Burjuvazinin uluslararası propaganda güçleri, kapitalizmin, bolluklar ve özgürlükler sistemi olduğunu tekrarlayıp duruyor; bütünleşme, çıkar ortaklığı, mutluluk, özgürlük ve refah üzerine gerici propagandayı aralıksız olarak sürdürüyorlar. Emperyalizmin dünya jandarması ABD’nin ve diğer emperyalistlerin, geri ülkelere müdahaleleri ve emperyalist askeri saldırılar “hür dünya”nın korunması için zorunlu ve haklı eylemler olarak ilan ediliyor. ABD yöneticileri başta olmak üzere, dünya burjuvazisi, göz önündeki onca gerçeğe karşın, barıştan, dostluktan, refahtan, “bütünleşme ve ortak insani çıkarlar”dan söz ediyor, iletişim araç ve aygıtlarını kullanarak, işçileri ve tüm ezilenleri aldatmaya çalışıyor.
Yeni olmayan, ancak içinde bulunduğumuz dönemde, dünyanın birçok ülkesinde, işçi ve emekçilerin kapitalizme karşı mücadelelerinde görülen yeniden yükseliş nedeniyle, daha güçlü ve yaygın bir biçimde tekrarlanan bu iddialar, sermaye ve meta hareketinin, kapitalist uluslararasılaşma kapsamında ulaştığı düzey veri alınarak güçlendirilmek ve inandırıcı kılınmak isteniyor. Burjuvazinin uluslararası propaganda güçleri, küreselleşme olarak niteledikleri uluslararasılaşmanın bugünkü düzeyini, emperyalist burjuvazi ve tekeller arası rekabet ve paylaşım kavgalarını geçersiz kılan bir gelişme aşaması olarak gösterirken, bunun, kapitalizmin çelişkilerinin yumuşaması ya da yok olmasına, çatışma ve savaşların geçersiz hale gelerek tarihe karışmasına yol açtığını ileri sürmektedirler. Bu gerici iddia ve varsayım, burjuva revizyonist teorisyenler, Marksist olma iddiasındaki kimi oportünist akım ve hareketler tarafından da doğru kabul edilip savunuluyor.
Devrime ve işçi sınıfı hareketine karşı burjuva emperyalist ideolojik saldırı dalgası, bir yan ürün olarak, burjuva reformist ve revizyonist saldırıyı besleyip geliştirirken, onun şahsında, emekçi hareketi içinde uzlaştırıcı ve yozlaştırıcı bir dalgakırana kavuştu. Burjuva reformcu ve revizyonist akım ve hareketler, emperyalist ideolojik saldırı dalgasının rüzgarına kapılarak, işçi sınıfı öncülüğünde proletarya ve halk ayaklanmalarıyla burjuva diktatörlüğünün yıkılması ve sosyalizmin zaferi olanaklarının sona erdiği üzerine vaazlar verdiler. Bunlar, burjuvazinin, emperyalist kapitalizm üzerine iddialarını, “ideolojik doğrular” olarak benimsemekle kalmadılar, emperyalist kapitalizmin nitelik değiştirdiğini, kendini yenileyerek, çürüme, çökme ve yıkımdan kurtulduğunu ileri sürdüler. Buna göre, emperyalist kapitalizmi yıkılmaya mahkûm eden çelişkiler ve bunalımlar sona ermiş, pazar paylaşım mücadelesi, savaşları gereksinmeyecek uzlaşmacı-barışçıl biçimler almış; sınıf karşıtları, küreselleşme nedeniyle “ortak çıkarlar” temelinde uzlaşır hale gelmiştir.
Marksistler ve işçi sınıfının devrimci partisi, uzun yıllar boyu, bütün olanaklarını kullanarak, bu gerici tez ve iddiaların kof ve çürük olduğunu, nesnel dayanaktan yoksun varsayımlar olarak ileri sürüldüğünü, işçi sınıfı ve emekçilerin geniş kesimlere kavratmak için mücadele ettiler, iletişim teknolojisindeki büyük niceliksel gelişmenin ve uluslararasılaşmanın devasa boyutunun, kapitalist emperyalizmin niteliğini değiştirmediğini, emperyalist burjuvazi ve mali sermaye grupları arasında, pazarların, hammadde kaynakları ve ucuz işgücü alanlarının paylaşımı için süren rekabetin daha keskin biçimler alarak devam ettiğini, emperyalist bunalımın, yeni bir aşamasına doğru yol aldığını; bunun emperyalistlerle ezilen halklar ve burjuvaziyle proletarya çelişkisini keskinleştirici bir rol oynadığını; sınıfların ve sınıflar-arası çelişki ve mücadelenin, yumuşama şurda dursun, daha da sertleşerek ve yeni devrimleri gündeme getirecek biçimde devam ettiğini savundu.
İçinde bulunduğumuz dönem, uluslararası ve ulusal düzeyde ortaya çıkan olgular ve yaşanan ekonomik ve politik gelişmeler, işçi sınıfının devrimci partisini, onun devrimci dünya görüşünü, sisteme ve döneme ilişkin belirlemelerini doğrulayıcı ve güçlendirici bir rol oynadı. Partimiz ve dünya Marksistlerinin ekonomik ve politik maddi nesnel gerçeklere dayanan belirleme ve öngörüleri, son birkaç yılda uluslararası alanda meydana gelen olaylarca kanıtlanıp doğrulandı. Emperyalist kapitalist sistemin, ana kapitalist ülkeler başta olmak üzere, proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin daha sert biçimler alarak devam etmesini olanaksız kılacak herhangi bir temel ve niteliksel değişime uğramadığı, uluslararası alanda, artan saldırılara karşı proletarya ve emekçi kitlelerin yüz binler halinde alanlara çıkarak taleplerini haykırmalarıyla bir kez daha açıklık kazandı. Büyük tekellerin küçük ve orta işletmeleri yutmaları ve tekelci birleşmeler, emperyalist tekeller arasındaki rekabetin arttığını gösterir veriler sundu. Emperyalist büyük devletlerarasında, dünya egemenliği mücadelesinde önemli stratejik konuma sahip olan bölgeler üzerinde sürdürülen rekabet daha da kızıştı. ABD, Almanya, Japonya, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin başta olmak üzere emperyalist devletler etki alanı mücadelesinde birbirlerine üstünlük sağlamak için ekonomik, politik ve askeri araç ve yöntemler kullandılar. 98 mali krizi, Japonya gibi, dünya kapitalizminin en güçlü ülkelerinden birinin, aşırı üretim nedeniyle içine düştüğü durgunluk ve gerileme döneminin sonuçlarının, yalnızca Güneydoğu Asya’da değil, dünyanın daha geniş bir alanında kapitalist ekonomi üzerinde etkide bulunduğunu ortaya koydu. Rusya’daki politik ve ekonomik bunalımın giderek ağırlaşması, uluslararası burjuvazinin saflarında, sosyalist devrim “ihtimaline karşı” önlemlerin “aciliyeti” tartışmalarını yeniden alevlendirdi.
Gelişmeler, proletarya devriminin olanaklı ve kaçınılmaz olduğu üzerine Marksist öngörü ve teoriyi doğrulamakla kalmadı, devrimi başarmak üzere, işçi ve emekçi hareketinin geliştirilip ilerletilmesine hizmet eden politik taktik ve örgüt biçimlerine ilişkin Marksist devrimci anlayış ve uygulamayı da güçlendirdi ve doğruladı. İşçi sınıfının politik partisinin, toplumsal yaşamın tüm alanlarına müdahale gücü gösterecek düzeye ulaşmasına hizmet eden taktiklerin doğruluğu bir kez daha kanıtlandı.
Yazının devamı içinde, bu iddialarımızı doğrulayan politik, pratik ve ekonomik gelişmeleri ele alacağız.
A) EMPERYALİST HEGEMONYA MÜCADELESİNDE YENİ ADIMLAR VE KAPİTALİZMİN “HÜR DÜNYA” YALANI
Kapitalist emperyalizmi, uygarlığın zirvesi, tekelci burjuvaziyi tüm insani değerlerin temsilcisi ilan eden ve kapitalist haydutluğu aklamaya çalışan teori, “hür dünya” denilen emperyalist sistemin, ulusların ve halkların hapishanesi; açlık, vahşet, yoksulluk, işsizlik; kadın ve çocuk emeğinin yok pahasına sömürülmesi; doğanın tüm kaynaklarıyla birlikte ve insanın geleceği düşünülmeksizin yağmalanıp tahrip edilmesi; militarizm, saldırganlık ve savaş demek olduğunu gizleme çabasındadır. Ama burjuvazinin uluslararası alanda yaymak için onca uğraş verdiği bu yalan, sistemin gerçeklerine çarpıp geri püskürüyor. Öncesi bir yana, son beş-on yılın uluslararası gelişmeleri ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgede devam ede-giden yerel ve bölgesel gerginlik, çatışma ve artan silahlanma, emperyalist burjuvazinin ve sağ oportünist teorisyenlerin, kapitalist emperyalizm hakkında ileri sürdüğü savların hiçbirinin geçerli ve doğru olmadığını ortaya koyuyor.
Emperyalist büyük devletlerin dolaysız sorumluluğunda, Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanlar’da halkların boğazlaşmaları, çatışmalar, sabotajlar ve toplu öldürmeler devam ediyor. Dünya emperyalist zincirine bağlanan tüm kapitalist ülkelerde, burjuvazi daha fazla kâr için, işçi ve emekçilere karşı uluslararası karakterde ve ölçekte bir saldırı politikası yürütüyor.
Tekelci burjuvazi, içte, egemen sınıf olarak “kendi” işçi ve emekçilerine; dışta diğer ülkelerin halklarına karşı baskı ve saldırıları artırmakta, mali sermayenin çıkarlarınca belirlenen hegemonyacı bir politika izlemekte; dayatmalarda bulunmaktadır. Sermaye ve üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesinde görülen büyük artış, emperyalist burjuvazinin ve uluslararası tekellerin kaynak ihtiyacını artırmakta ve çelişkileri keskinleştirici bir rol oynamaktadır. Güç ilişkilerinin değişimi ve buna bağlı olarak yeni bloklaşma, çatışma ve paylaşmaların gündeme gelmesi kapitalist emperyalizmin temel bir gerçeğidir. Emperyalist devletlerin, -çeşitli ülkelerdeki işbirlikçilerini de harekete geçirerek- pazarlar ve hammadde kaynakları üzerinde denetim kurma ve rakiplerinin etkisini kırma çabaları, içinde bulunduğumuz dönemde artmış bulunuyor.
Mali sermaye grupları arasındaki tekelci rekabet, halklara yönelik baskının artmasına ve küçük işletmelerin büyükler tarafından yutulmasına yol açarken, emperyalist devletler rakiplerini zayıf düşürecek ve hâkimiyet alanını sınırlayacak politikalar geliştiriyor ve ticaret savaşları yürütüyorlar. Uluslararası politik ve askeri toplantılarda, taraflar birbirlerinin gücünü öğrenmeye ve sınamaya; politik-askeri taktikleri hakkında bilgi edinmeye çalışmakta, çeşitli tatbikatlarda ve küçük çaplı bölgesel savaşlarda güç denemesine girişmektedirler. Rekabet, dünyanın tüm önemli bölgelerinde, stratejik önem taşıyan geri ve ileri ülkelerde yoğunlaşarak devam etmekte; çelişkiler yalnızca geri ve bağımlı ülke pazarlarının elde tutulması ya da ele geçirilmesi için yürütülen mücadele nedeniyle değil, gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelerin pazarlarında üstünlüğü ele geçirme mücadelesi nedeniyle de keskinleşmektedir. Stratejik değerdeki hammadde kaynaklarının bulunduğu Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya, ABD, İngiliz, Fransız ve Alman emperyalistlerinin yanı sıra, Çin ve Japonya’nın da ilgisini çekmektedir. Zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarını barındıran bölge ülkeleri üzerinde sağlanacak etkinlik, enerji kaynaklarının denetimi ve Batıya nakil yollarının hangi ülke ya da ülkeler grubunun ekonomik, politik ve askeri çıkarlarına uygun bir rota izleyeceği, hangi bloğun ya da hangi büyük emperyalist ülkenin rekabette öne geçeceği bakımından önem taşımaktadır.
Günümüzde, pazarların ve petrol ve doğalgaz başta olmak üzere hammadde kaynaklarının denetime alınması için büyük emperyalist devletlerarasındaki mücadele daha da sertleşmiştir. Emperyalist büyük devletler, önce bulundukları bölgedeki denetimlerini güçlendirmekte ve bununla birlikte (buna da dayanarak), uzak ve stratejik bölgelerde mücadeleye girişmektedirler. ABD, Amerika kıtasındaki hegemonyasını pekiştirmeyi, Balkanlara yerleşme, Ortadoğu ve Kafkasya’da etkinliğini artırmanın dayanaklarından biri olarak kullanmaya ve “en stratejik bölge” olarak ilan ettiği Ortadoğu’da, Rusya’nın etkinliğini yeniden artırmasının önünü kesmeye çalışmaktadır, İngiliz emperyalizmi, ABD’nin yanı başında yer almayı temel bir politika olarak benimsemekle birlikte, sömürgeci geleneğinin kazananlarından bugünün uluslararası ilişkilerinden yararlanma ve “pasta”dan pay kapma çabasındadır. Fransa, Ortadoğu’daki sömürgeci deneylerini yeniden değerlendirerek, ABD’nin bu bölgedeki etkinliğinin güçlenmemesi için çaba göstermekte; Japonya ve Çin, Asya’da ve Rusya’nın etkinlik alanında nüfuz alanları için mücadele etmektedir.
Rusya, içinde bulunduğu ekonomik ve politik istikrarsızlığı aşma ve gücünü yeniden toplamaya bağlı olarak, Ortadoğu ve Uzakdoğu’da konumunu güçlendirmek, etki alanını yeniden genişletmek ve ABD’nin onu mahkûm etmeye çalıştığı sınırlı alandan çıkmak istemektedir. Sahip olduğu doğalgaz rezervlerini etkinlik mücadelesinin aracı olarak kullanırken, bir yanda Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini yenileme ve Kuzey Irak’ta ABD’nin fiili olarak biçimlendirdiği siyasal haritayı çıkarları yönünde değiştirmeyi hedeflemekte; diğer yanda ABD’nin, Japonya ile yaptığı işbirliği anlaşmalarıyla elde ettiği mevzileri sınırlamaya çalışmaktadır.
ABD emperyalizminin, uluslararası ilişkileri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek üzere, Amerika kıtasında yer alan 34 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarını, Şili’nin başkenti Santiago’da “21, yüzyılda serbest ticaret ve liberal demokrasi” vaazlarıyla bir araya getirmesi, Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya’daki atakları, Arnavutluk ve Afganistan’da işbirlikçiler örgütleyerek, bunalımdan yararlanmaya çalışması, Türkiye-İsrail Stratejik işbirliği Anlaşmasını koordine etmesi, Ürdün ve Mısır’ı aynı ittifak içine çekme çabaları; İngiliz ve Fransızların Ortadoğu’daki girişimleri; Almanya’nın Balkanlar’a artan ilgisi, ABD ile birlikte Yugoslavya’nın parçalanmasında rol oynaması, Hırvatlara verdiği destek ve NATO bünyesinde askeri operasyonlara fiili katılmaya gösterdiği istek ve ataklık; Rusya’nın Ortadoğu ve Balkanlar’da yeniden etkin rol oynamak üzere gösterdiği çaba; bütün bunlar pazar arayışı ve etkinlik mücadelesinin kızıştığını gösterir gelişmelerdir. ABD’nin bir gece vakti (Ağustos–98), Afganistan ve Sudan’a düzenlediği askeri saldırı ve aralarında bir ilaç fabrikasının da bulunduğu hedefleri vurması, emperyalist başkentlerde ve askeri karargâhlarla, emperyalizmin işbirlikçileri tarafından hararetle desteklenirken, ileri sürülen gerekçeler, insan yaşamı ve insan haklarının, kapitalist sistemde herhangi bir değerinin olmadığını ortaya koydu. Kapitalist emperyalizmi, barış ve refahın sistemi olarak reklâm eden burjuvazi ve emrindeki asalaklar güruhu, dünyayı iki kez kana boğan savaşların; 187 milyon insanın yok olmasına yol açan bölgesel, yerel vb. savaşların bir başka sistemde değil, kapitalist-emperyalist sistem bünyesinde ve proletarya ve emekçilerin en küçük bir sorumluluğu olmaksızın, tekelci burjuvazi tarafından çıkarıldığını; hemen tüm ülkelerde burjuvazinin, iş, ekmek, özgürlük ve sosyalizm için mücadele eden işçi ve emekçilere karşı vahşi saldırılara yöneldiğini gizleme çabasındadırlar.
ABD yönetimi, dünyanın hemen tüm bölgelerini Amerika’nın çıkar alanı ilan ederken, bunu “küresel ticaret, mali piyasalar ve enerji arzı sistemlerinin çöküşünün önlenmesi… ABD’nin müttefiklerinin varlıklarını sürdürmelerinin güvence altına alınması” gerekçesine bağlayarak, saldırgan ve hegemonyacı politikasını “zorunlu ve kaçınılmaz” ilan etmektedir. Amerikan istihbarat ve dışişleri örgütleri, bu amaçla, çeşitli ülkelerde kargaşa çıkarmaktan ve bölgesel savaş kışkırtıcılığı yapmaktan kaçınmıyorlar. Ortadoğu ve Kafkasya’ya yönelik Batılı emperyalistlerin atakları, NATO’nun genişletilmesi çabalan, sürdürülen aşırı silahlanma ve yeni silah teknolojisinin geliştirilmesi için ayrılan büyük paralar, nükleer deneme ve tehditler, küçük ülkelere yönelik emperyalist tehdit, Irak’a uygulanan ambargo, Somali, Haiti ve Grenada’ya askeri müdahaleler, Fransa’nın Kongo ve Ruanda’da; ABD ve Almanya’nın Balkanlar ve Arnavutluk’ta; ABD’nin Türkiye gericiliği aracılığıyla Orta Asya ülkelerinde yürüttükleri kışkırtıcı, karıştırıcı ve darbeci politikalar, çelişkileri keskinleştirmekte ve çatışma öğelerini artırmaktadır. Balkanlar’da izlenen politika; Sırp, Hırvat ve Boşnak çatışmasının kışkırtılması, Arnavutluk’ta Sali Berişa kliği aracılığıyla hazırlanan CIA planları, Kosova Arnavutlarının haklı davasını, emperyalist çıkarlara göre kullanılan bir soruna dönüştürülmesi, Kafkasya ve Orta Asya petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinde denetim kurma ve bu kaynakların Batıya aktarılması için girişilen çabalar ve Afganistan’da Taliban gericilerini kullanarak, bölgedeki konumunu İran ve Rusya aleyhine güçlendirme tutumu, bu politikanın ürünüdür.
Amerikan emperyalist burjuvazisi, “200 milyar varil petrol rezervi bulunan Kafkas ve Orta Asya bölgelerinin ABD için büyük önem taşıdığını” ilan etmekte, ABD’nin “gezegene egemen” konumunu, rakiplerine karşı tehdit ve halklara karşı baskı aracı olarak kullanmayı elde edilmiş hak saymaktadır. ABD, nükleer silahlara en fazla sahip ülke olarak Asya, Avrupa ve Basra Körfezi’nde büyük kuvvetler bulundurmakta ve dünya hâkimiyeti mücadelesinde bugünkü üstünlüğünü sürdürmek için, ‘Avrasya’yı (Asya-Avrupa-Rusya bölgesi) denetim altına almaya çalışmaktadır. ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) planları, Amerikan emperyalizminin petrol ve doğalgaz rezervlerinin bolca bulunduğu Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya üzerinde denetimin güçlendirilmesini, Rusya’nın gücünün daha fazla kırılması için İran ve Irak politikalarının değiştirilmesini ve bu ülkelerin yönetimlerini ABD çıkarları yönünde daha aktif biçimde kullanabilecek bir politikaya zorlanmalarını öngörmektedir. ABD, Türkmenistan doğalgazının, Batı pazarlarına Türkiye üzerinden naklinin sağlanmasını, bölgedeki etkinliğini güçlendirmek için gerekli görmekte; Türkiyeli işbirlikçilerini daha fazla uşaklığa zorlamak üzere, Kafkas petrolünün Bakû-Ceyhan hattından naklini sağlamaya çalışmakta, Rusya’yı buna “ikna” için çaba göstermektedir. ABD, İsrail-Türkiye Askeri ve Stratejik İşbirliği Anlaşmasının imzalanmasını dolaysız biçimde yönlendirerek, Ortadoğu’daki mevzilerini güçlendirdi. Saddam’ı daha fazla sıkıştırmak ve uygun gördüğü zaman da, tamamen etkisiz hale getirerek devre dışı bırakmak üzere çeşitli planlar hazırlayan ABD, “Irak Ulusal Kongresi” adıyla işbirlikçi güçleri örgütlemekte (onlara 25 milyon dolarlık bir yardım paketi hazırlandığı açıklandı), ve Irak kuvvetlerini uçuşa yasak bölgenin yani sıra kara ulaşımında da sınırlamak istemektedir. Irak Kürt hareketini, burjuva feodal gericilik (ve onun başı Barzani-Talabani) aracılığıyla yedekleyen ABD, bunu, egemenliğini güçlendirmenin araçlarından biri olarak ve Kürt sorununa muhatap bölge ülkelerini daha fazla köşeye sıkıştırmak üzere kullanmaktadır. Amerikan emperyalist burjuvazisi, Latin Amerika’da gerici iktidarları korumakta, Meksika’da emekçilerin baskı altında tutulmaları ve sömürülmelerinin dolaysız sorumluluğunu taşımakta, G. Kore üzerinden Güneydoğu Asya’da etkinliğini güçlendirmeye çalışmaktadır. Deniz, kara ve hava savaş filolarını dünyanın korsan jandarması rolünde, her tarafta tehdit ve bastırma gücü olarak bulundurmaktadır.
a) Militarizm, savaş ve saldırganlığın kaynağı olarak emperyalizm
Kapitalizmi barış, huzur ve refah toplumu olarak reklâm eden burjuvazi, kapitalist ülkelerde ve kapitalist ülkeler arasında ortaya çıkan çatışmaları, silahlanma yarışını; nükleer silahların geliştirilmesini, emperyalistlerin, Ortadoğu ve Balkanlar başta olmak üzere, çeşitli ülkelere müdahalelerini, şu ya da bu ülkenin yöneticilerinin tutumuyla açıklamaya çalışıyor. Burjuva propagandası, bu tutumu belirleyen ve besleyen temel kaynağı; rekabet ve çıkar çatışmalarını göz ardı ederek, kapitalizmi aklamayı esas alıyor. Dünyanın “çelişkisiz küçük köy” e dönüştüğü ve bunun ekonomik, kültürel ve politik-askeri düzeyde elde edilmiş bir ortak kazanım olduğu söyleniyor. Burjuva ideologları ve liberal reformist politikacı ve yazarlar, “küreselleşme” dedikleri bugünkü gelişme aşamasında, ülkelerin, tekellerin ve sınıfların çelişkilerinin ortadan kalktığını, savaşların ve çatışmaların gereksiz hale geldiği bir “global bütünlük”ün gerçekleştiğini ileri sürüyorlar.
Emperyalist kapitalist ülkelerin birbirleriyle ilişkilerinde, ekonomik, mali ve askeri gücün baskı, şantaj ve saldırı aracı olarak kullanılmadığı bir durum olmamasına karşın; serbest ticaret, liberal demokrasi, özgürlük ve eşit ilişkiler üzerine burjuva vaazı eksik olmuyor. Bu temelsiz düşüncenin dayanaklarından biri olarak, 1950’li yılların ikinci yarısından sonra girdiği kapitalistleşme yolunu, 1980’li yılların sonunda, kapitalist emperyalizmle biçimsel bütün farklılıklarını tasfiye ederek, emperyalist pazar ve kapitalist sistemle bütünleşen eski Sovyetler Birliği (ve Doğu Avrupa ülkelerinde), revizyonist “sosyalizm” iddialarının açıktan son bulması gösteriliyor. Buna göre; dünya “iki kutuplu” olmaktan çıkarak “tek kutuplu” hale gelmiştir ve ABD’nin patronluğunu ve politik-askeri stratejistliğini üstlendiği bu “yeni dünya”da, artık kavgaya yer kalmamıştır!
Burjuvazi böylece savaşların, çatışmaların, bölünmüşlüklerin nedeni olarak sosyalizmi, sorumlusu olarak da proletaryayı göstermekte; kapitalizmi çelişkilerden, çatışmalardan, eşitsizliklerden arındırarak(!), ebedi bir sistem düzeyine çıkarmaktadır. Uluslara, devletlere, bloklara ve sınıflara bölünmüş bir sistem olan kapitalizmin, sömürü sistemi olması ve bunun yol açtığı çelişkiler gizlenerek, kapitalizmin çelişkilerinin emperyalizmle birlikte daha da keskinleştiği, pazar paylaşımı kavgasının bloklaşmaları da içermek üzere, devam ettiği ve uluslararasılaşmanın, bu yolda kat edilen onca mesafeye karşın, yeni olmayıp yüzyılın başından bu yana devam eden bir süreç olduğu gerçeğinin üzeri örtülüyor. Oysa kapitalist emperyalizm, bugün, adına globalleşme ya da küreselleşme denilen ve yeni bir aşama olarak sunulan dünya sistemini, daha on dokuzuncu yüzyılın sonunda ve yirminci yüzyılın başında, esas olarak yaratmıştı. Bu süreç, yüz yılı aşkın bir zamandır devam ediyor. Sermayenin ve üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesi bu süre içinde muazzam boyutlara ulaştı. Mali sermaye ve uluslararası tekeller, sermaye ihracı yoluyla (meta ihracıyla birlikte ve onu da teşvik ederek), bütün dünya topraklarına yayıldılar; pazarları ve hammadde kaynaklarını ele geçirip yağmaladılar.
Emperyalist burjuvazi ve kapitalizmin dünya jandarması olarak ABD, geçmişte de dünyanın hemen her tarafında özgürlükleri için mücadele eden ve sömürgeciliğe karşı ayağa kalkan halklara karşı, çağın en vahşi savaşlarını yürütmekten kaçınmadı. ABD, ikinci Dünya Savaşı’nın yenilmiş ülkeleri dâhil, Sovyetler Birliği ve birkaç doğu ülkesi dışındaki hemen tüm ülkelerde, ekonomik, politik ve askeri etkinlik için, savaş koşullarında ve iki savaş arası dönemde kazandığı güçlü politik, ekonomik ve askeri konumunu kullandı. Almanya ve Japonya’da “ekonominin yeniden inşası” operasyonuyla, bu ülkelerin kaynaklarını kullanma olanağını elde etti. Marshall Planı çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan dâhil, Avrupa, Asya ve Latin Amerika ülkelerinde ekonomik egemenliğini güçlendirdi. ABD burjuvazisi, “özgürlük, eşitlik, demokrasi…” gibi kavramları ikiyüzlüce kullanarak, bu kavramlarda içerilen haklar için mücadele eden halkları aldatmaya çalıştı, içeride ve dışarıda özgürlük, eşitlik ve demokrasi düşmanı olmasına ve Latin Amerika halkları başta olmak üzere, ulusal-siyasal hakları için mücadele eden ezilen halklara karşı, saldırgan ve yok edici bir politika izlemesine karşın, bu propagandayı ısrarla sürdürdü. Vietnam, Kamboçya, Laos, Nikaragua, Salvador, Kolombiya, Uruguay, Peru, Iran, Türkiye, Güney Afrika Cumhuriyeti ve daha birçok ülkede, bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük isteyen emekçilerin üzerine modern imha silahlarıyla giderek, ölüm kusmaktan ve işbirlikçi faşist diktatörlükleri destekleyerek, halklara zulüm uygulamaktan geri durmadı. Ancak, bütün bu saldırılara ve fiili işgallere (Vietnam, yakın zamanda Somali, Haiti, Guatemala ve son olarak Irak) karşın, ABD emperyalist burjuvazisinin başını çektiği uluslararası gerici propaganda, özellikle batılı ülkelerin emekçi yığınları üzerinde etkili olabildi.
Uluslararası gericiliğin göstermek istediğinin aksine, iki büyük dünya savaşı da, farklı toplumsal sistemlere sahip ülkeler arasında değil, aynı sistemin; kapitalist emperyalizmin büyük güçleri arasındaki çatışmalarla başlayıp, dünyaya yayıldı. Tümü de kapitalist dünyanın gücü olan büyük emperyalist devletler, kapitalizmin sıçramalı bir hal alan dengesiz gelişmesi sonucu, pazar paylaşım mücadelesini, güçleri oranında ve askeri alana dökerek, sürdürdüler. Her iki savaş da, emperyalist burjuvazinin dünya toprakları, hammadde kaynaklan ve ucuz işgücü alanları üzerindeki rekabeti ve mücadelesinin sonucu olarak dünya gündemine geldiler; on milyonlarca insanın ölümüne, yüz milyonlarcasının yaralanmasına ve sakat kalmasına ve yenilen ülkeler başta olmak üzere ekonomilerin tahrip olmasına ve açlık, yoksulluk ve işsizliğin yükünün emekçi sınıflara daha fazla bindirilmesine yol açtılar. (Birinci Savaşta İngiltere ve Fransa ekonomik varlıklarının % 50’sini, İtalya % 70’ni, Rusya % 90’ını kaybetti. Savaş açlık, yoksulluk, fiyat artışı ve işsizliğe yol açtı ve İkinci Savaş dünya ölçeğinde büyük bir ekonomik yıkıma neden oldu.) Dünyanın, yalnızca “Soğuk Savaş” yıllarında bloklara bölündüğü ve soğuk savaşın (Sovyetler Birliği ve “Doğu Bloğu”nun çökmesi sonucu) sona ermesiyle bu durumun ortadan kalktığı iddiası bir burjuva yalanından ibarettir. (Kapitalizm ve onun en son, en yüksek aşaması; sonrasında sınıflı toplumun tarihe karışacağı ve sömürünün tasfiyesinin gerçekleştirilip, sosyalizmin kurulacağı, emperyalizm; çelişkilerin, çatışmaların, bölünmüşlüklerin, bloklaşmaların, sınıf ve ulus kavgalarının, bloklar ve ülkeler arası savaşların kaynağı ve arenasıdır. Bitiminin sonuna yaklaştığımız yüzyılımızın tarihine bakanlar, bu gerçeği, insanlığı büyük acılara boğan nice bölgesel ve ulusal savaşlarla; emperyalist büyük devletlerin başlatıp sürdürdükleri iki büyük dünya savaşı; ve emperyalistler tarafından kışkırtılan bölgesel savaşları ve onlarca ülkedeki iç savaşlarla anacaklardır. Bloklaşma birinci savaş sonrasında da, ikincisi döneminde de vardı; bugün de bu yönlü girişimler var olmaya devam ediyor.)
Birinci Dünya Savaşı emperyalist ülkeler arasında patlak vermesine ve İtilaf ve ittifak devletlerinin tümü de emperyalistlerle uydularından oluşmalarına karşın; savaşın sonuna doğru Rusya’da Çarlığın yıkılması ve proletaryanın, Paris Komünü deneyi bir yana bırakıldığında, ilk ve en uzun süreli devrimci iktidarını kurması, bloklaşmış emperyalistlerle işbirlikçilerinin saldırı oklarını bu yeni düşmana çevirmelerine yol açtı. Fransız ve İngiliz emperyalistleri, Almanlar ve işbirlikçi Osmanlı yönetimi; Japon gericiliği, Rusya proletaryasının başarısını engellemek üzere harekete geçtiler. Çarın generalleri Kolçak ve Denikin’in orduları, Batılı emperyalistlerin desteğinde Rusya işçi ve köylülerinin üzerine yürüdüler. Osmanlı ordusu, Bakû gaz madenlerini işgal etti ve Alman ordularıyla birlikte, Dağıstan, Kuban ve Ukrayna üzerine saldırarak, Rus devrimini boğma çabalarına katıldı. (Oysa aynı dönemde, Lenin’in önderliğindeki devrimci Rusya, Türkiyi’nin Kuzey ve Doğusunu İngiliz tehditlerinden ve işgalci Çarlık ordularından temizlemiş ve Türkiye’ye dayatılmış köleci anlaşmaları geçersiz sayarak, batılı emperyalistlere karşı mücadelesinde ona, askeri yardımda bulunmuştu. Müslüman Asya halklarının Bolşevik devrimiyle kazandığı gerçek dostluk ve özgürlük yolundaki yürüyüşlerinde aldıkları destek, emperyalistler ve faşist sömürgeciler tarafından gizlenmeye ve alçakça yalanlarla karalanmaya çalışıldı.) Sovyet devriminin başarısı ve dünya topraklarının altıda birine yakın bir kısmının kapitalist emperyalizmin sömürü alanı dışına çıkması, kapitalizmin krizini daha da derinleştirdi. Pazar paylaşım mücadelesi kızıştı ve dünya kapitalizminin 1929 büyük bunalımı, yeni bir dünya savaşına doğru yol alışı hızlandırdı. Kapitalist emperyalizmin genel bunalımı, İkinci Büyük Savaş’ı doğurdu.
İkinci Dünya Savaşı, İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle, emperyalist Almanya İtalya ve Japon militaristlerinin oluşturdukları blok arasında patlak verdi. Hitler Almanyası’nın ve Nazi kıtalarının öncelikli hedefi, Avrupa’nın fatihleri olarak güç kazanıp, sosyalist Sovyetler Birliği’nin üzerine yürümekti. Bütün emperyalist devletlerin temel amaçları arasında, sosyalizmi anavatanında boğarak, dünya proletaryası ve halklarının sosyalizm ve ulusal kurtuluş yolunda ilerlemelerinin önünü kesmek, öncelikli bir yer tutuyordu. Buna karşın; ikinci büyük savaş da burjuva ideolog ve propagandacılarının göstermek istedikleri gibi, sosyalizm ve kapitalizm kampı arasında değil; iki blok halinde saf tutmuş emperyalistler arasında patlak verdi, İngilizler ve Fransızlar, Münih politikasıyla, Hitler ordularını Moskova üzerine sürmeyi planladılar. ABD, Sovyetler Birliği’nin Hitler tarafından yenilgiye uğratıldığı ve rakip emperyalistlerin güçten düşürüldüğü bir aşamada devreye girerek, savaşın tek ve gerçek kazanan tarafı olmayı hedefliyordu. Ancak Stalin yönetimindeki S. Birliği, dünya proletaryası ve ezilen halkların desteğine de sahip olarak, faşist işgalciyi Stalingrad önlerinde yenilgiye uğratanca, ABD ve İngiliz emperyalistlerinin planları bozuldu. ABD derhal savaş ilan etti ve imparatorluk tahtının korunması koşuluyla teslim olacağını açıklayan Japonya’ya atom saldırısı düzenleyerek, savaş sonrası gelişmeleri yönlendirmek üzere atom tekelini bir koz olarak kullanmaya başladı. Kızıl Ordu, Hitler’in faşist kıtalarını Berlin’e kadar kovalayarak, Alman halkının Nazi cinayet şebekesinden kurtuluşuna dolaysız destek oldu. Faşizm yenilgiye uğratıldı. Proletarya ve ezilen halkların sosyalizme ve sosyalist Sovyetler Birliği’ne sevgisi ve güveni arttı. Anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadeleleri yeniden ivme kazandı. Sömürgecilik önemli darbeler yedi. Arnavutluk ve Çin’de halk iktidarları kuruldu. Doğu Avrupa’nın büyük bir kısmı emperyalistlerin denetiminden çıktı.
Emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiler ve emperyalist burjuvazinin bu çelişkileri barındıran bloklaşmaları, uluslararası gericiliğin sosyalizme, uluslararası proletaryaya ve ezilen halklara karşı ortak saldırı kıtaları halinde hareket etmelerine engel teşkil etmedi. Emperyalist dünya sisteminin, çelişkilerin en keskin olduğu en zayıf halka ya da halkalarında yarılması ve proletaryanın sömürüşüz yeni bir dünya sistemi kurma idealinin, bir ideal olmaktan çıkarak pratik bir soruna dönüşmesi, saldırının daha örgütlü ve çok yanlı olarak sürdürülmesini gündeme getirdi.
ABD, sosyalizme karşı uluslararası ölçekte ve ideolojik, kültürel, ekonomik ve askeri alanda yürütülen savaşı koordine etti. Batılı emperyalistler ve dünya gericiliği, sosyalizme karşı savaşta, bir dönemin tüm uluslararası (ve ulusal) toplumsal sorunları üzerinde etkide bulunacak bir basan sağladılar.
Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin tasfiye edilmesi, Batılı emperyalist burjuvaziye, Ekim Devrimi’yle kapitalist dünya pazarından koparılmış, dünyanın altıda biri kadar geniş bir alanda yeniden “at oynatma” olanağı sağladı. ABD, Alman, Japon, Fransız ve İngiliz burjuvazisi “Sovyet Bloğu” ülkelerinin pazarlarına, 1960’lı yıllardan itibaren sızmakla birlikte, kapitalist entegrasyonu bir süreç içinde gerçekleştirdiler ve zaferlerini 1990’a doğru, kötü ünlü Gorbaçov reformlarıyla ilan ettiler.
Yeni bürokrat burjuvazinin yönetimindeki Sovyetler Birliği’nin parçalanması ve dağılması, uluslararası gericiliğin propaganda güçlerine, kapitalizmin ebedi ve son sistem olduğu yönündeki gerici ve temelsiz propagandaya hız verme olanağı sağladı. Yıkılan ve dağılan, gerçekte yirmi beş-otuz yıl önce kapitalist entegrasyon yoluna giren ve sosyalizmi tasfiyeyi önüne görev koyan gericiliğin eliyle “Batı kapitalizmine eklemlenmiş bir sistem olmasına karşın; propaganda araç ve aygıtlarını ve iletişim tekniklerini elinde tutan uluslararası burjuvazi, bunu, sosyalizmin yıkımı olarak göstermeyi ve on milyonlarca emekçiyi inandırmayı başarabildi. Proletarya ve emekçilerin geniş kesimleri, yıkılan ve yenilgiye uğrayanın sosyalizm olduğuna inandılar. Burjuvazinin uluslararası birlikleri bu yeni durumdan azami yararı elde etmek için, CIA kaynaklarının açıklamalarına göre, yüz milyarlarca doları gözden çıkardılar. En iddialı burjuva iktisatçıları, politik ve askeri stratejistleri ve siyaset sosyologları seferber edildiler. Sosyalizmin bir daha “asla kazanamayacağını ispat için, kapitalizmi allayıp pullamaya çalışan bu görevliler; kapitalizmin çelişkilerinin sona erdiğine, ezilenleri ikna etmeye giriştiler. Sosyalizm yenilmiş, Varşova Paktı dağılmış, Doğu ülkelerinin birçoğunda eski yöneticiler devrilmişti. Artık “bloklar” ve “paktlar” gereksizdi(l); artık, “hasım” blokların üst rütbeli subayları, ortak sorunlarını, barışçıl biçimde konuşuyor ve “çözüyorlar”dı!
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ve “Soğuk Savaş” dönemi, ABD emperyalist burjuvazisi için, ekonomilerin tahribi sonucu yeni pazar imkânı yaratırken, kaynakların yağmalanmasının olanaklarını da genişletti. (Bu elbette “kapitalizm kampı” için geçerliydi. Genelde ise Sosyalizm’in Sovyetler Birliği’nde kazandığı zafer nedeniyle kapitalist pazar daralmıştı.) Kapitalizmin savunucusu, Amerikalı Profesör Huntington, ABD’nin politikasını şöyle özetliyor: “Soğuk savaş boyunca Birleşik Devletler birçok dış politika hedefi güttü; ama bir egemen ulusal amacı, komünizmi durdurmak ve yenmek idi. Öteki hedefler ve çıkarlar bu amaçla çatıştığı zaman, genellikle ona tabi oluyorlardı. Gerçekte kırk yıl boyunca dış politikadaki bütün büyük Amerikan girişimleri, iç politikadaki pek çokları da dâhil olmak üzere, hep bu temel önceliğe bağlandı. Grek-Türk yardım programı, Marshall Planı, NATO, Kore Savaşı, nükleer silahlar ve stratejik füzeler, dış yardım, istihbarat operasyonları, ticaret engellerinin indirilmesi, uzay programı, Japonya ve Kore ile askeri ittifaklar, İsrail’e destek, denizaşırı askeri harekâtlar, görülmemiş büyüklükte askeri kuruluşlar, Vietnam Savaşı, Çin’e açılış, Afgan mücahitlerinin desteklenmesi ve öteki antikomünist ayaklanmalar. Eğer Soğuk Savaş olmasaydı, bu tür programların ve girişimlerin mantığı da kalmazdı.”
ABD, eski Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine, emperyalist sömürgeci politikayı, “yeni dünya düzeni” adıyla ve yeni yöntemlerle sürdürdü. Pazar paylaşımı ve hâkimiyet mücadelesinde üstünlüğü elde tutmak için bir yandan büyük emperyalist ülkelerin bir kısmını da kapsayan “blok”ları ve askeri ittifakları genişletip “sağlamlaştırma”ya çalışırken, diğer yandan geri ve bağımlı ülkelere karşı baskı, tehdit ve fiili saldırıları da içeren teslim alma ve kullanma politikasını yoğunlaştırdı.
Savaş ve “soğuk savaş” dönemi yeni teknolojilerin geliştirilmesine yol açtı. Amerikan ekonomik ve teknolojik gelişmelerinin pek çoğu bu dönemde gerçekleşti. Soğuk Savaş boyunca, “komünizmi yenme” hedefiyle ve emperyalist çıkarları doğrultusunda, kitleleri etkileme ve kazanma politikası izledi ve denebilir ki bunda başarılı da oldu. Dünya jandarmalığını üstlendikten sonra, her yıl milyarlarca dolar parayı, başka ülkelerin pazarlarına sızmak, hükümetleri etkilemek ve satın almak, sosyalizm hedefli işçi hareketinin gelişmesine set çekmek, Sovyetler Birliği başta olmak üzere, sosyalist ve halk demokrasili ülkelerde sabotaj ve casusluk faaliyeti yürütmek, bu ülkelerin ekonomilerini yıkıma sürüklemek; işbirlikçilik-te yeterli ölçüde verimli olmayan hükümetlere karşı darbe tezgâhlamak vb. amaçlarla harcadı.
Batılı emperyalistlerin, sosyalizme karşı sürdürdükleri mücadelenin bir yanını, “çevre ülkeler”in SSCB’nin etkisinden kurtarılması oluşturuyordu. ABD emperyalizmi, önceleri sosyalizme karşı ve sonra da, “iki süper devlet”ten biri olan Rusya ile giriştiği etki alanı mücadelesi kapsamında, işbirlikçi güçler örgütleyerek, onları Rusya’ya karşı harekete geçirdi. İşbirlikçileri aracılığıyla Pakistan’ı kurdurdu. 1980’li yıllarda, Rus işgaline karşı yürüttüğü mücadele sırasında, bu mücadeleye sızan CIA aracılığıyla “Afgan mücahitleri”ni örgütledi, Afgan halkının Rus işgalcilerine karşı haklı eylemlerinin ardına gizlenerek, bölgede yeni işbirlikçi güçler örgütledi. Uzun süren savaş sonunda Rus birlikleri çekilirken, geride tahrip olmuş, ama aynı zamanda Batılı emperyalistlerin mevzi kazandığı bir ülke bıraktı.
Amerikan emperyalizmi, bugün, bölgedeki etkinliğini artırmak için, çıkarlarına hizmet eden herkesi kullanmaya, çelişki ve gerginliklerden yararlanmaya ve bu çelişkiler üzerinden hâkimiyetini güçlendirmeye çalışıyor. Batılı emperyalistler ve Rusya, bölge (ve dünya) halklarını savaş cehennemine sürmeye hizmet eden faaliyetlerini devam ettiriyorlar. İran-Taliban gerginliği, İran’ın Afganistan sınırına asker yığması, Türkiye’nin, Suriye sınırında tatbikat yapması ve savaş açacağı tehdidinde bulunması, bölgede gerginliği daha da artırdı.
ABD’nin başını çektiği emperyalist ve gerici “koalisyon” ordularının Irak’a saldırısından bu yana, Ortadoğu’daki istikrarsızlık ve kargaşa daha da arttı. İran, Irak ve Libya’nın ABD karşıtı bazı tutumları, bu ülkelerin “hizaya” sokulmalarını, emperyalist bir gereksinim olarak gündeme getirdi. ABD, Fransa, Rusya ve yer yer Almanya’nın itirazlarına karşın, Irak işgalini sürdürdü ve İran’ı da birçok kez tehdit etti. (ABD, günümüzün en büyük ekonomisine ve en yüksek zenginlik düzeyine sahip, dünyanın “tek süoer gücü”durumunda. Savunma harcamaları bütün öteki büyük emperyalist devletlerin harcamalarının toplamından daha fazla. Dünyanın her tarafında kara, deniz, ve hava saldırıları gerçekleştirme olanağı ve gücüne sahip bulunuyor ve teknolojik üstünlüğü elinde tutuyor. Amerikan popüler kültürü ve tüketim ürünleri, en uzak ve en dirençli toplumlara bile sızarak kültürel egemenliği sağlamış durumda.) ABD ya da diğer emperyalist ülkeler burjuvazisi için, önemli stratejik bölgelerin denetime alınması, rekabette üstün gelme ve üstünlüğü sürdürme, rekabet, çatışma ve gerginlik bölgelerinde rakipleri geriletme, dünya halklarının tepkilerini ve karşı eylemlerini engelleme vb. önem taşımaktadır.
ABD, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin başta olmak üzere emperyalist devletler, nükleer silah tekelini ellerinde tutarak, bunu, diğer ülkelere karşı bir tehdit gücü olarak kullanıyorlar. Pazarların ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi ve dünyanın paylaşılması mücadelesinde, gücün belirleyici bir etken olması nedeniyle, nükleer silahların yayılmasını önleme ve nükleer denemelerin yasaklanması iddiasıyla imzalanan anlaşmalar kâğıt üzerinde kalmakta ve çoğu kez, “anlaşmaların mimarı” büyük emperyalist ülkeler tarafından ihlal edilmektedir. (1963’te imzalanan 186 devletin imzası bulunan anlaşmada, 1996’da, tüm denemeleri yasaklar biçimde değişiklik yapıldı.) Hindistan ve Pakistan’ı, yaptıkları denemeler nedeniyle yaptırıma tabi tutan Amerikan emperyalizmi, Eylül ‘98’de kendisi, birden fazla sayıda nükleer deneme gerçekleştirdi. ABD, İngiltere, Fransa ve Çin, nükleer denemeleri sürdürüyorlar. Rusya dâhil bu ülkeler, nükleer teknoloji tekelini korumayı ihmal etmeden, taşeron olarak kullandıkları geri ve bağımlı ülkelerin işbirlikçi egemen sınıflarını, nükleer güçle donatmaktan geri durmuyorlar. İsrail bu tür örneklerden birini oluşturuyor. Türkiye, ABD’nin nükleer silah deposu durumunda. Pakistan, Güney Kore, Güney Afrika, Brezilya gibi ülkeler, önemli oranda ABD’nin desteğiyle nükleer silah üretme programları geliştirdiler. Büyük emperyalist ülkelerin yanı sıra birçok diğer ülke, nükleer teknolojiye ve nükleer silahlara sahip bulunuyor. Emperyalist burjuvazi, nükleer silah tekelini, hegemonya mücadelesinde rakiplere karşı tehdit unsuru ve geri ülkeleri daha fazla teslimiyete zorlamanın ve uşaklık ilişkilerini güçlü tutmanın araçlarından biri olarak kullanıyor.
Nükleer silahlara sahip olanlar, bunu “insanlığı nükleer bir felaketten kurtarmak için caydırıcı güce sahip olma zorunluluğu” ile Hindistan ve Pakistan örneklerinde olduğu gibi, nükleer silah geliştirmek üzere denemeler yapan diğerleri de, eylemlerini, “güçlü düşmana karşı caydırıcı olma” ve “kendini savunma hakkı” ile gerekçelendirmeye çalışıyorlar. Her yıl, 35 milyar doları silahlanmaya ayıran ve son elli beş yılda 5,8 trilyon doları, nükleer silahlar geliştirme programları çerçevesinde harcayan ABD’nin, ve bütçelerinin % 4’ü ile % 8’i arasındaki bölümünü silahlanmaya ayırarak, olası bir savaşta üstünlüğü sağlamaya hazırlanan emperyalist burjuvazinin ve yılda 7–8 milyar doları silaha yatıran geri ülkelerdeki emperyalizm işbirlikçilerinin, bunu barışı korumak ve sürdürmek için yaptıklarını ileri sürmeleri hiçbir inandırıcılık taşımıyor. Çelişkiler keskinleştikçe, silahlanmaya ayrılan para artıyor. Yoksulluk ve işsizlikle silaha daha fazla kaynak aktarma “at başı” gidiyor.
Bu gelişmeler, emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiğini ve stratejik tüm bölgelerde gerginliğin devam ettiğini, uluslararası her toplantıda, “barış ve dostluk” üzerine vaaz veren her türden burjuva politikacısının yalan söylediğini, kapitalizm dünyasında, barış, dostluk ve düşmanlık gibi kavramların pazar ve hegemonya mücadelesine bağlandığını, Balkanlar’da olduğu gibi, Ortadoğu ve Kafkasya’da da, halkların ve ulusların düşmanı emperyalist büyük devletlerin gelişmeleri yönlendirmeye çalıştıklarını ve kendi çıkarları yönünde dayatmalarda bulunduklarını göstermektedir.
b) Kapitalist istikrar üzerine burjuva yalanları, mali kriz ve çelişkilerin keskinleşmesi
Burjuvazi, kapitalist sömürü sistemini, ebedi bir sistem ve uygarlığın zirvesi olarak reklâm ederek, üretimin toplumsal karakteriyle üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti arasındaki çelişki tarafından belirlenen proletarya-burjuvazi uzlaşmazlığını ve bu çelişki nedeniyle kapitalizmin yıkılmaya mahkûm olduğu gerçeğini gizlemeye çalışmaktadır. Oysa proletarya ve burjuvazi arasındaki uzlaşmaz sınıf karşıtlığı, kapitalist emperyalizmi, er ya da geç, ama mutlaka yıkıma götürmektedir. Mali sermaye egemenliği altında, bütün toplum, içten içe kaynayan bir yanardağ gibi, patlama öğelerini biriktirerek, sömüren ile sömürülenin yeni bir toplumu doğuracak kavgasını hazırlar. Emperyalist kapitalist sistem, proletarya ile burjuvazinin çelişkisinin yanı sıra, bir avuç ileri emperyalist ülke ile bağımlı ve sömürge halklar arasındaki çelişki ve pazarların ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi için emperyalistlerin ve mali sermaye gruplarının sürdürdüğü rekabet nedeniyle de yıkılma tehdidi altındadır. Merkezinde proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin durduğu, bu çelişkiler, kapitalist istikrar ve ebedi sistem üzerine burjuva propagandasını geçersiz kılmaktadır. Dengesiz ve sıçramak gelişmenin belirlediği güç ilişkilerine bağlı olarak, paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması gündeme gelmekte; kapitalist rekabet ve etki alanı mücadelesi savaşların ve savaş tehlikesinin gündemde kalmasını sağmaktadır,
Mali sermaye egemenliği, başlı başına bir istikrarsızlık etkenidir. Sermaye ve üretimin merkezileşmesi ve yoğunlaşması; uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin, ezilen halklar ve uluslararası proletarya üzerindeki baskı ve sömürüsünün yoğunlaşmasına yol açmaktadır. Sürekli büyüyen yedek işgücü ordusu, açlık ve yoksulluk, kapitalizmin yol arkadaşları ve ürünleri olarak var olmaya devam etmektedir. Kapitalist dünya ekonomisi, 1,3 milyar insanın yoksulluk sınırlarında yaşamaya mahkûm edilmesi, 200 milyon çocuğun, yaşıyla uyumsuz, ağır işlerde çalıştırılması, 120 milyon işsizin açlıkla boğuşması, düşük ücret uygulaması, özelleştirme ve sosyal güvenlik alanındaki hakların gaspı, artan silahlanma ve bitmek bilmeyen bölgesel ve yerel çatışma ve savaşlarla birlikte anılırken; burjuvazi, bu sistemi, istikrar, bolluk, refah ve özgürlük sistemi olarak sunmaya devam ediyor. Kapitalizmin ürünü toplumsal sorunlar, burjuva propagandasını yalanlıyor. Gerçekte, burjuvazinin propaganda ettiği türden bir istikrardan söz etmek olanaklı değil. Dünyanın en gelişmiş ülkeleri dâhil, hiçbir ülkede, ekonomik istikrar yok. Aksine, istikrarsızlık ve kriz etkenlerinin artışından söz etmek daha gerçekçi. ‘98 Mali krizi bunu daha açık biçimde ortaya koydu.
Kısa bir zaman öncesine dek, ekonomilerinin güçlü olduğu ve herhangi bir krizden etkilenmeyecekleri propagandası yürüten çeşitli ülkelerin hükümet ve devlet yetkilileri, mali krizin yayılması ve uluslararası bir özellik kazanmasıyla birlikte, Japon ve Rus ekonomisini krizin sorumlusu olarak göstermeye başladılar. Dünya borsalarında baş gösteren mali kriz, kapitalist istikrar üzerine burjuva propagandasının inandırıcılıktan uzak olduğunu bir kez daha gösterdi. “Asya Kaplanları” adı verilen ve son on-on beş yılda, IMF politikalarının “başarıyla” uygulanmasına örnek gösterilerek, kapitalist emperyalizmin “sorunsuzluğu” propagandasına dayanak yapılmaya çalışılan Güneydoğu Asya ülkeleri 1997’de krize girdiler. Mali kriz, G. Kore’de üretimin tüm sektörlerini etki altına aldı. 98 mali krizi, Japon ekonomisinin devam eden durgunluk durumunu daha da ağırlaştırdı. Kriz, Amerika kıtasına da yansıdı ve Güney Amerika ülkelerinde etkili olmaya başladı. Japonya ve G. Kore gibi ülkelerde, mali kriz, son yıllarda etkisini gösteren aşırı üretim krizinin hem bir yansıması olarak gündeme geldi, hem de ekonominin tüm sektörlerini etkileyen bir yaygınlık gösterdi.
Meksika’yı bir yana bırakırsak, ilk kriz belirtileri “Asya kaplanları” olarak reklâm edilen ve IMF’nin dikte ettirdiği ekonomi politikayı uygulayan G. Kore, Malezya, Endonezya, Hong-Kong gibi ülkelerde ortaya çıktı. İçte halk kitlelerinin tüketimini, onları, temel ihtiyaç maddelerini alamaz duruma düşürerek kısıtlamaya, yatırımları durdurma ya da en alt düzeye düşürmeye ve bu temelde, sermaye yararına sağlanan birikimle iç ve dış borç ana para ve faizlerini halkın sırtından ödemeye ve ihracatı artırmaya dayanan bu politika, uluslararası ve işbirlikçi tekellerle kapkaççı-vurguncu spekülatörlerin kısa vadede rant ve faiz gelirlerini artırmalarına ve bu ülkelerin kaynaklarını yağmalamalarına yol açtı. Bu ülkelerin ekonomileri iyileşme bir yana, daha da kötüleşti. Asya ülkeleri paralarının dolar karşısında yüksek oranlı değer kaybetmesiyle ve öncelikle mali alanda başlayan kriz, kısa sürede bu ülkelerin tüm ekonomilerini etkiledi. IMF’nin “yardımlarına karşın, krizin büyümesi ve peş peşe gelen iflaslar engellenemedi. Emperyalist ülkelerden ve uluslararası tekellerden gelen borç ve kredilerin kullanımı ile sağlanan gelişme; bu gelişmenin istikrarsız ve sağlam bir ekonomik temelden yoksun oluşu ve dış borç, anapara ve faizlerinin ödenmesine ayarlanmış olması nedeniyle, çok geçmeden tersine döndü ve önce mali alanda ortaya çıkan kriz, giderek ekonominin tümünü sarsan bir krize dönüştü. Bu ülkelerin kaynakları, emperyalist sermaye yararına yağmalandı. Yüksek faiz geliri karşılığı akan sermaye, büyük vurgunlar sağlandıktan sonra ve krizle birlikte geri çekildi. İşletmeler kapandı, on binlerce işçi sokağa atıldı. Emekçilerin satın alma gücü düştü, yoksulluk arttı.
1992’ye kadar istikrarlı bir büyüme gösteren Japon ekonomisi, aşırı üretim nedeniyle son yıllarda ekonomik durgunluk ve düşüş içine girdi. Benzer bir durum Güney Kore’de yaşandı. (Japonya’da sanayi üretimi, 1996-97 döneminde % 3,4 oranında artarken; ‘1997-98 döneminde %10,4 ve 1998 yılı Ocak-Mayıs dönemi için % 8,6 oranında küçülme gösterdi. G. Kore’de sanayi üretimi 1996-97 döneminde % 6,8 oranında büyürken; 1997-98 Mayıs döneminde % 190,9 oranında küçüldü ve bu ülke son mali krizden en fazla etkilenen ülkeler arasında yer aldı.) ‘98 baharında Japon piyasalarında kriz işaretleri daha açık biçimde görülür hale geldi. Japon mallarının Amerikan pazarlarındaki yayılmasını sınırlamak üzere, ABD’nin yürüttüğü karşı faaliyet ve Avrupa’da özellikle Almanya’nın aynı doğrultudaki eylemi, Japon tekelleri aleyhine gelişmeleri etkiledi. Asya ülkelerindeki bunalım, Japon bankalarının bu ülkelere açtığı kredinin geri dönememesi, Japonya’nın krize doğru sürüklenmesinde bir diğer etkendi. Japonya, “Asya Kaplanları”ndaki krizin etkilerini dolaysız biçimde yaşayarak, krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri oldu. Önemli bazı şirketlerin de aralarında bulunduğu çok sayıda işletme iflas ederken, yen’in dolar karşısında değer yitirmesi, ihracatın gerilemesine yol açtı, yatırımlar kısıtlandı, işçi çıkarımı arttı, üretim geriledi, dış ticaret dengeleri Japonya aleyhine bozuldu, ihracat azaldı. Ekonomik gerileme ve durgunluk devam ediyor. Kriz Japon ekonomisini ciddi biçimde sarstı, hisse senetleri değerlerinde bir hafta içinde 240 milyar dolar değerinde düşme olduğu açıklandı. Japon bankalarının “şüpheli alacakları”nın 650 milyar dolara yükselmesi, banka sisteminde sarsıntılara yol açtı. Endonezya, Malezya, G. Kore, Tayland ve Çin’e açılan kredilerin geri dönmemesi, Japon banka sistemi için iflas tehdidi anlamına geliyor.
Mali kriz, Japonya ve Rusya ile ekonomik ilişki içindeki birçok ülkede, daha ilk günlerden itibaren ihracatın ve onunla bağlantılı olarak üretimin olumsuz etkilenmesine yol açtı. Dış borç yükü altındaki ülkeler krizden daha fazla etkilendiler. ABD ekonomik yönden hâlâ dünyanın “bir numarası” olmasına karşın ekonomi çevrelerinde mali krizin etkilerinin artışından duyulan korku giderek büyümektedir. (Sanayi üretimi 1996-97 yılında % 5; 1997-98 için % 4,4 ve 1998’in ilk üç ayı için % 5,5 oranında bir büyüme gösterdi.) Wall Street bir günde % 3 oranında değer kaybedince uluslararası piyasalarda büyük karışıklıklar yaşandı. New York Borsası’nda, 1929 bunalımından bu yana, en yüksek oranlı düşüşler görüldü.
Mali krizden en az etkilenenler ise, ekonomik büyümenin devam ettiği Batı Avrupa ülkeleri oldu. (Dünya üretiminin % 40’ına sahip OECD ülkeleri ekonomik bakımdan içinde bulunduğumuz dönemin en ‘istikrarlı’ ülkeleri durumunda. İngiliz ekonomisi 1997 yılında, 96’ya göre % 1,4 oranında büyüme gösterirken; bu oran 1997 Mayısı’ndan 98 Mayısına olan sürede 961,4 oldu. Alman ve Fransız ekonomisinde kriz göstergeleri henüz yok. Ancak buralarda da aşırı üretim söz konusu. Son on yıl itibari ile ortalama büyüme oranı% 2’den aşağı düşmedi. Fransız ekonomisi 96–97 yılında % 3,8; Nisan ayı itibariyle 98 Nisanına kadar % 5,1 ve 1998 Ocak-Nisan döneminde % 2,2 oranında büyürken; Alman sanayi üretimi 1996–97 için % 4; Nisan 97-Nisan 98 dönemi için % 6,5 ve 98 Ocak-Nisan dönemi için % 1,6 oranında büyüme gösterdi.) Buna karşın, mali krizin Asya, Latin Amerika ve Rusya’daki etkileri, Avrupa borsalarında paniklemeye yol açtı ve uluslararası piyasalarda, Rusya’da tahvillerin geri ödenme belirsizliği nedeniyle şaşkınlık yaşandı.
Rusya, IMF’nin 22 milyar dolarlık yardımına karşın, krize saplanmaktan kurtulamadı. Fiili devalüasyon, borç ödemelerinin 90 gün süreyle durdurulması (moratoryum), diğer ülkelerin ekonomik durumlarını olumsuz etkiledi ve ruble’nin dolar karşısında % 50’yi de aşan oranda değer kaybetmesi, hammadde kaynaklarının Batılı tekeller tarafından ele geçirilmesini daha da kolaylaştırdı.
Rus bankaları krizin etkilerini atlatmak için birleşme kararı aldılar ve Uneximbank, Most Bank ve Menetap, 19 milyar dolar tutarındaki dış borçlarını ödeyebilmek için birleştiklerini açıkladılar. Rusya Merkez Bankası, Eylül başında, “Borçlular ve Alacaklılar Kulübü” oluşturarak, Rusya bankalarının Batı bankalarına olan borçlarını ödeme planı yapacağını, devletin ticari banka borçları için sorumluluk kabul etmeyeceğini belirtti ve yabancı bankaların baskı yapmamalarını istedi. IMF daha önce, taahhüt edilen 11,2 milyar dolar kredinin ödenmesinin, “istikrar programının hızlandırılmasına bağlı olduğunu” açıkladı. Mali kriz siyasal alana da yansıdı ve hükümet değişikliğine gidildi.
Rusya ekonomisindeki krizin, uzun süredir, siyasal istikrarsızlık içindeki bu ülkede, siyasal çatışma ve çelişkileri daha da keskinleştirmesi, emperyalist burjuvazinin tedirginliğini artırdı. Kapitalizmin zaferinin gerçekte çürük ve kof olduğunu gören uluslararası burjuvazi, “Rusya’yı kurtarma” seferberliği ilan etti. G-7’ler olarak bilinen Batılı emperyalist ülkeler, “Rusya’nın kurtarılması” ya da Rusya emekçilerini daha fazla sömürmek ve zengin doğal ve hammadde kaynaklarını yağmalamak için harekete geçtiler.
’98 mali krizi ve bu krizin Japonya gibi dünyanın ikinci büyük ekonomik gücünü oluşturan bir ülke dâhil, birçok ülkede yarattığı etki, burjuvazi ve kapitalizmin her türden savunucularının sahte cennetinin nasıl bir şey olduğunu gözler önüne serdi. ( Rusya’da daha sosyalizmin ilk birkaç yılı sonunda,ağır olumsuz koşullara karşın, emekçi kitlelerin durumu bugünkünden daha iyiydi. Savaşa, ekonominin tahribine, ekonomik varlığın % 90’ının kaybedilmiş olmasına ve iç ve dış düşman saldırılarına karşın, 1930’lu yıllarda üretim ileri kapitalist ülkelerin düzeyine çıkmıştı. Bu, üretim araçlarının kolektif mülkiyetine ve proletaryanın iktidar aygıtını elinde tutmasına dayanan sosyalizmin ürünüydü.)
Rusya’da kapitalizme dönüşün bunalıma dönüş olduğu, fazla zaman geçmeden görüldü. Sosyalizmin tüm birikimlerinin yağmalandığı, kaynakların Batılı emperyalist tekellerin yağmasına açıldığı, üretimin çeşitli sektörlerinin topluca yerli tekelci azınlık tarafından ele geçirildiği Rusya’dan söz edince, bugün akla bunalım, açlık, yoksulluk, işsizlik, bir avuç asalak burjuvanın trilyonları cebe indirmesi pahasına on milyonların acınacak durumu; özelleştirme furyasıyla kaynakların yağmalanması, yolsuzluk ve soygun olayları gelmektedir. Burjuva araştırma kurumlarının verileri, Rusya’da 1989’dan sonraki 9 yıl içinde 250 milyar dolar değerinde ve yalnızca son kriz döneminde 40 milyar dolar civarında bir sermayenin dışarı çıktığını göstermektedir. Sosyalizmi yıkarak iktidarı ele geçiren yeni burjuvazi, tam bir oligarşik tekelci egemenlik kurmuş, büyük işletmeleri, petrol ve maden işleme tesisleri, askeri malzeme üreten fabrikaları, her biri milyonlarca baskı yapan yayın kuruluşlarını ele geçirmiştir. Tekelci mafya grupları biçiminde örgütlenen burjuvazi, işçi ve emekçilere karşı şiddet kullanarak, yüksek kârları cebe indirmekte ve vergi vermemektedir. Rusya’da özelleştirilen işletmelerin %80’i gizli zengin denilen yeni kapitalistlerin ve üst düzey bürokratların elinde bulunmaktadır. Ülkenin doğal zenginlikleri Batılı tekellerle birlikte bu “hırsız baronlar” tarafından yağmalanmakta, bir avuç dolar milyarderinin çıkarı uğruna yüz-milyonlarca işçi ve emekçi yoksulluğa ve bunalıma sürüklenmektedir.
Devam etmekte olan mali kriz, ekonominin herhangi bir sektöründe durağanlık, gerileme ya da kriz durumunun, bütün diğer sektörleri değişen yoğunluk ve ölçüde etkilediğini de gösterdi.
’98 mali krizinin yayılması ve neredeyse tüm ülkeleri (bugünden dünyanın üçte birini etkilemiş bulunuyor ve Çin gibi büyük pazarlara yayılması olanak dışı değil) etki altına almasının en önemli nedenlerinden biri sermayenin uluslararasılaşmasının günümüzde ulaştığı düzeydir. Uluslararasılaşma, dünyanın neresinde olursa olsun, ekonomik zincirin herhangi bir halkasında görülen kriz ya da gerilimin, zincirin tüm halkalarını değişen hız ve düzeyde etkilemesine yol açmaktadır. Genel olarak sermayenin, ve özel olarak spekülatif sermayenin uluslararası karakteri ve kapitalist uluslararasılaşmanın ulaştığı düzey, dünyanın herhangi bir bölgesinde patlak veren ekonomik, mali, politik olayların, dünyanın diğer bölgelerini ve uluslararası ilişkileri şu ya da bu ölçüde etkilemesini kaçınılmaz kılarken; burjuvazinin uluslararası karakter taşıyan bu türden gelişmelere müdahalesi de uluslararası özellik taşımaktadır. Asya-Pasifik bölgesinde patlak verip, Doğu Asya’yı ve Latin Amerika ülkelerini etkileyen ve Rusya’da tüm ekonomiyi sarsarak, dünyanın diğer bölgelerindeki kriz etkenlerinin gelişmesine ivme kazandıran son mali kriz, kapitalist emperyalizmin genel bunalımının bu özelliğini bir kez daha ortaya koydu.
Çeşitli ülke ekonomilerinin bir tek dünya ekonomisi içindeki unsurlar olarak birbirlerine bağlanması, geri ve bağımlı ülke ekonomilerinin emperyalizme ve uluslararası tekellere bağımlılığı, bu bağımlılık ilişkisinin, emperyalist ülkelerde ortaya çıkan ekonomik bunalım etkenlerinin geri ülkelere artarak yansımasına neden olması, çeşitli sektörler arasındaki, bağlanmanın kazandığı ileri boyutlar vb. nedenlerle, ekonominin şu ya da bu sektöründe görülen daralma ve durgunluk diğer dalları ve ülkeleri de etkilemektedir.
Daha fazla kâr ve bilinmeyen bir pazar için daha fazla üretim ve yığınların yoksulluğu; pazarların paylaşılmış olduğu bugünkü dünyada, ürün fazlalığı ve stokları gündeme getirmekte; emekçi kitlelerin yoksulluğu ve temel gereksinmelerini karşılayamamaları ile ürün bolluğu açık bir zıtlık içinde, yan yana durmaktadır. Kâr için durmadan üretme zorunluluğu ile üretilenin tüketilememesi, kapitalist pazarda dolaşım tıkanıklığının ortaya çıkması, üretici sermayenin artı-değerin bir bölümünü yeniden devreye sokarak, genişlemiş biçimde geriye dönmemesi, bunalım etkenlerinden biridir. Stoklanmış ürün, kapitalist için, ileride yüksek fiyatla satma ihtimali olmakla birlikte, istenilen bir şey değildir. Piyasanın ortalama kâra göre işlemesi, stoklara sahip işletmelerin aleyhinedir ve bunun için ürün kapitalistin elinde kalmamalıdır. Ürün stoklarının erimesi için, üretimin kapasitesi düşürülerek işçi çıkarımına gidilmesi veya fiyatların düşürülerek, fazla ürünün elden çıkarılmaya çalışılması; her ikisi de kapitalist için, istenmeyen zorunluluklardır. Kapitalist kâr ancak artı-değer sömürüsü süreklilik gösterdiği, sermaye, üretici sermaye olarak işlev gördüğü ve genişleyen yeniden üretimle arttığı zaman, güvencelenmiş olur. Artan miktarda sermayenin üretim dışı faaliyetlere yönelmesi, başlı başına bir istikrarsızlık ve çürüme nedenidir.
Mali sermayenin özel bir sermaye türü olarak ortaya çıkıp, tüm ekonomiye hakim olması, rantiyeciliğin büyümesine, kupon kesen, hisse alım satımıyla uğraşan ve borsa oyunlarıyla para kazanan spekülatörlerin faaliyetinin, “özel bir ekonomik faaliyet” olarak önem kazanmasına, sermayenin üretim sürecinde geri dönüş zamanının uzunluğu ve kâr oranındaki oynama nedeniyle, üretim dışı faaliyetlerin özel bir önem kazanması, kısa sürede katlanan rant ve faiz geliri, kapitalist ekonominin istikrarsızlığı ve bunalıma sürüklenmesinin etkenlerinden bir diğeridir. Emperyalizm koşullarında bu durum, kapitalizmin genel bunalımının temel etkenlerinden birini oluşturur.
Emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller, mali krizin daha fazla tahrip edici olmasını engellemek üzere, uluslararası mali kuruluşları harekete geçirerek bazı ortak önlemler almalarına ve ortak açıklamalar yapmalarına karşın, her biri kendi çıkarları doğrultusunda davranmakta ve aralarındaki çelişkilerin keskinleşmesine hizmet eden politikalar izlemektedirler. Mali sermaye ve uluslararası gericilik, mali krizden, tekel kârını artırmak için yararlanmaya ve krizin tüm yükünü emekçilere ve ezilen halklara yıkmaya çalışıyor. Krizin etkisine giren hemen tüm ülkelerde yeni zamlar, vergiler ve işçi çıkarmalar gündeme getirildi. Aynı gerekçeyle düşük ücret dayatılacak, yatarımlar kısıtlanacak ve zorunluluklardan söz edilerek, sosyal güvenlik kurumlarının tasfiyesi ve özelleştirme girişimleri artırılacak. Baskı ve saldırıların ekonomik alanla sınırlı kalmayacağı, hükümetlerin uygulamalarıyla açıklık kazandı. Mali krizin daha uzun bir süre ve ekonominin daha fazla sektörüne yayılarak devam etmesi, çelişkilerin daha da keskinleşmesine ve mali gruplarla emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilerin sertleşerek, politik alana da yansımasına yol açabilecek ve bundan en fazla zararı emekçiler görecektir.
c) Mali sermayenin artan saldırıları ve işçi-emekçi hareketi
Pazarların ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi için yürütülen gerici rekabetin, işçi ve emekçilere yönelik saldırıların artmasına yol açması kaçınılmazdı. Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde, sosyal haklara karşı girişilen saldırılar, artan işsizlik, ücretlerin düşük tutulması, emekçiler aleyhine yasaların ağırlaştırılması; Latin Amerika halklarına karşı ABD’nin artan baskısı, Amerikan hava ve deniz gücünün dünyanın hemen her tarafında tehdit edici korsan rolünde dolaşması, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’ya yönelik emperyalist hegemonya mücadelesinin kızışmasının bölge halkları için oluşturduğu tehdit, Türkiye, Rusya, G. Kore, Endonezya, Meksika ve Japonya’da, saldırıların yoğunlaşması, Almanya ve Fransa’da yasaların sertlik yönünde değiştirilmesi vb. gelişmeler bunu gösterdi. Kapitalizm işçi ve emekçilere baskı ve sömürüden başka bir şey vermiyor ve dünyanın hemen her tarafında, proletaryanın antikapitalist hareketi, kısa sayılamayacak yenilgi döneminin ardından yeniden yükselme ve ilerleme işaretleri verdiler. Rusya gibi ülkelerde, bu “tehlike” daha somut! Uluslararası gericilik, bunun için elindeki tüm silahlan devreye sokuyor ve özellikle ideolojik-politik saldırıyla kitleleri aldatmaya ve kapitalizme bağlamaya çalışıyor. Diğer kapitalist ülkelerde de, proletarya ve emekçilerin sömürü sistemine karşı devrimci bir ayaklanmasını önlemek için, burjuvazi, şiddet yöntemlerine daha fazla başvurmaktan, reformcu yollarla emekçileri düzene bağlamaya çalışmaya kadar bir dizi yönteme başvuruyor.
Ancak, ekonomik ve politik saldırı altındaki işçi ve emekçilerin kapitalist sömürüye ve burjuva sınıf baskısına karşı mücadelesi de devam ediyor. Dünyanın hemen her tarafında, siyasal baskıya, sosyal hakların gaspına, işsizliğe ve düşük ücret politikalarına karşı emekçi eylemleri yeni bir yükseliş içinde. Dünyanın hemen her tarafında, proletarya ve emekçi orduları, tekellerin ve burjuva diktatörlüklerinin saldırılarına karşı yeni bir mücadele dönemi açtıklarının işaretlerini veriyorlar. Fransa’dan Rusya’ya; Endonezya’dan Danimarka’ya; Yunanistan’dan Avustralya’ya yüz binlerin yükselen mücadelesi, dünya işçi ve emekçileri için de moral ve güç kaynağı oldu. Uluslararası sermayenin artan baskısı ve “yeni dünya düzeni” propagandasıyla birlikte yoğunlaştırılan saldırı dalgasının, bir dönem için geri attığı emekçi kitle hareketi, son yıllarda, işçilerin öncülüğünde yeniden yükseliş içine girdi. Düşük ücret, çalışma saatlerinin uzunluğu, sosyal hakların kısıtlanması ya da bütünüyle gasp edilmesi, işten atma ve temel tüketim maddelerine yapılan zamlar, Asya, Avrupa, Amerika ve Afrika’da birçok ülkenin işçi ve emekçilerinin protestolarıyla karşılandı. Fransa ve Almanya’da yüz binlerce emekçi sokaklara döküldü. Belçika’da dört yüz bin kişi yürüdü. ABD’de, dünyanın en büyük otomotiv tekellerinden General Motors’da 9200 işçinin başlattığı ve sonraki günlerde daha fazla işçinin katılmasıyla etkisi daha da artan grev, tekelin tüm fabrikalarında üretimin aksamasına yol açtı. İngiltere’de 12 bin demiryolu işçisi, ücretlerinin düşürülmesi ve çalışma koşullarının ağırlaştırılmasını protesto ederek, haftalık çalışma süresinin 35 saate indirilmesi için greve gittiler. Liverpool Liman İşçilerinin yıllarca süren eylemi, tüm dünya işçi ve emekçilerinin ileri kesimlerinin desteğini buldu. Avustralya Liman İşçileri, Liverpool direnişinden öğrendiklerini ilan ederek, hakları için eyleme geçtiler. Danimarka’da 500 bin kişi sokağa çıktı. İtalya’da 300 bin işçi ve emekçi, Romano Prodi hükümetinin ekonomi politikasını protesto ederek, taleplerinin dikkate alınmaması durumunda genel greve gideceklerini ilan ettiler. Rusya’da aylarca ücret alamayan maden işçileri Duma’yı basarak, Yeltsin’in istifasını istediler. İspanya’nın başkenti Madrid’de 40 bin işçi, haftalık çalışma süresinin, ücretler aynı kalmak üzere 35 saate düşürülmesi talebiyle alanlara çıktılar. G. Kore’de, işçiler ve gençler birçok kez polisle çatışarak talepleri için direnişe geçtiler. Güney Afrika’da 50 bin otomotiv işçisi, ücret artışı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle greve gitti. Yunanistan’da öğretmenler ve diğer kamu çalışanları genel greve gittiler. Kolombiya ve Ekvador’da, hükümetin ekonomi politikasını protesto eden birer milyon işçi ve emekçi genel grev gerçekleştirdi. Türkiye’de yüz binlerce işçi ve emekçi, hükümetin politikalarını ve sermaye baskılarını protesto etmek için birçok kez alanlara çıktı, işçilerin ve kamu çalışanı emekçilerin eylemleri aralıklı olarak devam ediyor. Fransa ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde kamyon sürücüleri, çalışma saatlerinin uzunluğunu protesto ederek genel bir direniş örgütlediler. Fransız işçilerinin, hemen her seferinde tüm Avrupa ülkelerinde yankı bulan ve işçi hareketinde ilerletici bir rol oynayan eylemlerinin ardından Almanya ve Belçika’da da yüz binler sokağa döküldü. Fas, Tunus, Cezayir gibi ülkelerde, emekçiler zamlara karşı protestolar ve grevler gerçekleştirdiler. Kolombiya’da, Barencabermeja kentinde, devletin saldırılarını protesto eden on bin köylünün gösterisini petrol işçileri, iş bırakarak desteklediler, İsrail’de öğretmenler genel greve gitti. Kamyoncular, iş saatlerinin düşürülmesi talebiyle ve Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde topluca iş bıraktılar.
32 yıllık Suharto diktatörlüğüne karşı, başkent Cakarta’da başlayan halk ayaklanması diğer önemli kentlere de yayıldı. Ayaklanmacıların, örgütsüz yığınların pratiğini sergilemeleri, Suharto diktatörlüğünün temel dayanağı faşist ordunun halk üzerindeki etkisi ve ABD emperyalizminin müdahalesiyle Yusuf Habibi’nin başkanlığa getirilmesi sonucu yatıştırıldı. ABD ve işbirlikçileri, halkın öfkesini yatıştıracak ve diktatörlüğün önemli darbeler yemeden devam etmesini sağlayacak, “liderlik” ya da yönetim değişikliğini gündeme getirdiler. CIA ve Pentagon planlamasıyla işbaşına gelerek yüz binlerce işçi ve emekçiyi; devrimci ve sosyalisti katlederek, faşist rejimi sürdüren, emperyalist burjuvazinin ve ABD tekellerinin çıkarları doğrultusunda Endonezya emekçilerine zulmeden faşist Suharto görevden alındı. Amerikancı diktatörlük, Endonezyalı işçi ve emekçilerin politik örgütlenmesinin geriliği gibi nedenlerle, ciddi darbeler almadan, kendini sürdürme olanağı buldu.
Cakarta’daki ayaklanma, ABD emperyalist burjuvazisi ve Suharto gericiliği başta olmak üzere, emperyalistlere ve bütün ülkelerin gerici sınıflarına, o “korkunç son”u bir kez daha anımsattı. “Sosyal patlama tehlikesi”ne karşı sürekli silahlanan tekelci burjuvazi, devrim ve sosyalizmin gündemden kalktığı üzerine propagandaya karşın, azgın kapitalist sömürü ve baskı altındaki proletarya ve ezilen halkların, kurtuluş için ayağa kalkmalarının kaçınılmazlığını biliyor. Cakarta’da başlayıp, Endonezya’nın önemli kentlerine yayılan başkaldırı, ne denli örgütsüz ve hedefleri bakımından bulanık ya da belirsiz görünse de, bu sona işaret eden yeni bir deneydi.
Ya kapitalizm ya sosyalizm tartışması, 98 mali krizi nedeniyle, bir kez daha, -ancak eskisinden daha yaygın biçimde-, gündeme geldi. Mali krizin etkisindeki ülkelerde ve Rusya gibi, ekonomik ve politik kargaşanın devam ettiği ülkelerde krizin etkilerini en fazla hissedenler, kaçınılmaz olarak işçi sınıfı ve ezilen halk kitleleri oldu. Asya’da kriz nedeniyle on milyon işçi işsizler ordusuna katıldı. Rusya’da gıda maddeleri ithalatında görülen zorluklar, devrim öncesi Rusyası’nın en önemli sorunlarından biri olan açlığı yeniden somut bir tehdit olarak gündeme getirdi. Bütün temel tüketim maddelerinin fiyatları arttı. Emekçiler, en zorunlu ihtiyaç maddelerini almak için, kuyruklarda sabahlıyor. Burjuva kurumların anketleri, halkın % 65-70’inin, Yeltsin kliğinin çekilmesini istediğini gösteriyor. Rusya Parlamentosu’nda Yeltsinciler, faşistler ve sahte komünistler, bir ucu halk kitlelerini aldatmaya dönük ikiyüzlü politik düello içinde.
Batı emperyalizminin Rusya’da kapitalizmi sürdürmek üzere besleyip büyüttüğü yerli büyük burjuvazinin iktidardaki temsilcisi Yeltsin’in ve temsil ettiği kliğin, geniş halk kitleleri tarafından hain olarak görülmesi, Rus işçi sınıfıyla emperyalist iç ve dış tekeller arasındaki çelişkinin daha da keskinleşmesi, sosyalizmin yaşandığı bir ülkede, bugün, henüz burjuvaziyi devirecek sınıfın örgütlü politik hareketi somut bir tehdit olarak ortaya çıkmasa da, sosyalizmi akla getiriyor.
Burjuvazinin, iktidarını korumak için feda etmeyeceği bir “değer”in olmadığı, tüm güçlerini seferber ettiği, savaş entrikaları dahil, her araç ve yöntemi devreye koyduğu, hemen her önemli halk başkaldırısı tarafından yeniden tanıtlanmaktadır. Proletarya ve emekçilere karşı, burjuvazinin amansız saldırısı, onun sert darbelerini püskürtmek için, ezilenlerin örgütlü bir güç halinde hareket etmelerinin ilk koşul olduğunu ortaya koyuyor, iktidarın alınmasını hedefleyen proletarya ve emekçi mücadelesinin, işçi sınıfı ve emekçiler içinde sağlamca örgütlenmiş politik devrimci bir parti olmaksızın başarıya ulaşamayacağı, son yılların uluslararası işçi eylemleri ve Arnavutluk, Zaire ve Endonezya’daki ayaklanmalar tarafından yeniden kanıtlandı.
B) TÜRKİYE’NİN AĞIRLAŞAN SORUNLARI: EKONOMİK-POLİTİK İSTİKRARSIZLIK VE İŞÇİ HAREKETİ
Türkiye gericiliği, ekonomik ve politik alanda önemli sorunlarla karşı karşıya bulunuyor. Genel olarak ele alındığında, Türkiye’nin sorunları, emperyalist kapitalist sistemin sorunlarından ayrı ya da farklı değil. Ancak, Türkiye’nin, emperyalist hegemonya mücadelesinin en keskin biçimler aldığı bir bölgede yer alması, iç ve dış sorunlarının ağırlaşmasına yol açmaktadır.
Türkiye, bölgedeki tüm komşularıyla, önemli politik çelişkilere sahip bir ülke durumundadır. Yunanistan, Suriye, Irak, İran gibi sınır komşularıyla ve Rusya, AB üyesi ülkelerle küçümsenemez ve kısa sürede çözümü olanaklı olmayan sorunları var. Batılı emperyalistlerin Ortadoğu ve Kafkasya’ya yönelik emellerine hizmet eden, şantaja dayalı ve saldırgan bir dış politika sürdüren ve Kuzey Irak’ı askeri sefer yolu haline getiren Türkiye gericiliği, ABD emperyalizminin Ortadoğu taşeronluğunu, içerde halk kitlelerine karşı bir manipülasyon ve bastırma aracı olarak kullanmaktadır. ABD’nin bölge taşeronluğunu üstlenmiş olması, komşu ülkelerle sorunlarını ağırlaştırıcı bir rol oynamakta, onu etki alanları mücadelesine katılmaya itmekte ve bunun sonuçları içerdeki sorunların ağırlaşmasında rol oynamaktadır.
Uluslararası sermayenin, IMF-Dünya Bankası gibi mali sermaye kuruluşlarının dayattığı ekonomi politika ve program, örnekleri Güneydoğu Asya’da görüldüğü gibi, ekonomik istikrarsızlığı artırmakta, yoksul ile zengin arasındaki uçurumun açılmasına, işsizliğin ve pahalılığın artarak sürmesine yol açmakta, bu ise, işçi ve emekçilerle işbirlikçi burjuvazi arasındaki çelişkiyi daha da keskinleştirmektedir.
Burjuvazi, işçi sınıfı ve kent ve kır emekçilerinin artan sömürülmesi pahasına ödenen dış borçların 95 milyar doları bulduğu, büyük faiz ve rant vurgununun gerçekleştirildiği iç borçların 9 katrilyona yükseldiği, dış ticaret açığının 23 milyar dolar, bütçe açığının 1,5–2 katrilyon, enflasyonun Eylül ‘98 itibariyle % 85 civarında gerçekleştiği, 6 milyon civarındaki işsiz sayısının büyümeye devam ettiği bir ekonomik durumu “istikrar ve iyileşme göstergesi” olarak sunuyor, işbirlikçi burjuvazi ve uluslararası kuruluşlar, Türkiye’nin yüksek faizli dış borçlarını ödeme sadakatini, holding patronları ve spekülatörlerin yüksek kâr ve rant vurgununu, ya da enflasyon oranında birkaç puanlık düşüş sağlanmasını “ekonomik iyileşme” belirtisi sayıyorlar.
Türkiye, emperyalist ülkelere ve uluslararası sermaye kuruluşlarına borçlarını, faizleriyle birlikte düzenli ve aksatmaksızın ödeyen ülkelerin başında gelmektedir. Ortalama yıllık ödenen dış borç miktarı 6–7 milyar doları bulmakta, ödemeler, proletarya ve halk kitlelerine karşı izlenen aşırı sömürü politikası sonucu gerçekleşmektedir, işçi ücretleri düşük tutulmakta, dört buçuk milyon kişi, asgari ücretle ve sosyal güvenlikten yoksun olarak çalıştırılmakta, on bir milyon kişi yoksulluk sınırları altında, açlık ve sefaletle yüz yüze yaşamaya mahkûm edilmekte, kamu emekçilerine % 20-% 30’luk sözde ücret ve maaş artışı dayatılmakta, fiyat artışları ve zamlar birbirini izlemektedir.
Dış ve iç borç anapara ve faizlerinin ödemelerine ayarlanmış Türkiye ekonomisinin sorunları, 98 mali krizinin etkisiyle daha da ağırlaşmıştır. Mali kriz nedeniyle ve borsada yatırım yapan yabancı sermayenin döviz olarak çekilmesi sonucu, döviz rezervleri iki hafta gibi kısa bir süre içinde 26 milyar dolardan 21,9 milyar dolara geriledi. İMKB iki ayda % 53,3 oranında düştü ve aynı süre içinde hisse senetleri değeri 13,5 milyar dolardan 6 milyar dolara geriledi. İhracat pazarlarındaki daralma ve iç piyasalardaki durgunluk (yoksulluk, tüketimin azalması) nedeniyle, bazı sektörlerde (deri ve tekstil) satışlar % 50 oranında gerileme gösterdi ve işten atmalar arttı. Otomotiv sektöründe satışlar düştü. Faiz oranları Ağustos sonu itibariyle % 130’a, Eylül’ün ilk günlerinde % 143’e fırladı. Krizin “Türk ekonomisiyle ilgili olmadığını açıklayan hükümet”, işçi ve emekçilere yeni yükler bindiren ve sermaye yararına yeni olanaklar ve kolaylıklar sağlayan yeni önlemler aldı. Büyük sermaye ve bankalar yararına vergi kesintileri ve stopajlar sıfırlandı. Uluslararası tekeller, büyük bankalar ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin en büyükleri başta olmak üzere rantiyeler, faiz gelirlerinin vergi dışı tutulmasıyla 900 trilyon lirayı bir hamlede kasalarına indirdiler. Merkez Bankası’nın bankaların vadeli döviz alım-satımlarına müdahalesi durduruldu. Kamu tahvillerinin alım-satımında alınan % 5 banka ve sigorta muameleleri vergisi % 1’e indirildi. Bu da yetmedi. Özelleştirme İdaresi fonundan borsaya 100 trilyon aktarılması kararlaştırıldı. Tekellerin çıkarları yönünde izlenen ekonomi politika, işçilere, kamu emekçilerine ve küçük üreticilere ağır yükler getirmektedir. Ücret ve maaşlar, % 85–90 civarındaki enflasyon karşısında erimesine karşın, hükümet, “kriz” edebiyatıyla emekçilerin taleplerini reddetmektedir.
İşbirlikçi burjuvazi ve emrindeki asalaklar sürüsü, enflasyon artışı, borçlanma ve işsizlikle işçi ücretleri arasında tersten bir ilişki kurarak, her fırsatta, ücret ve maaşlardaki artışın tüketimi ve enflasyonu azdıracağı propagandası yürütmektedirler. Artı-değer sömürüsüyle gerçekleşen burjuva zenginliği ve sermayenin daha küçük bir kesim elindeki birikimi ve yoğunlaşmasıyla yoksulların sayısındaki artış ve işsizlik, karşıt uçlarda devam etmektedir. İşçiler ve işsizler, kır ve şehrin tüm yoksulları ve emekçiler temel gereksinmelerini karşılayamamaktadırlar. Sömürücü egemen sınıflar, devlet asalakları güruhu, emperyalist kapitalizmin ve faşizmin hizmetindeki burjuva aydınları, bankaların ve büyük kapitalist işletmelerin reklâmcıları, pazarlamacıları ve tekellerin her türden uşakları ise emekçilerin sırtından vurgunlar sağlayarak gününü gün etmektedirler. Bakanlar, milletvekilleri, generaller, genel müdürler, bankaların yönetim ve denetim kurulları üyeleri, burjuva basın-yayın organlarının dolar maaşlı yazar ve yorumcuları, halk kitlelerinin yoksulluğu ve işçi sınıfının azgınca sömürülmesi pahasına sürdürdükleri lüks yaşamı gizlemek üzere, işçi ücretlerini ve emekçilerin zorunlu (ve yetersiz) tüketimlerini istikrarsızlık ve enflasyon artışının nedeni olarak göstermektedirler.
a) Emperyalizm hesabına taşeronluk ve “bölge gücü” rivayeti
İşbirlikçi burjuvazinin politik ve askeri temsilcileri, Türkiye’nin, Balkanlar’dan Kafkasya’ya uzanan stratejik alanda, etkin ve söz sahibi bir bölge gücü olması için gerekli tüm koşulların mevcut olduğu; Türkiye’nin stratejik öneminin, “soğuk savaş”ın sona ermesinden sonra daha da arttığı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, “bağımsız” devletler olarak şekillenen Orta Asya “Türkî Cumhuriyetler” ile Türkiye’nin “ortak kültürel-milli değerleri”nin, söz konusu rolün devamı için yeni olanaklar sunduğu, petrol ve doğalgaz gibi zengin hammadde kaynaklarına sahip bu ülkelerin pazarlarına girişi olanaklı kıldığını ileri sürmektedirler. Bu “etki” ve “ortak kültürel bağ”ın, Batılı emperyalist ülkelerle ilişkilerde, yararlanabilir bir olanak olarak kullanılabileceği belirtilmekte, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” söyleminde ifadesini bulan şoven propaganda, bu “olanaklar” üzerinden güçlendirilmeye çalışılmaktadır.
Türkiye’nin bölge ve uluslararası ilişkilerinin gerçek durumu ise, olanaklar üzerine dayanaksız burjuva propagandasını yalanlamaktadır. Türkiye’nin ekonomik, politik ve askeri olarak bölgede söz sahibi bir güç haline geldiği ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası”nın mimarı olarak, önünde büyük olanaklar ve geniş bir alan bulunduğu yönündeki gerici burjuva propagandası gerçeği yansıtmıyor. Kapitalizme açılan “Doğu pazarı”nda, yeni kaynak ve ucuz işgücü olanağını elde eden, Türkî Cumhuriyetleri’nin ve İslam ülkelerinin “büyük ağabeyi” rolünü oynayan Türkiye gericiliği değil, Batılı emperyalist burjuvazidir. Emperyalist büyük devletlerin en önemli kapışma bölgelerinden biri olan Ortadoğu ve Kafkasya’da, “pastadan pay alma”yı belirleyen şey, sahip olunan politik, ekonomik ve askeri güçtür. ABD’nin ve diğer büyük emperyalist devletlerle uluslararası tekellerin etki alanı mücadelesine giriştikleri bu bölgede, Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ve taşeronluk rolü üstlenerek kırıntı peşinde koşan bir ülkenin, hâkimiyet mücadelesi yürüten emperyalistlere karşın, söz konusu pazardan yararlanma olanağı son derece az ya da hiç yoktur. Bu gerçek, Türkiye gericiliğinin “Türkî kardeşler” üzerine planlarının, petrol ve doğalgaz boru hattı görüşmeleri ve buğday ve pamuk alanlarından yararlanma projeleri kapsamında, boşa çıkmasıyla bir kez daha kanıtlandı. Petrol ve doğalgaz boru hatları için sürdürülen pazarlık ve görüşmelerde, Türkiye lehine bazı küçük adımların atılması, ancak devreye ABD emperyalizminin girmesiyle mümkün olabildi. Türkiye egemen sınıfları, bölgede, ancak ABD emperyalizminin Ortadoğu ve Kafkasya’ya yönelik emellerine hizmet eden saldırgan ve şantajcı bir dış politikayı sürdürdüğü; emperyalist burjuvazinin taşeronluğunu yaptığı oranda “söz sahibi” olabilmektedir. (Bölge gücü olma olanakları üzerine burjuva vaazını sürdüren Türkiye gericiliğinin, ABD emperyalizminin planları doğrultusunda İsrail Siyonistleriyle savunma ve askeri işbirliği anlaşması imzalayarak, Arap halklarına karşı bir mevziiye daha fazla yerleştiği, ABD’nin saldırıları ve öncülüğünü yaptığı gerici yaptırımlarla “kolu kanadı kırılan” Irak’a karşı belli bir mevzii kazandığı ve Irak Kürt topraklarına düzenlediği askeri harekâtları birer savaş tatbikatı olarak değerlendirerek yeni savaş teknikleri geliştirdiği söylenebilir. Türkiye egemen sınıfları, ABD emperyalizminin savaş arabasına bağlanarak, 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve sosyalizmin yenilgiye uğratılması için yakın komşu olarak faal bir rol oynadılar ve kapitalist emperyalizmin bu hedefine ulaşmasıyla, emperyalist burjuvazi nezdinde uşaklık sadakatini ispatladılar. Türkiye gericiliği, kapitalist “Türkî Cumhuriyetler” olan Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Çeçenistan gibi ülkelerle belirli bir ilişkiye sahip olması nedeniyle güç ilişkilerindeki değişikliklere ve emperyalistler arası yeni kapışmalara bağlı olarak, bu bölgede bazı yeni olanaklara kavuşabilir.)
Türkiye gericiliği, İsrail işbirliğiyle Arap, Filistin ve Kürt halklarının öfkesini kazanmıştır. Türkiye, bölge halkları tarafından, Batılı emperyalistlerin saldırgan bir öncü kuvveti olarak görülmektedir ve bu durum, “bölge gücü olma” hayal ve planlarının önündeki önemli engellerden birini oluşturmaktadır. Emperyalistlerle girilen uşaklık ilişkisi, ülkenin emperyalizmin açık pazarı haline getirilmiş olması ve ABD’nin çıkarlarına -ki bu bölge halklarına düşmanlık çizgisidir- bağlanarak izlenen bölge politikası, Türkiye’nin en önemli açmazlarından biridir. On milyonlarca emekçinin yoksulluğa itilmesi pahasına, savaş araçlarıyla donatılan askeri kuvvetlerin, bölgede halk kitleleri ve komşu ülkeler karşısında bir saldırı ve imha gücü olarak yeniden organize olmasının emekçi kitlelere herhangi bir yararı yoktur. ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda bölgede üstlenilen taşeronluk rolü, emekçi kitleleri nereye varacağı belirsiz askeri maceraların kurbanları durumuna düşürmektedir.
b) Siyasi istikrarsızlık ve tank paletlerinde istikrar arayışı
Uzun süredir ekonomik ve politik istikrarsızlık içinde bulunan Türkiye’de, işçi ve emekçilerin düzen partileri ve kurumlarından uzaklaşmaları ve gericiliğin güçleri arasındaki çelişkilerin derinleşmesi, işlerin eski tarz yürütülememesi, bir devlet operasyonu gereksinimini doğurdu. 28 Şubat ‘97’de, MGK ve generaller, siyasal istikrarsızlığa son vermek üzere, sistemin ve devletin reorganizasyonunu hedefleyen yeni bir hamle yaptılar. Türkiye gericiliğinin, ABD emperyalizminin bölge ve dünya politikasına daha fazla bağlanması ve bir süre öncesine kadar dış ilişkilerde nispeten kullanabildiği kartlarını kaybetmesi, Ege ve Kıbrıs’ta Yunanistan’la, Kürt sorunu nedeniyle Irak ve Suriye’yle ilişkilerinin gerginleşmesi, içerde işçi ve emekçilere karşı sürdürdüğü baskı ve şiddet politikasının yığınların ileri kesimlerini mücadeleden alıkoymada yetersiz kalması, “demokratikleşme” üzerine yıllardır sürdürülen burjuva vaazının inandırıcılığını yitirmesi, emekçi kitlelerin devlet ve düzen kurumlarından uzaklaşma eğiliminin artarak devam etmesi, düzen partileri ve kurumlarını saran çürüme ve gericiliğin güçleri arasında giderek artan çekişme ve çatlaklar, işbirlikçi sermaye gruplan arasındaki ilişkileri sarstı ve çelişkileri artırıcı bir rol oynadı.
MGK ve generaller, “İç ve dış tehdit konsepti”nde değişiklikler olduğunu ileri sürerek, yürüttükleri operasyonun, emekçi kitlelerin tepkisini çekmeden ilerletilmesi ve sonuca ulaştırılması için, çeşitli “savaş hileleri”ne başvurdular. Kullanabilecekleri her araç ve olanağı en etkili tarzda kullanmak üzere, emekçilerin politik gelişmelere ilgi ve tepkilerinin düzeyini gözeterek, gericiliğin güçlerini birleştirip seferber etmek üzere, harekete geçtiler. Generaller, önceki darbe ve müdahalelerin deneylerinden yararlandılar; uluslararası konjonktürel gelişmeleri ve ülkenin ekonomik ve politik durumunu, emekçi kitlelerin tutumlarını ve emekçi hareketinin boyutlarını özenle irdelediler ve emekçilerin ileri kesimlerinin ve aydın çevrelerin saflarında bulanıklık, tereddüt ve bölünmeye yol açabilecek sorunları, politik konumlarını güçlendirmek üzere kullandılar.
Generallerin ve MGK’nın, iç tehdit unsurları arasında “irtica”yı baş sıralara almaları, sistem muhalifi çevrelerde ve çeşitli politik kümelenmeler ve gruplar içinde kargaşa ve bulanıklıklar yaratarak, kitlelerin hareketinin sömürü sistemine ve faşist baskı mekanizmasına yönelmesine set çekme gibi bir amaç da taşıyordu. Refah-yol Koalisyonu’nun, dini, politikanın aracı olarak kullanması,. Erbakan’ın Başbakanlıkta tarikat şeyhlerini toplantıya çağırması, RP’li belediyelerin şeriatçı toplantı ve eylemleri, RP yandaşı politikacıların, düzenlenen gecelerde laiklik karşıtı sloganlar haykırmaları, cuma namazlarının şeriatçı gövde gösterilerine dönüştürülmesi, vb. eylemlerin, emekçilerin önemli bir kesiminde ve burjuva liberal çevrelerde yarattığı tepkinin farkında olan generaller, “laik devletin korunması” söylemiyle, şeriatçılık karşısında duyarlılığı bulunan burjuva liberal çevreleri, başlıca burjuva basın yayın organlarını, üniversite çevrelerini ve yargı kurumlarını harekete geçirdiler.
Genelkurmay yönetiminde TSK’nın politik yaşama doğrudan müdahalesinin bir hamleden ibaret olmadığı ve bir süreci kapsadığı son iki yıl içindeki önemli tüm politik gelişmeler ve iç ve dış politikada “askerin oynadığı rol tarafından kanıtlandı. Düzen kurumlan ve üstyapıdaki çözülmeyi durdurmayı, gerici politik kurum ve güçler ilişkisini yenilemeyi de içeren generaller yönlendirmesindeki politik operasyon devam etmektedir. Bir yanında işbirlikçi büyük burjuvazinin “köklü” ailelerinin, onların holdinglerinin ve generallerin durduğu, ve diğer yanında son yıllarda artan spekülatif sermaye hareketinden de yararlanarak kısa zamanda büyük vurgun sağlayan ve hızla gelişen, -bir bakıma yeni yetme- “İslami” büyük sermaye holdinglerinden güç alan ve devletin temel kurumlarının denetimini zorlayan, bu denetim dışına çıkma gücüne -emekçilerin ekonomik ve siyasal talepleri ve inanç ve dini duygularını istismar temelinde-, ulaşan RP ve destekçisi tarikatların bulunduğu gericilik içi çelişme, henüz sonuçlanmış değildir. TİSK’in, “siyasi ve ekonomik istikrar için güçlü hükümet” isteği doğrultusunda çalışmaları sürüyor. Generaller, kendi denetimleri altında iş görecek, “sağı ve solu birleşmiş iki güçlü partinin temsil ettiği, demokratik parlamenter sistem”den yana olduklarını propaganda ediyorlar. İki partili “güçlü parlamenter yapanın ve “başkanlık sistemi”nin oluşturulması yönündeki “telkinler” devam ediyor. Politik sistemin istikrarı için, MGK’nın direktifleri doğrultusunda çalışacak “iki, güçlü parti”nin varlığına “icazet veren” bir seçim sistemi hedefleniyor. İç ve dış politikada bütün önemli ve belirleyici kararların alınmasında generallerin damgası var. Devlet kurumları ve düzen partilerinin halk kitleleri nezdindeki güven yitiminin, şiddeti artırmakla giderilemeyeceğini bilen egemen sınıflar ve generaller, bir yandan emekçilerin, -özellikle de ileri kesimlerinin- saflarında yeni bölünmeleri sağlamaya çalışırken, diğer yandan onları düzene ve düzen partilerine bağlamak üzere, acil taleplerini ikiyüzlüce kullanıyorlar. Aynı amaç doğrultusunda ve gericiliğe bir nefes molası sağlamak üzere erken seçimler gündeme getirildi. Burjuvazinin uzun erimli sınıfsal çıkarları, düzen partilerinin “ekonomik ve politik iyileştirme” vaatleriyle emekçilerin karşısına çıkmalarını zorunlu kılıyor. Halka karşı kontra çeteleri biçiminde örgütlenen düzen güçleri, kapitalist çürümenin doruğa ulaştığı bir dönemde, dürüstlük, huzur ve güven yalanıyla emekçileri yeniden kazanmaya çalışıyorlar. Halkı, faşist terörle sindirme politikasının şampiyonu Çiller yönetimindeki DYP, Türkeş artığı BBP ve gerici-dinci FP(RP), “demokrasi cephesi”(!) kurarlarken; ANAP ve DSP, “demokratik reformlardan ve “ekonomik iyileştirme”den söz ediyor; emekçilerin faşist baskı ve yasaklar altında bunaldıklarını bilen ve egemen sınıfların dönemsel gereksinimleri ve planlarını gözeten bir tutum içindeki CHP yöneticileri “demokratikleştirme” raporlarıyla yeniden güç toplama çabasındalar. Generaller, işbirlikçi gerici güçleri birleştirerek ve parlamento ve hükümeti, üniversiteleri, basını ve tüm diğer düzen kurumlarını, kumandaları altında koordineli harekete sürerek, işçi ve emekçilere karşı ekonomik ve politik yaptırımları başarıyla sürdürmeye, emekçi örgütlerini zayıflatıp dağıtmaya ve onları mücadele araçlarından yoksun kılmaya çalışıyorlar.
İşçi ve emekçiler yoğun baskı altında. Ekonominin kilit sektörleri yabancı ve işbirlikçi tekellere peşkeş çekiliyor. Ülke emperyalist büyük devletler ve uluslararası tekellerin açık pazarına dönüştürülmekte. Kürtlere ve bütün işçi ve emekçilere yönelik saldırılar aralıksız devam ediyor. Özelleştirmenin hızlandırılması, sosyal güvenlik kurumlarının tasfiye edilmesi, sendikaların daha fazla güçsüzleştirilmesi, işçi sınıfının politik mevzilerinin zayıflatılması ve çökertilmesi, faşizme karşı mücadele potansiyeli taşıyan güçlerin etkisiz hale getirilmesi, Kürt sorununun ve emekçilerin demokrasi taleplerinin püskürtülmesi ya da geriye atılması, faşist operasyonun önemli hedefleri arasındadır. Mahkeme salonlarında, yargıçların ve savcıların gözü önünde işkenceci ve katil çetelerinin mensupları, avukatlara, gazetecilere ve dinleyicilere saldırıyor, kontra tetikçisi katiller, “koruma” adlı cinayet mangalarıyla dolaşıyor, mahkeme salonlarına elleri cepte yaylanarak giriyor, tehditler savurarak çıkıp gidiyor; binlerce insanı katleden kontra mangalarına kumanda eden milletvekilleri, halkın sırtından yüz milyonları cebe indirmeye devam ediyorlar. İşkenceci katiller, “görevlerini yaptıkları” ya da “verilen emri yerine getirdikleri” gerekçesiyle hiçbir ceza görmeden icraatlarını sürdürüyorlar.
Gericiliğin iç çelişki ve çatışması sonuçlanmış değildir. Tekelci burjuva partileri ve holdinglerin mafya çeteleriyle iç içe geçen faaliyetleri, gericilik içi çete hesaplaşmalarını gündeme getirmiştir. İşbirlikçi burjuvazi ile ezilen halk kitleleri arasındaki çelişki, faşist saldırganlığın ve ekonomik baskıların artmasıyla daha da keskinleşmiştir. Ekonomik, politik ve sosyal alanlarda yapılacağı ilan edilen onarım ve “reformlar” sürecinin, halkın beklentileri yönünde gelişmediği ve gelişmeyeceği ortaya çıkmıştır. Genelkurmay koordineli “onarım ve reform uygulamalarının diktatörlük kurumları ve güçlerinin yeniden organize edilmesini ve buradan alınan güçle de birleşen, yeni ekonomik-politik saldırıları hedeflediği aradan geçen zamanda daha da açıklık kazanmıştır. İşbirlikçi burjuvazi ve faşist gericilik, düzen güçlerini organize ettiği ve iç çelişkilerinin “üstesinden geldiği” ölçüde ekonomik ve politik saldırıları artıracak, işçi ve emekçilerin ve örgütlerinin mücadeleyle elde ettikleri ve kullanmaya çalıştıkları olanak ve araçları işlevsiz kılmaya çalışacaktır. MGK ve generaller, faşist, gerici ve reformist partilerle liberal burjuva aydın çevreleri, üniversite yönetimleri ve sendika ağalarının desteğiyle küçümsenemez bir mesafe kat ettiler. Dış ilişkilerinde beklentilerinin de ötesinde sıkışık ve gerilimli bir dönemi yaşayan, ABD, AB ülkeleri ve Rusya’nın tavizlere zorladığı ve tek yol olarak ABD’nin bölge politikalarına daha fazla bağlanmayı seçen Türkiye gericiliği, içerde şiddet ve baskı politikalarını daha da yoğunlaştırma çabasındadır. Sistemin tahkimi devam ediyor. Milli güvenlik siyaset belgesi, kriz yönetim merkezi, İller İdaresi Yasası ve olağanüstü hal uygulaması, oligarşik tekelci egemenliği takviye amacıyla yürürlüğe kondu. Kürt politikasında bir dönem işçi hareketinin ve Kürt emekçilerinin alanlara taşan kitlesel öfkesinin sonucu ve bir “savaş hilesi” olarak başvurulan “realiteyi tanıyoruz” söylemi terk edilmiş, “Kürtler Orta Asya’dan gelen Türk kavimleridir”, “Türkiye’de kendilerini Kürt kabul eden vatandaşlarımızın hiçbir sorunu yoktur” gerici söylemine geri dönülmüştür
c) Burjuva reformcu ve liberal aydın çevreleri generallerin emirerliğine soyundular
Generallerin ve MGK’nın, devleti ve sistemi yeniden yapılandırma amacıyla başlattıkları gerici devlet operasyonu, beklendiği gibi, burjuva liberal ve reformcu sol çevrelerin ve Kemalist aydınların desteğini kazandı. Şeriatçılığın emperyalizm ve gericiliğin emekçi kitlelere karşı kullanılan araçlarından biri olması, ve RP’nin laiklik karşıtı eylemleri, bu devletçi, Kemalist ve oportünist çevrelere, emperyalizmin Türkiye’deki en güvenilir ve en güçlü işbirlikçilerine ve onların kurumlarına destek verme, generallerin eylemlerini alkışlama gerekçesi sundu. Laik devleti savunma adına, liberal aydın çevreleri, üniversitelerin yöneticileri, sosyal demokratlar ve her renkten Kemalistler, sendika üst bürokratları ve tekelci basında emperyalizm ve gericiliğin çıkarlarının savunuculuğunu yapan yazarlar çetesinin yanı sıra bazı ilerici aydın ve yazarlar da, generallerin belirlediği çizgide safa girdiler.
Laiklik-şeriat ikilemi (ve Kürt sorunu), işbirlikçi burjuvazi tarafından, burjuva aydın çevrelerini yedekleme ve emekçi hareketini zaafa uğratma amacıyla kullanıldı. Bu sorunların, gericilik yararına hâlâ kullanılabiliyor olmasının nedenlerinden biri, işçi ve halk hareketinin bünyesel zaaflarıyla bilinç ve örgütlenme düzeylerinin geriliği; bir diğeri de, işçi sınıfına bilinç taşıma iddiasındaki aydınların önemli bir kesiminin, burjuvaziyle ideolojik-politik (ve maddi) olarak gerçek bir kopuşu gerçekleştirememeleridir. Solcu, devrimci ve Marksist olma iddiasındaki aydınların bir kesimi de dâhil, burjuva liberal ve reformist aydınlar, “şeriat karşıtlığı” gerekçesine sarılarak, işçi ve emekçi hareketine saldırıyı ifade eden karşı-devrimci yeniden yapılandırma operasyonuna omuz vermektedirler. Bunlar, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin düşmanlarına ve burjuva iktidarını silahla koruyanlara yardakçılık yapmakta, emperyalizmin en kararlı işbirlikçilerine ve bölgedeki taşeronlarına övgü düzmekte, onları “ilerici” ve “devrimci” olarak sunmaktadırlar. Şeriatçılığa karşı olma adına generalleri destekleme tutumunu ısrarla sürdüren reformist ve liberal solcu aydınlar, Türkiye’de kapitalizmin henüz oldukça geri bir düzeyde ve esas olarak liman kentlerinde, yabancı kapitalizmin uzantısı olarak geliştiği bir dönemde, ulusal bağımsızlık şiarıyla harekete geçen işgal karşıtı güçler -ve onların başına geçme başarısı göstermiş olan milli Türk ticaret burjuvazisinin politik temsilcileri olan Kemalistler- ile bugünün emperyalizm işbirlikçisi tekelci burjuvazisi ve onun politik ve askeri temsilcilerini; sınıf konumları, bağlantıları ve ulusal değerlere ilişkin tutumları arasındaki farklılıklara karşın, bir ve aynı sınıflar ve bu sınıfların politik temsilcileri gibi gösteriyor; iki farklı dönemin olgularını ve politik gelişmelerini; burjuvazinin yüzyılın başındaki ve bugünkü durumu ve ilişkilerini birbirleriyle aynılaştırıyorlar. Emperyalist işgale karşı başkaldırıya önderlik ederek, biçimsel bir siyasal bağımsızlığın kazanılmasında rol oynayan, içerde halifelik kurumunun lağvını, tarikat ve zaviyelerin kapatılmasını, Latin alfabesinin kabulünü, zorunlu ve parasız genel ilköğrenim uygulamasını gerçekleştiren ve “ulusal kaynaklara yönelme” yönünde adımlar atan 1920’lerin burjuva feodal önderliğiyle ABD emperyalizminin taşeronluğunu yapan, Türkiye’yi emperyalizmin açık pazarı haline getiren ve İsrail Siyonistleriyle işbirliği içinde bölge halklarına karşı saldırgan bir politika izleyen bugünün işbirlikçileri arasındaki farklar göz ardı ediliyor.
Elli yıllık bir süreden beri, Pentagonla bağlantılı güçlerin başında Amerikana işbirlikçi burjuvazi ve generallerin yer aldığı açık olmasına; Türkiye gericiliğinin, NATO üyeliğine imza atmasından bu yana, ordunun yönetim kademeleri, ülkenin gündemine giren bütün önemli (politik-askeri) konularda, NATO ve Pentagon’la bağlantılı olarak hareket etmelerine karşın, darbe spekülatörleri ve MİT ve Genelkurmay avukatlığı yapan halka ihanet çeteleri, generalleri ve tekelci burjuvazinin en irileriyle faşist ve gerici partileri, ilerici ve laik ilan ediyorlar. Amerikancı güçlerden bazılarıyla, halk yararına ittifaklar kurabileceği ve onların yedeğinde yürünebileceği savunularak, Amerikan emperyalizminin işbirlikçilerinin bir kısmına demokrat, devrimci, cumhuriyetçi payesi veriliyor.
Diktatörlüğün ve kapitalizmin hizmetindeki yazarlar, militarizm ve ordu övgüsünü sürdürürlerken, Kürt düşmanı şoven propagandayı yoğunlaştırmakta; işçi sınıfı ve emekçilere yönelen politik ve ekonomik saldırıları alkışlamakta; özelleştirmeyi, sendikasızlaştırmayı, sendikaların düzen kurumları olarak düzenlenmesini, enerji kaynaklarının, madenlerin, demir ve deniz yollarının tekellere peşkeş çekilmesini ve ülkenin emperyalistlerin açık pazarı haline getirilmesini öngören devlet ve hükümet politikalarının başarıyla uygulanması için çaba göstermekte, militarizm destekçiliğini, dinin siyasal gericiliğe alet edilmesine emekçi tepkisinin ardına gizlenerek, haklı çıkarmaya çalışmaktadırlar. (Halkın dini inanç ve duygularını gerici amaçlara alet edenler RP ve yandaşı tarikatlarla sınırlı değildir. 12 Eylül generalleri, DYP, BBP, MHP ve ANAP gibi gerici-faşist düzen partileri, dini inançları kullanma yoluyla emekçileri aldatma ve mücadeleden alıkoymada, RP ve yandaşı tarikatlardan geri kalmayan bir tutum içinde oldular. DSP ve CHP, ortağı oldukları koalisyonların halkın dini duygularını istismar etmesine ve inanç özgürlüğünün ayaklar altına alınmasına destek vermekten geri kalmadılar. Düzen savunucusu bu gerici parti, tarikat ve çevrelerin tümü için din, proletarya ve emekçilerin sömürülmelerinin araçlarından biridir. Bin yılları bulan geçmişten gelen ve etki alanı oldukça geniş olan dini inanç ve duyguları, emekçileri kaderciliğe sürüklemek, onların sömürü ve baskı karşısında boyun eğmelerini ve verilenle yetinmelerini sağlamak amacıyla kullanmaktadırlar. Bugün “gadre uğradıklarını” söyleyen şeriatçı taifesi, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi yürütenlerin hemen her zaman karşısında oldu, devrimci gençliğe karşı “cihad” ilan etmekten, linç saldırıları düzenlemekten, insanları diri diri ateşe vermekten kaçınmadılar. Amerikan emperyalizminin emrinde, Arap halklarının düşmanı Siyonistlerle anlaşmalar yapmaktan, IMF ve Dünya Bankası reçetelerini Türkiye halkına dayatmaktan, baskı ve zulüm programı uygulamaktan bir an bile geri durmadılar. Susurluk kazasıyla açık kimlikleriyle ortaya çıkan devlet cinayet örgütünü korumak için, belgeli-tanıklı cinayetleri “fasa fiso” olarak değerlendirip, bu cinayetleri işleyen kontra mangalarına sahip çıktılar. Özelleştirme, işten atma, sendikasızlaştırma biçimindeki saldırılar onlar tarafından da yürütüldü. Erbakan’ın komandolarının halka saldırıları, belediyeler bünyesinde günlük olaylar haline geldi.) Bu bakımdan söz konusu sorunun emekçilerle ilgili yanını, bugün esas olarak, kendi talepleri için mücadeleyi sürdürmek ve bu çatışmada gerici parti ve güçlere alet olmamak oluşturmaktadır. Burjuva liberalleri, reformist solcu aydınlar ve kimi küçük burjuva reformist-sağcı gruplar, düzen güçleri arasındaki çelişme ve çatışmada, “yararlanma” adına, ABD ve CIA’nın, 1947’den başlayarak işçi sınıfına, onun örgütlerine ve örgütlü mücadelesine, tüm halk kitlelerine ve özel olarak sosyalizme ve sosyalistlere karşı örgütlediği Gladio’nun Türkiye kolunu çekip çevirenleri aklamaya ve desteklemeye devam etmektedirler.
d) Ağırlaşan toplumsal sorunlar; burjuvazi-proletarya çelişkisinin keskinleşmesi, Kürtlerin inkârı politikası ve devam eden çözümsüzlük
Sermaye ve gericiliğin izlediği ekonomi politika ve iç toplumsal sorunlara yaklaşımı, politik istikrarsızlığı artırıyor ve ezen-ezilen çelişkisini daha da keskinleştiriyor. Demokrasi düşmanı faşist siyasal sistem, işçi sınıfına, emekçilere ve Kürtlere karşı izlenen baskı ve saldırı politikası, egemen sınıfları daha fazla açmaza sürüklüyor ve siyasal istikrarsızlığı ağırlaştıran toplumsal sorunlar çözümsüz kalmaya devam ediyor. Emperyalizme bağımlılık, siyasal demokrasi yoksunluğu ve Kürtlerin ulusal varlığı ve haklarının reddi politikası, bu sorunların en önemlilerini oluşturuyor.
1- Kürt sorununda inkâr ve imha politikası devam ediyor
Türkiye gericiliğinin Kürt politikasında, demokratik ulusal-siyasal hak ve özgürlüklerin yeri yoktur. Diktatörlüğün, Kürt politikasının esasını, inkar, imha ve asimilasyon oluşturuyor. (Burjuvazi, kuşkusuz, Kürt ulusal varlığının, Kürt dili ve kültürünün bilincindedir. “Kürtler ve Kürt dili diye bir şeyin olmadığı” yönündeki züğürt tesellisinin, geri önyargılara sahip ve burjuvazinin ideolojik-politik etkisi altındaki emekçi çevrelerinde bile inandırıcı özelliğinin fazlaca kalmadığı bir gerçektir. Buna karşın, burjuvazi ve gericilik, “ilkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü” propagandasıyla, Kürt halk kitlelerine yönelik imha, yok sayma ve sindirme poitikasını sürdürebilmekte, Türk milliyetinden emekçilerin önemli sayılabilecek bir tepkisini görememenin sağladığı avantajla, Kürt düşmanı şovenizmi, kullanabilmektedir.) Ezen ulus milliyetçiliğini gerici-şoven bir dalgaya dönüştürerek, içine düştüğü açmazları “aşma”ya çalışan işbirlikçi gericilik, bu sorun seksen yıla yakın bir süredir devam etmesine ve izlenen politika nedeniyle daha da ağırlaşarak siyasal gündemin baş sıralarına oturmasına karşın, Kürt varlığını inkâra devam etmekte, Kürt emekçilerinin özgürlük taleplerini silah ve şiddetle bastırmaya çalışmaktadır.
İşbirlikçi egemen sınıflar, Türk emekçi kitlelerini aldatmak amacıyla, Kürt sorununu “bölücü terör” ve “dış kışkırtma” demagojisi ile izah etmekte, uluslararası burjuvazinin tüm kollarının, gereksinim duyduklarında körüklemekten geri durmadıkları şovenizm ve gerici burjuva milliyetçiliğini, ideolojik silahlardan biri olarak kullanmaktadırlar.
Kürtlerin ulusal varlığı ve haklarından söz edilmesi, şoven, ırkçı ve gerici güruh ve çevreleri ayağa kaldırmakta, bunlar, Kürt kentlerinde ve köylerinde devam ede-giden askeri saldırıları, yüz binlerce asker, polis ve korucunun yıllardır sürdürdüğü aralıksız operasyonları; köy boşaltma ve yakmaları, milyonları bulan Kürt köylüsünün zora dayalı sürgününü, yayla yasağı ve hayvanların imhasını gizlemek için her tür demagoji ve yalana başvurmaktadırlar. Emperyalizm ve tekellerin emrindeki politikacı, general ve yazarlar, Kosova Arnavutları, Kıbrıs Türkleri, Çeçenler, Boşnaklar vb. söz konusu olduklarında, insan haklarından, etnik köken kaynaklı dil ve kültür serbestîsinden, otonomi, özerklik ve bağımsızlıktan söz etmekte; 120 bin nüfuslu Kıbrıs Türk kesimi için “ayrı devlet kurma hakkı”nı savunmakta, Kürtler söz konusu olduğunda ise, “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü”, “üst ulusal kimlik” vb. demagojik propagandaya sarılarak, “Kürtlerin ulusal hakları”ndan söz edilmesini bölücülük ve “iç işlere karışma” saymaktadırlar.
Kürt sorunu siyasal özgürlükler ve ulusal kaderini tayin hakkı sorunundan soyutlanarak, bölgede yeni işletmelerin kurulmasına ve ekonomik önlemlerin alınmasına indirgenmekte; ulusal kaderini tayin hakkının Türkiye’de ve Kürtler için söz konusu olamayacağı propaganda edilmektedir. Ezen-ezilen ulus gerçeği ve onların demokratik olmayan ilişkisini gizlemek üzere, Kürt sorunu ekonomik-sosyal dengesizlik ve geri kalma ile izah edilmekte, uygulanacak özel bir ekonomik kalkınma planıyla bu sorunun aşılacağı ileri sürülmektedir.
Kürt sorununun çözümüne hizmet edeceği söylenen “özel kalkınma planı”yla emperyalist tekellere, Türkiye işbirlikçi burjuvazisine ve işbirlikçi Kürt çevrelerine yeni imtiyazlar tanınmakta; tekellerin ve büyük toprak sahiplerinin ucuz işgücü ve devlet desteğinden yararlanmaları sağlanmakta, GAP kapsamında tarıma açılan geniş topraklar uluslararası ve yerli tekellere peşkeş çekilmektedir.
Kürt emekçi kitlelerine karşı sürdürülen vahşetin sona ermesi; köylülerin zararlarının tazmin edilerek, köye dönüşlerin serbest bırakılması; küçük üretici köylülere karşılıksız kredi verilmesi, çalışma yaşındaki herkese iş olanağı sağlayacak yeni iş alanlarının açılması; işçi ücretleri ve kamu emekçilerinin maaşlarının insanca yaşayacak bir düzeye yükseltilmesi, genel sağlık ve işsizlik sigortasının uygulanması, olağanüstü halin kaldırılması, koruculuğun dağıtılması, gıda ambargosunun ve yayla yasağının son bulması, okulların ve hastanelerin insanların hizmetine açılması, savaş ağalığı kurumunun dağıtılarak, halka karşı suç işleyenlerden hesap sorulması gibi talepler, Kürt emekçilerinin acil ekonomik ve politik taleplerinden bazıları olmalarına karşın, işbirlikçi burjuva diktatörlüğü ve hükümet, bu talepleri karşılama yerine, ulusal talepli mücadeleyi ezmek üzere baskı politikasını ısrarlı bir biçimde sürdürmektedir. Onlarca yıldır sürdürdüğü imha ve inkar politikasıyla Kürt bölgelerindeki ekonomik yapıyı tahrip eden, yüzlerce köyü ateşe vererek, tarlaları, bahçeleri, meraları ve ormanları imha eden, tarım ve hayvancılığın ölmesine yol açan, ve kışla, karakol ve cezaevi dışında esaslı hiçbir yatırım yapmayan işbirlikçi egemen sınıfların, “ekonomik ve sosyal önlemler” propagandası bir burjuva ikiyüzlülüğünden ibarettir.
2-) Emperyalist burjuvazi, uluslararası bir sorun haline gelen Kürt sorununu etki alanı mücadelesinin bir unsuruna dönüştürmeye çalışıyor
Kürt sorununa gösterilen uluslararası ilgi, uluslararası ekonomik ve politik gelişmelerden ve çıkar ilişkilerinden bağımsız değildir. Kürtlerin yaşadıkları topraklar kapitalist uluslararasılaşmanın dışında kalamazdı ve kalmadı. Kapalı ekonomik birimlerin parçalanması ve ihraç edilen sermayenin genişleyen yeniden üretimi sonucu kapitalizmin bu topraklarda da modern sınıfları oluşturarak gelişmesi, tarihsel açıdan geç kalmış olsa da, sonuçta gerçekleşti. Sermaye ve meta hareketinin bir dünya ekonomi sisteminin oluşmasını sağlaması ve tekellerin ortaya çıkarak tüm iktisadi hareketi kontrol etmeleri, iletişim ve ulaştırma alanındaki gelişmeler, hemen tüm toplumsal olayların uluslararası özellik kazanmasında etkili oldular.
Kürt sorununun, birden fazla ülkenin “ortak sorunu” olması ve dünyanın en önemli çatışma bölgelerinden biri olan Ortadoğu’daki politik gelişmelerle olan ilişkisi, onu uluslararası bir sorun haline getirmektedir. Geçen yüzyılın ikinci yarısında ve yüzyılımızın ilk yarısı içinde patlak veren Kürt ayaklanmalarına, İran, Irak, Osmanlı (ve Türkiye), Çarlık Rusyası (ve Sovyetler Birliği), İngiltere ve Fransa, sonradan ABD, İtalya ve Almanya, şu ya da bu biçimde müdahalede bulundular. İkinci Dünya Savaşı koşullarında, S. Birliği desteğinde kurulan Mahabat Kürt Cumhuriyeti, ABD ve İngiltere’nin karşı koymalarıyla ve dönemin güç ilişkilerinin bu devletin devamına olanak tanımaması nedeniyle yıkıldı. Mustafa Barzani hareketi nedeniyle 1970’li yıllarda Kürt sorunu uluslararası alanda güncel bir sorun olarak yıllarca tartışıldı. 1974’te Kuzey Irak’ta Kürtlere tanınan “otonomi”, ABD emperyalist burjuvazisinin bilgisi dâhilindeydi. Türkiye Kürt hareketinin, ülkenin gündeminin baş sıralarına bir kez daha çıkması ve on beş yıldır buradaki yerini “koruması”, Irak Savaşı sonrasında kurdurulan kukla “federe devlet” gibi gelişmeler, sorunun uluslararası alanda daha fazla tartışılır hale gelmesinin etkenleri oldular.
Emperyalist büyük devletler ve uluslararası tekeller, ekonomik alanda olduğu gibi, politik ve askeri alanda da, belirledikleri politikaları geri ve bağımlı ülkelere dayatmaktadırlar. Emperyalist burjuvaziyle daha kuruluşunun ilk yıllarından başlayarak girdiği ilişkileri, süreç içinde tam bir işbirlikçilik ve uyduluğa genişleten Türkiye egemen sınıflarının, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’ya yönelik faaliyetleri, emperyalistlerden; özellikle de ABD emperyalizminin politikalarından bağımsız değildir. Türkiye gericiliğinin Kürt politikası, günümüzde, emperyalizm ve işbirlikçilerinin Ortadoğu ve Kafkasya politikasına bağlanmıştır.
Kürt halkına karşı işbirliği yapmaktan bir an dahi geri kalmayan, emperyalizmin denetimi altındaki bu ülkelerin egemen sınıfları, aralarındaki ilişkilerin seyrine ve dış ve iç politik gereksinmelerine göre, sorunu birbirlerine karşı kullanmaktadırlar. “Kendi Kürtleri”ne karşı vahşi bir imha politikası uygulayan Türkiye gericiliğinin, ABD ve İngiliz emperyalistleriyle birlikte Kuzey Irak Kürt sorununun “çözümü” senaryoları hazırlaması ve “çözüm”ün sınırlarını belirleme çabalarına katılması bunun kanıtlarından biridir. Dublin ve Ankara toplantıları, Barzani ve Talabani’nin Washington’a çağrılarak, kukla federe devletin yeniden canlandırılması yönünde işbirliğine zorlanmaları ve Irak Kürdistan’ına yapılan kısa aralıklı seferler, ABD emperyalizminin bölge politikasıyla doğrudan ilişkilidir.
Türkiye gericiliği, Kürt sorununda inkâr ve imhaya dayalı politikayı esas almakla birlikte, sorunun sistem içi bir çözümünü de bir biçimde öngörmekte; kendilerini açmaza alan bu sorunu, Ortadoğu ve Kafkasya’ya yönelik gerici-emperyalist politikanın daha etkili kullanılabilir bir unsuruna dönüştürerek, yararlanılabilir bir sorun haline getirmeye çalışmaktadır. İşbirlikçi gericiliğin politik ve askeri temsilcileri içerde işçi ve emekçi halk kitlelerinin taleplerini bastırma ve emekçi hareketinin yükselmesini engelleme gereksinimi duydukları her zaman, Sevr sorununu gündeme getirmekte ve ABD, İngiltere, Fransa gibi emperyalist ülkelerin, Türkiye’yi bölmeye ve bir Kürt devleti kurmaya çalıştıklarını ileri sürmektedirler. Emperyalizm işbirlikçisi gerici burjuvazinin bu propagandası, burjuva reformcu ve liberal sol çevrelerde de yankı bulmakta; sosyal-şoven bir politika izleyen bu çevreler, antiemperyalizm adına, Kürtlerin ulusal köleliğini savunmaktan geri kalmamaktadırlar. İşbirlikçi burjuvazi, Türkiye emekçilerini ve Türkiye’nin yeraltı-yerüstü kaynaklarını emperyalistlere peşkeş çekmesine, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerine karşı emperyalist burjuvazinin, özellikle de ABD emperyalizminin kılıcı olarak rol oynamasına ve Ortadoğu’da ABD’nin vurucu öncü kıtası olmaya soyunmasına karşın, Kürt sorunu ile Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve dağılma süreci arasında bağ kurarak, Türkiye’ye “yeni bir Sevr’in dayatıldığını ileri sürmekte; emperyalizme uşaklık ve halka ihanet politikalarını bu biçimde gizlemeye çalışmaktadır.
İkiyüzlü burjuva propagandası ve bu propagandanın hizmet ettiği burjuva hedefler bir yana, Batılı emperyalist devletlerin, Türkiye gericiliğini daha fazla uşaklığa zorlamak üzere, “Kürt kozu”nu kullandıkları bir gerçektir. Kürt sorunu demokratik halkçı bir çözüme kavuşturulmadıkça, Kürt halkının Türk ve diğer bölge halklarıyla eşit ilişkilere dayalı kardeşliği önündeki tüm gerici engeller ortadan kaldırılmadıkça, bu sorunun Türkiye işbirlikçi sınıflarını daha fazla tavize zorlamak için, emperyalistler arası dalaşmada kullanılması olanağı ve tehlikesi ortadan kalkmayacaktır. Emperyalistler Kürt sorununu, Türkiye başta olmak üzere, ilgili ülkeler üzerindeki etkilerini güçlendirmek ve bu ülkelerin egemen sınıflarını daha fazla uşaklığa zorlamak için kullanmaktadırlar. Ancak, Türkiye egemen sınıflarının emperyalist ülkelerle, özellikle de ABD ile girdiği uşaklık ilişkisi ve batılı emperyalistlerin Ortadoğu ve Kafkasya planlarında Türkiye’ye biçilen rol, emperyalistlerin korumasında bir Kürt devletinin, güncel bir tehdit olarak öne çıkarılmasının engelidir. Emperyalist devletler, Kürt sorununu, bu sorunun dolaysız muhatabı ülkelerin yöneticilerini emperyalist politikalara daha fazla uşaklığa zorlamak amacıyla kullanmakta, uzun vadeli çıkarları gereği, işbirlikçi bir Kürt üst sınıfını “el altında tutma”ya çalışmakta, “ayrı bir Kürt devleti”ni ise, bugün için çıkarlarına uygun görmemektedirler.
Emperyalist hegemonya mücadelesi kapsamında, bölgede güç üstünlüğünü elinde tutmak isteyen büyük devletler, Kürt ulusal mücadelesinin, anti-emperyalist bir halk hareketi olarak gelişmesinin ve gerçek bir kurtuluşa yönelmesinin önünü kesmeye çalışmaktadırlar.
Uluslararası burjuvazi ve mali sermayenin, anti-emperyalist kurtuluş hareketlerine düşman oldukları, Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı başta olmak üzere ve Filistin hareketi dahil, ulusal kurtuluş savaşlarını kana boğmak için savaştıkları, Kürt hareketi dahil, hemen tüm ulusal hareketlere karşı ilgisiz kalmadıkları, pazar paylaşım mücadelesi kapsamında ve bu hareketleri kendi çıkarları doğrultusunda etkilemek ve kullanmak amacıyla, koşullara göre kiminde sızma ve kullanma, kiminde bastırma ve imha yöntemlerine başvurdukları bilinmektedir.
Emperyalizm, başka şeylerin yanı sıra ezilen ulusların ulusal bağımsızlığının ve özgürlüğünün ayaklar altına alınmasıdır. Emperyalist burjuvazi yalnızca ulusların doğrudan ilhakı yoluyla değil, biçimsel siyasal bağımsızlık görüntüsü ardında ekonomik bağımlılık yoluyla da ulusların köleliğini gerçekleştirmekte ve günümüzde, emperyalist sömürgeciliği esas olarak bu biçimde sürdürmektedir.
Türkiye, diğer sosyal ve siyasal sorunlarla birlikte, Kürt sorunu nedeniyle istikrarsızlık içindedir ve bu da Türkiye ile çeşitli ekonomik ve politik çıkar ilişkileri bulunan emperyalist devletler açısından bir risk etkeni sayılmaktadır. Emperyalist burjuvazi, Türkiye egemen sınıflarından, bu sorunu sistem sınırları içinde ve “Türkiye’nin de yararına olacak” bir biçimde, bazı kültürel hakların tanınması yoluyla “çözümü”nü istemektedir.
Diğer yandan, uluslararası burjuvazinin Kürt sorununa kendi çıkarları doğrultusunda gösterdiği ilgi, Kürt burjuva, küçük burjuva reformcu ve liberal çevrelerde, uluslararası sermaye yararına bir beklentiye yol açmakta ve bu çevreler tarafından, sorunun “çözümü”nün başlıca belirleyici etkeni sayılmaktadır. Emperyalist sömürgeci politikanın ürünü bu gerici ilgi, söz konusu çevreler tarafından, Kürt üst ve orta sınıflarının çıkarlarına denk düşecek bir anlayışla karşılanmakta, emperyalist büyük devletlerin işin içine girmesi için özel bir çaba gösterilmekte; Türkiye’nin kapılarının Batı’dan, Washington’dan açılacağı söylenmekte, Batılıların “getireceği bütün çözümlerin kabul edileceği” ilan edilmekte ve bu tutum, “devrimci diplomasi” olarak sunulmaktadır. “Kürt dostu” Batı ise, Kürt burjuva, küçük burjuva reformcu çevrelerinin işbirliğine açık bu tutumunu gözetmekte, çıkarları doğrultusunda kullanmayı hedeflemektedir.
3-) Sorunun devrimci çözümü için Kürt hareketinde devrimci yöneliş zorunlu hale gelmiştir
Kürt toplumundaki parçalanmışlık, kapitalizm öncesi geri-feodal yapı, aşiret, mezhep ve tarikat çelişkileri ulusal baskıya karşı mücadeleyi zaafa uğratan ve diktatörlüğün planlarının uygulanmasını kolaylaştıran etkenlerdi, işbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sahipleri diktatörlüğü, Kürt direnişlerini bastırmada bu nesnel durumdan yararlandı, işbirlikçi aşiret ağalarının kullanılması ve onlar aracılığıyla yüz bin kişilik korucu ordusunun oluşturulmasında bu etkenler önemli bir rol oynadı.
Ancak kapitalist gelişme kaçınılmaz biçimde modern sınıfları Kürt kentlerinde de doğurdu, feodal parçalanmışlığın gerici sınıflar yararına oluşturduğu zemini darbeledi; Kürt toplumunu politik ve toplumsal kurtuluşa götürecek Kürt proletaryasının gelişip, soruna el koymasını gündeme getirdi. Kürt toplumsal gerçeğinin günümüzdeki belirleyici nesnel yanı budur ve bu gelişme, diktatörlük politikalarının eski tarz devamını zora sokan en önemli etkenlerden biridir. Kürt sorununun, emperyalistlerin dünya ve bölge hâkimiyeti planlarına bağlı ve Kürt gericiliğiyle Kürt orta sınıflarının çıkarlarına bağlı bir çözümü için dayanaklar giderek zayıflamaktadır. Kapitalist gelişme Kürt toplumunda sınıf farklılaşmasını bir daha geri dönülmez biçimde belirgin hale getirmekte ve sınıf çıkarlarına bağlı çelişkilerin giderek keskinleşmesi, Kürt işçi ve emekçilerinin, dost ve düşmanlarını daha iyi tanımalarına yol açmaktadır.
Kürt kentlerindeki toplumsal gelişme, işbirlikçi gericiliğin planlarını ve politikasını dar-beleyip boşa çıkaracak ve sorunun devrimci çözümünü olanaklı kılacak bir yolu açmış bulunuyor. Kürt sorunu giderek daha net biçimde Kürt işçi ve emekçilerinin -Türk işçi ve emekçilerinin de-, sorunu haline geliyor. Böyle olmasının en önemli etkenlerinden bir diğeri, feodal burjuva ve burjuva-feodal sınıf ve önderliklerin, Kürt sorununun halktan yana ve nispeten kalıcı bir çözümü için olumlu bir rol oynayamayacaklarının pratik içinde az-çok görülmüş olmasıdır. Irak Kürdistan’ında Barzani ve Talabani’nin, ABD politikasının izleyicileri olmaları, PKK, HADEP vb. gibi siyasal kümelenmeler içinde yer alanların ve reformcu Kürt aydınlarının, ulusal talepleri sınıf talepleriyle birleştirme gereği görmemeleri, emekçilerin sınıf taleplerini, ekonomik ve demokratik acil sorunlarını “ulusu bölen” etkenler saymaları ve reformcu burjuva bir platformda, emperyalist büyük devletlerin baskısını da kullanarak, Türkiye egemen sınıflarını tavize zorlama biçimindeki politikaları, Kürt işçi ve emekçilerinin ileri kesimleri tarafından burjuva önderliklere güvensizlik ve onlardan uzaklaşma nedeni sayılmaktadır.
Kürt emekçileri pratik siyasal gelişmelerden öğrenmektedirler. (Kürt emekçi hareketi, bir dönemin derslerinin de yardımıyla, yeni bir mücadele hattına girmekle karşı karşıyadır. Görülmüştür ki, işçi ve emekçilerin taleplerini temel almayan ve işbirlikçi gericilik ve emperyalistler arası ilişki ve çelişkileri “kullanma” yoluyla sonuca ulaşmaya çalışan bir politik çizginin başarı olanağı yoktur. Kürt burjuva ve küçük burjuva reformculuğunun uzlaşmaya dayalı “siyasal çözüm” çağrıları, uluslar arası burjuvazinin desteğini alan işbirlikçi gericiliğin aralıksız saldırılarıyla karşılaştı; bunun çıkar yol olmadığı bir kez daha ve açıkça ortaya çıktı. Bugüne dek ısrarla sürdürülen uzlaşmacı ve kitle hareketine dayanmayan mücadele çizgisinin Kürt halk kitlelerinin, emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadelesini ilerletmediği açıklık kazanmıştır.
Kürt emekçilerinin, faşizme ve ulusal baskıya karşı direnişini, “yalvar-yakar” diplomasisinin aracına dönüştürmeye çalışan bir hareketin açmaza düşmesi kaçınılmazdır. Kürt işçi ve emekçilerinin temel taleplerinin savunulmasını esas alan ve kitle hareketinin geliştirilmesine hizmet eden bir mücadele ve örgüt çizgisinin izlenmesi, mücadelenin başarıya ulaşması için zorunludur.
Kürt şehri ve kırında, faşist baskı ve terör altında ve yoksulluk içinde acı çeken milyonlarca işçi ve emekçinin, yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yürüttüğü mücadelede yer almadan, Kürtlerin ulusal karakterli istemleri ile sınıf talepleri arasındaki zorunlu bağı gözeten bir mücadele platformu benimsenmeden, hareketin ilerlemesine hizmet etmek olanaklı değildir. Ezilen bir halkın ya da ezilen sınıfların sorunlarının, bu sınıfların ve halkların mücadelelerinden koparılarak, uluslararası burjuvazinin çeşitli politik organları ve kuruluşlarında yapılan görüşmeler ve alınan kararlarla, baskı altındakiler yararına çözümlenmesi, olanaklı değildir. Ezilen sınıf ve halkların, burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelede, düşman güçlerin çatışmaları ve rekabetinden ve bunun doğurduğu olanaklardan yararlanma tutumu ile etki alanları mücadelesi içindeki güçlerden birine ya da bir kesimine yaslanma, dahası, sorunun “çözümü”nü onlara ipotek etme tutumu arasındaki ayrımın unutulduğu veya bilinçli olarak birbirine karıştırıldığı her durumda kaybedenler ezilen halklar ve sömürülen sınıflar olmuştur. Irak Kürt gericiliğinin emperyalizm ve Türkiye burjuvazisiyle girdiği gerici ilişkiye tanık olan Kürt işçi ve emekçileri, diğer halkların deneylerinin yanı sıra, kendi siyasal pratikleriyle de emperyalist burjuvazi ve işbirlikçi gerici sınıfların dost olamayacağını görebilecekleri bir tarihsel dönemi yaşamaktadırlar.) Kürt sorununun, Kürt işçi ve emekçilerinin emperyalizm ve sömürgecilikten kurtuluşu sorunu; işçi ve emekçilerin toplumsal kurtuluş sorununa bağlanan siyasal bağımsızlık sorunu olduğu, bugün daha geniş kesimler tarafından anlaşılmış bulunuyor. Kürt emekçi hareketinin gelişmesi; işçi ve emekçilerin sorunun gerçek sahipleri olarak ortaya çıkmaları, Türk işçi ve emekçilerinin, işbirlikçi gericiliğin Kürtlere yönelik saldırılarına karşı daha tutarlı bir tutum almaları, bütün milliyetlerden ülke emekçilerinin, güvensizlik nedenlerinin zayıflamasına ve Türk ve Kürt emekçilerinin güvene dayalı ortak mücadelesi için öznel etkenlerin olgunlaşmasına hizmet etmektedir. Türkiye işçi hareketinin yükselişi kaçınılmaz biçimde, Kürt hareketinde burjuva olanla emekçi olan arasındaki ayrışmayı hızlandırmakta, devrimci bir ayrışmayı geliştirmekte, emekçi sınıfların birliği için maddi (ve manevi) koşulları olgunlaştırmaktadır. İşçi sınıfının ileri kesimleri Kürtler üzerindeki faşist baskının son bulmasını talep etmekte, özgür, eşit ve gönüllü birlik için mücadele edeceklerinin işaretini vermektedirler.
Diktatörlüğün politik ve ekonomik saldırılarını püskürtmenin ve belli bazı başarıları elde etmenin, ancak birleşik bir mücadeleyle olanaklı olduğunun görülmesi, Kürt sorununun da, ancak Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin birleşik devrimci mücadelesiyle çözümlenebileceğinin emekçiler tarafından anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır. Kürt emekçilerine karşı baskı ve yok sayma politikasının sürdürülmesi, yüz binleri bulan askeri güç ve polis kuvvetlerinin yanı sıra korucu ordularının oluşturulması, olağanüstü halin uzatılması, sözde ülke savunması adına Kürtlere boyun eğdirmek üzere yılda 7–8 milyar dolar para harcanması vb. gibi uygulamalar ile yoksullaşma, açlık ve işsizliğin artışı; ekonomik bunalımın yükünün zam ve vergilerle sırtlarına yıkılması arasındaki bağı, Türkiye’nin emekçi kitlelerinin en azından ileri kesimleri artık daha iyi görüyorlar.
Kürt sorununun Kürt (ve Türk) emekçileri yararına çözümü için, Kürt işçi ve emekçilerinin, Türk işçi ve emekçileriyle birlikte emperyalizme, işbirlikçi gericiliğe ve aşiret ve toprak ağası gericiliğinin baskı ve tahakkümüne karşı mücadelesinin zorunlu olduğu fikri, Kürt emekçilerinin ileri kitlesi içinde daha geniş bir kesim tarafından benimsenmeye başlanmıştır. Son yılların tüm iç ve uluslararası gelişmeleri, işçi ve emekçilerin emperyalizme ve işbirlikçi gericiliğe karşı birleşik devrimci mücadelesinin zorunluluğunu yeniden kanıtladı.
Türkiye’nin tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerinin çıkarı, emperyalizm işbirlikçisi burjuvazinin Kürt halkına yönelik askeri operasyonlarına ve ülkenin, ABD’nin çıkarları için ateşe atılmasına karşı durmayı gerektirmektedir. Ortadoğu ve Kafkaslardaki ABD taşeronluğu, emperyalistler arası dalaşmada işbirlikçi olarak rol alma ve Kürt düşmanlığı Türkiye halkına acı, gözyaşı ve bunalımdan başka bir şey vermiyor.
e) İşçi sınıfının anti-kapitalist mücadelenin başarısı için, siyasal demokrasi mücadelesinin başında yürüme görevi aciliyet kazanmıştır
Gericiliğin iç çatışma ve çelişmelerinde hangi kesimin ötekine üstün geleceği ve onu tasfiye edeceği, halk kitlelerini doğrudan ilgilendirmez. Ancak, gericiliğin ve sermayenin silahlı-silahsız güçlerinin çelişme ve çatışmaları nasıl bir sistem, nasıl bir yönetim biçimi ve hangi politika sorunundan bağımsız değildir. Bu çelişki ve gelişmeler halk kitlelerinin yaşamına da değişik biçimlerde yansımakta, yığınların siyasal yaşamını etkilemektedir. Bugün de MGK ve Genelkurmay yönetiminde sürdürülen operasyon, işçi sınıfı ve halk kitlelerinin politik-ekonomik, sosyal-kültürel yaşamına müdahale özelliği taşımaktadır ve generallerin politik sistemde kazandıkları ağırlık siyasal gericiliğin ve bundan kaynaklı saldırıların yoğunlaşmasını getirmektedir. MGK ve generallerin tüm siyasal yaşam üzerinde kurdukları tekel, halkın demokrasi talepleri ve çıkarlarıyla bağdaşmazdır.
Kitlelerin temel demokrasi talepleri önemini korumaktadır. Türkiye’de burjuva demokrasisi gerçekte hiçbir dönem olmadı ve bugün de yoktur. MGK ve generallerin dikte ettikleri politika tüm emekçilerin demir bir cendereye alınmasını hedeflemektedir. (RP gibi, emperyalizm ve Siyonizm’le işbirliği yapan ve emekçiler karşıtı ekonomi politikanın uygulanmasında diğer düzen partilerinden farklı bir yol izleyen bir partinin kapatılması, olsa olsa bu saldırıların şiddeti ve yoğunluğuna işaret sayılabilir.) Ülkemiz işçi ve emekçileri, faşizmin ve gericiliğin azgın bir saldırısı altındadır. İşçi ve emekçilerin serbestçe örgütlenme, grev ve gösteri hakları ya bütünüyle yoktur ya da biçimsel olarak yalnızca kâğıt üzerinde sözü edilmektedir. Demokratik hakların elde edilmesi ve kullanılması için mücadele edenlere karşı, kıyım ve yok etme politikası izlenmektedir. İşçi sınıfının çıkarları ve sınıfsal kurtuluşundan, onunla birlikte tüm ezilenlerin toplumsal kurtuluşundan söz etmek dahi bedel ödemeyi gerektirmekte, küçük hak kırıntıları dahi, ancak büyük riskler göze alınarak ve siyasal gericiliğin saldırı ve baskıları göğüslenerek kullanılabilmektedir.
Kapitalizmin, yüzyılın başından bu yana sermaye ihracı ve feodalizmin çözülmesi temelinde gelişmesini sürdürdüğü, emperyalizme bağımlı, çokuluslu geri kapitalist bir ülke olan Türkiye’de, siyasal demokrasi sorunu işçi sınıfı ve emekçilerin en önemli gündem maddelerinden birini oluşturmaktadır. Türkiye’de, demokratik siyasal haklar son derece güdük ve kısıtlıdır. Toplumun demokratikleşmesinin, işçilerin ve emekçilerin siyasal demokrasi kültürü edinmeleri ve bu mücadele içinde yetişmelerinin önü, faşist gericilik tarafından kapatılmıştır. Grev, gösteri, basın-yayın ve örgütlenme özgürlüğü gasp edilmiştir. Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmamaktadır. Kürt emekçilerine yönelik sindirme ve yok etme politikası devam etmektedir. Anayasa ve yasalar, birbirlerini bütünleyecek ve boşluklarını dolduracak biçimde faşist baskı maddeleri ve yasaklarla doludur. Burjuva anlamda demokratik bir siyasal sistemden söz edilemez. MGK ve generaller politik yaşam üzerinde bürokratik bir tekel kurmuşlardır. Kürt kentlerinde yirmi yıla yakın bir süredir sıkıyönetim (sonradan olağanüstü hal uygulaması olarak isim değişikliğine gidildi) ve bölge valiliği uygulaması devam etmekte ve işkence, gözaltı, kurşunlama, toplu tutuklama, köy ve ev yakma, sürgün, yerleşim yeri yasağı, gıda ambargosu vb. günlük yaşamın bir parçasına dönüşmüş durumda. Kürt varlığı kabul edilmemekte, Kürtlere karşı, “bölücü terör” gerekçesinin ardına sığınılarak vahşi bir saldırı politikası sürdürülmektedir. Proletarya ve halk kitleleri, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin (ve onların politik ve askeri temsilcileri olan devlet asalaklarının) diktatörlüğü altındadır. (Generallerin ve üst subayların erler ve astlar üzerinde mutlak bir diktası, zora dayalı kesin otoritesi vardır).
İşçi sınıfı ve emekçiler MGK ve generallerin dayatmalarının, politik baskıların, siyasal ve sendikal örgütlenmeye yönelik engelleme ve yasakların son bulmasını; faşist siyasal saldırıların durdurulmasını, çeteler halinde örgütlenmiş katil sürülerinin tüm suçlarının ve halka karşı örgütlenme ve provokasyonların açıklanmasını; işkencecilerden hesap sorulmasını, terör organizatörü örgütler olan Özel Tim, JİTEM ve korucuların dağıtılmasını; Kürtlere yönelik saldırıların son bulmasını; emperyalistler ve Siyonistlerle imzalanan ülke ve halk çıkarlarına aykırı tüm anlaşmaların iptal edilmesini; özelleştirme ve işten atmaların durdurulmasını istemektedirler. Milyonlarca işçi ve işsizin, kırın ve şehrin yoksullarının, Kürt emekçilerinin, gençlik ve kadın kitlelerinin demokratik bir ülke için mücadelesi devam etmektedir. Türk ve Kürt işçi ve emekçileri, sermaye kurumları ve partilerinin oyunlarını boşa çıkardıkları, saldırılarını püskürttükleri, düzen güçleri arasında ekonomik çıkar ve politik etki çatışmasına alet olmaksızın bağımsız sınıf politikası izledikleri ve bu amaçla örgütlendikleri ve mücadele ettikleri oranda bu mücadele yeni mevzilerin kazanılmasıyla ilerleyecektir. İşçi sınıfı ve emekçilerin ileri kesimleri, siyasal özgürlüklerin elde edilmesi ve ülkenin demokratikleştirilmesinin işbirlikçi burjuvazi ve burjuva diktatörlüğünün icazeti ve gericiliğin iç çelişmelerinin ürünü olarak değil, ancak dişe diş bir mücadelenin ürünü olabileceğini bilmektedirler.
Türkiye gibi bir ülkede, siyasal demokrasi sorununun işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin gündeminde yer alması; siyasal özgürlükler için mücadelenin acil bir görev olarak öne çıkması kaçınılmazdır. İşçi sınıfı ve halk kitlelerinin siyasal yaşama katılma, kendi temsilcilerini baskı görmeden seçme, kendilerini temsil etmeyenleri görevden alma, siyasal yaşamla ilgili karar alma gibi haklarını kullanması, bu mücadelenin başarısına bağlıdır. İşçi sınıfı ve bütün ezilenlerin sömürüden ve burjuva sınıf egemenliğinden kurtulması için, kapitalizmin tasfiyesini hedefleyen bir toplumsal-ekonomik devrimin zorunluluğu ve proletaryanın mücadelesinin anti-kapitalist karakteri, içinde bulunulan toplumsal koşulların ve karşı karşıya bulunulan toplumsal sorunların göz önünde bulundurulmasını gerektirmektedir. Emperyalizmin hegemonyası altında ve faşist diktatörlükle yönetilen bir ülkede, baskı ve suiistimalin her çeşidine karşı mücadele deneyimi içinde eğitilmemiş proletaryanın sosyalizm mücadelesini başarıya ulaştırması olanaklı değildir. İşçi sınıfı, şehir ve kır yoksullarıyla bütün ezilenlerin taleplerini sahiplenerek, emperyalizmin hegemonyasına ve faşizme karşı mücadele etmek, bağımsızlık ve demokrasinin gerçekleşmesi, siyasal özgürlüklerin kazanılması ve işbirlikçi burjuva diktatörlüğünün yıkılması için, ezilenlerin başkaldırılarını örgütlemek zorundadır. Sınıf bilinçli işçi, siyasal özgürlüklerin işçileri kapitalist sömürüden, açlık ve yoksulluktan kurtaramayacağını bilerek, açlık ve yoksulluğa ve onun kaynağı kapitalizme karşı daha güçlü bir mücadele yürütmek üzere, her koşul altında mücadeleyi sürdürecek örgüt biçimleri geliştirerek, siyasal demokrasi mücadelesinin başında yürüyecektir.
Bünyesinde siyasal bağımsızlık hakkı gasp edilmiş bir ulusu zora dayalı olarak tutan, burjuva anlamda demokratik hakların olmadığı emperyalizme bağımlı, çalışma durumundaki nüfusunun % 44,6’sı tarımsal alanda istihdam edilen, geri kapitalist bir ülkede, işçi sınıfı, işbirlikçi burjuvazinin faşist diktatörlüğünü siyasal devrimle yıkmak ve proletaryanın (ve kent ve kırın yoksulları) hazırlık durumuna bağlı olarak, durmaksızın sosyalizmin inşasına girişmek gibi bir görevle yükümlüdür. Türkiye’de “bütün uluslar için eşit haklar ilanı” burjuvazi tarafından bir aldatmaca aracı olarak bile gerekli görülmüyor. “Tek millet, tek devlet, tek dil” gerici propagandasına uygun olarak ulusların ve dillerin tam hak eşitliği, reddediliyor. Ezen ve ezilen ulus arasında “etkin bir biçimde düzenlenmiş demokratik ilişkiler” olmadığı için, bütün milliyetlerden işçi ve emekçilerin burjuvaziye karşı mücadelesi yara almakta, güç kaybetmektedir. Bu durum, (kapitalizm koşullarında siyasal olarak gerçekleşebilir bir şey olan ulusların siyasal bağımsızlık hakkını), ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini garanti eden ve siyasal özgürlükleri içeren, “baştan aşağı demokratik bir devlet” yapısının gerçekleşmesi için mücadelenin önemini artırmaktadır. Kuşkusuz, ne ulusların tam hak eşitliği, ne siyasal demokrasinin elde edilmiş olması, kapitalist sömürünün ve ondan kaynaklı baskı ve bağımlılık ilişkilerinin ortadan kalkması anlamına gelmeyecektir. Ulusal baskı politikasının kapitalizm koşullarında bütünüyle ortadan kalkmamasının toplumsal temeli, kapitalist özel mülkiyet sistemidir. Pazarlara ve hammadde kaynaklarına sahip olmak, devlet olarak örgütlenmiş burjuvazinin, başka ulusları baskı altına almasını da olanaklı kılmaktadır. Ama bu, siyasal gericilik ve hak yoksunluğu karşısında hayırhah bir tutumu; “burjuva karakteri” ileri sürülerek siyasal demokrasinin önemsenmemesini hiçbir biçimde haklı çıkarmaz, işçi sınıfı ve emekçilerin, bugünkü baskı ve sömürünün nedeninin kapitalist özel mülkiyet sistemi olduğunu anlamaları ve iktisadi bir devrimle kapitalizmin tasfiyesinin gerekliliğini kavramaları başka türlü olanaklı değildir.
Faşist diktatörlükle yönetilen Türkiye’de, siyasal demokrasi ve demokratik haklar talebinde bulunmak ve kapitalizme ve faşist diktatörlüğe karşı mücadele yoluyla bunu elde etmeye çalışmak devrimci bir görevdir. Kürt ve Türk tüm ezilenlerin, kullanabildikleri hak kırıntılarını ancak yasalara karşın ve polis ve jandarma dayağı ve işkencesine direnerek elde ettikleri ve kullanabildikleri koşullarda, ülkenin demokratikleşmesi için mücadele, özel bir önem kazanmaktadır. Burjuva diktatörlük kurumlarının ancak proletaryanın devrimci girişkenliğiyle tasfiye edilebileceği (ve edilmesinin kesin zorunluluğu) gerçeğinin ve kapitalizmin demokrasi düşmanlığı gerekçesinin ardına sığınarak, bu görevden kaçılamaz. İşbirlikçi burjuvaziye (ve onun yedeğindeki büyük toprak sahiplerine); onların çıkarlarının bekçiliğini yapan kurumlara ve silahlı özel adam müfrezelerine karşı mücadele ilerletilmeden ve faşist diktatörlüğün yıkılmasını hedefleyen bir mücadele programı benimsenmeden, ne işçi sınıfının, toplumun hangi kesimini hedefliyor olursa olsun baskının her türüne karşı “sosyal demokrat açıdan” mücadelesi örgütlenebilir ne de işçi sınıfının bilinci, bu mücadele içinde toplumsal yaşamın ve sınıf mücadelesinin yasalarının bilgisi üzerinden ve kendi siyasal deneyleri temelinde siyasal sınıf bilinci düzeyine yükseltilebilir.
Proletaryanın hedefi, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünü devrimle yıkmak, iktidarı almak ve sosyalizmi kurarak, her türden sömürü ve baskıyı tasfiye etmektir. Türkiye işçi sınıfı bu hedefe ulaşmak için, içinde bulunduğu toplumsal koşulların, önüne çözmek üzere çıkardığı sorunları gündemine alarak ilerlemek zorundadır. Başka bir yol yoktur. Bunu yaparken, şematik planlar ve programlarla kendini sınırlamayacak, ideolojik, politik ve örgütsel hazırlığına; ezilen sınıfları, -taleplerine sahip çıkma yoluyla- yanına almadaki başarısına; ara tabakaları burjuvazinin yedeklemesini engellemeye ve egemen sınıfların ve emperyalistlerin aralarındaki çelişkilerden yararlanma ustalığına bağlı olarak proleter devrimi gerçekleştirmeyi hedefleyecektir.
İşçi sınıfı, eğer sınıf bilinçli bir sınıf olarak hareket edecekse, nihai hedeflerini unutmaksızın, bütün demokratik istekleri sosyalizm hedefine bağlayan bir mücadele hattında yürümek zorundadır. Bu ise, ancak, devrimci partinin, demokratik talepleri, proletarya ve emekçilerin sınıf çıkarlarına bağlı olarak öne sürmesi ve elde edilmeleri için mücadele etmesiyle mümkündür.
Sosyalizm her türlü baskının ortadan kaldırılmasının toplumsal temelini yaratacak, gerçek eşitliğin sağlanmasını olanaklı kılacaktır. Ama bu, her demokratik talebin mutlak olarak ekonomik devrime bağlanmasını ve ekonomik devrim olmaksızın demokratik hakların elde edilemeyeceği anlayışını haklı çıkarmaz. (Türkiye, demokrasinin olmadığı bir ülke ve demokratik özgürlükler işçi sınıfına, burjuvaziye karşı mücadelesinde daha ileriye gitmek için gerekli. Sınıf bilincine ulaşmış işçiler bunun için mücadele ediyor. Adlarının önüne çeşitli yakıştırmalar bulunan küçük burjuva “sol”cuların ise, demokrasi mücadelesinde sözü edilir bir yerleri ve katkıları olmaması gerçeği bir yana, bunlar var olabildikleri kadarıyla da kitle hareketinde tasfiyeci bir rol oynuyor ve mücadele yöntem ve çizgileriyle harekete zarar veriyorlar.)
İşçi sınıfı ve emekçilerin ileri kesimleri, siyasal özgürlüklerin elde edilmesi ve ülkenin demokratikleşmesinin, işbirlikçi burjuva diktatörlüğünün icazeti ve gericiliğin iç çatışmalarının ürünü olarak değil, dişe diş bir mücadeleyle ve sosyalizm için mücadelenin bir ürünü olarak elde edilebileceğini bilmektedirler. İşçi ve emekçiler, ekonomik ve politik hakları için yürütecekleri mücadeleyle, emperyalizm işbirlikçisi gerici sınıfları püskürttükleri, diktatörlüğe darbe vurdukları oranda siyasal özgürlükler mücadelesi ilerleyecek, ülkenin demokratikleşmesi yönünde adım atılacak, mücadelenin ürün olarak tek tek reformların ve siyasal özgürlüklerin elde edilmesi söz konusu olabilecektir. Bu ise, kapitalizme, emperyalizmin hegemonyasına ve gericiliğe karşı mücadelenin daha ileri mevzilere yürümesi demektir.
Türkiye’nin tüm milliyetlerden işçi ve emekçileri, karşı karşıya oldukları azgın saldırıların tek tek patronların ötesinde, aralarında pazar kavgası ve ucuz işgücü sömürüsüne dair çelişki olmakla birlikte, işbirlikçi burjuvazinin örgütlü oligarşik gücü olan politik ve askeri erk tarafından silahla korunup sürdürüldüğünü kavradıkları oranda, sınıf çıkarlarını savunma ve iktidar mücadelesini kararlılıkla ilerletmede başarılı olacaklardır. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin bu mücadelede başarıya ulaşmaları aynı zamanda, düzen güçleri arasındaki çatışmanın aleti olmamalarına bağlıdır. Faşizm ve gericiliğin siyasal kurum ve güçleri arasındaki iç çatışmada taraf olmak, birinden birinin yanında yer almak, yedeklenme olanaklarını da güçlendirmektedir. Düzen partileri ve kurumlarının çelişme, çözülme ve çatışmalarından yararlanmak; onların kitleler üzerindeki etkilerinin kırılmasını gerçekleştirmek üzere, politik ve ekonomik talepleri ısrarla savunarak, işbirlikçi burjuvazi ve diktatörlüğün saldırılarını püskürtmeye hizmet eden güç, araç ve olanakları geliştirmekle mümkündür.
f) burjuva saldırısının püskürttüğü işçi-emekçi hareketi güç biriktirme döneminden mücadeleyi yükseltme dönemine girmiştir
Son on yıl, işçi sınıfı ve emekçi hareketinde, istikrarsız bir biçimde de olsa, kitlesel ve devrimci çıkışların yaşandığını gösterdi. Uluslararası gelişmelerden bağımsız olmayan Türkiye’deki gelişmeler karşısında işçi ve emekçilerin ileri kesimleri ilgisiz ve sessiz kalmadıkları gibi, emekçi hareketinde giderek büyüyen ve hareket üzerindeki etkisi artan bir ileri kesim ortaya çıktı, burjuvaziden bağımsız ve burjuvaziye karşı örgütlenme ve mücadeleyi daha ileri mevzilere taşıdı. Başlıca iki kesim; işçi sınıfı ve kamu çalışanı emekçiler, ekonomik saldırılara ve halk aleyhtarı uygulamalara karşı, kiminde önemli zaaflar gösteren ve güç kaybeden, kiminde ise yüz binleri alanlara çekerek, saldırıların püskürtülmesinin yolunu gösteren eylemler geliştirdiler. Ankara, İstanbul, Adana ve İzmir gibi büyük kentlerin yanı sıra, irili-ufaklı onlarca il ve ilçe merkezinde ve daha da önemlisi hemen tüm Kürt kentlerinde, diktatörlüğün baskı kuvvetlerinin panzerli, coplu, gaz bombalı saldırılarına boyun eğmeyen emekçiler alanlara çıktılar ve acil ekonomik ve demokratik taleplerini haykırarak, bu talepler doğrultusunda daha kitlesel ve kararlı bir mücadele sürdüreceklerini dile getirdiler. Düşük ücret uygulamasına, işsizliğe ve özelleştirme politikalarına karşı mücadeleye, toplam sayıları yüz binleri aşan işçi ve emekçi katıldı. Ankara’da Türk-İş’in düzenlediği “İşsizliğe Hayır, Özelleştirme Talanına Son!” mitinginde, on binlerce işçi, emperyalist ve işbirlikçi tekellerin yağmasına ve açlık ve yoksulluğa mahkûm edilmek olan işsizliğe karşı öfkesini haykırdı. İşçiler, iş, ekmek için faşist cinayetlere ve bütün ezilenleri hedefleyen kontra saldırılarına karşı öfkelerini haykırdılar ve özgürlük; özelleştirmenin son bulması ve kaynakların tekelci talanının durdurulması taleplerini dile getirdiler. Kamu çalışanı emekçiler, hükümetin grevsiz “sendika hakkı” ve düşük ücret ve maaş politikasına karşı, birçok kere iş bıraktılar ve polis barikatlarını yararak alanlara çıktılar. Emekçi kadınlar, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kapsamında daha güçlü eylemler düzenlediler. Yakınları gözaltında katledilen ve kaybedilen “Cumartesi Anneleri”, her seferinde, polis saldırısıyla karşılaşmalarına karşın, yılmadan, periyodik eylemlerini sürdürdüler ve faşist katillerin suratlarına sloganlarını haykırdılar. Son üç yılda, 1 Mayıs kutlamaları, burjuvazinin engellemeye yönelik saldırıları ve küçük burjuva grupların kitle mücadelesini sabote edici tutum ve davranışlarına karşın, önceki yıllardan daha güçlü olarak gerçekleşti ve kutlamalara katılanlar arasında işçilerin sayı ve etkinlik gücü bakımından ağırlığı giderek arttı. ’98 1 Mayısı, işgününe denk gelmesine, patronların işten atma tehditlerine ve polis saldırıları ve engellemelerine karşın, en kitlesel ve en yaygın gösteri ve mitinglerle kutlanan 1 Mayıs’lardan biri oldu. İşçi sendikaları konfederasyonlarının, KESK’in ve EMEP, HADEP gibi partilerin, ortak kutlama yönündeki tutumları, EMEP’in 1 Mayıs öncesi çalışmaları, Türk-İş üyesi ve İstanbul işçi Sendikaları Şubeler Platformu’nu oluşturan sendikaların etkin tutumu ve iş bırakma çağrılan, kitlesel katılım yönünde olumlu rol oynadı. İşçi yoğun büyük kentlerin yanı sıra, önemli Kürt kentlerinde de 1 Mayıs, önceki yıllardan farklı olarak daha fazla sayıda merkezde ve daha kitlesel olarak kuttandı.
1 Mayıs kutlamaları ve işçi ve kamu çalışanlarının eylemleri, burjuvazi ve diktatörlüğün saldırılarına karşı izlenmesi gereken kitle mücadelesi çizgisinin kesin doğruluğunu yeniden kanıtladı. İşçi ve emekçilerin geniş kesimlerini, faşizme ve emperyalizme karşı seferber etmeye hizmet etmeyen hiçbir mücadele yöntemi ve biçiminin, sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin geliştirilmesine katkıda bulunamayacağı bir kez daha doğrulandı. Görüldü ki, yanlışta direnenler, emekçilerin mücadelesini geliştirmedikleri gibi, emperyalizmin uşağı halk düşmanlarının eline, halkın mücadelesini karalamada kullanacakları araçları vermek durumuna da düşmektedirler. Kürt ve Türk işçi ve emekçisinin sermaye ve gericiliğe karşı birliği ve birlikte mücadelesinin acil ve kaçınılmaz önemi artmıştır. Emekçilerin gücünü bölen ya da mücadelesini zayıf düşüren tutumların terk edilmesi kesin bir zorunluluk haline gelmiştir. Başarı, bütün milliyetlerden proletarya ve emekçilerin işbirlikçi Türk ve Kürt gericiliğine karşı birliğinden geçmektedir. Bu tutumda ısrar, halkın çıkarlarına bağlılıkla eş anlamdadır.
Proletaryanın ve ezilen halkların uluslararası deneylerinin birikimi üzerinden edinilen kazanımların miras alınarak sürdürülmesine; işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarına bağlılığa ve kitle çizgisinde ısrara; proletarya ve ezilenlerin her koşulda mücadeleye yetenekli örgütlerinin fabrika, işyeri, sendika ve yerleşim alanlarında yaratılması kararlılığına; sınıf bilinçli işçinin ve işçilerin devrimci partisinin gösterdiği özenin tartışmasız doğruluğu, bir kez daha kanıtlanmıştır.
Kapitalist saldırının fütursuzluğuna karşı, işçi hareketi, yalnızca yasakları çiğneyerek ve sokaklara taşarak değil, ama ülke düzeyinde gösterdiği yaygınlıkla da yeni mevziler için zemin hazırladı ve işçilerin ellerine kendi güçlerinin farkına varmaları için önemli silahlar verdi. İşçi hareketi içinde öncü bir işçi kuşağı giderek daha etkin tarzda sınıf eyleminin yönlendirici gücü olarak ileri çıktı.
İşbirlikçi burjuvazinin politik ve ekonomik saldırılarının yoğunlaşması, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin, burjuva partileri ve devlette güvensizliğini artırdı. Burjuva partilerine karşı güvensizlik, giderek açık bir kopuş ve uzaklaşmaya yol açarken; sınıfın ileri kitlesi, hareketin kendi diyalektiği içinde, deneyimini ve bilgisini geliştirdi.
İşçi kitle hareketinin geliştiği bu süreçte, baskı altındaki diğer emekçi yığınlar sınıfın direnişinden aldıkları güç ve destekle sınıf hareketinin çekim alanı içine girerek, kendi talepleri ile işçi talepleri arasında kurulan bağ üzerinden sermaye cephesine karşı, sınıfla birlikte davranmaya başladılar. İşçi sınıfı içindeki çalışmayı tüm devrimci çalışmasının merkezine alan ve işçilerin kendi deneyleri temelinde kendi mücadelelerinden öğrenerek, burjuvazi ve sermayeye karşı mücadeleyi geliştirmelerinde, onlara yardımcı olmayı günlük eyleminin içeriği olarak benimseyen devrimci işçi partisinin, sınıf hareketinin öne çıkardığı ileri işçi kitlesiyle birleşmesi, bu ileri işçi kuşağının, sınıf içindeki konumunu güçlendirdiği gibi, onların sendika bürokrasisine karşı mücadelesini de ilerletici bir rol oynadı. Sendika bürokrasisinin sınıf içindeki gücü bu dönem içinde büyük darbe yedi. İşçi hareketini örgütleme ve sınıfın taleplerini kararlılıkla savunma tutumu içindeki ileri işçi kuşağı, bürokrat sendikal kastın çözülmesine ve eski gücünü yitirmesine yol açan bir mücadele yürüttü. Sendikaların şube ve işyeri temsilcilikleri önemli oranda yenilenirken, ileri işçilerin ve sınıfa yakın sendikacıların mevzi kazanma olanakları genişledi, hareket içinde oynadıkları rol arttı. Tabandan gelen ve sınıfın talepleri üzerinde yükselen muhalefet, sendika şubelerinin bir kısmının bu işçilerin yönetimine geçmesiyle sonuçlandı. Bu sınıfın, burjuvaziye ve onun sınıf içindeki uzantılarına karşı mücadelenin yeni ve daha güçlü bir mevzide sürdürülmesi demekti. Sendika şube yönetimleri, genel merkez ve Türk-İş delegelerine de yansıyan bu mücadele içinde işçiler, bürokratik sendikal kastın parçalanıp çökertilebileceğini ve daha iyi organize edilmiş, fabrika temeline oturan ve sendika şubeleri üzerinde yükselen bir çalışmayla ve güç biriktirilerek alaşağı edilebileceğini somut olarak da gördüler.
Bu süreç aynı zamanda, işçi hareketinin biriktirdiği öfkeyi gören sendika bürokrasisinin, mücadeleyi yozlaştırmak amacıyla, eylemlerin başına geçmeye çalıştıkları bir süreç oldu. Sendika ağalarının, tabandan yükselen mücadelenin bütünüyle karşısında durulamayacağını görerek ve mücadeleyi, burjuvaziye karşı yaptırım gücü zayıf olacak tarzda, geri bir düzeyde tutmak amacıyla işçi eylemlerinin başında boy göstermeleri, işçilerin bu hain sınıf düşmanlarına karşı protestoya yönelmelerini engellemedi. Türk Metal Sendikası’nın, işçi düşmanı bürokratlarına karşı gelişen protesto ve işçilerin bu sendikadan istifaya başlamaları, işçi hareketinde, yeni bir anlayış ve hareketlenmenin olgunlaşmakta olduğuna işaret etmektedir.
Burjuva emperyalist saldırıya karşı mücadelenin yeni bir döneminden söz edilmesi için koşullar olgunlaşmaktadır. Proletarya ve emekçi hareketinin ilerlemesine hizmet eden bir mücadele çizgisine gereksinim, uluslararası alanda daha da artmış bulunmaktadır. Devrimci sınıf partilerinin her bir ülkede, görev ve sorumlulukları artmıştır. Emekçi kitlelerinin, ileri kesimlerinin etrafında birleştirilmesine; sendikaların ve diğer sınıf örgütlerinin güçlendirilmesine yardımcı olacak bir mücadele hattında gösterilecek sebat, yalnızca burjuvazinin uluslararası saldırılarının püskürtülmesi bakımından değil; işçi-emekçi hareketini oportünist tarzda etkilemeye çalışarak, şu ya da bu biçimde burjuvazinin yedeğine sürükleme çabasındaki “sol” ve sağ küçük burjuva anlayış ve çevrelere karşı da bir güvence özelliği taşımaktadır. Küçük burjuva sekterliği, koşulları ve güç ilişkilerini gözetmeyen ve kitlelerden kopuk sorumsuz eylem çizgisi, bütün keskin slogancılığa karşın emekçi hareketine ve mücadelesine zarar vermeye devam ediyor. Burjuva işbirlikçiliğinin, hareketin safrası olarak dışarı atılması için daha kararlı mücadele gerekiyor. İşçi hareketinin yeniden canlanarak, az-çok bağımsız bir çizgide ilerlemeye başladığı ülkelerde, Marksistlerin kitle hareketini örgütleme çizgisinde gösterecekleri ısrar, harekette politik güç birikimi, deney ve olgunluğun artmasına hizmet edecektir. Onlarca yıldan beri, çok sayıda genç kuşağın ve işçi ve emekçilerin en ileri kesimlerinin başarıya ulaştırmak için can ve kan bedeli bir mücadele yürüttükleri gerçek bağımsızlık, özgürlük ve sosyalizm mücadelesini, onlarca yılın deneyimi ve proletaryanın uluslararası kazanımlarına dayanarak ilerletmek, ancak, yanlışlığı Marksist teori ve pratik eylem tarafından kanıtlanmış biçim, yöntem, tutum ve davranışların terk edilmesiyle mümkün olmaktadır. Bu, yalnızca uzun vadeli hedeflere ulaşmak için değil, işçi sınıfı, Kürt halkı ve bütün ezilenler için, bugünün politik ve ekonomik saldırılarının püskürtülmesi bakımından da gerekli şartlardan biridir.
Bu çizginin kararlılıkla sürdürülmesi, başarmanın koşullarından biridir.
Ekim 1998