Yutarak ‘küçülenler’ yutarak büyüyorlar

Son bir yılda gerçekleşen yutmalar ve birleşmeler, 1980’li yıllardan 1990 yılına kadar olan süreçte gerçekleşenin kat kat üzerinde. Son üç ayda, bugüne kadar yapılmış en büyük yutmalar gerçekleşti. Öyle ki, bir ay içerisinde dünyanın en büyük tekeli unvanı tam üç kez değişti. Bu satın almaların başını çeken ABD’li tekeller, 1997 yılı içinde diğer ülkelerdeki şirketleri yutmak için 333 milyar dolar harcadı.
Dünya ekonomisinde şimdiye kadar görülmemiş oranda bir tekelleşmeyi ifade eden bu birleşmeler ve yutmalar, 1998’de ve 1999’da yine rekor sayıda oldu. İlan edilen 48 “mega anlaşma”nın toplam değeri 119 milyar doları buldu. Bu rakam da, 1996’ya göre yüzde 29 oranında bir artışı ifade ediyor.       .
Telekomünikasyon sektöründe, şubat ayı başında Alman şirketi Mannesman ile İngiliz mobil telefon operatörü Vodafone 185 milyar dolarlık birleşmeye imza attı. Yeni tekelin, dünya kablosuz telekomünikasyon pazarında 42 milyonun üzerinde abone, yüzde 20 pazar payı ve 25 ülkede 54 milyon müşterisi olacak. Japonya’nın üç büyük bankası olan Japon Sanayi Bankası, Fuji Bank ve Dai-Ichi-Kangyo Bank geçtiğimiz ağustos ayında aldıkları bir kararla dünyanın en büyük bankasını oluşturmak amacıyla birleşeceklerini açıkladılar. Ortaya çıkacak bu yeni bankanın aktif büyüklüğü 1 katrilyon 370 trilyon dolar düzeyinde olacak. Bu rakam şu anda dünyanın en büyük bankası olan Deutsche Bank’ın aktif büyüklüğünün tam iki katı.
ABD’nin en büyük eczacılık şirketlerinden Monsanto ile Pharmacia and Up John birleşme kararı aldı.
Pharmacia 27 milyar dolara Monsanto’yu satın alacak. Piyasa değeri 50 milyar dolara yükselecek ve dünyanın 11. büyük şirketi olacak. İki şirketin yıllık satışları 17 milyar doları buluyor ve 60 milyon kişiye istihdam sağlıyor. ABD’de basın sektöründeki Chicago Tribüne şirketi, Times şirketinin yüzde 48’ini 2 milyar 660 milyon dolara satın aldı. Birleşme sonrası ABD’nin üçüncü büyük medya grubu doğdu.
Amerikan General Motors (GM) şirketi, 2 milyar 522 milyon dolar karşılığında Fiat Oto’nun yüzde 20’sine sahip oldu.

DÜN ‘KÜÇÜLME’, BUGÜN ‘BÜYÜME’ REVAÇTA
Sadece birkaç yılda meydana gelen tekeller-arası iktisapların özetini içeren bu veriler, Lenin’in “Emperyalizm; Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı çalışmasında 20. yüzyılın henüz başlarında tanımladığı emperyalizmin beş temel boyutundan ikisinin (1); “… üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşmanın tekelleri yaratması ile sermaye ihracının özel bir önem kazanması” sürecinin ulaştığı nihai tabloyu karşımıza çıkartıyor. Tekelleşmenin geldiği boyutun incelenmesi, sermaye çevrelerinin emperyalizm kavramı yerine “küreselleşme”yi geçirmeye çalıştığı bir dönemde ortaya attığı, “üretimin parçalanması ve işletmelerin küçültülmesi”ni eksen alan iktisadi paradigmasının iflasını göstermesi bakımından önemlidir. Nitekim yirmi yıl önce üretim sürecinin bölünebileceği yönündeki ideolojik yargıların yerini, son aylarda Koç ve Sabancı gruplarının yaptığı küresel rekabet için birleşme çağrılarının da kanıtladığı gibi, tekelleşmeyi kabul edip bunu “küresel rekabet” çerçevesinde sunan ve teşvik eden yaklaşımlar almıştır. Oysa 1970’li yıllardan itibaren özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler ile esnek üretim modellerinin yaygınlaşmaya başlaması, Marx’ın Kapital’de ortaya koyduğu ve daha sonra Lenin’in emperyalizm teorisinde geliştirdiği kapitalist üretim sürecinin değişime uğradığı yönünde tezler ortaya atılıyordu. Ve üretim sürecinde olduğu iddia edilen bu parçalanmanın ve bölünmenin, emperyalizm teorisinin temellerinden olan tekelleşme olgusunu ortadan kaldırdığı savunuluyordu.
Ancak bugün gelinen nokta, Yeni Dünya Düzeninin iktisadi modeli olarak sunulmaya çalışılan küçük ve esnek üretim birimlerinin aslında sermaye ihracının ve tekelleşmenin önünü açan, uluslararası mali sermayenin ekonomik ve politik bir yönelimi olduğunu kanıtlıyor. Yani tekelleşme, üretim sürecinin nesnel yasalarının zorunlu bir sonucu olarak bütün açıklığı ile yaşanırken, günümüzdeki iktisapların yoğunluğu da Lenin’in vurguladığı tekeller-arası rekabetin keskinleştiğini ortaya koyuyor.
Sermaye ideologları bugün “küreselleşme”nin zorunlu bir sonucu olarak birleşmelerin yaşanması gerektiğini söylerken, bunun “küresel bir rekabetin” de doğmasına yol açacağını ileri sürüyor.
Üstelik dün “küçülme” üzerinden ortaya atılan “istihdamın artacağı, ülke ekonomisinin güçleneceği, rekabet ortamının sağlanacağı ve dolayısıyla mal ve hizmetlerin fiyatlarının düşeceği vb.” yönündeki iddialar bugün “birleşme” üzerinden piyasaya sürülüyor. Ancak emperyalist kapitalizmin sermaye birikim modellerinin (2) hiçbirisi üretimin yoğunlaşmasını ve toplumsallaşmasını engelleyememiştir; dolayısıyla da kapitalizmin yapısal sorunları her aşamada daha da derinleşerek varlığını sürdürmektedir.
Çünkü “Rekabet tekele dönüşüyor. Bu da, üretimin toplumsallaşmasında büyük bir ilerleme sonucunu doğuruyor. Özellikle de, teknik yetkinleşme ve buluşlar alanında. Bu durum, birbirini tanımayan ve bilinmeyen bir pazar için üretimde bulunan dağınık patronların o eski rekabetine artık hiç benzememektedir. Yoğunlaşma öyle bir noktaya gelmiştir ki artık bir ülkedeki, hatta birçok ülkedeki, hatta hatta, bütün dünyadaki bütün hammadde kaynaklarının yaklaşık bir dökümünü yapmak olanaklı olmaktadır. Yalnızca bu döküm yapılmakla kalmıyor, aynı zamanda, bütün bu kaynaklar, dev tekel grupları tarafından ele geçiriliyor. Bu grupların sözleşmeleriyle bölüştükleri pazarların emme kapasitesi de, yaklaşık olarak, tahmin edilebilmektedir… Emperyalist aşamasında kapitalizm, üretimin tam toplumsallaşmasına doğru gitmektedir; iradelerine ve bilinçlerine aykırı olarak, kapitalistleri, tam rekabet özgürlüğünden tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklemektedir. ” (Lenin)

ÜRETİM SÜRECİ DEĞİŞTİ Mİ?
Kapitalizmin 1970’lerde girdiği uzun dönemli devrevi bunalımı ile birlikte Taylorist ve Fordist sermaye birikim modellerinin “katılığından kurtulunması yoluyla krizden çıkılabileceğine ilişkin görüşler giderek ağırlık kazanmaya başlamıştır, ilk olarak “esnek uzmanlaşma” ile üretim ve emek sürecinin mekânsal olarak düzenlenmesinden emek gücünün niceliği, işçilerin üretim içindeki işlevleri, ödenen ücret, çalışma süresi gibi düzeylerin her biri için esneklik tanımları yapılmıştır.
Bu “esnek uzmanlaşma” ya da “esnek üretimin” en önemli özelliği, mikro elektroniğe ve iletişim teknolojisine dayanması ile işin bölünebildiği en küçük parçalara kadar bölünmesi ve her bir parçanın birbirinden bağımsız taşeronlarca yapılmasıdır. Bu özellikler sonucunda Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler’in (KOBİ) dünyada yaygınlaşması ve bilişim teknolojilerindeki hızlı gelişim üzerinden, üretimin yoğunlaşması ve toplumsallaşmasının dolayısıyla da tekelleşmenin sonu ilan edilmiştir. Oysa esnek çalışma ve bunun bir uzantısı olarak şekillenen KOBİ’ler, bugün “küreselleşme” olarak adlandırılan sermayenin uluslararası yayılmasını hızlandıran, sermaye ihracının önünü açan ve aynı zamanda en genel anlamda politik bir taktik olarak da işçi hareketini etkisizleştirmenin bir modelidir.
Nitekim tarihi olarak baktığımızda, esnek uzmanlık biçiminin ortaya çıkışı 1960’ların sonu ve 70’lerin başlarında İtalya’da yaşanan güçlü bir işçi sınıfı mücadelesi dönemine rastlamaktadır, İtalyan sermayesinin bu mücadeleye tepkisi âdem-i merkeziyetçi bir üretime geçme şeklinde ortaya çıkmış ve üretimin birçok bölümü taşeronlara devredilmiştir. Fason üretimle bir yandan maliyetleri düşürürken İtalyan sermayesi, diğer yandan da örgütlü emek ile direkt çatışmaya girmekten kurtulmuştur. Üretimde böyle bir de-santralizasyona gidilmesi doğal olarak küçük ölçekli işletmelerin yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir. Üretim; ortadaki “çekirdek” konumundaki büyük işletmelerde, etraflarında halkalar oluşturan “uydu” konumundaki tedarikçi firma ağları biçiminde şekillenmiştir.
Böylece Türkiye’de de hızla yaygınlaşan taşeronlaştırma, yani üretimin belirli aşamalarının işletme dışındaki başka şirketlere ya da işletme içinde çeşitli amaçlarla başka işçiler çalıştırılarak yaptırılması, emeğin maliyetini düşürmeyi ve sendikasızlaştırmayı hedeflemektedir. Taşeronluk uygulamaları, kaçak işçi çalıştırma, sözleşmesel ve yasal yükümlülüklere uymama, yeterli sağlık ve güvenlik koşullarından yoksun çalışma ortamı anlamına gelmektedir. Bu nedenle, 1970’lerden başlayarak dünya kapitalizminin yeniden yapılanmasında ve krizi aşma çabasında küçük ölçekli işletmelere önemli bir rol düştüğü açıktır.
Bu gelişmeler sermaye ideologlarını yeni bir üretim paradigması ortaya atmaya itmiştir. Yani günümüz ekonomisinin temel karakteristik özelliğini çok büyük esnekliğe sahip küçük ölçekli işletmelerin verdiği ve bunların giderek büyük şirketlerin yerini alacakları iddia edilmiştir.
Şirketlerin dışarıya iş vermesinin yaygınlaşması, esnek uzmanlık modeli çerçevesinde küçük ve orta boy işletmelere dayalı bir üretim ağının oluşturulması, büyük şirketlerin kimi bölümlerini kapatarak üretim sürecinin bazı aşamalarını taşeronlara devretmesi gibi gelişmeler de bu iddialara dayanak gösterilmiştir. Ancak KOBİ’ler asıl olarak emperyalist sermayenin girdiği krizden çıkışının bir ifadesi olarak doğarken, aynı zamanda dünya yüzeyine yayılmasının da önemli bir aracı olmuştur.

SERMAYENİN YAYILMA BİÇİMİ OLARAK KOBİ’LER
Kapitalizmin gelişim yasasının özü küçük, manifaktür üretimin, geniş ve kompleks üretime doğru gelişmesidir. Sermayenin tekelleşmesi, üretimin de tekeller düzeyine büyümesini beraberinde getirir. Üretimdeki gelişme, yüzyıllardır manifaktür sanayiden fabrikasyona ve oradan da tekellere varan büyüme ile ekonomiye damgasını vuran bir seyir izler. Tekeller, pek çok işkolunda üretimi bir arada toplama ve giderek daha da büyüme özelliğine sahiptir. 20 yıl önce, tüm dünya ekonomisine egemen 7 büyük tekelden bahsedilirken, bugün 30’a yakın büyük tekelin hegemonyasından söz edilmektedir.
Bu gerçekler KOBl’lerin doğduğu dönemde de mevcuttur. Ama görünüşte özellikle de bağımlı ülkelerin ekonomilerinin KOBİ türü işletme birimlerine ağırlıklı olarak dayanması (Türkiye’nin sanayisinin yüzde 98’ine yakınını bu tür işletmelerin oluşturması çarpıcı bir örnektir), sanki tekellerin pazar hâkimiyetini ve üretimdeki belirleyiciliğini kaybettiği yönünde yaygın bir yanılsamanın doğmasına neden olmuştur.
Tekellerin dünya ekonomisinde KOBİ türü üretim örgütlenmelerini teşvik etmesi, kâr krizinin aşılması çabasının bir ürünüdür. Sermaye maliyetlerin arttığı yatırımlarda, büyük ve düzenli üretime yönelmek yerine küçük ve düzensiz üretime yönelmektedir. Böylece sermaye emeğin; ücret, sosyal güvenlik, ücrete tabi hafta sonu tatili, yıllık izinler, çocuk-aile yardımları, kreş, kadın ve çocukların gece vardiyasında çalışmaması, süt izinleri, yemek ve servis hizmetleri gibi pek çok maliyetinden kurtulmuştur.
Böylece Amerikan tekelleri başta olmak üzere Avrupalı ve Japon tekeller, Güneydoğu Asya ülkeleri ağırlıklı biçimde sanayi üretimlerini ucuz emeğin olduğu ülkelere taşımaya başlamışlardır.
Örneğin; Almanya’da üretilen demir-çelik mamullerinin, Güney Afrika’ya kaydırılması, tekstil üretiminin Türkiye, Hindistan, Pakistan gibi ülkelere kaydırılması gibi. Böylece, Almanya’nın ve dünyanın en büyük çelik tekeli konumunda olan Krupp, Thyssen, Mannesman gibi çelik üreticisi tekeller, kendi ülkelerinde değil, dünyanın pek çok ülkesinde çelik üretimini yapar ve çelik üreticisi ülkelerin üretimini denetlerken, Almanya’daki yöneticileri, sadece bu işletmelerin gelir giderini kontrol eden organizatörleri duruma gelmişlerdir. Diğer yandan üretimin bu şekilde başka ülkelere kaydırılarak küçük üretim birimlerine devredilmesi sayesinde üretimin istendikçe yapılabilmesinin, ihtiyaç olmadığında yapılmamasının ve üretimsiz geçen sürede, işletmelerin harcama yapmak zorunda kaldıkları bina kiraları, elektrik, su yemek ve servis hizmetleri gibi giderleri de büyük oranda azaltılmıştır. Sonuçta üretim bağımlı ülkelerde gerçekleştirilirken kârlar emperyalist merkezlere, tekellerin kasasına akmıştır.

TEKELLERİN TAŞERONLARI
Bu gelişmeler KOBİ’lerin tekellerin üretim taşeronları olarak şekillendiğini göstermektedir. Örneğin; dünyanın en büyük otomotiv tekellerinden birisi olan Toyota 1980’li yılların sonunda 65 bin işçi ile yılda 4,5 milyon otomobil üretip satarken, yine en büyük otomotiv tekellerinden olan General Motors, 750 bin işçi ile yılda 8 milyon araç üretip satabiliyordu. İşçi başına yıllık araç üretimi Toyoto’da 70 iken, General Motors’da sadece 11’di. Bu fark Toyota’nın teknoloji bakımından daha ileri olmasından değil, üretimin önemli bir kısmını taşeron şirketler etrafında örgütlemesinden ileri geliyordu. General Motors araç üretimini kendi fabrikalarında yaparken Toyoto kendisini sadece üretim ve montaj merkezi olarak örgütlemişti. Toyota’nın taşeron şirket sayısı General Motors’un iki katı, 47 bin 308’di. Yine Uluslararası Sanayi ve Ticaret Bakanlığı (MİTİ) verilerine göre, 1987 yılında Japonya’da taşeron firmaların yaklaşık yüzde 70’inin çalıştığı firmaları hiç değiştirmediği, yüzde 16,3’ünün ise 20 yıldan beri bir tek firmayla çalışması dikkati çekmektedir. Yine Japonya’da en büyük taşeron işletmelerden birisinin sahibi olan Kuniyasu Sakai’nin şu sözleri, küçük ve orta boy işletmelerin tekeller ile nasıl bir bağa sahip olduğunu ve asıl olarak tekellerin bir parçasını oluşturduğunu özetlemektedir: “Kendi şirketimi 40 yıl önce kurdum… Yavaş yavaş şirket büyüdü, daha fazla personel kiraladık, siparişler arttı ve iş alanımız büyüdü. 1960’lara doğru Japonya’nın elektronik devrimi hamle yapmaya hazırlanırken, benim şirketim ülkenin en büyük ve ünlü elektronik şirketlerinden birine büyük bir yedek parça tedarikçisi olabilecek kadar büyümüştü. Fark etmemiş olduğum şey, böyle bir tedarikçi olmayı başarır başarmaz, o şirket ‘ailesinin’ bir parçası sayıldığım idi. Mesela, ana müşterimde işler yavaş gidip ekipmanım atıl durduğu zaman bile, başka şirketlerden sipariş kabul etmem yasaktı.” (Kuniyasu Sakai, “Japon Sanayisinin Feodal Dünyası”, Küresel Rekabet, derleyen Mustafa Özel, İstanbul, s. 90–93) Tekelleşme eğilimlerini güçlendiren gelişmeler, bilişim teknolojilerindeki hızlı ilerleme ve bankacılık sermayesinin sanayi ile iç içe geçmişliği, KOBİ’lerin tekellerin birer taşeronu olması sürecinin de ana manivelası görevini görmüştür. Nitekim KOBİ’ler üretim bakımından olduğu kadar finans olarak da tekellere göbekten bağlı işletmeler olarak şekillenmiştir. Küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin kurulması ve ayakta kalmasında, yatırım yapmasında sanayi bankalarının önemi büyüktür. Bütün dünyada, özellikle de Avrupa Birliği ülkelerinde KOBİ kredilerinin oldukça yaygın olması ve önemsenmesi boşuna değildir. Yıllarca uzun vadeli faizler ile alınan kredileri ödeyemez duruma gelen binlerce küçük işletme bugün bir bir tasfiye olmaya başlamıştır. 1997 krizinde “küresel ekonominin parlayan yıldızları” olarak övülen Güneydoğu Asya ülkelerinin ekonomilerinin büyük oranda çöküntüye uğraması, bu ekonomilerin Küçük ve Orta Boy İşletmelere dayanmasından ileri gelmektedir. Tekellerin KOBİ’ler üzerinde denetim sağlamasının bir aracı olarak Organize Sanayi Bölgeleri (OSB) önemli bir rol oynamaktadır. OSB’de, küçük işletmelerin ve taşeronların tekellerin doğrudan denetiminde, fason ve ucuz mal üretiminin, aynı zamanda ülke pazarıyla sınırlanmadan uluslararası pazarlara mal ve hizmet üretecek bir yapılanma içinde olması hedeflenmektedir. OSB’ler ekonomiyi doğrudan tekellerin denetiminde ve gözetiminde geliştirmenin, sanayinin üretim ve finansman yapılarında eşgüdümlü bir denetimin sağlanması ve tüm ekonomik girdi ve çıktılar ile bunların hangi koşullarda, hangi miktarda kimler tarafından üretildiğini denetleme olanaklarını geliştirmek için yaygınlaştırılmaktadır.
Görüldüğü gibi küçük ve orta boy işletmecilik ile esnek çalışma modelleri, tamamen emperyalist sermayenin dönemsel bir yönelimi olarak şekillenmiştir. Bu yönelim krizden çıkmaya çalışan sermayenin uluslararasılaşmasının önünü açmış ve aslında bugünkü yoğun tekelleşmenin ortaya çıkmasının nesnel temellerini hazırlamıştır.

ÜRETİM SÜRECİNİN EĞİLİMLERİ OLGUNLAŞTI
Nitekim tekeller birbirini baş döndürücü bir hızda yutmayı sürdürüyor. Öyle ki, kimin kimi yuttuğunu takip etmek dahi oldukça güçleşmiş durumda. Ne oldu da süreç bu kadar hızlandı? Daha dün tekelleşmeyi de engeller diyerek “küçülme” taraftar olanlar neden şimdi “birleşme”lerin ateşli savunucuları oldular? Bu ve benzeri soruların yanıtını yine Marx’ın daha sonra da Lenin’in ortaya koyduğu kapitalist üretim sürecinin nesnel yasalarında aramak gerekir. Bu yasaların ilki, üretici güçlerdeki gelişmedir.
Bir yanda son yarım yüzyılda yaşanan gelişmeler iletişim ve ulaştırma maliyetini inanılmaz derecede düşürmüştür. Örnek vermek gerekirse 1920 ile günümüz kıyaslandığı zaman deniz taşımacılığında maliyetler ortalama yüzde 70, hava taşımacılığında yüzde 80, uluslararası telefon kullanımında ise yüzde 90 azalmıştır. Öte yandan bilgisayar sistemlerinin devreye girmesi ve gelişmesi, üretim sürecini planlanma ve tasarım aşamasından nihai montaj aşamasına kadar farklı alt bölümlere bölünerek uzak mesafelerden eşgüdümle yürütülebilmesini olanaklı kılmış, aynı ürünün üretiminin farklı aşamalarının yeryüzünün çok farklı noktalarında sürdürülebilmesini ekonomik olarak anlamlı hale getirmiştir.
İkincisi; üretim sermayesinin hızla uluslararasılaşmasıdır. Bundan kasıt, çokuluslu şirketler olarak anılan modern finans kapital birimlerinin faaliyetlerini artık dünya çapında planlamakta ve yürütmekte oluşudur. Doğrudan dış yatırım yapabilen ve birden fazla ülkede mal ve hizmet üretebilme yeteneğine kavuşmuş olan çokuluslu şirketler son dönemde büyük bir atılım yapmıştır. Öyle ki, 1970’li yıllarda sayıları 7 bin dolayında iken, 1992 yılında bu sayı 37 bine çıkmış, günümüzde ise bu sayı 50 bine yaklaşmıştır. Bu şirketlerin 1980 yılında toplam dış varlıkları 440 milyar dolar düzeyindeyken, 1985’te 700 milyar dolara, 1990’da 2 trilyona bugün ise 10 trilyon doları aşkındır. Toplam stokun üçte biri 100 şirkete aittir. Veriler tekellerin hem sayısının hem de dış yatırımlarının büyük bir hızla arttığını göstermektedir.
Bu noktada mali sermayenin hacmi ve giderek üretimden kopan bölümünün aşırı şişkinliğinin de göz önüne alınması gerekmektedir. (3) Bugün dünyada tam bir serbesti içinde dolaşan, üretken sermayeden kopmuş bir finans sermayesi vardır ve uluslararası alanda örgütlüdür. Bu uluslararası finans sermayesi, finansal kurumlar, bankalar ve borsalardan oluşan devasa bir sektörü karşımıza çıkartıyor. Sermayeye doymayan bu sektör, nerede, hangi faaliyet sonucu açığa çıkmış olursa olsun ortaya çıkan fazla sermayeyi hemen emmeye, kendi çarkına çekmeye çalışıyor. Böylece sanayi sermayesi ve üretim için ciddi bir tehdit oluşturuyor ve üretim ile yatırımın riskini aşırı derecede artırıyor. Finans sektörünün inanılmaz bir kar trendine sahip olması, reel sektörde faaliyet gösteren tekellerin önemli bir gelirini bu alana aktarmasına da yol açmaktadır. Çünkü yatırımın riski arttıkça, kâr elde etme süresi uzadıkça ihtiyaç olan finansman, spekülatif alanlardan karşılanmaya çalışılmaktadır. Nitekim bugün reel ekonomide 1 dolar değerindeki bir metanın el değiştirmesi sonucunda borsada 40 dolarlık bir değişimin ortaya çıkması, finans sektörünün karlılığının ve spekülatif boyutlarının çarpıcı bir göstergesidir.

HÂKİM YATIRIM BİÇİMİ YUTMA VE BİRLEŞMEDİR
Yukarıdaki tablo Lenin’in tarif ettiği üretimin yoğunlaşması ve sermaye ihracının günümüzde önemli derecede olgunlaştığını kanıtlamaktadır. Tekellerin sayısında ve yatırımlarında yaşanan hızlı artış, birbirleriyle kıyasıya rekabetini beraberinde getiriyor. Gelir dağılımındaki aşırı dengesizliğin yol açtığı tüketim eğiliminin hızla azalması da hesaba katıldığı zaman, giderek daralan bir dünya pazarının şekillendiği görülmektedir. Böylece yatırım riski artarken, kâr marjında da önemli bir düşme yaşanmaktadır.
Kârını en azından piyasa ortalamasının üzerinde tutma eğilimine sahip olan tekeller, yeni yatırım yapmak yerine, birbirlerinin pazarına göz dikmektedirler. Yeni fabrikalar, yeni teknolojilerle donatılmış üretim birimleri kurmak ve yeni istihdam alanları yaratmak gibi uzun vadeli bir risk almaktan kaçınan tekeller, birbirini yutma ve birleşmelere gitmektedir. Denilebilir ki, günümüzde yatırımların hâkim biçimi yutma ve birleşmelerdir.
Tekeller bir pazara girmek için işe sıfırdan başlayarak, yeni yatırım yaparak ve bu yatırımın uzun vadede kendilerine kar olarak dönmesini beklemek yerine, girmek istedikleri pazarda hazır olan yutulacak bir tekeli kollamaktadırlar. Sonuçta yutulan şirketin yatırımı, teknolojisi, pazar payı elinde ne varsa bir kaç gün içerisinde yutan şirkete geçmektedir. Bu yatmalarda mali sermayenin rolü ise göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Hızla yükselen hisse senedi piyasası sayesinde, tekeller, yutma için yapmaları gereken ödemeleri karşılayacak çok değerli bir nakde, kendi hisse senetlerine kavuşmuşlardır. Ayrıca finans sermayesinin spekülatif kazancının sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu reel üretimden sağlanan sermaye fazlası da finans sermayesi ile sanayi sermayesi ilişkilerini girift bir hale getirmiştir. Borsanın şirket birleşmeleri ve yutmalarında önemli bir aracı konumuna gelmesi bu açıdan dikkat çekicidir.
Lenin yüzyılın başında tekelci kapitalizmin hâkimiyetini ilan etmişti. Bugün yaşananlar emperyalizmin çelişkilerinin ve eğilimlerinin olgunlaşmış halinden başka bir şey değildir. Başka bir ifadeyle emperyalizmin yapısal çelişkileri asıl bugün tam olarak kendini ortaya koymaktadır. Bu nedenle Lenin’in ilanından bugüne kadar gelinen süreç: sermayenin uluslararasılaşmasının ve uluslararası iş bölümünün değişen kalıpları, dünya ölçeğinde değişen güç ilişkileri, farklı yoğunlaşma, merkezileşme ve birikim süreçleri, teknolojik sıçramalar, her türden silahlı çatışmalar vs… yani emperyalizmin bugüne kadarki tarihidir. Kriz dönemlerinde ortaya çıkan eğilimler, üretim birimlerindeki parçalanmalar vb. bu tarihin bir şekilde değişime uğradığını asla göstermiyor.

Mayıs 2000

DİPNOTLAR:
(1) Lenin emperyalizmin temel eğilimlerini beş maddeyle özetlemiştir. Bunlar: 1- Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma tekelleri yaratmıştır, 2- Banka sermayesi, sanayi sermayesiyle kaynaşmıştır ve mali oligarşi yaratılmıştır, 3- Sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak özel bir önem kazanmıştır, 4- Uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur, 5- Kapitalist güçlerce dünyanın paylaşımı tamamlanmıştır.
Lenin’in ortaya koyduğu diğer boyutların geldikleri aşamaların ortaya konulması uluslararası ticaretteki gelişmelerin, emperyalist örgüt ve kuruluşların ve genel olarak ülkelerarası ekonomi politik ilişkilerinin vb. güncel veriler ve olgular çerçevesinde incelenmesini eksen alan daha kapsamlı bir çalışmayı gerekli kılmaktadır. Bu yazı sadece kapitalizmin emperyalist aşamasında üretimin gelişimi ve bunun sonucunda ortaya çıkan tekelleşme ile sınırlıdır. Özgürlük Dünyası’nda emperyalist ülkelerin mali sermayeleri üzerine çıkan inceleme yazıları, bu konuda önemli bir referans kaynağı oluşturmaktadır.

(2) Sermaye birikim modellerinin başlıcaları Taylorizm, Fordizm ve Post-Fordizm (esnek çalışma, yalın üretim) olarak adlandırılmaktadır.
Taylorizm: F.W. Taylor tarafından geliştirildi. Temel özelliği mekanizasyona ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan aşırı uzmanlaşmaya bağlı olmasıdır. İşin analiz edilebilmesi onun basit ve tekrarlanabilir hareketlere bölünebilmesi, bilginin uygulanması ile bu hareketlerin en iyi zamanda en iyi biçimde yapılabilmesi için düzenlemeler yapılması temel özellikleri olarak öne çıkmaktadır, işçiler üretime ilişkin bilgilerden yoksunlaştırılmış ve vasıfsızlaştırılmıştır.
Fordizm: Fordizm, Taylorist sistemin bir devamı olarak ortaya çıktı. İşin parçalanarak vasıfsızlaştırılması konusundaki gelişmeleri derinleştirdi. En ünlü örneği, Ford fabrikalarında uygulanan ve işçiyi mekanik bir hat üzerinde hareket eden emeğin nesnesi üzerinde, çalışma süresi boyunca aynı parça işi, belirli bir hız ve biçimde tekrarlamak zorunda bırakan “montaj hattı” Taylorist yöntemlerden bağımsız bir buluş değildir. Bu nedenle, Fordizm bir anlamda Taylorizmin mekanize olmuş halidir denebilir. Ancak aralarında bazı farklılıklar vardır. Taylor emeği makine çevresinde organize etmeye çalışırken, Fordizmde emeğin yerini makinelerin almasına çalışılıyor, Taylorizmde var olan teknoloji verili kabul edilerek işin yeniden örgütlenmesi, basit ve tekrarlanabilen hareketlere bölünerek verimliliğin artırılması hedeflenirken, Fordizmde iş sürecinin mekanizasyonu için değişik teknolojilerin nasıl kullanılacağı önem kazanmaktadır. Fordizm ve Taylorizmin ortaya çıkardığı bir sonuç da emeğin niteliksizleşmesi ile birlikte kapitalizmin ihtiyacı olan işgücü pazarının genişlemesidir. Bu da kadınların ve gençlerin sadece madenlerde ve kendilerine özel işlerde değil, hemen hemen bütün sektörlerde daha ucuza çalışabilmelerine olanak sağlamıştır.
Esnek çalışma: Fordist üretim sisteminin krize girmesiyle ortaya çıktı. 1970’lerdeki petrol krizinin de derinleştirdiği krizin, en önemli nedeni olarak kitle üretimini emecek talebin olmaması gösterilmektedir. Bu kriz ortamında “Post-Fordist gelişmeler bir yandan küçük ve istikrarsız pazarlara ve değişken tüketici tercihlerine uyum sağlayabilecek, diğer yandan sermayenin verimliliğini düşüren aşırı stok, aşırı makineleşme, hatalı ürün gibi sorunları aşacak, yüksek sendikal mücadeleyi engelleyecek bir verimlilik ve kârlılık artırma anlayışının ifadesi olarak ortaya çıktı. Post-Fordist olarak nitelendirilen iki üretim organizasyonu esnek çalışmayı en iyi şekilde tarif etmektedir.
Japon Üretim Sistemi (Yalın Üretim): Post-Fordist üretim biçimi içinde değerlendirilir. Fordist kitle üretiminin sürekli değişen pazar koşullarına uygun, daha esnek, daha küçük kümeler halinde üretimi gerçekleştirecek şekilde dönüştürülmeye çalışılmasıyla 2. Dünya Savaşı sonrası Japonya’sında şekillenmiştir. Yalın üretim, Fordist emek sürecinin dönüştürülmesiyle ve esnekleştirilmesiyle ortaya çıkmış bir organizasyondur. Japon üretim sisteminin aslında birbirini tamamlayan ve sistemin büyük bir uyum içinde çalışmasını sağlayan en temel öğeleri “tam zamanında üretim, toplam kalite kontrolü ve kalite kontrol çemberleri”dir.

(3) Lenin mali sermayenin tekelin en önemli özelliği olduğunu söyler. Mali sermayenin oluşumunu ise özetle şöyle tanımlar: “Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak sanayi ve bankaların kaynaşması ya da iç içe girmesi.” Bu iç içe geçmede hisse senetleri, dolayısıyla borsa gibi araçlar, özel önemli bir rol oynar.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑