küçük burjuva milliyetçiliğine bırakılmış oluyor.
Burada “BirAdım” yazarları “haldeki ‘ulusal devlet’ zemini”nden söz ederek, kuşkusuz benimsenemeyecek olan ve ulusal bir devlet olmaktan neredeyse tamamen çıkan bugünkü devletin olumsuz pozisyonunu ileri sürüyorlar. “Burjuva düzenin iç evrimi” ve “bu evrimin ürünü politik kamplaşmalarda taraf olunamayacağına” dair görüşler ortaya koyuyorlar. Ama ulusal bağımsızlığı kazanmaya yönelik antiemperyalist mücadele ne düzen içi bir evrime ne de bunun ürünü politik kamplaşmalara dayandırılabilir. “Haldeki devlet’in ulusallıkla ilgisinin neredeyse hiç kalmamış ve ülkenin sömürgeleştirilmiş olması, anti-emperyalist bir hareketin kalkış noktalarındandır. Ve anti-emperyalist mücadelenin, bu devlet katında bir eylem olarak değil ama tam da devleti dönüştürecek bir eylem olarak yürütülme zorunluluğu, başka bir deyişle, ulusal bağımsızlığın kazanılma zorunluluğu, buradan gelmektedir.
Müftüoğlu UKKTH’yi zaferle gerçekleşemez buluyordu. “BirAdım” yazarları daha da ileri giderek, “ulus”un ve “ulusal” kategorilerin miadını doldurduğunu (“tarihen aşılmakta” -sf. 62- olduğunu) söylüyorlar. Çözümleri, ne tür bir şey olacağı tartışmalı (“bir dünya tasarımı olarak sosyalist teorinin de yeniden kurulmasına ve tanımlanmasına gerek var” -sf. 63- diyorlar.) bir “sosyalizmi” ileri süren “uluslararası platformlar” ve “emeğin küresel gücü”, “dünya emek cephesi” gibi “formlar”dır.
İşçi sınıfı ve emekçilerin uluslararası dayanışması ve daha ileri giderek birliği ve bunun örgütlenmesi ihtiyacını ortaya atarak, ülkeler çapında emperyalizme karşı yürütülecek ulusal eylemden yan çizmek, ulusal sorunların çözümünü ulusal hareket ve devlet formlarını reddederek sosyalizme aktarmak, emperyalist ekonomist mevzilerde zaman harcamaktır. Tek tek ülkelerdeki gelişmesini reddederek “dünya devrimi” edebiyatı peşinde zaman harcayan Troçkizm sosu sürülmüş emperyalist ekonomizm. Zamanında Troçki de emperyalist ekonomistleri desteklemişti! “BirAdım” yazarları bu fikirlerini işçiler önünde savunmayı denesinler!
Örneğin gidip işçilere, “özelleştirmeye karşı devlet KİT’lerini savunmanın solculuk olmadığını”, örneğin SEKA’nın kapatılmasının solculuk açısından sorun oluşturmadığını anlatsınlar. Örneğin TÜPRAŞ’ın satılmasına karşı olmadıklarını, bu KİT’in savunulmayacağını vb. söylesinler. Ulusal değer adına ne varsa onları savunmadan işçilerden alacakları yanıtı görsünler. “Biz özelleştirmeye karşıyız” diyecektir yazarlar! Karşıysanız, TÜPRAŞ’ın satılmasına karşı çıkacak, dolayısıyla KİT’leri savunmuş olacaksınız! Politik mücadele, kavramlarla oynayarak yürümüyor. İktidar olunca doğal ki, KİT’lerin mülkiyeti de dâhil bütün örgütlenmesini değiştirirsiniz. Ama özelleştirmeye karşıysanız, bugün KİT’lerin örgütlenmesi ve mülkiyetine ilişkin ne tür görüşleriniz olursa olsun, TÜPRAŞ’ın satılması ya da SEKA’nın kapatılmasına karşı çıkıp bu KİT’leri halkın malı olarak sahiplenmek durumunda olduğunuzu anlamalısınız. “Ulusal devlet formu” da öyle.

ÖDP VE “BİRADIM”IN BİRİKİMİ, BİRİKİM’DEN!
Bugünkünü, “haldeki milli devleti” beğenmiyorsunuz. Biz de beğenmiyoruz. Ama bunun, eğer yazınızda bir kez geçen “bağımsızlık” ve “anti-emperyalizm” kavramlarına hakkını verecekseniz, ulusun haklarını, ulusal mücadeleyi ve amaçlamaktan kaçınamayacağı ulusal devlet formunu hakir görmenizi gerektirmediğini bilmelisiniz. ÖDP ve “BirAdım” yazarlarının bu görüşlerinin “ulusal” kaynağı, kozmopolitizmle malûl “ecnebi bir akım” olan neoliberal küreselleşme düşkünü Birikim dergisidir.
Birikim yazarları yerlilikle (belirli bir yere, yurda dayanıyor olmakla, yurtseverlikle) milliyetçiliği özdeşleştirir, uluslar-üstülüğü, küreselliği vb. överler. Örneğin Ahmet İnsel’e göre, “Yerlilik söylemi içinde kendini ifade eden milliyetçi kimlik arayışı”dır. İnsel’e göre, “… Yerliliğin kendini tanımladığı bir toprak, bir tarih veya bir kan bağı vardır. Yerelliğin bu üç unsuru, aynı zamanda ulusallığı var eden unsurlardır. Bu nedenle yerlilikle ulusallık arasındaki ince sınır çok rahat biçimde aşılır ve çoğunlukla yerlilik talebi ulusalcı ideolojinin yerel tezahürü olarak işlev görür.” (Birikim, Sayı 111–112, sf. 139)
Süha Ünsal daha ileri gider ve “milliyetçiliğin ya da zevahiri kurtaran biçimiyle yurtseverliğin aynı tehlikeli sonuçları”ndan (Agy., sf. 58) söz eder. Murat Belge, açık sözlüdür: “1989’dan bu yana dünyanın uluslararasılaşması süreci liberalizm/kapitalizm çerçevesinde yürümeye başlayınca, eski Marksistler de ‘evrenselcilik’ vurgusunda emperyalist hegemonya emelleri sezdiler ve içgüdüsel bir savunma refleksiyle ‘yerlilik/yerellik’ bariyerini yükseltmeye giriştiler. Bunda doğrusu bir sağlıksızlık buluyorum. ” (Agy., sf. 82)
Bu durumda, yerli olmaktan, yurtseverlikten uzak durmak ve lekelenmemek doğru oluyor! Önemli olan, İnsel’in “ulusallığı”, gönül rahatlığı içinde ulusalcı ideoloji ya da akımlara bir kalemde peşkeş çekmesi, Ünsal’ın yurtseverliği milliyetçilikle damgalamasıdır. Örneğin MHP’nin ulusal tutumuna ilişkin tek bir örnek bulmak bile olanaksızken, bu el çabukluğu şaşırtıcıdır. Sorun, ulusal tutumları, emperyalizm çağında, emperyalizm karşısındaki tutumlar olarak değil ama başka yerlerde aramak kaynaklıdır.
Örneğin, Yunanlılar karşısında Türk milliyetçiliği olarak ortaya çıkan tutumlar, kuşkusuz artık emperyalistler arası sürtüşme ve çatışmalara, çelişmelere bağlanmış çeşitli ülke burjuvazileri arasındaki pazardan pay kapma çekişmelerinin ürünü olarak tamamen gerici niteliktedir. Ya da Kürtler karşısında baskı ve zorbalığın örgütlenmesi olarak kendisini ortaya koyan milliyetçilik örnekleri, ulusal değerlerin savunulması ile ilgisizdir. Emperyalizme karşı tavır alış olarak ortaya çıktığında ise, işçi sınıfının yurtseverliği dönüştürücü temel bir dinamik durumuna yükselir.
Birikimcilere ulusal alan gereğinden çok dar gelir; proleter yurtseverliğin enternasyonalizmle birleşen ama zorlu anti-emperyalist militan tutum gerektiren niteliği, genişliği sağlasa bile rahat bozucu ve ürkütücüdür. Belge’nin açık açık söylediği gibi, liberalizm/kapitalizm çerçevesinde yürüyen uluslararasılaşmaya beylerimizin “solcu” katılım ve katkısı, en tercih edilen pozisyon olup çıkar. Bu “liman” ya da “mevzi” en iyisidir! Ulusla, ulusal kavga ile emperyalizme karşı mücadelenin zorluklarıyla uğraşmaya gerek yoktur!
Ulusla ilgili her şey milliyetçilik olarak suçlanır; yurtseverlik, milliyetçiliğin “zevahiri kurtaran türü” ilan edilir. “Korkudan” kimse bir şey söyleyemeyecek, beylerimiz de “solculuk” taslayıp kumda oynayacaklardır!

İP MİLLİYETÇİLİĞİ
“BirAdım” yazarları, yazılarında küreselleşme sorununa yaklaşımda “solda iki yanlış eğilim” ya da iki sapmadan söz ediyorlar: “Liberal sol eğilim ve statükocu milliyetçi anlayış” ya da “neoliberal yaklaşımlar ve milliyetçi-sol çizgi.”
Bir dipnotta bu sapmalardan, Birikimcilere değinilmeden, birincisine “2. Cumhuriyetçiler”, ikincisine İP örnek veriliyor. Doğru söze ne denir, İP milliyetçidir, düzen içidir, düzenin en gerici yönleri ve eğilimlerinin savunucusudur. İP üzerine uzun uzun konuşmak gerekmiyor. Herhangi bir yayınından rast gele bir sayfa açarak, İP’i hiç tanımayan biri onun hakkında tam bir fikir sahibi olabilir; kısacası, gericiliği paçalarından akmaktadır. Konuyla ilgisi açısından ÖDP (ve EMEP) kongresi ile ilgili H. Yalçın’ın Aydınlıktaki yazısını alalım.
Adam kulaktan dolma yazıyor; “ÖDP Kongresi, AB’ye girişi destekleme kararı almış…” Böyle bir şey yok; tersine dair karar almamış ama girişi destekleyen karar da yok. Ama yazıyor: “ÖDP’nin açıkça ve net olarak emperyalizmin yanında yer alışı…” Sonra da EMEP’in müttefik olarak hep arayıp ÖDP’yi bulmasını eleştiriyor! İpe sapa gelmez görüşlerle özellikle EMEP’e yönelttiği suçlamalar içinde konumuz açısından ayırt edici olan biri önemli.
EMEP kongresinin temel sloganını yanlış öğrenip yanlış eleştirerek başlayıp 28 Şubat destekçiliğine varıyor. Emperyalizme karşı mücadele eğilimi taşıyan herkesin birleştirilmesine yönelik taktik doğrudur. Anti-emperyalist mücadele içinde birleşebilecek güçler, genellikle işçi ve emekçilerden ibaret kalmaz. Ama bununla 28 Şubatçılığın bağlantısını ancak yılışık gericiler kurabilir. Aydınlıkçı “haldeki milli devlet formu”na dair yazdıklarıyla “BirAdım” yazarlarını haklı çıkarmak ister gibidir. Ulusallıkla ilgili hiçbir yönü bulunmayan, tersine özellikle Ortadoğu’ya ilişkin ABD hesaplarıyla örtüşen 28 Şubat darbeciliğini ulusal ilan etmek için, ancak Aydınlıkçı olmak gerekiyor. Anti-emperyalizm kuşkusuz, düzen içi dayanaklara sahip olmadığı gibi, 28 Şubat’ın da emperyalizme dil uzatan bir yönü yok, olmadı. Aydınlık’ta ise şu saçma sapan satırlar yer aldı:
“EMEP yöneticileri, 28 Şubat’a başından beri karşı çıktılar. Ordu ve İP karşıtlığını siyasal varlıklarının gerekçesi haline getirdiler. (!) Bu sayede Fethullahçılar dâhil, bütün gerici ve dinci odakların övgüsünü kazandılar. Çünkü kritik sorun hangi keskin devrimci edebiyatın yapıldığı değil, 28 Şubat’a tavırdı. Amerika’nın dayatmalarına direnen ve irticayı birinci tehdit olarak değerlendiren Ordu’yu hedef alarak gericiliğe ve emperyalizme karşı mücadele edilemeyeceğini hem Amerikancı odaklar hem gericiler çok iyi biliyorlardı… emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadelede ciddiyetin bugünkü temel ölçütü, 28 Şubat’a, Cumhuriyet Devrimi çizgisindeki Ordu’ya karşı tavır ve buna bağlı olarak Ulusal Güçbirliği için çalışıp çalışmamaktır.” (Aydınlık, 12 Mart 2000, sf. 5)
Uzun tahliller gerekmiyor. Bir NATO ordusu için bu söylenenler, tek bir şeyi kanıtlar: Aynı Birikimciler gibi, Aydınlıkçıların da, düzen içinde kendilerine hoşlarına giden bir yer edinmiş olduklarını. İşçiler, emekçiler kesmiyor Aydınlıkçıyı, ille de “0”sunu büyük harfle yazdığı ordu olacak! Olmazsa anti-emperyalist olunamıyor! Tekellerin hizmetindeki bir kurumdan bunca beklenti, tekellerden beklentidir. Yazının önceki satırlarında ulusal sanayici ve tüccara değinilmişti. Aydınlıkçının bu “ulusal” sınıflarla iktidardaki burjuvaziyi, işbirlikçi tekelci burjuvaziyi nitelediği yıllar öncesinden bilinir.
Aydınlıkçı “anti-emperyalizm” böyledir; kritik sorunu, ordu ve işbirlikçi tekelci burjuvaziye karşı tavırdır. Onlarla birlikte bir “antiemperyalizme” “evet” der Aydınlıkçı, onlar dışta kalıyorsa, yoktur. “Anti-emperyalizmleri”, orduya ve işbirlikçi tekelci burjuvaziye emanettir! Aydınlık ve İP konusuna girmemizin nedeni, onlarla ÖDP ile “BirAdım”cı ve Birikimcilerin görüşlerinin, ulusal sorunu büyük burjuvaziye ve milliyetçilere havale etme ve ama işçilerin eline teslim etmemede birleşmesidir.
İkisi soruna iki zıt yönden yaklaşır, ama ortak bir noktada buluşurlar: Anti-emperyalizm, ulusal hareket ve bağımsızlık burjuvazinin, milliyetçilerin sorunudur! Bu ortaklığa karşı bizim tezimiz, artık ulusal talepleri sahiplenme ve ulusal bağımsızlığı kazanma uğruna mücadelenin, işçi ve emekçilerin güçlü kollarına kaldığıdır. Büyük burjuvazi, bu mücadelenin karşı cephesidir. Ara sınıflara, hele bu koşullarda işçilerin peşine takılmak düşebilir.

Mayıs 2000

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑