Batılı kapitalist sistemin, yine kendisiyle aynı ekonomik ve siyasal temele sahip olmakla birlikte hâlâ sosyalist yaftası takmaya devam eden Doğu kapitalist bloğu karşısında 1990’lara gelindiğinde kazandığı ‘zaferin’ yarattığı sarhoşluk henüz kaybolmaya yüz tutmuşken, kapitalizmin ideologlarının bir bölümü alarm sinyallerini vermeye başlamışlardı. Sanki kendi aralarında önceden kararlaştırılmış bir görev bölümü çerçevesinde çalışıyorlardı. İçlerinden bazıları, hâlâ yaşananları ‘tarihin sonu’, ‘insanlığın gelişiminin varabileceği son nokta’ ve kapitalist sistemi de ‘insan soyuna en fazla yaraşan ve insan doğasına denk düşen’ sistem olarak tanımlamaya devam ederken, başka bir bölümü, gelecekteki tehlikelere dikkat çekiyorlardı.
Birinci grupta yer alanların şarlatanlıklarının anlaşılması pek uzun sürmedi. Her türlü bilimsel yaklaşıma aykırı idealizmin ömrü uzun olamazdı ve olmadı da. Örneğin, bugün hâlâ Fukuyama’nın saçmalıklarını savunacak kadar babayiğit olanları giderek azaldı. Ama mesele burada değil. Zaten tehlikenin büyüğü o zaman da, gerçekleri kabaca çarpıtanlardan değil, kapitalizmin rafine ideologlarından ve iyi eğitilmiş akıl hocalarından geliyordu. Çoğunlukla dönek Marksistler arasından ve ünlü üniversite kürsülerinden devşirilmiş olan bu tür, bugün de zehrini bütün acılığıyla kusmaya devam etmektedir.
Bir tarafta bütün yalınlığı ile toplumsal hareket var, öte tarafta ise toplumsal hareketin dinamiklerini kısırlaştırmaya, bazen korkuyla geriletme, bazen de hayalci hedeflere yöneltip erken tahrik ederek etkisizleştirmeye çalışanlar… Ama temel hareket noktası ve referans aynı kalmaya devam ediyor: Sosyalizm insan doğasına aykırıdır, Marksizm öldü, kapitalizm rakipsizdir vb.
Kapitalizmin nihai zafer kazandığı ve kendisini kaçınılmaz sonuna götürecek olan çelişkilerinden arındığı iddia ediliyordu. Batılı klasik kapitalizmin revizyonist ve sosyal emperyalist Doğu Bloğu karşısında zafer kazandığı ve onu sonuçta kendi pazarına bağlayarak sırtını yere çaldığı doğrudur. Bu, her ne kadar sosyalizmin yenilgisi olarak gösterilmeye çalışıldıysa da, bugün ortaya çıkan manzara, yenilenin sosyalizm olmadığını aksine, sosyalizme duyulan ihtiyacın keskinleşmiş olduğunu kanıtlıyor. Bugün devrimin koşulları geçmişte olduğundan daha fazla olgunlaştırmış ve işçi-emekçi hareketinin yenilenmiş dinamiklerle ortaya çıkmaya başlamıştır.
Son on yılın gelişmeleri kapitalist şarlatanları yalanladığı gibi, yeni devrimci gelişmelerin koşullarının olgunlaştığına da işaret etmektedir.
Doğu Bloğu’nun parçalanması ile birlikte dünyada yeni bir düzenin tesis edileceği, bunun için koşulların oluştuğu iddia edilmişti. Fakat yeni dünya düzeni savunucularının uluslararası ilişkiler bakımından ileri sürdükleri bütün görüşler kısa bir süre içerisinde iflas etmiştir. Tek tek ülkelerin kendi içlerinde ve devletlerarasında çatışmalara yol açan nedenlerin ortadan kalktığı ve evrensel barışa doğru giden yolun açıldığı iddia edilmişti. Aradan geçen yaklaşık on yıllık sürecin ortaya koydukları bu yönde midir? Öyle olduğunu iddia edebilecek aklı başında herhangi bir kişi ya da parti kalmış mıdır? Büyük devletlerin geri ve küçük devletlere, geri ülkelerin birbirine ve birçok ülkedeki milli, etnik, dini tabakaların bir diğerine karşı kışkırtılması ve yerel savaşlar; bu dönem içerisinde başka bütün zamanlardakinden daha tahrip edici ve sürekli olmuştur.
ABD emperyalizminin, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana dünyanın tek patronu durumuna gelme planının önemli oranda gerçekleştiği, ABD’nin her bakımdan hâkim güç olmaya devam ettiği ve hatta Sovyet Bloğu’nun çökmesiyle bu konumunu sağlamlaştırdığı söylense bile, bu, yansıtılmaya çalışıldığı gibi, tek kutuplu bir dünyanın kurulduğu anlamına gelmiyor. Tek kutuplu dünya, kapitalizm koşullarında olanaksızdır ve nitekim Almanya, Japonya ve hatta Fransa, Rusya gibi büyük kapitalist devletler ABD’nin karşısına son on yıl içerisinde daha fazla dikilmişlerdir. Şimdi söz konusu olan, tek kutuplu değil, değişik emperyalist güçlerin başını çektikleri ya da çekmek için güç biriktirdikleri “çok kutuplu” bir dünyadır. Yeni dünya düzeninin evrensel barış, güvenlik, adalet ve küreselleşme ile ilgili tüm öngörü ve vaatleri yerle bir olmuş ve gelişmeler tarafından geçersiz kılınmıştır. Ekonomik, politik ve askeri güç ve çıkarlar, emperyalist dünyaya istikrar, barış ve küreselleşme getirmemiş, tam aksine belirsizlik, gerginlik, bölünme, gruplaşma, bloklaşma, çatışma ve savaş eğilimini dayatmıştır.
Sosyalizm, ceberut-dinozor solcuların umutsuz bir saplantısı değil, sömürüsüz baskısız bir dünya için mücadele eden emekçilerin özlemini duydukları toplumsal sistemin adıdır. Bugün dünyanın şu veya bu köşesinde, ileri kapitalist ülkelerde ve geri-bağımlı ülkelerde aşırı sömürü kıskacına alınmış olan ve kafasını kaldırdığında sopayla, demagojiyle karşılaşan işçi ve emekçiler; açıktan sosyalizm talebini haykırmıyor olabilirler. Hatta burjuva yalanlarıyla yaratılmış zehirli ortamdan etkilenerek sosyalizme bir ölçüde mesafeli durdukları bile söylenebilir. Ama bu, işin yalnızca bir yanıdır.
Diğer yandan, bugün bazı ülkeler daha önden gitmek üzere, dünyanın hemen her ülkesinde işçi ve emekçi hareketinde yeni bir kıpırdanma ve giderek de yükseliş olduğunu kimse inkâr edemez. Bunun için rakamlara başvurmaya ihtiyaç bile yoktur, dikkatli bir gözlem bile yeterlidir. Sınıfın ve ezilen emekçi halkların hareketinin en geriye püskürtüldüğü, şiddetli bir fiziki saldırıyla birlikte yaygın bir aldatma ve demagoji kampanyasının sürdürüldüğü ve etkili olduğu dönemle, beş on yıl öncesiyle karşılaştırıldığında; bugün hareketin nispi bir toparlanma içerisine girdiği ve dünküne göre daha ileride seyrettiği göz önündedir.
Bugün artık tartışma konusu edilen şey, proletaryanın ve ezilen emekçi kitlelerin yeniden belini doğrultup, pervasız emperyalist saldırıya karşı direnme gücü gösterip gösteremeyeceği değildir. Bundan altı-yedi yıl önce bu tartışmanın bir anlamı vardı ve sınıfı, hem karşı cepheye ve hem de kendi saflarından umutsuzluk ve karamsarlığa kapılarak geriye çark edenlere karşı uyarmak, kendi haklarını savunmak ve geleceği için mücadeleye teşvik etmek, yenilgi ruh halinden sıyrılmasına yardım etmek için, böyle bir tartışma yürütmeye ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç, sadece proletaryanın ve emekçi halkların geniş ana kitlesi açısından değil, aynı zamanda ve özellikle de onun ileri kesimleri ve hatta bir kısım partiler açısından da gerekliydi. Verili durumun değişmezliği yönünde pompalanan ve giderek yerleşmekte olan kanaati sarsmak, sınıfı ve onun ileri güçlerini bir sonraki dönemin kaçınılmaz mücadelelerine her bakımdan hazırlamak önemli bir görevdi. Bir kısım ‘komünist’ partilerin bile paniğe kapılarak teslimiyetçi-reformist bir çizgiye savruldukları ya da ‘geçmişten ders çıkarma’ adına, proletaryanın mücadele birikimi ve tarihine burun büktükleri bir dönemden geçildi. İşte bu koşullarda, kapitalizmin iradeden bağımsız krizine, çelişkilerine, eğer kölece yaşama boyun eğmek istemiyor ve az çok insanca yaşamak istiyorsa proletaryanın ve halkların önünde, burjuvaziye ve uluslararası kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadeleye atılmaktan başka bir seçeneğin olmadığına vurgu yapmak ve tartışmayı öncelikle bu yönden yürütmek gerekli idi. Bugün kapitalist burjuvazinin açmazları ve açlığa ve işsizliğe ittiği işçi kitlelerinin gelişen mücadelesi bu tartışmanın eski tarz yürütülmesini gereksiz kılıyor. Kanıt, ‘gözler önünde cereyan etmekte olan’ toplumsal hareketin kendisidir.
Kapitalizmin ebedi zaferinin ilan edildiği on yıl kadar öncesiyle karşılaştırıldığında, dünyada her bakımdan önemli değişimlerin yaşandığını söylemek, abartı sayılmamalıdır. On sene önce Rusya’da ve diğer Doğu Bloğu ülkelerinde yaşananları bir düşünün. Halk komünizme karşı ayaklanmış ve “hür dünya” ile bütünleşmek için can atıyor, engel tanımıyordu. Duvarlar yıkılıyor, rejimler ardı ardına çöküyordu.
Rusya’da son zamanlarda açıkça ilan edilmiş olan iflas durumu, borsanın (borsaların) çatırdaması, “henüz uygarlaşamamış” bu ülkeyi komünizm tehlikesinin baş hedefi durumuna yeniden getirdi. Daha, kısa sayılabilecek bir süre önce, ‘komünizm artık öldü ve gömüldü, şimdi bir sistem olarak kapitalizmin üstünlüğü ebediyen ilan edildi’ diyenler, bugünlerde Rusya’nın ve eski Doğu Bloğu ülkelerinin ciddi olarak yeniden komünizme dönüş yapma seçeneğiyle de karşı karşıya olduğunu ileri sürüyorlar.
“Bu kış komünizm gelecek!” Eski cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın anti-komünist kudurganlık ve histeriyle her yılın sonbahar aylarında mütemadiyen tekrarladığı bu ünlü sözü söyleyenler, sadece Türkiye’nin bu laftan haberli alaycı bazı aydınları değil artık. Bayar’ın adını bile duymamış Avrupalı burjuva iktisatçıları ve siyaset yorumcuları da şimdilerde aynı telden çalmaya başladılar. Giderek kapitalist dünyanın tümüne yayılmakta olan mali kriz, ekonomik durgunluk ve resesyon belirtileri karşısında paniğe kapılmış olanlar, bu öngörüyü (ya da kendilerince tehlikeyi) bütün dünya için tespit ediyorlar.
Son tahlilde her gelişimi belirleyen mademki sınıflar arasındaki mücadeledir; günümüzün sınıflar mücadelesi çağımızın iki temel sınıfı olan proletarya ile burjuvazi arasında yürümektedir. Burjuvazinin, tarih sahnesine egemen sınıf olarak çıktıktan sonra; işgücünün kapitalist sömürüsü, yaratılan artık-değere el konulması ve üretim ve dolaşım araçlarının özel mülkiyeti üzerine kurulu kendi düzenini, değişmez ve ebedi ilan ettiği biliniyor. Proletaryanın hareketinin geriletildiği, ezildiği, uluslararası planda de-moralizasyona itildiği her dönemde, kapitalist sömürü düzeninin değişmezliği ve üstünlüğü “üzerine bilinen nakarat daha üst perdeden ve kuvvetle tekrarlanır. Bundan yaklaşık on yıl kadar önce yapılan da, bundan başka bir şey değildi.
Çünkü kapitalistler, bu yüzyılın başında büyük Ekim Sosyalist Devrimi ile emperyalist dünya zincirinin bir halkasında başlayan ve sonradan başka halkalara da sıçrayarak yayılan kopuşun önünü, nihayet almış ve yeniden tek bir emperyalist dünya pazarını onarmış bulunuyorlardı. Bu durum, ebedi zafer ilanının bir kez daha, o günün devasa imkânları sonuna kadar kullanılarak yapılmasını burjuvazi açısından haklı çıkaracak kadar önemli bir değişimdi kuşkusuz.
Ama unutulan iki şey vardı.
Bir: Yenilgiye uğratılıp yeniden Batılı Klasik kapitalizme iltihak etmeye zorlanan karşıdaki sistem, hakiki sosyalizm değil, örtülü-maskeli emperyalizmdi, sosyal emperyalizmdi. Sovyetlerde ve Doğu Bloğu’nda çöküp yıkılanın sosyalizm olmadığını bilenler, emperyalistlerin bizzat kendileri ve öte yandan da gerçek Marksist-Leninist parti ve güçlerdi. Ama Batı’da ve Doğu’da milyonlarca işçi ve emekçi, yıkılanın sosyalizm olduğuna inandırılmak için yoğun ideolojik bombardımana tabi tutuldu.
İki: Uzun süren kapışmadan galip ayrılan Batı kapitalizmi, kendisini çaresiz ölüme, çöküşe hazırlayan iç çelişkilerinden arınmış değildi. Bu, kapitalist sistemi ve egemen sınıf olarak burjuvaziyi her an tehdit eden nesnel zeminin varlığı anlamına gelmektedir.
Nitekim aradan henüz kısa sayılabilecek bir süre geçmişken, bu durum kanıtlanmış bulunuyor. Bir kere, birbirleriyle çarpışan ekonomik, politik, askeri çıkarlara sahip büyük kapitalist devletler ve emperyalist tekeller, bir iki istisna haricinde tek bir şemsiye altına toparlanamamış ve homojen bir yapı oluşturamamışlardı. Doğu pazarının da eklenmesi, emperyalist sisteme yeni bir nefes aldıramamış, boğucu kriz ortamından çıkmasına yardımcı olmamıştır. Aksine ek zorluklara, bunalımlara zemin hazırlamıştır.
Derinleşen ekonomik kriz burjuvaziyi, sistemini yeni araçlarla tahkim edecek aldatıcı yöntemlere başvurmaktan alıkoymuş ve uluslararası emperyalist saldırı dalgasının fitilini ateşleyen bir rol oynamıştır. Sadece herhangi bir ülke veya bölgede değil, ileri kapitalist ülkeler de dâhil olmak üzere dünyanın her tarafında koordineli olarak yürütülen bu birleşik saldırı kampanyası, sınıfın ve halkların yüz yıllık mücadelesiyle elde edilen kazanımları silip süpürmek, krizin ve paylaşım mücadelesinin yüklerini işçi sınıfının ve emekçilerin sırtına bindirmek amacını gütmektedir.
Bu intikamcı ve eşi görülmedik saldırı dalgasından proletaryaya ve ezilen halklara düşen pay; daha fazla sömürü, yoksulluk, özelleştirmeler, işsizlik, sendikal örgütlerin parçalanması, örgütsüzlük, geri ülkelerin sanayi ve tarımının parçalanması, sosyal haklardan yoksunluk, eğitim-sağlık-barınma ihtiyaçları bakımından perişanlık ve hatta bazı bölge ve ülkelerde açlık, savaşlar, gözyaşı, politik yaşamın dışına sürüklenmek vb. olmuştur.
Şimdi dünyanın dört bir yanında proletarya ve ezilen halk yığınları, dünya emperyalizmine karşı, çapı giderek büyüyen bir hareketlilik içerisindeler. Sınıfın ve halkların hareketi, yerkürenin istisnasız her köşesinde yaşanıyor ve yeni bir yükselişe işaret eden gelişim gösteriyor. Bizzat kapitalizmin merkez ülkeleri de bu gelişimden azade değiller.
İleri kapitalist ülkeler proletaryası içerisinden, küresel ve topyekûn emperyalist saldırı dalgasına karşı, güçlü bir tarzda ilk karşı koyusu gerçekleştirenler, tarihte bir kez olduğu gibi yine Fransız işçileri oldu. 1995 sonlarında yaklaşık iki ay süren grevler ve kitlesel birleşik eylem dalgası ile sokağa taşan işçi-emekçi öfkesi, aynı zamanda, başta ileri ülkelerin proletaryası olmak üzere dünya emekçilerine bir uyanış çağrısı özelliği taşıyordu. Fransız işçileri, nispeten uzun bir zamana yayılan bu eylem vasıtasıyla, sadece söz konusu kapitalist saldırıyı geriletmekle kalmadılar. Hatta esas olarak, sınıfın gücü, birliği, kendi tarihinden öğrenme ve onu kendine basamak yapma vb. bakımlardan elde edilen kazanımların daha önemli olduğu söylenebilir. Ve her şeyden önemlisi de, emperyalist saldırı kampanyasının, kaçınılamaz birer doğa yasası gibi göstermeye çalıştığı önlemlerin geri alınabilirliğini, burjuvazinin geriletilebileceğini ortaya koyması idi.
Avrupa’nın diğer gelişmiş kapitalist ülkelerinin işçileri, Fransızların açtığı yoldan tepki ve öfkelerini dile getirdiler. Belli başlı Avrupa ülkelerinde son kırk-elli yılın en kitlesel işçi ve halk eylemleri bu dönemde yaşandı. Almanya, İtalya, ispanya, Belçika, Danimarka, İsveç ve hatta İngiltere’nin işçi ve emekçileri ücretlerine, sendikalarına, kazanılmış sosyal haklarına yönelen saldırılara, bu dönemde gerçekleştirdikleri onlarca grev, genel grev, yürüyüş ve başka eylemlerle yanıt verdiler.
Bizzat Avrupa Birliği ülkelerinin bazılarında nüfusun önemli bir kesimini uyandırarak peşinden sürükleyen büyük çaplı işçi eylemleri, halk hareketleri yaşandı. Danimarka gibi sakin, sorunsuz sanılan bir ülkede, aktif nüfusun yaklaşık yüzde yirmisini oluşturan 500 bin işçi ve emekçi, iki hafta süren grev ve eylemlerle hayatı durdurdular. Ücret artışı ve 35 saatlik iş haftası talepleriyle gerçekleşen eylemler, hükümetin açıklamalarına göre 8,5 milyar kuron’a (GSMH’nin % l’i) mal oldu. Üstelik Danimarka’da grev ve direnişleri gerçekleştiren emekçiler bunu, sendikanın kösteklemesine ve büyük ölçüde ona rağmen başardılar.
Yunanistan, son beş yıl içerisinde adeta grevler, genel grevler, direnişler ülkesi durumuna geldi. İşçiler, kamu emekçileri, köylüler ve öğrenciler kapitalist saldırı programlarına karşı ve kazanılmış haklarını savunmak için onlarca kez yüz binler halinde sokaklara döküldüler, uzun süren sektörel grevler gerçekleştirdiler.
Belçika’da güçlü işçi eylemleri ve grevlerin yanı sıra, emekçi kitlelerin düzenin kurumlarına, yozlaşma, çürüme ve kapitalizmin ahlaksızlığına karşı öfkesinin ifadesi olan ‘Beyaz Yürüyüş’e, nerdeyse nüfusun onda biri katıldı. Pislikleri paçasından akmaya başlayan sömürü düzeni, Belçikalı işçi ve emekçilerin nezdinde bütün güvenilirliğini yitirmiş ve mahkûm olmuştur.
İtalya, ispanya gibi AB ülkelerinde ücret, sendikal özgürlükler, iş saatlerinin kısaltılması için ve özelleştirmelere, esnek çalışmaya, işsizliğe karşı on binlerce emekçi, daha sık aralıklarla sokağa çıktılar.
Son yıllarda sınıf hareketi bakımından ilginç bir gelişim seyri gösteren ülkelerden bir tanesi ABD’dir. ABD işçi hareketinde mücadeleci yeni bir eğilimin uç vermekte olduğunu, gelişmeleri az çok yakından takip eden herkes teslim edebilir. Kapitalist düzen savunuculuğunu ve ücret sendikacılığını temel alan “çağdaş” sendikaların yönetiminde ve son yirmi yılda tepesine darbe üstüne darbe yiyen işçiler arasında, şimdi yeni bir eğilim güç kazanıyor. Bu da, sendikalara yeniden yönelme, sendika yönetimlerini sınıfın çıkarları doğrultusunda davranmaya zorlama ve kapitalistlere karşı mücadeleye atılma eğilimidir. ABD’de son yirmi hatta otuz yıldan beri görülmeyen olaylar yaşanıyor. Sendikaların da kısmen destek verdikleri büyük kitlesel grevler gerçekleştiriliyor ve uzun yıllardan bu yana ilk defa bazı grevler kazanımla sonuçlanıyor. Kazanımla sonuçlanan her grev, aynı sektörde olsun ya da olmasın, bir sonrakinin kıvılcımını da çakmış oluyor. Son yıllarda çelik sektöründe, otomobil, metal, telekomünikasyon ve taşımacılıkta yaşanan grevler, hepsinin zirvesi olmak üzere geçen yıl yaşanan UPS grevi buna örnektir. UPS grevinin kazanımla sonuçlanmasının verdiği moral güçle bu yılın Haziran ayında greve çıkan ve dünyanın en büyük tekeline karşı 54 gün boyunca direnerek onu 2,2 milyar dolar (600 trilyon lira) zarara sokan General Motors (GM) işçileri, sınıf içerisinde yeni bir kıpırdanmanın motor gücünü teşkil ettiler. GM işçilerinin ardından, telekomünikasyon alanında çalışan on binlerce işçi nispeten kısa süreli grevlerle amaçlarına büyük ölçüde ulaştılar. Grevci işçiler, eylemleri boyunca sadece ücret ve iş güvencesi talep etmekle yetinmediler, kendi sendikalarını, küreselleşmeyi, borsayı, spekülasyonu, işçi sınıfının sırtından elde edilen ve astronomik miktarlara varan haksız kazançları vb. de tartıştılar, sorguladılar.
Japonya, Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerinde sayısız grev, direniş, yürüyüş gibi eylemler gerçekleşti ve bugün de gerçekleşiyor. Aylardır maaşlarını alamayan, sefil bir yaşantıya mahkûm edilen Rus işçileri, grevden parlamento baskını ve işgaline kadar değişik eylemlere başvuruyorlar. Sefalete itilen milyonlarca emekçinin öfke ve gazabından kaygılanan uluslararası burjuvazi, vurguncu-mafyacı-militarist kesimleri destekleyip tahkim ederken, öte yandan hükümet olmaları eğer kaçınılmaz duruma gelirse, Zuganov’un sahte komünist partisini en zararsız bir şekilde kullanma hazırlıkları da yapıyor. Zaten karşı tarafın da, iktidar olmanın nimetlerinden yararlanma aşkına, bu türden bir kullanılmaya itirazının olmadığı da biliniyor.
Emperyalizme bağımlı, az ya da orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi ve halk hareketi ise, temelleri daha derinde, daha şiddetli bir mücadele eğilimine girmiş bulunuyor. Bu kategoriye dâhil edilebilecek, daha gelişkin G. Kore, Endonezya, Malezya, Tayland, Hindistan, Türkiye, Brezilya, Arjantin, Şili, Meksika vb. gibi ülkelerin hemen hepsinde işçi ve halk hareketleri, grevler, işten atmalara, zamlara, düşük ücret politikasına karşı gösteriler, emperyalist dayatmalara karşı direnişler, artık neredeyse süreklilik kazanmış durumdadır.
Geri, bağımlı bir dizi ülkede emperyalist talan ve dayatmalara, pervasızca kararlaştırılmış ekonomik ‘istikrar paketleri’ne karşı direnişler, halk isyanlarına dönüşmüş ve Endonezya, Arnavutluk, Zaire, Ekvador gibi ülkelerde isyanlar, hükümetlerin ya da 30–35 yıllık diktatörlerin yıkılmasına kadar varmıştır. Endonezya’nın 32 yıllık diktatörü Suharto, Zaire’nin 35 yıllık kanlı emperyalist işbirlikçisi Mobutu, halkın öfkesine boyun eğmek ve tahtı-tacı terk etmek zorunda kalmışlardır.
Avrupa’nın İtalya, İngiltere, Fransa ve şimdi de Almanya gibi en büyük ve önde gelen etkili ülkelerinde sosyal adaletçi ve sol söylemli sosyal demokrat hükümetlerin işbaşına gelmesi, emek ve emekçi düşmanı klasik sağ partilerin art arda gelen iflasları, işçi ve halk hareketindeki bu yeni eğilim ve yönelimlerden bağımsız olarak ele alınamaz. Sosyal demokrat partilerin gerçek programları ve icraatları bir yana, kitlelerin onlara yeniden yönelmesinin nedeni, kapitalist sömürü ve saldırganlığa duyulan öfkeden başka bir şey değildir. Sosyal demokratların da ötesinde, kendisine hâlâ ilerici, sosyalist, komünist sıfatlarını yakıştıran revizyonist partilerin ya da onların bir nevi artıklarının bile yeniden dirilmeye ve güç kazanmaya başlaması, bu gelişmenin ürünüdür.
Burada dikkat çekilmesi gereken iki yön var. Birincisi; çok değil, daha on yıl önce sosyalizm düşmanlığına çekilmeye çalışılmış olan azımsanmayacak bir emekçi kitlesinin, burjuva demagojiyi bir tarafa iterek yeniden, adı sosyalist ve komünist olanlara yönelmiş olmasıdır. Bu, hareketteki ve kitlelerdeki değişimin yönünü göstermesi açısından nesnel olarak olumlu bir gelişmedir, ikincisi; sosyalist ve komünist diye peşinden gidilenlerin, aslında pespaye burjuva partileri ve revizyonizmin, kendini bugünün koşullarına göre uyarlamış yeni varyantları olduğunun, geniş kesimler ve hatta işçi sınıfının ileri ve mücadeleci kesimleri tarafından bile yeterince görülmemesidir. Hareketin geleceği, işçi ve emekçi sınıfların ileri unsurlarının sosyalist eğitimi ve yetişmesi açısından asıl tehlike teşkil eden ve proletaryanın Marksist-Leninist partilerine sorumluluk yükleyen yön de budur.
Revizyonist, oportünist ve hatta sosyal demokrat partilerin kendilerini, dönemin koşullarına uyarlamak üzere yenilenmelerinde, yeni, çekici ve muhtemel önyargıları kıracak bir pozisyona geçmelerinde ya da geçmeye yeltenmelerinde şaşılacak bir yan yok. Mücadeleci, dürüst ve sınıftan tümüyle kopmamış sendikacıların, işçilerin ileri unsurlarının ilk elde bunlara yönelmelerinde de bir gariplik yok. Çünkü bu partiler, yaklaşık yüz yıllık bir geçmişe sahip, başlangıçta işçi sınıfının devrimci önder partileri olarak rol oynamış, sınıfın ve emekçilerin kazanımları namına ne varsa hepsinin elde edilmesi kavgasında en önde çarpışmış eski ve köklü partilerdir. Revizyonist çürüme ve yozlaşma içerisine girdikleri dönemde bile sosyalizm lafzını terk etmemiş, işçi ve emekçilerin çıkarlarına sahip çıkıyor görünmüş ve hepsinden de önemlisi örgütlü bir aygıt olarak ayakta kalmış olan partilerdir. (Ayakta kalmış ve bugün yeniden çekim merkezi olma imkânını elde etmiş olanları kast ediyoruz. Yok değilse, birçok revizyonist partinin TKP örneğinde olduğu gibi, eriyip gittikleri de biliniyor.)
Öyleyse asıl sorun, hareketin yeniden canlandığı ve yükseliş eğilimine girdiği koşullarda işçi sınıfının gerçek devrimci partilerinin, Marksist-Leninist partilerin; sorumluluklarının farkına varıp varmaması, farkına vardıysa ona uygun bir konumlanma ve çalışma içerisine girip girmemesi olarak ortaya çıkıyor.
Fransız, ABD’li, G. Koreli, Türkiyeli proleterler, Guatemala’nın, Ekvador’un Kızılderilileri, Brezilya’nın topraksız köylüleri, çelik-metal işçileri ve favela’ların evsiz, aç, çıplak yoksulları, Meksika’nın Zapatistaları, Filistin’in, Kürdistan’ın yurtsuz yoksulları, Peru’nun, Uruguay’ın Tupac Amaruları, G. Afrikalı madenciler, Zaire, Ruanda ve Angola’nın emperyalist çıkarlara peşkeş çekilerek büyük topluluklar halinde katliama sürüklenen ezilen halkları vb. tekellerin egemenliğine, büyük emperyalist devletlerin köleci tahakkümüne karşı bir hareket ve mücadele içerisinde bulunuyorlar. Ancak eksik olan, zaaflara yol açan yanlar da var ve bunların tespiti ve giderilmesi önem taşıyor. Zaaflar, zayıflıklar nerede yatıyor?
Bir: Tek tek ülkelerde sektörler bazında olsun, uluslararası planda olsun işçi eylemleri, esas olarak birbirinden yalıtık ve hâlâ ayrı kanallardan yürümeye devam ediyor. Mücadelenin, kendiliğinden de olsa az çok birleşik bir karakter kazandığı her yerde kazanan, işçi ve emekçiler oluyor. Kazanımın düzeyi ise kuşkusuz, mücadeleye atılanların bilinç ve örgütlülük, kararlılık düzeyine bağlıdır.
İki: Başta ileri kapitalist ülkeler olmak üzere tek tek ülkelerde ve uluslararası çapta, işçi sınıfının sendikaları ve emekçi yığınların kitle örgütleri hâlâ burjuvazinin denetim ve kontrolünden çıkarılabilmiş, ezilen sınıfların direniş ve örgütlenme merkezleri konumuna getirilebilmiş değildir. Emperyalist saldırı dalgası ile birlikte, geleneksel ücret sendikacılığı çizgisinden de geriye savrulmuş ve kapitalist işletmelerin eklentileri durumuna dönüşmüşlerdir. Ama bu durum sendikaları, hem üye erozyonuna uğrayan etkisiz danışma kurullarına dönüştürmüş, hem de tabanda yeni arayışların uç vermesine, merkezlerin zorlanmasına da zemin hazırlamıştır.
Üç: İşçi sınıfı, birçok ülkede, henüz bağımsız parti olarak örgütlenmiş değildir. Ya da bu yönde atılan bazı adımlar, kendini yenileyemeyen, hareketin gerisine düşen güdük girişimler olarak kalmışlardır. (Türkiye işçi sınıfının bu bakımdan, dünyanın birçok ülkesindeki sınıf kardeşlerine göre daha olumlu ve ileri bir konumda olduğunu, küçümsenmeyecek bir tecrübeyi şimdiden biriktirmiş olduğunu vurgulamakta yarar var.)
Bağımsız parti olarak örgütlenmemiş, sendika ve kitle örgütlerini burjuvazinin egemenliğinden henüz kurtaramamış, hareketini sektörler, ülke, kıta ve dünya çapında birleştirememiş işçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin, muazzam çaplı emperyalist-kapitalist saldırıyı püskürtmesi, mevziler kazanması ve proleter dünya devrimine doğru yürümesi ise, kolay değildir.
Öyleyse, işçi sınıfının gerçek devrimci partilerine, Marksist-Leninist partilere bu dönemde, her zamankinden daha önemli tarihsel sorumluluklar yüklenmiştir. Karşı-devrimin saldırısını püskürtmek kadar, hareketin toparlanmasından cesaret alarak ve onun yarattığı olanaklara yaslanarak yeniden canlanan revizyonist, sosyal demokrat ihaneti de açığa çıkarmak, önünü kesmek, bir kez daha sınıfı aldatmasına müsaade etmemek de önem taşımaktadır. Sınıfın ileri ve devrimci güçlerinin uyanık, bilinçli, örgütlü ve parti olarak öne atılması bunu sağlayacaktır. İşçi-emekçi hareketinin, bugün yeniden girdiği devrimci mücadele yolunda ileri mevziler kazanması ve burjuvazi ve sermayenin uluslararası saldırılarını püskürterek, iktidar mücadelesi için güç biriktirmesi, saflarını ve mevzilerini sağlamlaştırması, yeni mücadele araçlarını ve yöntemlerini geliştirip, ustalıkla uygulaması için buna ihtiyaç vardır.
Ekim 1998