Son bir yıldır kapitalist dünya ekonomisi art arda cereyan eden önemli gelişmelere sahne oluyor. Önce, geçtiğimiz yılda patlak veren Asya krizi, ardından Rusya krizi. Ve en son olarak, peş peşe çalkalanan dünya borsaları. Belirtiler hafife alınabilir cinsten değil, ister Asya, ister Rusya, isterse emperyalist ülke borsaları olsun, hiçbir yerde henüz düzelme belirtileri görünmüyor.(1) Gözler, her an 1929 büyük bunalımın benzeri bir krizin patlak vereceği endişesiyle, dünya borsalarına odaklanmış bulunuyor.
Kapitalist dünya ekonomisindeki son gelişmeler, burjuva siyasetçileri, ekonomistleri ve basını arasında hâlâ kesilmeyen histerik bir tartışmayı başlattı. Bir yanda; muhakkak ve bir an önce “bir şeylerin yapılması” gerektiğini avazı geldiğince bağıranlar.(2) Diğer yanda; durumun böylesine nazik olduğu bir dönemde paniğin hiçbir şeye yaramadığı, “durumun abartılmaması gerektiği” tekerlemeleriyle, sükunete çağıranlar.(3) Bir tarafta; her şeyin sorumlusu olarak gördükleri Soros gibi spekülatörlere veryansın edenler, “spekülatif sermaye”ye sınırlar çekmek gerektiğini, “denetimsiz sermaye akışının yanlış olduğu”nu, “uluslararası mali sistemin yeniden düzenlenmesi gerektiği”ni, Rusya örneğinde de görüldüğü gibi “çok hızlı globalleştirmenin” sadece zarar verdiğini söyleyenler.(4) Diğer tarafta; “sermaye akışına denetim getirmenin çok yanlış olacağı”nı, böylesi tedbirlerin “geriye dönüş” anlamına geleceğini, dahası yeniden “himayeciliğe geçiş” olacağını savunanlar.(5)
“1929 bunalımı” hayaletinin ortalıkta dolaşmasının, ‘globalizm başlamadan bitti mi?’ içerikli tartışma ve kaygıların etrafı bu kadar hızlı kaplamasının, son gelişmelerin ayrıca şu özelliğiyle de bir ilgisi bulunmaktadır: Burjuva propagandanın, özellikle son on yılda öne çıkardığı iki olgu vardı. Birincisi, Japon mucizesinin yanı sıra, ‘Asya Kaplanlarının “sınırsız büyümesi”. İkincisi, Sovyetler Birliği (SB) ve Doğu Bloğu’nun çöküşü, ‘serbest piyasa ekonomisini benimseyişi’. Başka bir ifadeyle, burjuva propagandanın bir süredir üzerinde yükseldiği bu iki sütun, temelden sarsıldı. Bir yandan, kapitalist ekonominin “sınırsız gelişmesi”nin canlı örneği olarak gösterilen ülkeler derin bir ekonomik krize yuvarlandılar. Bu, ‘neoliberal politikalar’ diye adlandırılan emperyalist saldırı politikalarının gerekçeleri ve mantığı hakkında çeşitli soru işaretlerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Diğer yandan, bu ülkelerdeki sarsıntı henüz yatışmamışken, Rusya krizi patlak verdi. Ekonomik planda patlak veren kriz, politik krize dönüştü. Bu, söz konusu ülkenin Rusya olması nedeniyle, ister istemez, kapitalizm-sosyalizm tartışmasını yeniden gündeme getirdi.
Açıktır ki, burada, bütün bu tartışmalarda taraflardan hangisinin haklı ya da haksız olduğundan ziyade, bu tür tartışmaların ortaya çıkmış olması önemlidir. “Komünizmin enkazı” üzerinde kapitalizmi kutsayan histerik karşı-devrimci propagandanın yerini, sekiz yıl gibi nispeten kısa bir süreden sonra, kapitalizmin geleceğiyle ilgili tartışmalar almıştır! Bu değişimin ideolojik-politik anlamı ortadadır: Olay ve gelişmeler, karşı-devrimin kulakları sağır eden propagandasını değil, Marksist-Leninistleri doğrulamaktadır.(6) Ve daha büyük, daha sarsıcı gelişmelerin henüz başında olduğumuzu belirtmeye bile gerek yoktur.
GÜNCEL DURUM
Asya, Rusya ve Japonya’daki gelişmelerden hareketle bugünkü somut durum şöyle ifade edilebilir: Kapitalist dünya ekonomisinin üçte biri; kısmen krizde, kısmen de -kronik bir durgunluk içindedir. Bu durum, besbellidir ki, kapitalist dünya ekonomisinin bir bütün olarak krize yuvarlanması tehlikesini artırmaktadır.
“Oxfam’ın tahminlerine göre, üç neslin biriktirdiği refah tahrip edildi; bu insanlık tarihinin en berbat olaylarından biri.”(7) Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO)’ göre, tek başına Asya’daki kriz, 10 milyon işçiyi işsiz bıraktı.(8) Kitlesel protestoların yeniden alevlendiği Endonezya’da halk açlıkla karşı karşıya. Ülkenin bazı bölgelerinde halk yemek karneleriyle besleniyor. Batılı bankaların bölge uzmanlarına göre, Güneydoğu Asya’nın gözde ülkesi Güney Kore’deki büyük iflas dalgası henüz önümüzde duruyor. Aynı kaynaklara göre, G. Kore’nin otomobil sanayisindeki güncel kapasite kullanım oranı yüzde 44’tür. Ekonominin bu yıl da % 5–6 oranında gerileyeceği, ancak 2–3 yıl sonra kendisini toparlayabileceği tahmin ediliyor. Emperyalist tekeller ise, “kriz fırsatı”ndan faydalanarak, bu ülkeleri yağmalıyorlar. General Motors, Ford, Siemens, BASF, büyük bankalar ve sigorta şirketleri, adeta bitpazarındaymışçasına, bölgenin hemen hemen tüm büyük fabrika ve işletmelerini çok ucuza satın alıyorlar.
Güneydoğu Asya’da, bir yıldan beridir, “bozulmuş denge” böyle yeniden kurulmaya çalışılıyor. Bu “bozulmuş denge”nin tekrar kurulmasının ne derece ve hangi düzeyde başarılacağını zaman gösterecektir. Fakat burada daha önemli olan şudur: Son on yılda ekonomik büyüme oranları ortalama yüzde 10 dolaylarında seyreden bu bölge ülkeleri, nasıl böylesi derin ve yıkıcı bir krize yuvarlanabilmiştir?
İlginçtir ki, kendisini mali krizle dışa vuran ekonomik krizlerin patlak verdiği ülkelerin hemen hepsinin durumu çok iyi ilan edilen ülkelerdi. Anımsanacağı gibi, Meksika ekonomisi, krizin patlak vermesinden altı ay önce herkese örnek gösteriliyordu. Güneydoğu Asya kaplanları için yapılan övgüleri anımsatmanın bir gereği yok. Aynı şekilde Rusya’da, “Çok iyi bir gidişat”, övgüler, enflasyon oranlarında düşüşler vb. Burada söz konusu olan, ekonomik bakımdan kötü olan durumun kasıtlı olarak iyi gösterilmesi değil kuşkusuz; aksine, durum gerçekte de yüzeyde iyi görünmektedir. Çarpıcı olan da budur zaten.
Krize sürüklenen tüm ülkeler, kriz öncesinde çok yoğun sermaye akışının yaşandığı ülkelerdi. “Asya kaplanlarına yabancı sermaye akışı 1996 yılında 120 milyar doların üzerindeydi. 1992 yılıyla kıyaslandığında, bu, 80 milyar dolarlık bir artış demekti!(9) Bu ülkelerin tümünde ilkin borsa krizleri patlak verdi. Borsa krizleri ise, genellikle, söz konusu ülkelerin devalüasyona gitmesi ya da gitme tehlikesinin çok belirgin olması üzerine gündeme geldi. Devalüasyon, aslında teşekkül etmiş bir ekonomik durumun resmiyet kazanmasıysa, bu olgu, söz konusu ülkelerdeki ekonominin giderek güç kaybettiğinin, zor bir döneme girdiğinin bir göstergesidir. Başka bir deyişle, “spekülatif sermaye”nin, daha doğrusu, emperyalist devlet, tekel ve bankaların ellerinde biriken para sermayesi fazlalığın spekülasyona yatırılan kısmının(10) dünyanın belli başlı yatırım bölgelerinden hızla kaçışı(11), krizin nedeni değildir, tersine neden, söz konusu ülkelerdeki ekonomik gidişatın girdiği veya girmek üzere olduğu darboğazdır. Kısacası, krizin çok bariz emareleridir bu kaçışın nedeni. Zira devalüasyona başvuruş, emperyalizme bağımlı bu ülkelerin söz konusu darboğazı geçmek üzere başvurmak zorunda kaldıkları bir tedbirdir ancak. Dolayısıyla, söz konusu ülkelerde patlak veren mali kriz, bu ülkelerdeki (temel nedeni aşırı üretim olan) ekonomik krizin ya da darboğazın (bazı ülkelerin soluğu henüz tam kesilmemişti) dışavurumundan başka bir şey değildi. Tabii ki, mali kriz, ateşe atılan benzin gibi, aşırı üretim krizini daha da alevlendirdi, etrafa saçılmasını hızlandırdı. Bu nedenledir ki, Soros gibi spekülatörler, krizi yaratmıyorlar, krizden faydalanıyorlar ancak.
Kendisine en kârlı yatırım alanları seçen ve devasa boyutlara ulaşmış bulunan göçebe bir para sermaye fazlalığı vardır. Bilindiği gibi özellikle emperyalizme bağımlı ülkeler, esasında emperyalist ülkelerde biriken bu sermayeyi çekebilmek için, başka şeylerin yanı sıra, yüksek faiz politikalarını uyguluyorlar. Bu sermaye, köpekbalığının kan kokusuna geldiği gibi, yüksek faizin olduğu yere akın ediyor. İlkin; ekonomide ‘rahatlama’ beliriyor, döviz rezervleri artıyor, ödemeler dengesi finanse edilebiliyor, ithalat daha kolay büyüyor, tabii dış borçlar da daha kolay ödeniyor.
Aynı anda ama söz konusu ülkenin para birimi, emperyalist sermaye o ülkenin para birimine yatırıldığından, gerçek ekonomik “gücünün üstünde” değer kazanıyor. (Aslında uluslararası mali sermaye, böylelikle, emperyalizme bağımlı ülkeleri kazanmaları mümkün olmayan bir yarışa sokuyor.) Rahatlama, kısa ömürlü oluyor; kaldı ki, yüksek faizler, genel olarak sermayeyi üretken yatırımlardan uzaklaştırıp ranta yöneltiyor; yatırımları pahalılaştırıyor. Bu çelişki, o ülkenin ithalatını ve ihalelerini büyütse de (ki bu emperyalist devlet ve tekellerce arzulanan bir durumdur!), ihracatını alabildiğince olumsuz etkiliyor, çünkü sattığı ürünlerin fiyatı artıyor. Ekonomik büyümesi ihracatı artırmaya dayalı bir ekonomide bu dezavantajın doğurduğu sonuçlar ortadadır. Her şey bir yana, (ihracat ürünlerini üreten sanayinin satışlarının gerilemesi ve bunun zincirleme sonuçları vb.) döviz kazanmanın koşulları alabildiğince ağırlaşıyor; bir şeytan çemberi beliriyor, döviz elde etmek için ya yeniden faizleri daha yükseğe çıkarmak gerekiyor ya da devalüasyona başvurmak zorunda kalınıyor. Yaşananların ortaya koyduğu şu ki, yüksek faiz politikası izleyen emperyalizme bağımlı ülkeler, eninde sonunda devalüasyona başvuruyorlar. (Soros gibi spekülatörlere gün doğuyor; onlar bu adımın eninde sonunda atılacağını bildiklerinden, ülke para biriminin aleyhine spekülasyonda bulunuyorlar; tüm maharetleri, bunun zamanını doğru kestirmekte yatıyor.) Uluslararası mali sermaye, bu zorunlu adımı bildiğinden, yatırımlarını yeniden dövize çevirerek geldiğinden çok daha büyük bir hızla ülkeyi terk ediyor. Sonuç: Kanın aniden insan vücudundan çekilmesi gibi, bütün organlar fonksiyonlarını yitiriyor: Ülke acil borç ödemelerini karşılayamadığı gibi, borçları katlanıyor; bankalar likidite sorunuyla karşı karşıya kalıyorlar, iflaslar birbirini izliyor; borsa çöküyor; sıcak paranın ülke para birimine kazandırdığı ‘değer artışıyla’ ters orantılı, hatta birkaç kat üstünde ülkenin bütün maddi değerleri hızla değer kaybediyor. Üretici güçler fütursuzca tahrip ediliyor. Uluslararası sermaye, zamanında kaçmışsa, cebini doldurarak gidiyor. Zamanında kaçamayanlara ise, Meksika krizinde olduğu gibi, o ülkeye “kriz nedeniyle”(!) verilen borç doğrudan aktarılıyor.(12) Sonuç her iki durumda da aynı: Uluslararası sermaye o ülkede yaratılmış bulunan artı-değerin önemli bir bölümüne en kısa yoldan el koyuyor; gelecekte yaratılacak artı-değeri ise önceden ipotek altına almış bulunuyor. Bu ülkelerin işbirlikçi hükümetlerine düşen görev ise; “ülke ekonomisini koruma”, “yeniden inşa etme” ya da “krizi el ele vererek toplum olarak atlatma” vb. demagojileriyle bu faturayı, bu ülkelerin işçi ve emekçilerine ödetmekten ibarettir.
Süreç genellikle böyle gelişmekle birlikte, “Asya kaplanları” krizinde asıl yanıtlanması gereken, son on yılda adeta kesintisiz ekonomik büyüme kaydeden bu ülkelerin, neden yukarıda belirtilen süreci devam ettirme gücünü gösteremedikleridir. Bu husus, kapitalist dünya ekonomisinin içinde bulunduğu sürecin gerçek boyutlarının anlaşılması bakımından da önem taşımaktadır.
Bugünkü dünya ekonomisinin üç büyük gücü (ABD, Almanya ve Japonya; üçü dünya ekonomisinin yüzde 50’sini oluşturuyor) yakından değerlendirmeden, kapitalist dünya ekonomisini etkileyebilecek düzeydeki hiçbir gelişme açıklanamaz. Bu durumda, “Asya kaplanlarının içine yuvarlandığı krizin dünya ekonomisi açısından yerini anlayabilmek için Japonya’ya bakmak gerekir.
Bilindiği gibi, dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip olan Japonya, 1992 yılında ekonomik krize girdi. Krizi, durgunluk izledi. Burjuva ekonomistlerinden Lester C. Thurow bu süreci şöyle anlatıyor:
“Nikkei Endeksi’ne göre Japon borsası, Aralık 1989’da 38.916’dan 18 Ağustos 1992’de 14.309’a düştü; bu reel olarak Amerikan borsasının 1929 ve 1932 arasındaki düşüşünden daha büyük bir değer kaybıdır. Bu çöküş Japonya’da, emlak değerlerindeki benzer bir çöküşle birlikte, hâlâ ne zaman duracağı belli olmayan bir durgunluk başlattı. …dünyanın en büyük ikinci kapitalist ekonomisi tıkanıp kaldı; ekonomik gücünü harekete geçiremiyor.”(13)
“Borsadaki çöküş… , arazideki düşüş… , barınma ve ticari taşınmaz değerleri ve yen üzerinden değerlendirildiğinde dış varlıklardaki kayıpları… beraberce toplarsak, Japon halkının net varlıkları neredeyse 14.000 milyar dolar düşmüştür. Bütün Japon ailelerinin ellerindeki toplam net değerin % 36’sı silinmiştir…”(14)
Japonya’nın GSYİH’sı 1988’de % 6,3 büyürken, 93’te ancak % 0,3 büyüdü. 97’de küçük bir artışla % 0,86’ya çıktı. 1998 için yapılan tahminler, GSYİH’sının büyümeyip % 0,4 küçüleceği yönünde.(15) En son tahminlere göre, Japonya’nın GSYİH’sı Nisan 1998-Mart 1999 arasında % 1,6 ila 1,8 arası küçülecek. Oysa hükümet bu süre için önceleri % 1,9 oranında bir artış tahmininde bulunmuştu.(16)
Japonya çarpıcı bir durgunluk yaşıyor. Örneğin faizler düşmesine rağmen (1990’da % 6 olan ıskonto oranı 1998’de % 0,5’e düştü), ekonomi canlanmıyor. Aksine, faiz oranlarında düşüşün de bir yansıması olarak, sermayenin yurtdışına akışında iki misli artışlar var. Adeta kronikleşen durgunluğun ne denli derin olduğunu gösteren diğer bir gösterge ise, Japon hükümetlerinin, 1992 yılındaki borsa çöküşünün ardından ekonomiyi canlandırmak için uygulamaya soktukları, ancak hâlâ sonuç alamadıkları “konjonktür programları”dır. (Esasında, bu programların başarısı, canlanma şöyle dursun, ekonominin köklü bir krize yuvarlanmasını şimdiye kadar engellemek olmuştur.) Uygulanan programların tarihi, miktarları ve içeriği şöyledir:
“- Ağustos 1992–123 milyar mark (devlet harcamalarının artırılması, emlak satışları, faiz sübvansiyonları);
– Nisan 1993–194 milyar mark (ek devlet harcamaları, orta boy işletmelere krediler, emlak pazarının desteklenmesi);
– Eylül 1993–90 milyar mark (altyapı için kamu yatırımları);
– Şubat 1994–239 milyar mark (rezidans ve gelir vergisinin yaklaşık % 20 düşürülmesi, harcamaların artırılması, inşaat finansmanı için ek yardımlar);
– Nisan 1995–107 milyar mark (başta Kobe deprem bölgesi için olmak üzere devlet harcamalarının artırılması);
– Eylül 1995–215 milyar mark (altyapı projeleri, eğitim ve sosyal önlemler için harcamalar);
– Nisan 1998–230 milyar mark (emlak pazarının canlandırılması için inisiyatifler, gelir vergisini azaltma).”(17)
Başka bir deyişle: Japonya’daki ekonomik durgunluk, hükümet tarafından 6 yılda toplam miktarı 1 trilyon 198 milyar markı bulan yedi “konjonktür programının yaşama geçirilmesine rağmen, aşılamamıştır! (Başbakan Keizo Obuchi’nin derin durgunluktan çıkış yolu seleflerininkinden farklı değildir; şunlar planlanmakta yine: Yüksek gelirliler ve işletmeler için vergi yükü hafifletici -yaklaşık 75 milyar mark dolayında-tedbirler alınacak. Öte yandan yaklaşık olarak 200 milyar markı kapsayan 8. konjonktür programı tasarlanıyor. Ayrıca bölgeyle ticaret fazlasını finanse etmek için olsa gerek, krizdeki Asya ülkeleri için 30 milyar dolarlık bir “yardım paketi” planlanmakta.) (18)
Bir ülkedeki ekonomik krizin ya da durgunluktan ileri gelen sorunların diğer ülkelere yansımasının esas olarak iki yolu vardır: Bir yandan sermaye ve meta ihracatının artırılarak sermaye ve kapasite fazlalığı sorununun hafifletilmesi, diğer yandan ithalatın kısılması yoluyla iç pazarın korunması. Görünen şu ki, dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip Japonya, 1992’de girdiği kriz ve bunu izleyen uzun durgunluk sürecinde, bir nevi hastalığını tedricen tüm dünyaya yaymıştır. Japonya’nın; dünyanın en büyük ihracatçı ülkelerinden olması, hemen hemen her ülkeyle ticaret fazlasına sahip olması, aynı zamanda iç pazarını dışarıya karşı en sıkı koruyan ülke olması ve emperyalist kapitalist dünyanın en büyük kreditörü olması; Japonya’nın bütün bu özellikleri, belirtilen ekonomik sorunlarının diğer ülkelere aktarılmasının yolu üzerine bir fikir vermektedir sanırız. Denilebilir ki, “Asya kaplanları” bu hastalığa ilk yakalananlardır. Nitekim Japonya ‘90’lı yıllarda ekonomik etkinliğini giderek Güney ve Doğu Asya’da yoğunlaştırdı. Bu bölge pazarı, 1997 yılına gelindiğinde Japonya’nın ihracatının % 41’ini ve dış yatırımlarının da % 23’ünü çekmişti.(19) Ve Asya çöktü. Tıpkı, yaralı bir adamın kendisinden zayıf bir insanın omzuna yaslanması gibi. Zayıf adam bu yüke bir süre dayanır, sonra yere düşer. Bununla birlikte, düşmesi diğerini de yaralar. Asya çöktü ve sonuç olarak, Japonya’nın batık, karşılığı olmayan 550 milyar dolarlık kredilerini 250 milyar dolar daha büyüttü!
Japonya açısından şunu özellikle vurgulamak gerekir: Dünyanın hemen hemen her ülkesiyle ticaret fazlası olan Japonya, bugün öyle bir konumdadır ki, bu fazlalığı, onu, her emperyalist ülkeden daha fazla yaralamaktadır. Zira açıktır ki, çöken ya da gerileyecek olan her pazar ve ülkede o en büyük zararı görecektir. Bu yüzden, “Asya kaplanları” krizinden de en çok o zarar görmüştür. Büyük emperyalist ülkeler arasında, en hızlı düşüşleri yaşayan borsanın Tokyo borsası olması, kuşkusuz bir tesadüf değildir. Aynı şekilde, ileri kapitalist ülkeler arasında bu dönemde ilk banka iflasları da Japonya’da ortaya çıkmıştır.(20) Besbelli ki, kapitalist dünya ekonomisinin ikinci büyük gücü çok ciddi sorunlarla karşı karşıyadır.
Japonya’nın Ekonomik Planlama Ajansı Başkanı Taichi Sakaiya bir röportajda şunları söylüyor: “Japon ekonomisi tarihinin en karanlık dönemini yaşıyor. Kimse önünü göremiyor. Bu yıl ekonomik büyüme Hızının eksi 1,9 olması tahmin edilmekte. Bu da artan işsizlik ve yoksulluk demektir. Japon halkını zor günler bekliyor. Büyük bir tehlikenin önündeyiz ve yaşadığımız kriz, tüm dünyayı saracak gözüküyor. Domino etkisine hazır olun.”(21) Şurası kesin: Japon emperyalizmi önündeki sancılı süreci nasıl atlatırsa atlatsın, Japon işçi ve emekçilerini gerçekten de çok “zor günler bekliyor”. Geçtiğimiz temmuz ayında Japonya’daki işsizlik oranı % 4.3’ü bularak rekor seviyeye ulaştı. Bundan beş yıl önce bu oran % 2 idi. Haziran ayında işsizlerin sayısı bir önceki yılın aynı ayına göre, dörtte bir artarak 2 milyon 840 bine ulaştı. Aynı zaman diliminde çalışanların sayısı 710 bin azalarak 66 milyon 8 bine geriledi.(22) Thurow’un yazdığına bakılırsa, “Japonya, işverenleri tarafından ücretleri ödendiği için resmi olarak işsiz sayılan % 3–4 arasında yer almamasına karşın, işçi sınıfının en az % 10’ünun gerçekte işsiz olduğunu kabul etmekledir.”(23) Bunun anlamı açıktır: mevcut koşullarda bir krizin patlak vermesi durumunda, Japonya’daki işsizlik rakamları olağanüstü bir hızla artacaktır.
Nereden bakılırsa bakılsın, Japonya zor durumdadır. Gerek ABD ve gerekse Avrupa’nın bu durum karşısında izlediği politika bellidir: Bir yandan Japon ekonomisinin tam çöküşünü engellemek için yardıma hazır olmak (Japonya’nın belirtilen özelliklerinden ötürü muhtemel bir krizin tüm dünyaya yayılması kaçınılmazdır), diğer yandan ise, adeta bir savaş ekonomisi uygulayan ve iç pazarını sıkı kapalı tutan Japonya’nın bu durumundan azami ölçüde faydalanmak, tavizler elde etmek, Japonya’nın ülke içi ve dışındaki pazar paylarından parçalar koparmak. Nitekim şu haberler durumu yeterince açıklamaktadır:
ABD yatırım bankalarından Merrilly Lynch’in iflas eden menkul kıymet alım satımı şirketi Yamaichi’yi satın aldığı, Travelers Group’un da ‘Broker’ firması Nikko’da en büyük hissedar olduğu söylenmekte. ABD ve dünyanın en büyük otomobil tekellerinden General Motors (GM) Japon küçük araba üreticisi Suzuki’den daha fazla hisse aldı. GM, Suzuki’deki hisselerini % 3,3’den % 10’a çıkartarak en büyük tek hisse sahibi oldu. Yine GM, Isuzu’nun % 37,4 hissesinin sahibi olarak Isuzu’nun asıl sahibi durumunda. Belirtelim ki, ABD ve Avrupa’nın (başta Almanya ve İsviçre) büyük banka ve sigorta şirketleri bugünlerde Tokyo’da Japon banka ve sigortalarıyla “görüşmeler” yapmaktadırlar.
Bu arada şunu da vurgulayalım ki, gerek Japonya’nın ve gerekse Asya’nın ve dolayısıyla dünyanın bütünü açısından ayrı bir önem arz eden Çin’in durumudur. Açıktır ki, Çin’in giderek ağırlaşan koşullara (aşırı üretim, pazarların daralması vb.) dayanamayıp devalüasyona gitmesi ya da doğrudan ekonomik krize girmesi, gelişmelere yepyeni boyutlar kazandıracaktır.
Peki, krizden kronik durgunluğa, durgunluktan ise her an daha ağır bir krize düşme tehlikesiyle gidip gelen Japonya ekonomisinin hâlihazırdaki durumunun ve “Asya kaplanları” ve Rusya krizinin, ABD ve Avrupa ekonomisi üzerindeki şimdiye kadarki etkisi ne düzeydedir?
ABD’deki somut durumu ele almadan önce, şunu belirtmekte fayda var: Bilindiği gibi, söz konusu ülkelerdeki ekonomik gidişat ilkin Latin Amerika’yı vurdu. Brezilya’da Sao Paulo ve Rio de Janeiro borsa endeksleri Ağustos başından beri yüzde 50 düştü. Brezilya Merkez Bankası’nın verilerine göre, ağustos ayının son iki haftasında günde ortalama 1 milyar dolar yabancı sermaye ülkeyi terk etti. Sermaye kaçışını engellemek için kısa sürede faizler yüzde 40’lara yükseltildi. (Bu kararın Brezilya’nın ekonomik büyüme oranlarına çok olumsuz yansıyacağı açıktır. Deutsche Bank’ın tahminlerine göre, Brezilya ekonomisi gelecek yıl en iyi durumda yüzde 1 büyüyecektir. Diğer bankalar ise, ekonominin durgunluğa gireceğinden yola çıkmaktadırlar) Ancak IMF’nin her türlü yardımı yapmaya hazır olduğunu açıklaması üzerine, sermaye kaçışı nispeten azaldı. IMF bu açıklamasıyla bir nevi şu teminatı vermiş oldu, “korkmayın, Brezilya dayanamayıp devalüasyona gitse de, Meksika krizinde olduğu gibi, her türlü kaybınızı ben karşılarım, faturayı da Brezilya halkına ödetirim”!
Açıktır ki, Brezilya’nın krize yuvarlanması demek, tüm Latin Amerika kıtasının krize girmesi demektir. Nitekim Brezilya Latin Amerika kıtasının toplam GSYİH’sının yaklaşık yarısını üretmektedir. Böylesi bir kriz en başta ABD’yi yaralayacaktır. (ABD toplam ihracatının % 20’sini Latin Amerika pazarına yapmaktadır. ABD şirketlerinin tek başına Brezilya’da 35 milyar dolar yatırımı bulunmaktadır.(24) Bu nedenlerle, ABD’nin bugünlerde Brezilya için bir “mali yardım paketi” hazırlaması bu çerçevede değerlendirilmelidir.) Şimdilik böylesi bir kriz püskürtülmüş görünüyor. Fakat Latin Amerika Kıtasının bir bütün olarak Japonya’daki durgunluk ve Asya ve Rusya krizinden olumsuz etkilendiği ortadadır. IMF’nin dünya ekonomisinin geleceğiyle ilgili yaptığı son tahminlerde, tüm ülkelerde olduğu gibi Latin Amerika kıtasında da ekonomik büyüme gerileyecektir. (Geçtiğimiz yıl Latin Amerika Kıtasındaki ekonomik büyüme oranı % 5,1 iken, bu oranın bu yıl ancak % 2,8’i bulacağı tahmin edilmektedir.) Sonuç olarak, emekçi halkın yaşam koşulları daha da kötüleşmiş, işsizlik ve yoksulluk büyümüştür. Borsadaki rantiye takımı, Brezilya emekçilerinin yarattığı artı-değeri aralarında paylaşma kavga verirken yaklaşık 1,5 milyon işçi ve emekçi Brezilya’nın 2 bin kentinde “açlığa, yoksulluğa ve sosyal adaletsizliğe karşı” gösteriler yapıyordu. Bu iki olayın bir arada yaşanması bir kere daha göstermektedir ki, yoksul işçi ve emekçi yığınları açısından son tahlilde önemli olan ekonomik büyüme oranlarındaki artış ya da borsa puanlarının yükselmesi veya düşmesi değildir. Hangi kapitalist ülkede olursa olsun, işçi sınıfı ve emekçi halk en temel çıkarları uğruna kendisi mücadeleye atılmadıkça, yaşam koşullarında kalıcı hiçbir düzelme gerçekleşmeyecektir.
Şu tespitler IMF’nin dünya ekonomisinin durumuyla ilgili en son açıkladığı raporundan alınmıştır: Dünya ölçeğindeki ekonomik büyüme 1998 yılında sadece % 2 oranında olacak. (Bu, geçtiğimiz mayıs ayında IMF’ce yapılan tahminden yüzde 1,1 oranında daha düşük bir oran.) Ekonomik koşullar geçtiğimiz aylarda dünya çapında daha da kötüleşmiş, Asya’nın gelişen ülkelerindeki ve Japonya’daki resesyon daha da ilerlemiş ve Rusya mali krizi ise bir devlet iflası hayaletini ortaya çıkarmıştır.
1999 yılına ilişkin iyileşme beklentileri zayıflamış, daha derin ve daha geniş bir gerilemenin rizikoları belirginlik kazanmıştır. (1999 yıl için % 3,7 olarak yapılan ekonomik büyüme oranı tahmini % 2,5 olarak düzeltilmiştir.)
IMF’nin sözünü ettiği gerilemenin belirtileri, dünya GSYİH’nın % 23’ünü oluşturan ABD’de bugün özet olarak şöyle kendisini dışa vurmaktadır:
– ‘ABD’deki sanayi üretimi (1992 yılı 100 varsayıldığında) 1994’ün dördüncü çeyreğinde 112 iken, 1998’in birinci çeyreğine kadar hemen hemen kesintisiz yükselişe geçip 128’i ulaşır. Ancak, bu yükseliş ilk defa 1998’in ikinci çeyreğinden sonra düşmeye (yaklaşık 124) başlar. (98’in ilk üç ayında büyüme oranı % 5,4 iken, bunu izleyen üç ayda %1,4’tür.) Aynı şekilde kapasite kullanım oranı 1994’ün sonunda yüzde 84,5 oranındayken, (üç yıl boyunca % 82–83 civarında seyrettikten sonra) 1998’in ikinci çeyreğinin sonunda % 80,5’lere düşer. Veriler, ekonomik canlanmanın hızını yitirip tersine doğru bir gelişmeye girdiğini gösteriyor.
Ödemeler dengesi: Bu yılın ikinci çeyreğindeki açık, bu yılın birinci çeyreğine göre 10 milyar dolar artarak 56,5 milyar dolara çıkar. Bu gelişmeye gerekçe olarak giderek büyümekte olan ticaret açığı gösterilmekte. Bu yılın ikinci çeyreğinde ithalatın değeri ihracattan elde edilen değerden 20 milyar daha fazla olmuştur. Böylelikle 98’in birinci yarım yılındaki ticaret açığı yaklaşık 114 milyar dolar olarak hesaplanmakta. (18 Eylül 98 tarihli “Handelsblatt” gazetesinin ABD Ticaret Bakanlığı’nın verilerinden aktardığına göre, ticaret açığı 98’in ilk 7 ayında 103,7 milyar dolardan 132,9 milyar dolara yükselmiştir.) Uzmanların tahminine göre, ABD’nin 1998 yılı ticaret açığı 230 milyar doları bulabilir.
Ekim ayı ABD’de tekellerin ekonomik durumlarıyla ilgili raporlarını açıkladığı aydır. Ancak, pek çok gösterge, belli başlı tekellerde, kâr oranları başta olmak üzere sözünü etmeye değer bir gerilemenin şimdiden uç verdiğini göstermektedir. ABD’nin en büyük şirketlerinden Boeing, 1998’in ikinci çeyreğindeki kârının bir önceki yıla göre %46 gerilediğini, 1999 yılında ise toplam 20 bin kişiye çıkış vereceğini ya da işyerini tasfiye edeceğini açıkladı. Aynı şekilde ABD’nin en büyük tüketici ürünleri üreten şirketi Gillette, “uluslararası pazarlardaki düşük talep nedeniyle” 14 fabrikasını kapatacağını ve çalıştırdığı personelin % 11’ine (4700 kişiye) çıkış vereceğini duyurdu. Öte yandan dünyanın en büyük oyuncak tekeli olan Amerikan Toys R Us kârında 495 milyon dolar düşüş olduğu için Avrupa’daki 50 işyeri ve deposunu kapatacağını bildirdi. Tekel 3000 kişiyi işten çıkartacak.
ABD Federal Merkez Bankası’nın, ekonomik durumda giderek belirginleşen bozulmayı frenlemek amacıyla kısa vadeli faiz oranlarını düşürmesi ya da hükümetin, kriz ülkelerine yapılan ihracata devlet güvencesini getirmeyi planlaması vb. bütün bunlar, bir yandan durumun ciddiyetine işaret etmekte, diğer taraftan ise ABD’nin, durumun daha da kötüleşmesini engellemek için elinde küçümsenmeyecek olanaklarının hâlâ bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bütün veriler, ABD’nin, henüz patlak vermiş bir krizle karşı karşıya olmadığını, ancak birkaç yıldır yükseliş grafiği çizen ekonomik büyümenin artık düşüşe geçtiği ve bu düşüşün de önümüzdeki dönemde daha da ilerleyeceğini göstermektedir. Bununla birlikte, pek çok gösterge, muhtemel bir dünya ekonomik krizinin patlak vermesi durumunda, bu krizin merkezinin ABD olacağına işaret etmektedir.
Kapitalist dünya ekonomisinin son bir yılında uç veren gelişmelerin Avrupa üzerindeki etkilerini Almanya ve İngiltere örneğinde irdelemek gerekir.
Almanya’daki araştırma kuruluşlarının tahminlerine göre, Almanya’daki ekonomik büyüme, en iyi durumda, hafif gerileyecektir. Güçlü bir şekilde gerileyeceği daha kuvvetli bir ihtimal olarak görülüyor. Almanya’da başta makine yapımı ve kimya sanayisinde olmak üzere, şirketler kâr tahminlerini aşağıya çekiyorlar. Almanya’da ayrıca banka sektörünün durumu, özellikle Rusya krizi nedeniyle, kötüleşmekte. Frankfurt borsasında şimdiden banka hisseleri ciddi boyutlarda değer yitirmekte.(25)
Son verilere göre, Almanya’daki ekonomik büyümenin motoru olarak görülen ihracatta, gerileme baş göstermiştir. Bu yılın ocak ve haziran ayları arasında ihracattaki büyüme % 14,4’ten % 5,6’ya gerilemiştir. (Almanya’nın Japonya’ya ihracatı % 11,7 geriledi.) Yurtdışından kaydedilen siparişler geçtiğimiz temmuz ayında bir önceki yıla göre ancak % 2,5 oranında gerçekleştiğinden, ihracattaki gerilemenin devam edeceği belirtilmekte. Münih’teki Ifo-enstitüsü’ne göre, ihracattaki bu gerilemenin üç nedeni bulunmakta: “1. Japonya’da sürmekte olan kötü ekonomik durum; 2. ABD’deki konjonktürel gerileme ve 3. Alman Markının artan dış değeri”. Gelinen yerde, Almanya’daki ekonomik konjonktürün esas olarak “tüketim ve yatırımlar” tarafından omuzlanması gerektiği bir döneme girildiği vurgulanmakta.
Asya krizinin Almanya’nın yatırım malları sanayisine etkisi önceden tahmin edilenden daha büyük oldu. Yatırım mallarına talep Asya’da büyük oranda sıfırlandı, Japonya’da ise güçlü bir şekilde geriledi. Alman yatırım malları sanayisinin yaptığı ihracatın yüzde 20’si bu kriz bölgelerine gidiyordu. Bu kriz ülkelerinden yapılan siparişlerin önümüzdeki dönemde yüzde 30 ila 40 oranında daha da gerilemesi bekleniyor. Umutlar, bu talep gerilemesinin başka bölgelerden sağlanacak siparişlerle karşılanmasına bağlanmıştır. Almanya’da yatırım malları sanayisinin toplam üretiminin % 65’i ihraç edilmektedir.
“Chartered Institute of Purchasing and Supply” adlı resmi araştırma ve analiz kurumunun Ağustos 1998 sonunda yayınladığı rapora göre, İngiltere’de imalat sanayisi alanında üretim yapan üreticilerin % 40’ının üretimlerinde düşüş oldu. Son bir ay içinde, fabrika son ürünü üretimlerindeki bu düşüş oranı son altı buçuk yılın en büyüğü idi.
“Business Strategies” adlı araştırma kuruluşunun yaptığı analize göreyse, İngiltere’de gerek sanayi, gerekse hizmet sektöründeki ekonomik büyüme önümüzdeki yıl hissedilir bir şekilde gerileyecektir.
“Wirtschafts Woche” dergisinin 1 Ekim 1998 tarihli sayısında İngiltere üzerine şunlar yazılıyor: Enflasyonun düşürülmesi nedeniyle “bir yıl içinde beş kez artırılan faizler, Britanya ekonomisini oldukça zorladı. Sanayi üretimi yerinde sayıyor, ve imalat sanayisinde kaydedilen siparişler beş yıl öncesinde olduğu gibi kötü – o zamanlar Büyük Britanya derin bir resesyon içerisindeydi. … Yurtdışı siparişleri, tıpkı 1983 yılında olduğu gibi az miktarda. … Sanayi Birliği CBI’ye göre, ekonomik büyüme ‘gelecek 9 ay içinde duracaktır’. Sendikalar, yarım milyon kişinin işsiz kalma tehlikesiyle karşı karşıya olmasından şikâyet ediyorlar.”
Verilerden de anlaşılıyor ki, Avrupa ülkeleri arasında Asya krizinden en çok İngiltere etkilenmiştir. Bunun nedeni açıktır: İngiltere’nin Uzakdoğu’ya yaptığı ihracat, toplam ihracatının %11’ini oluşturmaktadır (Almanya’nın iki misli). Örneğin İngiltere’nin Tayland, Güney Kore ve Malezya’ya olan ihracatı 1998’in ilk yarım yılında % 50, Japonya’ya olan ihracatıysa % 20 gerilemiştir. Bununla birlikte, İngiltere’nin genel olarak ihracatı 1998’in ilk yarım yılında % 6 gerilemiştir; bu sürede ithalatı azalmadığından ticaret bilânçosu açığı 3,6 milyar pound artarak 11,2 milyar pounda çıkmıştır.
Japonya’daki yıllara yayılan ve giderek derinleşen durgunluğun ve Asya ve Rusya’da patlak veren ekonomik krizin kapitalist dünya ekonomisi üzerindeki etkileri esas olarak böyle özetlenebilir.
Kapitalizmde krizler kaçınılmazdır. Bunu burjuvazinin ideologları da bilmektedir. Ancak, bu, mali oligarşinin ve emperyalist devletlerin kaderlerine boyun eğip gelişmelere seyirci kaldıkları anlamına da gelmemektedir. Aksine, görüldüğü gibi, kapitalist dünya ekonomisinin hâlihazırdaki durumu karşısında emperyalist devletlerle uluslararası tekelci burjuvazinin aldığı tutum, bir dünya ekonomik krizinin patlak vermesini can havli ile engellemeye dönüktür. Çin’de sellere karşı mücadeleyi andırıyor bu iş. Taşan nehrin aktığı bölgeye göre mücadelenin yöntemleri değişmekte; bir yerde setler daha da tahkim ediliyor, başka bir yerde daha büyük bir felaketi önlemek için mevcut setler yıkılıyor. Başka bir ifadeyle, bugün yapılan, kapitalist dünya ekonomisinin bütününü içine çekecek bir ekonomik krizi ertelemeye çalışmaktan başka bir anlam taşımıyor.
Öte yandan, “bunalımlar, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır.”(26) Bu nedenledir ki, uluslararası proletarya ve dünya halkları, emperyalist devletlerin ve işbirlikçilerinin “anti-kriz politikaları”nı başarıyla geri savurmadıkça, ortaya çıkması kaçınılmaz olan krizler “bozulmuş denge”nin yeniden kurulmasıyla sonuçlanabilecektir.
Bununla birlikte, ekonomik krizler, nesnel olarak, emperyalist kapitalizmin temel çelişkilerinin genel olarak keskinleşmesine de neden olmaktadır.
GENEL DURUM
Emperyalist kapitalizmin genel durumuyla ilgili bugün vurgulanması gereken temel olgulara değinmeden önce, güncel ekonomik krizin ortaya çıktığı koşulların bazı özgün yönlerine dikkat çekmek gerekir.
Birincisi: SB ve Doğu Bloğu’nun yıkılmasının kapitalist dünya pazarı açısından doğurduğu temel sonuçlardan birisi, başta petrol olmak üzere hammadde pazarlarındaki rekabetin keskinleşmesiydi. Örneğin SB’nin yıkılmasıyla, OPEC ile Basra Körfezi ülkelerinin petrol üreticisi olarak konumları zayıfladı. Ve sadece petrol de değil; Rusya, tek başına 1993 yılında, 1,6 milyon ton alüminyum ihraç etti. Hammadde pazarlarında bir süredir gözlenen büyük fiyat düşüşlerin gerisinde, keskinleşen rekabet olgusu yatmaktadır. Kızışan rekabet, hammadde üretimini had safhaya çıkarmış; aşırı üretim sonucu pazar adeta şişmiştir. Bugün hammadde pazarlarında muazzam bir kapasite fazlalığı bulunmaktadır. Japonya’daki durgunluğun üzerine Asya krizinin patlak vermesi, başta petrol olmak üzere hammaddeye olan talebi küçümsenmeyecek düzeyde geriletmiştir. (Asya krizi öncesinde, ham petrole dünya ölçeğinde duyulan talebin yüzde 40’ı Asya’dan geliyordu.) Bu durum, fiyatların daha da düşmesine neden olmuştur (Asya krizinden bu yana ham petrol fiyatları % 33, bakır, alüminyum ve çinko fiyatlarıysa % 26 oranında düşmüştür). Kısacası, hammadde pazarlarındaki bugünkü durum, aşırı fiyat düşüşleri ve gerileyen talep tarafından karakterize olmaktadır. Bu durumun hammadde üreticisi ülkeler açısından doğurduğu sonuçlar açıktır. Hammadde ihracatçısı ülkelerin tek başına bu yıl içinde ettikleri zarar 100 milyar doları bulmaktadır. Rusya, İran, Suudi Arabistan, Avustralya, Güney Afrika, Nijerya, Norveç, Venezuela ve Kanada’nın bu yılki zararları kendi GSYİH’lerinin % 1,4 ila % 12,2’sini bulmuştur.
Açıktır ki, Rusya krizinin önümüzdeki dönemdeki en önemli ekonomik etkisi, hammadde pazarlarında zaten keskinleşmiş bulunan rekabetin daha da keskinleşmesinde ifadesini bulacaktır.
İkincisi: Tek başına 1987 borsa çöküşü üzerine, ABD, Japonya ve Avrupa’nın başarılı “eşgüdümlü maliyet ve para politikaları” izlemeleri göz önünde bulundurulursa; 1995 Meksika krizinde ABD’nin ataklığı, buna karşın başta Almanya olmak üzere AB’nin ataleti ya da son Rusya krizinde AB’nin aşırı hassasiyeti ve ABD’nin yardımda isteksizliği vb. gelişmeler, bu “birlikte davranma” tutumlarını geliştirme koşullarının giderek zayıfladığına işaret etmektedir. Örneğin Almanya ve Fransa başta olmak üzere AB devletlerinin son gelişmeler karşısında aldıkları tutum, dünya ekonomisindeki durumun aktüel olarak gerekli kıldığı adımlardan ziyade, Euro planlarını tehlikeye atmama çıkarları tarafından belirlenmektedir. Kısacası, bir yandan çok daha iç içe geçmiş bir dünya ekonomisi, diğer taraftan ayrışan çıkarlar, artan rekabet.
Üçüncüsü: Üretken sermayenin son 20 yılda en çok yatırıldığı dallardan birisi, yarıiletken ve mikroçip üretimidir. Bu ikisi, bugünkü modern sanayinin temel maddeleri haline gelmiştir. İleri kapitalist ülkelerdeki son borsa düşüşlerinde dikkat çeken gelişmelerden birisi de, yarıiletken ve mikroçip üreten şirketlerin hisselerinde görülen değer kaybıdır. Örneğin ikisi de Avrupa’nın en büyük yarıiletken ve mikroçip üreticilerinden olan Alcatel ve Siemens’in hisselerinin değerleri düşmüştür (Alcatel hisseleri Paris borsalarında 17 Eylül günü % 40 oranında düştü). Her iki tekel de kâr tahminlerini aşağıya çekmişti. Siemens, iki ay önce, İngiltere Tynesi’deki mikroçip üretim tesislerini kapatacağını ve 1100 işçisini işten çıkaracağını açıkladı. Ayrıca Fransa’daki mikroçip fabrikasıyla Malezya’daki yarıiletken fabrikasını da kapatmayı planladığını duyurdu. Japon elektronik tekeli Fujitsu da İngiltere’nin Durham bölgesindeki 570 kişinin çalıştığı yarıiletken fabrikasını kapatacağını açıkladı. (Bu fabrika 1991’de açılmış ve tekel tarafından 350 milyon sterlinlik yatırım yapılmıştı.) Bu arada, Mitsubishi ve Hitachi tekelleri de mikroçip üretimlerini, fiyat düşüşleri nedeniyle büyük oranda kısacaklarını bildirdiler. Amerikan tekeli Motorola da Virginia eyaletinde 3 milyar dolara kurmayı planladığı yarıiletken fabrikasından şimdilik vazgeçtiğini açıkladı. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak, anlaşıldığı üzere, günümüz sanayisinin hayati üretim maddelerinden olan ve son yılların en büyük büyüme oranlarının kaydedildiği yarıiletken ve mikroçip üretiminde ciddi bir daralma ortaya çıkmıştır. Bu sektördeki bugünkü durum da, fiyat düşüşleri(27) ve kapasite fazlalığı tarafından karakterize olmaktadır. Kendisini talep gerilemesi olarak dışa vuran nispi bir aşırı üretim sorunuyla karşı karşıya kalınmıştır.
“Yükselen pazarların” (Güneydoğu Asya ve Rusya) çökmesi ve dünyanın ikinci büyük ekonomisinin (Japonya) büyüme yolundan çıkıp gerilemesi üzerine ciddi bir kapasite fazlalığıyla baş başa kalan bu sektörün hâlihazırdaki durumu, diğer sektörleri de etkileyecektir. En başta kendi sektöründe üretici güçleri, kısmen de olsa, tahrip edecektir. Bu üretici güçlerin büyük bölümü ise, ileri kapitalist ülkelerdeki işçi ve emekçilerdir.
Dördüncüsü: Dünya kapitalizminin İkinci Dünya Savaşı öncesiyle sonrası arasında bir kıyaslama yapıldığında ve özellikle son 25–30 yıl dikkate alındığında, ülkelerarası sermaye dolaşımının serbest hale geldiği görülür (ekonomik birlikler içinde ise, ayrıca, meta ve kısmen de işgücü dolaşımı serbesttir). İlk bakışta, basit bir ticari hukuk değişikliği gibi görünse de, doğurduğu sonuçlar ortadadır: Sermaye akışının doğrudan denetimi olmadığından, emperyalist ülkelerde devasa boyutlara ulaşan sermaye fazlalığı, arzuladığı yatırım bölgelerine öncesine göre çok daha kolay, çok daha hızlı ve dolayısıyla çok daha büyük miktarlarda akabilmekte ya da kaçabilmektedir.(28) (Bu gelişmenin, ulaşım ve iletişim teknolojisinin gelişmesi ve maliyetlerinin de büyük ölçüde düşmesi koşullarında söz konusu olduğu unutulmamalıdır.) Sermaye ihracatının boyutları öncesine göre daha hızlı genişleye-bilmiştir; döviz ticaretinde yeni olanaklar doğmuştur; kısacası, gelişmekte olan ülkelerde yaratılan artı-değere daha kısa yoldan ve daha kolay el koyma olanakları artmıştır. Bununla birlikte, Asya ve Rusya krizi, emperyalist devletlerle tekelci burjuvazinin elde etmiş oldukları bütün bu avantajların, çok kısa bir sürede tersi sonuçlar da doğurabildiklerini gösterdi.
Üretim araçlarına yatırılmış sermaye ile spekülasyona ya da repoya yatırılmış sermayenin kendi değerini artırma süreçleri farklıdır. Bu sermayelerin sahiplerinin sonuçta aynı tekeller ya da bankalar olması, süreçlerin bu farklılığını ortadan kaldırmamaktadır (örneğin doğrudan yatırımlar açısından düşük faizler uygun düşerken, rant elde etmeye dönük yatırımlarda yüksek faize gereksinim duyulur). Son bir yılda yaşananların da gösterdiği gibi, bu farklılık, kriz koşullarında, sorunların çok daha çabuk ağırlaşmasını beraberinde getirebilmektedir. Bu çelişki, ‘mali krize’ girdiği söylenen ülkelerin izledikleri doğru ya da yanlış mali politikalardan ziyade, esasında mali sermayenin tabiatından kaynaklanmaktadır. Denilebilir ki, emperyalist devletler açısından, bugün, ellerinde birikmiş ve gelinen noktada devasa boyutlara ulaşmış para sermaye fazlalığı bir baş belası olmuştur. Kendi değerini en hızlı bir şekilde ve en büyük oranlarda artırma hırsıyla, dünyanın bir ucundan diğer ucuna hızla hareket eden bu para sermaye fazlalığı, dünya ekonomisinin reel büyüme gücünü kat be kat aşan oranlarla değerini artırmaya çalışmaktadır; bizzat sermaye olarak niteliği ve ulaşmış olduğu hacim onu buna zorlamaktadır.
“1960’lı on yılda dünya ekonomisi, enflasyon düzeltmesi yapıldıktan sonra, yılda % 5,0 oranında büyüdü. 1970’lerde, büyüme yılda % 3,6’ya düştü. 1980’lerde daha da yavaşlayarak yılda % 2,8’e geriledi ve 1990’ların ilk yarısında dünyamız yılda yalnızca % 2,0’lık bir büyüme sağlayabildi. Yirmi yıl içinde, kapitalizm, büyüme hızının % 60’ını kaybetti.”(29)
Açıktır ki, büyüme oranları giderek gerileyen kapitalist dünya ekonomisinin bu basınca dayanma gücü baştan sınırlıdır.
Emperyalist kapitalizmin bugünkü durumunu karakterize eden özellik, tüm temel çelişkilerinin keskinleşmesi, temel sorunlarının ağırlaşmasıdır. Dünya ekonomisindeki güncel gelişmelerin asıl önemi, aktüel durumun kendisinin ortaya çıkardığı sorunlardan ziyade, bu sorunların, emperyalizmin temel çelişkilerinin giderek keskinleştiği bir tarihsel dönemde ortaya çıkmasında yatmaktadır. Bugün pek çok ekonomik-politik gelişme ve belirtinin, emperyalist kapitalizmin II. Dünya Savaşı öncesi olgu ve gelişmeleriyle benzeşmesi, kim tarafından yapılırsa yapılsın, kıyaslamaların ister istemez o dönemle yapılması, kuşkusuz, bir tesadüf değildir.
Kapitalizmin genel bunalımının ifadesi olan pek çok sorunun bugün giderek daha fazla ağırlaştığı görülmektedir. Örneğin:
– Pazar sorununun keskinleşmesi (bir yandan pazar uğruna emperyalistler arası rekabetin II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülmeyen boyutlarda kızışması -bunun bugünkü belki de en bariz belirtilerinden biri, son yıllarda hızla büyüyen füzyon dalgasıdır-, diğer yandan kapitalist aşırı üretimin had safhaya varması);
– İşletmelerin kapasitelerinin altında çalıştırılmasının kronikleşmesi;
– Kronik kitlesel işsizliğin artması;
– Mutlak yoksulluğun giderek büyümesi;
– Kronik sermaye fazlalığının devasa boyutlara ulaşması.
Bu olguların ifadesi olan verileri burada yeniden sıralamanın bir gereği yok, çünkü bunlar bugün artık herkesçe görülebilen ve bilinen olgulardır.
Daha zayıf emperyalist devletler bir yana, dünya kapitalizminin hâlâ en büyük gücü ABD’de bile, emperyalizmin genel bunalımının belirtilerindeki güçlenmenin yansımaları somut olarak görülebilmektedir. Son yirmi yıl boyunca reel ücretlerde sürekli düşüş ve gelir eşitsizliklerinin giderek büyümesi(30); kitlesel işsizliğin gerçekte artmaya devam etmesi(31); aile yapılarının tahrip edici bir şekilde çözülmesi(32); orta sınıfın ekonomik bakımdan yıkıma sürüklenmesi(33) ve benzer olgular, bugünün ABD toplumuna ait olgulardır. ABD’nin bu bakımdan bir istisna oluşturmadığı açıktır.
Nereden bakılırsa bakılsın, içinde bulunduğumuz dönem; dünya ölçeğinde, üretici güçlerin giderek daha fazla tahrip edildiği, işsizler ordusunun hızla büyüdüğü, orta sınıfların ekonomik ve sosyal yıkımının hızlandığı, mutlak yoksulluğun ve açlığın giderek yayıldığı bir dönemdir. Uzlaşmaz sınıflara bölünmüş bir dünyada bu sürecin anlamı, başta emek ile sermaye arasındaki çelişki olmak üzere, emperyalist kapitalizmin tüm çelişkilerinin daha da keskinleşmesi; proletarya ile burjuvazinin, ezilen halklar ile emperyalizmin ve emperyalistlerin kendi aralarındaki mücadelenin büyümesidir.
Japonya’daki ağır durgunluk ve Asya ve Rusya krizlerin, kapitalist dünya ekonomisi açısından yol açtığı sorunların büyüyüp büyümeyeceği bir tarafa, kapitalizmin genel bunalımının unsuru olan sorunları daha da ağırlaştırdığı bugünden açıklık kazanmıştır.
Ekim 1998
Dipnotlar
1) Bu yazı kaleme alındığında New York, Tokyo ve Frankfurt borsaları endekslerinde son yılların en büyük düşüşleri gerçekleşiyordu.
2) Almanya’nın bulvar gazetelerinden “Bild”: “Dünya şirazesinden çıkıyor”. “Der Spiegel” dergisi: “Globalleşme çağı, doğru dürüst başlamadan sona mı eriyor?” Washington’daki “Uluslar arası Ekonomi Enstitüsü” şefi Fred Bergsten, krizin daha tam ortaya çıkmadığını savunanlardan: “Durum daha da kötüleşecek.” New York’taki “”Deutsche Bank Securities”in şef ekonomisti Ed Yardeni’ye göre, dünya yüzyılımızın sonunda ‘ABD’yi de kapsayacak bir resesyona’ sürüklenecek.
3) ABD’nin tanınmış ekonomistlerinden Rudi Dornbusch: “Dünya ekonomisinin kalbi sağlam”, “Resesyonun ABD’de hiç şansı yok.” Aimanya’nın Merkez Bankası Başkanı Hans Tietmeyer: “Şimdilik ufukta uluslararası bir depresyon görmüyorum.”
4) Eylül ayında ülke para birimi Ringgit’in konvertibilitesine sınırlamalar getiren Malezya Başbakanı Mahathir Mohamad: “Döviz ticareti ahlak dışıdır.” Serbest Pazar sistemi “yıkıcı bir biçimde iflas etmiştir.” “Spekülatif sermaye”nin önünün bütünüyle açık olmasına Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt’in getirdiği yorum: “Vahşi hayvan kapitalizmi.” Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac’a göreyse, başını almış giden spekülasyon, “halk ekonomimizin aids’idir.”! IMF Başkanı Michel Camdessus bile bu koroya katıldı ve “dünya finans düzeni için yeni bir yapılanma’nın gerektiğinden dem vurdu.
5)Tietmeyer’e göre, sermaye hareketine denetimlerin getirilmesi yanlıştır, zira bu denetimler çok hızlı atlatılabileceğinden ötürü “herhangi bir çözüm de getirmeyecektir.” Alman sermayesinin çıkarlarını savunan haftalık “Wirtschafts Woche” dergisi ise şöyle tepki göstermekte: “Döviz krizlerine karşı çözüm olarak sermaye hareketine kontroller getirmek – bu, bronşite karşı morfin vermek gibidir: Ağrıyı keser ama hastalığın nedenlerini ortadan kaldırmaz.”
6) Yabancı dillerden okuduğu kitaplardan alıntılarla koyu karşıdevrimci düşüncelerine bilimsel bir hava veren ve ülkemizin emperyalist sermaye tarafından yağmalanmasına karşı çıkanları; geçmişe takılıp kalmakla, dünyanın somut gerçeklerini görmemekle suçlayan ve sorunlara ‘rasyonel bakmak’ gerektiği öğüdünü veren Taha Akyol ve onun gibilere, Almanya’da antikomünist propagandanın başını çeken “Der Spiegel” dergisinin şu itirafı cevap olarak yetmektedir: “Anlaşılan o ki, Demir Perde’nin düşmesinden sonra engellenemez bir şekilde yayılır gibi görünen Amerikan tipi kapitalizmin zafer geçiti durmuştur. Çaresizlik yayılmaktadır.” (37/98 sayısı, s.23)
7)Bu tespit, 3 Ekim 1998 tarihli “The Guardian”ın başyazısında aktarıldığına göre, Japonya, Asya ve Rusya’daki durumdan kalkınarak yapılıyor.
8) 25. Eylül 98 tarihli Yeni Evrensel gazetesi. Bu arada Filipin havayolları “Philippine Airlines” uçuşlarını durdurdu, iflasın eşiğinde olan şirket bir alıcı bulamazsa, 8 bin çalışanı işsiz kalacak.
9) “Wirtschafts Woche”, sayı 41, 1 Ekim 1998, s.57
10) Daha kolay anlaşılabilmesi nedeniyle “spekülatif sermaye”kavramını kullandığımız yerlerde de kast ettiğimiz bu tanımdır.
11) Asya ülkelerinden bir “sürü güdüsü”yle kaçan emperyalist sermayenin miktarı Dünya Bankası’nın geçtiğimiz günlerde açıkladığı rakamlara göre, 110 milyar dolardır.
12) “Gerçekte, 52 milyar dolarlık borç paketi Meksika’dan çok ikili Amerikan fonlarını korudu, borçların ödenmesi ise Meksikalılara bırakıldı.” (Lester C. Thurow, “Kapitalizmin Geleceği”, Sabah Kitapları, s.192)
13) Lester C. Thurow, “Kapitalizmin Geleceği”, Sabah Kitapları, s. 1
14) age, s.165
15) “Der Spiegel”, sayı 26, 22 Haziran 1998, s.108
16) “Handelsblatt”, 1 Ekim 1998
17) “Der Spiegel”, sayı 26, 22 Haziran 1998, s.108
18) “Handelsblatt”, 1 Ekim 1998
19) “Le Monde Diplomatique”, Eylül 1998 sayısı
20) Japonya’da Long Term Credit Bank (LTCB) iştiraki olan Japanese Leasing, 2,2 trilyon yen (16 milyar dolar) borcundan dolayı iflas etti. LTCB’nin diğer kuruluşlarının da aynı durumda oldukları ve bugünlerde iflaslarını duyuracakları belirtildi. Japanese Leasing’in iflası, 2 trilyon yen’lik Yamaichi Securities’in iflasını gölgede bıraktı ve Japon sermayesini telaşlandırdı. (…) Japon uzmanlar, en az üç büyük bankanın aynı anda batabileceğini, bunun ekonomide 1 trilyon dolarlık bir boşluk yaratacağını ve sonuçta hükümetin, bunalımı aşabilmek için, dolaylı etkileri de hesaba katılınca, 2 trilyon dolara yaklaşan bir kaynak bulması gerektiğini belirtiyorlar.” (“Yeni Evrensel” gazetesi, 5 Ekim 1998)
21) agy
22) “Wirtschafts Woche”, sayı 36, 27 Ağustos 1998.
23) Lestor C. Thurow, age, s.137
24) Brezilya’daki Başkanlık seçimlerini, emperyalist devletlerin de desteklediği eski başkan Cardoso kazandı. Vergi artışları, sıkı tasarruf politikaları gibi “anti-kriz” tedbirleriyle, Brezilya halkına yıllardır ödetilen faturalar daha da büyütülmeye çalışılacaktır.
25) “Wirtschafts Woche”, sayı 41 1 Ekim 1998. New York ve Tokyo borsası gibi, Frankfurt borsası da diken üstünde. Frankfurt borsasındaki Dax Endeksi, birkaç yıl önce 3000 puan iken, Temmuz 1998’de 6000’e kadar yükseldi. 1 Ekim 1998’de ise % 7 oranında bir düşüş yaşayarak 3900’e geriledi.
26 Karl Marx, “Kapital” 3. Cilt, Sol Yayınları, s.262
27) ABD Yarıiletken Üreticileri Birliği’nin açıklamasına göre, “depo çip” fiyatları son on iki ayda & 70 oranında düşmüştür! (“Handelsblatt”, 18/19 Eylül 1998)
28) “Gelişmekte olan ülkelerle ilişkilerde uzun bir süre, kamu parasının borç olarak verilmesi egemendi. 10 yıl öncesinde, sınai ülkelerden gelişmekte olan ülkelere akan özel sermaye sadece 20 milyar dolardı. 1996 yılında ise bu 250 milyar dolardı – öncesinde hiçbir dönem bu kadar olmamıştı.” (“Wirtschafts Woche”, sayı 39 17 Eylül 1998)
29) Lester C. Thurow, age, s.1
30) “ABD’de enflasyon arındırıldıktan sonra, kişi başına reel gayri safi milli hâsıla (GSMH), 1973’ten 1995 ortasına kadar % 36 arttı, buna karşın (işgücünün büyük bir çoğunluğunu oluşturan ve kimsenin amiri olmayan) vasıfsız işçilerin reel saat ücretleri % 14 azaldı. 1980’li yıllarda, bütün kazanç artışları işgücünün ilk % 20’sine gitti ve inanılmaz bir % 64 ise ilk % 1’in cebine girdi.” (age, s.2)
“Verilerin toplanmaya başlamasından bu yana, Amerikan ortalama reel erkek ücretlerinin hiçbir zaman yirmi sene boyunca sürekli olarak düşüş gösterdiği görülmemişti. Amerikalı işçilerin çoğunluğu kişi başına düşen reel GSYİH artarken reel ücretlerde düşüşle daha önce hiç karşılaşmamıştı.
… Reel ücretler 1994 yılının sonlarına gelindiğinde, 1950’li yılların sonlarındaki düzeye geri döndü. Şimdi görülen eğilimlere bakıldığında, yüzyılın sonunda reel ücretler 1950 yılındakinden de geriye gidecektir. Yarım yüzyıldır ortalama normal işçiler reel hiçbir ücret kazanımı elde edememiştir. Böyle bir durum Amerika’da daha önce hiç söz konusu olmamıştı.” (age, s. 19)
31) “95 sonbaharında, Amerika’nın resmi işsizlik oranı % 5,7 idi… Resmi olarak işsiz olanlar ile (yaklaşık 7,5 milyon), çalışmak istedikleri halde gerekli kıstaslardan birini veya diğerini yerine getirememeleri sebebiyle faal işgücü içinde yer almayan, bu yüzden de resmi olarak işsiz sayılmayanları (S6 milyon) ve tam günlük iş isteyen, ama kendi istemleri dışında yarım gün çalışanları (yaklaşık 4,5 milyon) toplamak, nihai işsizlik oranını yaklaşık % 14 olarak verir.” (age, s.137)
En ileri düzeydeki endüstriyel ekonomiler, aynı zamanda, Marx’ın lümpen proletarya olarak nitelendireceği bir kesim… yaratıyor. … Günümüzde bunları, evsiz barksız olarak nitelendiriyoruz. Bugün ABD’de herhangi bir gecede yaklaşık 600 bin kişi olarak tahmin edilen bu kesim, beş yıllık süre içinde sayılan 7 milyonu aşabilecek değişken ölçekte bir gruptur. Evsiz barksızlarla belli oranda örtüşen… ABD’nin normal çalışma ekonomisinden atılmış ya da çıkarılmış olan 5,8 milyon erkek vardır. Bu, önemli ölçülerde bir toplumsal başıboşluktur…. Şu anda ABD’de hapiste ya da cezaları tescilli olan erkeklerin sayısı, işsiz erkeklerin sayısından fazladır. Evsiz bekâr erkeklerin %40’ı bir kere hapse girmiştir. … Ekonomi, vatandaşlarının büyük bir grubuna gereksinim duymuyor, onları istemiyor ya da nasıl yararlanacağını bilmiyor.” ( age, s.25)
32) “Amerika’da 2S39 yaş grubu arasındaki bütün erkeklerin % 32’si dört kişilik bir aileyi sefalet çizgisinin üstünde tutmaya yetecek kadar kazanamıyor. Ailenin makul bir yaşam standardına sahip olabilmesi için annenin işe gitmesi gerekiyor.
… Anne babalar çocuklarıyla, otuz sene öncesine göre % 40 daha az zaman geçiriyorlar. Anne işte olduğundan, 13 yaşın altındaki iki milyondan fazla çocuk okul öncesi ve sonrasında yetişkin denetiminden tamamen yoksun bırakılıyor. … Sistem, ailenin geçiminin büyük kısmını sağlayan bir babaya ve çocuklara bakan bir anneye sahip eski tip ailelerin var olmasına izin vermiyor. Tek kişinin para kazandığı orta sınıf ailenin nesli artık tükenmiştir… Kapitalizmdeki değişiklikler aileyi ve pazarı gitgide daha uyuşmaz hale getirmektedir.” (age, s.26–28)
33) “… Şimdi orta sınıfa eski beklentilerinin tarihe karıştığı söylenmektedir. Kendi evine sahip olacakların sayısı gitgide azala çaktır. Eşitsizliğin arttığı ve çoğunun reel ücretlerinin düşeceği bambaşka bir dünyada yaşayacaklardır. Yıllık ücret zamları çağı sona ermiştir; yıllar geçtikçe kendilerinin ya da çocuklarının yaşam standartlarının artacağı umudu ortadan kalkacaktır. Orta sınıf korkmaktadır ve korkmakta da haklıdır. Miras kalmış servetleri yoktur ve ekonomik güvenceleri için topluma bel bağlamak zorundadırlar, fakat bu da kesinlikle sahip olamayacakları bir şeydir…
Gerçek yavaş yavaş sızmakta ve toplumsal algıyı değiştirmektedir. 1964 yılında nüfusun yalnızca % 29’u ülkenin zenginlere çalıştığını söylerken, bu oran 1992 yılına gelindiğinde % 80’e çıkmıştır.” (age, s.29)