“Asker partisi” kuyruğunda “solcu” yükselişi!

“ASKER PARTİSİ” NEDİR, KİMİN PARTİSİDİR?
“Susurluk”un bir kaza değil, planlı bir tasfiye hareketinin başlangıcı olduğu iddiası, bir “Asker Partisi”nin bulunduğu yolundaki kanaatlerin de başlangıcı oldu. Varsayıma göre, ordu, MGK ile ya da eskiden olduğu gibi SKB (Silahlı Kuvvetler Birliği) gibi kurumlaşmalarla yetinmiyor, gündelik politikaya doğrudan ve etkili bir program-plan çerçevesinde müdahale edebileceği yeni bir örgüt kurmuş bulunuyordu. Bu örgüt, “çalışma grupları” biçiminde organlaşmış ve ordunun “krize müdahalecinin aracı olarak faaliyete geçmişti. Burjuvazi, “temsiliyet ve yönetim krizi” içindeydi; “kapitalizmin kendi işleyiş mekanizmalarının ayak bağı durumuna gelen” karşı-devrimin ağırlığını tasfiye amacıyla ordu, bu koşulların aşılmasını sağlayacak bir restorasyon sürecini başlatmıştı. Ana hedef, “kontrgerilla yapılanmasının tasfiyesi ve şeriatçı/faşist yoğunluğun azaltılması”ydı. Bunun bir sonucu, “gericiliğin dibine çekilen toplumun, bir yeniden yapılanma gündemi ile kaçınılmaz biçimde yüzünü sola dön”mesiydi. “Bizim için” önemli olan, “restorasyon programının kendi iddiaları değil, bu sürecin topraklarımızdaki emekçi ve devrimci dinamikler için yeni bir yükselişin yolunu açması” idi.
Tekelci burjuvazinin ve bir bütün olarak devlet kurumlarının bugüne kadarki programlarının ve eylem çizgisinin bilinmesine karşın, en sonunda gelip tıkanılan nokta, bütün doğru saptamaların üstünü örten ve hepsini belirleyen “ordunun gerici ve faşist yoğunluğu tasfiyeye yöneldiği ve bunun işçi ve emekçi hareketinin yükselişinin yolunu açacağı” teziydi. “Siyasetin önünde sonunda sınıflar mücadelesi” olduğu da, “Asker Partisi’nin aynı zamanda çok büyük bir sermayedar haline geldiği, Türkiye’nin silah alım ve teçhizat satımında dünyanın sayılı ülkelerinden birisi olduğu, Asker Partisi’nin programının başında ‘özelleştireceğiz’ yazdığı, bu ülkede karşı-devrimci odakların iplerinin bir kural gereği, bu partide toplandığı” da, havada kaldı. “Gericiliğe ve faşizme karşı mücadele”de ordunun jakobenizme doğru evrileceğine inanılmaya başlandı ve bundan sevinç duyuldu. Safiyane, şu sözler edildi: “Restorasyonun dönemeçleri jakobenizme davetiye çıkarmaktadır. Jakobenizmin, çağımızda burjuva öznelerin elinde faşizmle akraba haline gelen yanları vardır, olmasına, ama Türkiye siyasetinde jakoben girdiler bir yandan da topraklarımızın Leninist girdilere alıcı hale gelmesini sağlayacaktır.”(1)
12 Eylül’ün uzun yıllar süren karanlığının kör ettiği devrimci içgüdülerin yerini, çok eski geçmişin kavramlarıyla yürütülmeye çalışılan bir “uyanıklık” almıştı. 27 Mayıs’ın bir “devrim” olduğu, Kemalizm’e atfedilen eski ve eskimiş misyonla birlikte yeniden hatırlandı. Bununla birlikte, Marksizm’in temel tezlerinin bir biçimde üstünün örtülmesi, bunlara sarılarak muhalefet edenlerin de “körlük”le suçlanması gerekiyordu. Bu da yapıldı; “Devrimci harekette, ‘ordu egemen sınıfın baskı aracıdır’ sözünden başka bir şey bilmeyenler, tarihteki birçok devrimci sıçramanın nasıl gerçekleştiğini hâlâ kavrayamayanlardır. Bu kavrayışsızlığın arkasında, ‘iktidar perspektifinden nasibi almamak yatar.”(2)
Bu ifadeden çıkarılabilecek anlam şudur: “Asker Partisi”, en azından şu anda, orduyu, egemen sınıfın baskı oracı olmaktan öte bir işlevle yönetmektedir ve birçok devrimci sıçrayıştan birini daha ya gerçekleştirmektedir ya da gerçekleştirmek üzeredir.
Yazı şöyle devam ediyor: “Türkiye’de gerici odakları, faşist hareketi budamaya dönük adımlar atan Asker Partisi’nin aynı zamanda çok büyük bir sermayedar haline geldiği, Türkiye’nin silah alım ve teçhizat satımında dünyanın sayılı ülkelerinden birisi olduğu, Asker Partisi’nin programının başında ‘özelleştireceğiz’ yazdığı, bu ülkede karşı-devrimci odakların iplerinin bir kural gereği, bu partide toplandığı unutulmamalıdır.”
Bu iki paragrafın birlikte ele alınmasını şöyle özetleyebiliriz: “Asker Partisi”, “silah ve teçhizat alım satımının başında bulunan en büyük sermayedar partisi” olsa da, “gerici odakları ve faşist hareketi” budamaktadır. Marksizm’in temel tezlerine bağlı kalmak, bunun görülmesini engelliyor! Bu yüzden, “tarihteki birçok devrimci sıçrayışın” nasıl gerçekleştiğini bize anlatan, daha farklı perspektiflere başvurulmalıdır! Yazıda kaynak gösterilmiyor ama biz bunun örneğin Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, “Türk ordusunun devrimci atılımlarını” en kapsamlı bir biçimde teorize eden “ordu tezi” gibi perspektifler olduğunu tahmin edebiliriz.
Marksizm’in devlet teorisini bir kenara bırakarak, bir an için, Türkiye solu içinde defalarca eleştirilmiş ve artık neredeyse devlet konusundaki bütün oportünist görüşlerin temel referansı olduğu bilinir olmuş Kıvılcımlı’nın teorisi açısından bakmaya çalışsak veya yalnızca Gelenek yazarının sözlerinden hareket etsek bile, bu analizin çelişmeleri bize doğru yolu göstermeye yetecektir. Önce, şu doğru saptamaya bakalım: “Asker Partisi”nin programının başında “özelleştireceğiz” yazmaktadır ve “kural olarak”, “ülkedeki bütün gerici odakların ipleri” bu partinin elinde toplanmaktadır. Bu, günümüzün başlıca mücadele alanlarından birisine, emek ve sermaye güçleri arasındaki özelleştirme alanına dikkat çekmektedir. Gerçekten işçi ve emekçi mücadelesinin odaklaştığı, mücadelenin diğer alanlarını da kendisine bağlayarak ilerleyen burjuva programın özeti budur. Özelleştirme, yalnızca belli başlı kaynakların talan edilmesi ve işçi ve emekçi kitlelerin daha da yoksullaşması anlamına gelmiyor, aynı zamanda, işçi ve emekçi kitlelerin örgütsüzleştirilmesi, sınıfın parçalanması, başlıca mücadele olanaklarının da yok edilmesini de içeriyor. Bu, aynı zamanda, programın yürütülebilmesi için, sürecin sonucunda kendiliğinden doğabilecek aleyhte sonuçları, sürecin içinde gerçekleştirebilmeyi de zorunlu kılıyor: Örgütsüzleştirme, parçalanma, kendiliğinden doğacak bir sonuç olarak beklenmiyor, şimdiden sınıfın bir özelliği haline getirilmek isteniyor. Bunun için de, gericiliğin, resmi ya da gayrı resmi örgütler, planlar ve teoriler biçiminde seferber edilmesi gerekiyor. Programının ilk maddesinde “özelleştireceğiz” yazan bir “parti”nin, vaadini gerçekleştirebilmesi, gerçekten bütün gerici odakların kontrolünü elinde tutmasına, ama aynı zamanda bunları işçi-emekçi direnişine karşı seferber edebilmesine de bağlıdır.
“Bütün gerici odaklar”, hemen akla gelebileceği gibi, birkaç siyasi partiden, kasaba teşkilatlarından, tarikatlardan, sendika bürokrasilerinden ibaret değildir. Emperyalizmin, uzun yıllar boyunca geliştirdiği ve kullana-geldiği bütün sosyal ve siyasal güçler, iletişim araçları ve örgütler bu cümleye dahildir. Bunlar arasında, kuşkusuz, Gelenek, Y. Küçük vs. tarafından “tasfiye edildiği” söylenen her türden faşist ve gerici, mafyatik ve resmi örgüt ve kurum da vardır. Ama daha önemlisi, bunlar arasındaki bağlantılardan oluşan muazzam bir sosyal ve ideolojik mekanizma vardır. Yukarıda değindiğimiz “atmosfer”in kurucu unsurları da bunlar içinde oluşmaktadır. “Asker Partisi”nin başlıca dayanakları ve eylem araçları da bunlar içinden derlenmektedir.
Öyleyse, Fethullah Hoca’nın bile hedefe konulmuş olmasına, döküntü birkaç “ülkücü mafya” özentisinin tutuklanmasına, Çillerdin ürkütülmesine bakarak bu araçların kullanılmasından tümüyle vazgeçildiği sonucunu çıkarmak, inanılmaz bir saflıktır.
Susurluk’la başlayan şey, öteden beri “başarıyla” kullanılan “gerici ve faşist” kimi odakların, “denetim dışı” ve “kendi hesaplarına” iş yapmaya başlamalarının önüne geçilmesidir. Bununla birlikte, bugüne kadar yaptıkları “vatan hizmeti”nin onaylanmadığına, bunlardan ötürü kovuşturulabileceklerine, hele cezalandırılacaklarına dair en küçük bir belirti yoktur. Dolayısıyla, özellikle, “örtülü savaş” operasyonlarının “sahipsiz” olduğu hiç hayal edilmemelidir. Aksine, eylemciler ve yöneticilerinin, “lazım olurlar” diye bir kenarda, ama olup bitenlerden de ders almış olarak şimdilik oturmaları uygun görülmüştür. Kutlu Savaş Raporu’nun içeriği budur ve bunun Kutlu Savaş’ın şahsi görüşleri olduğunu sanmak yanlıştır. “Akıllarına estiği gibi” iş tutamayacakları, Akın Birdal olayında bir kere daha gösterilmiştir. Burada, “sınıfın baskı aracı”nı, “devrimci sıçramanın” öznesi olarak görüp heyecanlanmayı gerektirecek hiçbir şey yoktur.
Gelenek’in Haziran ’98 tarihli 57. sayısında, Aydın Giritli, analizi derinleştiriyor ve kısa, orta ve uzun vadede “AsPe”nin eğilimlerinin neler olabileceğini yazıyor: Buna göre, “28 Şubatçılar” (daha önce kullanılan deyimle AsPe), Kemalist bir silkinişe “kesinlikle” ihtiyaç duyuyorlar. Bu silkiniş, faşist olmayan ve anti-emperyalizmle tanımlanacak (ama “elbette”, bu anti-emperyalizm iktisadi, siyasi ve askeri alanlara taşınmayacak!) bir “ulusçuluk” özelliği gösterecek, anti-şeriatçılık özelliği baskın olacak, kısaca, ordu, Kemalist geleneklere, Aydınlık’ın deyişiyle “Cumhuriyet devrimi mevzilerine” geri dönecek. Bu tahmin, yalnızca sürecin özelliklerinin ortaya çıkardığı kimi eğilimleri kalıcı ve sürekli bir program olarak değerlendirme hatasından kaynaklanmıyor; aynı zamanda, benzeri analizleri yapanların, Kemalizm hakkındaki kalıcı ve köklü yanılgılarından da besleniyor.

KEMALİZMLE SOLUN UZUN MACERASI
Sosyalist hareketin tarihi, sosyal temelleri ve başlıca hedefleri bakımından en başta işçi ve emekçi sınıfların egemen sınıflara karşı mücadelesinin tarihidir. Bununla birlikte, kendisini sosyalist olarak tanımlayan, eşitlik ve adalet kavramlarıyla sınıf ayrılıklarının ve sömürü ilişkilerinin en azından bazı biçimlerine karşı çıkan bütün ilerici düşüncelerin kaynağında, genel olarak burjuva demokratik gelenekler bulunur. Bir bakıma, burjuvazi, aristokrasiye karşı kullandığı bütün silahlan proletaryaya devretmesi gibi, bizzat kendi içinden çıkan, kendi ilerici-devrimci süreçleri içinde yetişmiş kadrolarının bir kısmını da proletaryaya devrede-gelmiştir. Bizde ve bütün dünyada, sosyalizmin ilk kadroları, ilk teorisyenleri ve örgütçüleri, önce burjuva demokratik ilerici hareketler içinde ya da en azından etkisinde siyasal mücadeleye girmişler, zamanla proletarya sosyalizmine doğru ilerlemişlerdir.
Bizim gibi özellikle kapitalizmin gelişme özellikleri bakımından gerilikler gösteren, feodal üretim biçiminin ve kültürünün etkisinin süregittiği, burjuva demokratizmi ile toplumsal ve siyasal çapta bir hesaplaşmayı toplum olarak tamamlayamayan ülkelerin koşulları, burjuva demokratizmi ile sosyalizm arasında, sürekli bir ilişkiyi de zorlamıştır. Bu ilişki kendisini, kimi zaman sosyalistlerin taktik ittifak planlarında teknik-siyasal bir etki biçiminde, kimi zaman da sosyalist hareketin aleyhine ideolojik ve siyasal etkilenmeler biçiminde göstermiştir.
Türkiye’de kapitalizmin gelişme özellikleri, “burjuva demokratizmi”nin içerik ve biçim değiştirmelerine yol açmıştır. Başlangıçta ilerici burjuva hareketin ideolojisi ve siyasal pratiğinin aracı olagelmiş olan görüşler ve kurumlar, değişen koşullarda iktisadi ve siyasi gericiliğin aracı olarak da fol oynayabilmiş, özellikle sınıf karakteri dolayısıyla bu gericiliğin hedefi daima işçi ve emekçi kitleler olmuştur. Bu aynı zamanda işçi sınıfının bir sosyal güç olarak gelişmesinin de sonucudur. Dolayısıyla, sosyal gelişmesini bir siyasal güç olarak tamamlamak yolunda ilerleyen işçi sınıfı, bunun olanaklarının yine burjuva demokratizmi tarafından harcandığı ya da engellendiği bir durumla karşılaşmıştır. Bu yüzden de, işçi sınıfından yana aydınların devrimci komünizme doğru ilerleyişi, her adımında, burjuva siyasal geleneklerden, burjuva ilericiliğin, işçi sınıfının güncel ve stratejik çıkarlarına aykırı özelliklerinden kopmaya doğru attığı adımların tarihi olmuştur. Özdeşlik ve uzlaşma noktalarının kırılmadığı her durumda ise, reformizm, siyasal oportünizm ve revizyonizm egemen olmuştur.
Türkiye’de ‘ burjuva demokratizminin, tarihsel zorunluluklar dolayısıyla geçmişte her ileri hamlenin başında bulunması ve ilk kuşak sosyalist kadroların bu hareketle bir biçimde bağlarının olması, sınıf hareketi ve sosyalist örgütlenmeler içine bu gelenekten pek çok özelliğin, siyasal görüşün ve perspektifin akmasına yol açmıştır. Komünist Partisi ve değişik sol partilerin kuruluş ve gelişmesinde, yalnızca Kemalizm’in değil, Jön Türk hareketinin ve ittihat ve Terakki Partisi’nin de etkisi vardır.
Bu hareketler, Türkiye’de kapitalizmin gelişme koşullarına bağlı olarak, ulusalcılık, Batıcılık, halkçılık, kalkınmacılık gibi eğilimler taşımış, fakat özellikle de anti-emperyalizm ve anti-feodalizm konusunda son derece cılız ve etkisiz bir yönelim göstermiş, sosyalistler de, onları özellikle bu noktalarda aşmaya gayret göstermişlerdir. Dolayısıyla, asıl niteliği kapitalizme karşı mücadele içinde belirecek olan sol, “en tutarlı anti-feodal, anti-emperyalist” olmakla yetinmiştir. Kendi sınırlarını böylece belirlemiş olan ilk komünistler de, Milli Mücadele sürecinin anti-emperyalist ve halkçı özelliklerinin ve yine bu süreçte Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki olumlu ilişkilerin de etkisiyle, Kemalist harekete ve önderlerine abartılmış bir önem vermişlerdir. Aslında son derece konjonktürel olan ve bu bakımdan anlaşılabilecek olan bu değerlendirme, henüz Milli Mücadele sürerken karşılaşılan büyük kıyımlara, yasaklamalara ve baskılara karşın, sonraki kuşaklar boyunca da devam etmiştir.
27 Mayıs askeri darbesinden sonraki dönem içinde, bu ilişki daha heyecanlı bir biçimde hatırlanmış, Dr. Hikmet’in “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz” broşüründen başlayıp, Mihri Belli’nin “Milli Demokratik Devrim” teorisine, Mahir Çayan’ın “Cephe”sine, THKO’nun “İkinci Milli Kurtuluş Savaşımız” sloganına, TKP’nin “ileri demokrasi” taktiğine, ve irili ufaklı birçok fraksiyonun kendinden menkul “ittifaklar siyaseti”ne renk vermiştir.
60–80 arasındaki yirmi yıllık sürede, solun teorisi ve pratiği içinde bu ilişkinin yarattığı gerilikler, açmazlar ve belirsizlikler derinleşmiş, ’80 sonrasında buna bir de, “Kürt baskısı” eklenmiş ve Türkiye solu hazırlıksız bir Kemalizm eleştirisine zorlanmış, bu kez de “toptan inkâr” kalesine savrulmuştur. Başlangıcından itibaren Kemalizm’i faşizme eşitleyen Kaypakkaya devamcıları bir yana bırakılacak olursa, çoğu kez kendileriyle Kemalizm arasındaki özdeşlikle övünenlerinin birçoğu da “Kürt baskısıyla eleştiri” kervanına katılmışlardır.
THKO’nun ’70’li yılların ortasına doğru özeleştiri dönemini tamamlarken ulaştığı Kemalizm eleştirisi boyutu, Şefik Hüsnü’nün 1928 Programını da kapsayarak geliştirilmiş bulunduğundan, böyle bir savrulmaya karşı en dayanıklı siyasi hareket, bu geleneğin devamı olmuştur.
Tarihte tekrarların, birinci kez trajedi, ikinci kez ise komedi biçiminde göründüğünü Marx, 18. Brumaire diye bilinen eserinin girişinde söylemişti. Türkiye solunun, Kemalizm’le ilişkisinin geçmiş dönemlerde birçok kez gerçek trajedilere sahne olduğu biliniyor. Bugün, yeniden Kemalizm’le “sıkı” ittifaklar arayışının ise, geçmişteki bütün trajediler hatırlandığında bir komedi biçimini aldığından kuşku duyulamaz.
Günümüzün siyasal gelişmeleri, solda yeni bir Kemalizm tartışması başlatmış bulunuyor. Bu tartışmada eskiden söylenmiş birçok söz, ister istemez yeniden hatırlanacak.
Kemalizm’le sosyalistlerin ittifakı sorunu, geçmişte, Milli Demokratik Devrim kavramı ekseninde teorize edilmişti. Görünürde, son derece ciddi bir Kemalist iktidar hareketi vardı. Gazetesi, örtülü partisi, gençlik içinde bağları ve iyi işlenmiş teorisi ile bu hareket, Doğan Avcıoğlu tarafından temsil ediliyor, sol içinde en hararetli destekçisini de, bugün “Kemalizm’le ittifak” politikalarının teorisyenliğini yapanların en çok saldırdıkları Mihri Belli’nin kişiliğinde buluyordu.
Bugün, bunca badireden sonra, teorik-politik bilincin kazandığı bunca deneyden sonra, bu ilişkinin niteliğini, ittifak kavramı içinde değerlendirme olanağı artık bulunamaz.
Mihri Belli, kontrolündeki gençlik hareketinin TİP’ten kopmasında etkili olmuş, sonra da bu gücü Baas tipi darbeciliğin kuyruğuna takmış, sözde “asgari proram”ını da, Avcıoğlu kliğine olan bağımlılığından dolayı, onların programının daha gerisinde tanımlamıştı. Bütün umutların bağlandığı ordu, kendi hiyerarşisi içinde, en yüksekteki komutanının ifadesiyle, “sosyal uyanışla ekonomik kalkınma” arasındaki çelişmeyi çözmeye giriştiğinde, açıkçası, düzenin temel ihtiyaçlarını gözeten bir darbe ile, mücadeleyle kazanılmış haklarını ve örgütlerini, burjuvazinin beklentilerinin ve hazırlıklarının çok ötesine taşımış bulunan işçi ve emekçi kitleleri yeniden “hizaya getirmeye” kalkıştığında, sol için bir özeleştiri dönemini de başlatmış bulundu. O sol ki, 15–16 Haziran büyük işçi kalkışmasında bile, “ordu-işçi el ele” sloganını atabilmişti.
Bu özeleştiri süreci, 12 Eylül öncesinde tamamlandı sanılırken, yeni darbe, solun ufkunda “yeni perspektifler” açtı! Kürt ulusal uyanışı, hemen hemen bütün fraksiyonlar ve partiler için Kemalizm eleştirilerini neredeyse zorunlu hale getirdi ve “çubuğu tersine bükme” modası başladı. Kemalizm’in tarihi, kimi siyasi gruplar tarafından baskı ve zulümden ibaret bir diktatörlük tarihi halinde yeniden yazılırken, en çok küçümsenen de, onun anti-emperyalizmi oldu. Çubuğun bükülüşü, Sevr Antlaşması’nın halkların lehine olduğu noktasına kadar getirildi. Kürt milliyetçiliği, sözde eleştirdiği Kemalizm’in bütün milliyetçi geriliklerini kendi özelliği olarak yeniden inşa ederken, kimi solcu gruplar ve kişiler de bunu onayladı ve derinleştirdi. Bu savruluşta, kuşkusuz, genel olarak “sol” adı altında toplanan akımların pek çoğunun sorunu bir milliyetler meselesi temelinde ele alışı ve emek sermaye çelişmesini, proleter dünya görüşünü analizlerinin temeli yapamayışları rol oynadı. “Sol”un önemli bir bölümü, kendisini bir sınıf hareketinin temsilcisi olarak tanımlayacak örgüt ve eylem düzeyini kaybettiği ve sonra da yakalayamadığı için, “ideolojik bir hareket” olarak göründü ve siyasi mücadeledeki yerini de, bunun sonucunda genel olarak tepkici bir biçimde seçmeye zorlandı. Salt ideolojik mücadele, teorik, felsefi eleştiri, asla sınıf mücadelesinin tamamı değildir ve sınıf mücadelesinin ekonomik ve özellikle de siyasi biçimleriyle birleşip tamamlanmadıkça, aydın tepkisi niteliğini aşamaz. Bugün gelinen noktada, yalnızca işçi hareketinin sendikal sorunlarının, ekonomik hedeflerinin küçümsenmesinde değil, büyük siyasi sorunlarda, örneğin “AsPe”nin “devrimci bir sıçrama” yaptığının sanılmasında olduğu gibi, yalpalamanın ve belirsizliğin kaynağında bu özellik vardır. İdeolojik mücadele, siyasi ve ekonomik mücadeleden ayrılmış ve soyut ve kavramsal bir düzeye düşmüştür.

KEMALİZM YENİDEN KEŞFEDİLİYOR
Gelenek’te Aydın Giritli, “Asker Partisinin politik öncülüğünün, bütün eski Kemalistlere hayat verdiği, sosyalizan, sosyalist-Kemalist “sayısız versiyonu”nun birleştiğini saptıyor. Özellikle ’80’den sonra Kemalizm, sosyal tabanı olmayan, taraftarları Ahmet Yıldız gibi, yalnız ve inatçı emeklilerden ve birkaç köşe yazarından ibaret, ölmüş bir parti durumundaydı. Evren rejimi, bütün siyasi partileri kapatıp bütün siyasetleri tekeline aldığı gibi, Kemalizm’in de resmi örgütler dışında örgütü ve üniformalılar dışında da taraftarı ve militanı olmasını istemedi. Bütün istenen, onaylama ya da boyun eğme idi. Dolayısıyla, zaten 71 sonrasında en önde gelen örgütçüsü Doğan Avcıoğlu hareketinin yenilgisiyle dağılmış ve büyük ölçüde sosyal demokrat partilere sığınmış bulunan Kemalistler, 12 Eylül tarafından “gereksizleştirildiler.” Sonra, yalnızca sosyal demokratlar değil, ANAP ve DYP de, hâlâ kendilerini Kemalist olarak tanımlayan ev kadınlarının, emekli subay ve öğretmenlerin, doktorların, avukatların, mühendislerin önemli bir bölümünü paylaştı. Çiller bile, geleneksel olarak CHP gibi partileri süsleyen bu katmanı kendi partisinin kenar süsü haline getirebildi. Refah-Yol hükümeti sahneye çıkıncaya kadar, bu dağınıklık sürdü. Onlara yeni bir hedef gösterip yeni bir mücadele heyecanı veren, bu hükümetin bileşimi ve Refah Partisi sözcülerinin ne oldum delisi hallerini bilinçli bir şekilde kullanan karşı-propaganda oldu.
Bugün ortalığı kaplayan ve her gün çoğalan akımlar, kişiler, gruplar, dergiler, dernekler, “kendiliğinden” ortaya çıkmış değillerdir. Özellikle bugün bir siyasi parti gibi, ilçeler düzeyinde dahi örgütlenen ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği), bir tür parti olarak ortaya çıkma yoluna, son derece açık bir güdüleme ile girmiş, her il ve birçok ilçede, eskiden olsa kolayca örneğin TİP gibi bir partinin kurucusu ve yöneticisi olabilecek mahalli aydınlar, bu derneklerin kurucusu ve yöneticisi olmuşlar, Cumhuriyet gazetesini resmi yayın organları ilan etmişler, CUMOK (Cumhuriyet okuyucuları) teşkilatları kurmuşlar, Çevik Bir’i de, çoktan beri kendi “merkez komitesi başkanları” olarak görmeye alışmışlardır. Yekta Güngör Özden gibi sembolik isimleri bağrında toplamak, Onuncu Yıl Marşı’nı topluca söylemek gibi “ritüeller” icat etmek, her boydan ve renkten Atatürk rozeti, posteri, fotoğrafı, büstü vs. takmak, takıştırmak, satmak, hediye etmek gibi gelenekler geliştirmek, geçmişte “gereksizleştirilenlerin”, şimdi yeniden ve resmen aynı kanallardan göreve çağrılmalarının sonucudur. Bunun bir emirname ile gerçekleştiğini söylemiyoruz. Bu türden sosyal ve siya-sal oluşumlarda, yaratılan atmosferin adeta “kendiliğinden” gibi görünen etkileri işlemektedir ve bu her türlü “göreve çağrı kâğıdından daha sonuç alıcıdır. Bugün Ankara’nın bütün seyyar satıcı tezgâhlarında, Atatürk’tü nesneler, “Amme Cüzü”nden de, “Mızraklı İlmihal”den de, üç hilalli-bozkurtlu anahtarlıklardan da, Zülfikar kolyelerinden ve Hazreti Ali resimlerinden de, Tarkan ya da İbrahim Tatlıses posterlerinden de fazla alıcı buluyor. Çünkü bütün bu nesneleri ayrı ayrı satın alanlar, yanında bir de Atatürklü nesne satın alabiliyorlar, İstanbul Kadıköy’de, İzmir’de de durum farklı değil. Bu havanın nasıl oluştuğu, bir popüler kültür konusu olarak ayrıca incelenmelidir. Siyasi ilişkiler ve araçlar açısından bakıldığında, soyut, genel ve kapsayıcı bir simgenin doğmuş olması ve çevresinde, en azından büyük kentlerin orta sınıflarını kapsayan toplumsal denilebilecek bir birliğin oluşması önemlidir. Satılan her rozet, her fotoğraf, her masa süsü, sonuçta ordunun her eyleminde haklılık ve zorunluluk bulunduğuna inanmaya hazır bir vatandaş demektir. “Sol”un, sözünü ettiğimiz kesimleri de, yaratılan bu iklimden etkilendiler. Kızgın havanın bir prizma gibi görüntüleri kırıp yansıtmasında olduğu gibi, ortalığı kaplayan Atatürk silueti de, dönemin özellikleri gereği olağan sayılması gereken her “askeri girişim”i, bunlara olağanüstü bir yenilenmenin başlangıcı gibi göstermeye başladı. Bu atmosferden, “Her neye inanırsan inan, hangi partiden ve ideolojiden yana olursan ol, Atatürkçü ol” içeriğini taşıyan bir bildiriyi kitlelere ulaştıran ve ordunun “Atatürkçülüğün tek ve sarsılmaz bekçisi” olduğu inancının yerleştirilmesinde sayısız hizmeti bulunan TÜSİAD’cı burjuvazinin kazançlı çıktığı da, aynı bunaltıcı hava dolayısıyla görülemedi.

“ASPE”NİN GELECEĞİ VE BU PARTİYE OYNAMANIN SAKINCALARI
Y. Küçük’ün deyimiyle, “Restorasyon paşaları”nın hemen hemen hepsinin emekliliğinin gelmiş olmasına ve bir süre telaffuz edilen Çevik Bir’in Genelkurmay Başkanlığının sağlanması planının gerçekleşmemesine bakarak, iki olasılık düşünülebilir: Birincisi, “AsPe”nin yönetici kadroları, emekli edilmekle tükenecek gibi değildir; bu yüzden yöneticilerinin üniformasızlaşmaları önem taşımıyordur. Önemli olan program ve planların kurum düzeyinde yürütülmesidir; gidenlerin yerine gelecek olanlar da bunu sağlayacaklardır! Gelenek, Y. Küçük ve Aydınlık çevrelerinin bel bağladığı güçlü olasılık budur. “Restorasyon” ya da “Cumhuriyet Devrimi çizgisine dönüş” programı, döneme ve kişilere bağlı olmaksızın sürdürülecek, gericilik ve faşizm tasfiye edilecek, “solun yükselişinin de önü açılacaktır.”
Bir “yükselişe” geçebilmek için, sınıf hareketinin dışında, sınıf hareketinin başlıca kurumlaşmış engeli durumunda bulunan devletin programlarında yol arayanlar, bu hayali olasılığı tek ve zorunlu gerçek gibi görüyorlar.
İkinci olasılık ise, bu kadar dümdüz değil ve siyasal alanda egemenliğin mutlak olarak “AsPe”nin elinde olmadığını göz önünde tutmayı gerektiriyor. Olup bitenleri, mutlak olarak “AsPe”nin planları ve taktikleri çerçevesinde görenleri uyandıracak birçok olgu var. Her şeyden önce, ordu, şu anda ne kadar kendi hiyerarşisi içinde hareket ederse etsin, birçok çelişik ve hatta çatışan siyasi eğilimi ve bunların rütbeli sözcülerini içinde taşımaya devam etmektedir. Bütün kademelerde tayin ve terfilerin, esas olarak bir Genelkurmay tasarrufu olduğu gerçekse de, özellikle, ordu komutanlıklarından başlayarak üst rütbelerin belirlenmesinde, kararların tümüyle, muhayyel “AsPe” siyasetlerinin gerektirdiği biçimde olamayacağı da, ordu-siyaset ilişkilerinin bütün tarihi tarafından gösterilmektedir. Burjuva siyasetin çok değişkenli karmaşık yapısı içinde ordu yönetimi, bütün bunlardan bağımsız bir unsur olarak görülemez. Türkiye’nin siyasi tarihi göstermektedir ki, siyasetin belli başlı profesyonellerinin ihtiyaçları ile “yöneten-yönetilen” ilişkisinin zorunlu sonuçlan, gerici bir yönetim biçimini de zorlamaktadır. Şu anda haksız yere “radikal”, “restorasyoncu”, “devrimci” diye adlandırılan ve komik bir biçimde “İslamcı sermayenin kontrolü”, “sekiz yıllık eğitim” gibi “Tanzimatçı” önlemlerle karakterize olan ve bundan daha fazlasını asla vaat etmeyen gidişat, yıllar boyu yine aynı eller tarafından sürdürülen bilinçli gericileştirme etkinliğinin özelliklerine teslim olacaktır. Çünkü, Türkiye tekelci burjuvazisi için olduğu kadar, onun bölge çapında ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” olan coğrafyada yürütmek istediği ve pek çok kurumuyla angaje olduğu emperyalizm uzantısı “mega proje”, diğer bütün konjonktürel eğilimlerin üzerindedir. Özetle söylenecek olursa, Türkiye ile Amerikan emperyalizmi arasındaki bağlar ciddi biçimde tasfiye edilmedikçe, emperyalistlerin bölge politikaları değişmedikçe, Türkiye’nin iç siyasetinde, devlet kurumlarının yapısında ve özelliklerinde “solun önünü açacak” reformlar, restorasyonlar gerçekleşemez. Şu anda son derece cılız ve çoğu propagandaya dönük uygulamaların da, bu kapsamda değerlendirilmesi gerekir ve bu çerçeve, yapılanların ve yapılmak istenenlerin içeriğini de sınırlarını da önemli ölçüde etkilemektedir. Buradan bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin “kontrgerilla diplomasisinden, Orta Asya üzerinde “tarikat yoluyla” etkinlik kurma girişimlerinden, Ortadoğu’da Amerikan-İsrail kombinasyonunun gerektirdiği şiddet politikasından vazgeçmesi nasıl çok özel koşullara bağlıysa, bunların etkili aracı olarak her zaman gerekli görünen örgütlerden ve ilişkilerden de vazgeçmeyecektir. İşte bu yüzden, “gericilik ve faşizmin tasfiyesi, Cumhuriyet Devrimi mevzilerine dönüş, restorasyon vb.”, İmam Hatip Mekteplerinin sınırlanması, Kur’an kurslarının resmileştirilmesi ve Ağar kliğinin tatile gönderilmesinden ibaret bir program olarak kalmaya mahkûmdur.

BÜROKRASİ VE BURJUVAZİ
“Asker Partisi Ne İstiyor?” başlıklı derlemenin girişinde, doğru bir saptama bulunuyor: “Askerlerin toplam dinamiklerden etkilenen ve o toplumsal dinamikleri etkileyen önemli bir unsur olduğu, bu unsurun iç yapısının kimi kesitlerde yarılmalara gebe olduğu…” hatırlatılıyor. Bu sözler, askerlerle egemen sınıf arasındaki ilişkiyi anlatırken söyleniyor. Etkileme ve etkilenme ilişkisinin çerçevesini, egemen sınıfın siyasal partileri, TBMM grupları, işveren sendikaları, Odalar ve Borsalar Birliği, mevcut işçi sendikalarının konfederasyon yönetimleri gibi kuruluşları da katarak genişletmek gerekir. Bu, “restorasyon”un olanaklarının ve engellerinin içeriye ilişkin listesidir. Ama bu yetmez, böyle bir yönelimin, başta ABD olmak üzere, bütün emperyalistlerin programları bakımından da bir yeri olmalıdır. Egemen sınıf, Gelenek yazarlarının nedense hesaba katmadıkları kadar örgütlü ve etkilidir. Elbette bu ilişkide, “emir komuta” hiyerarşisi yoktur ama, egemen sınıfın asıl “emredici” gücü, dünya çapındaki ilişkileriyle belirledikleri “ihtiyaç listesi”nden gelmektedir.
Devletin görevi, bütün bu bağlantı noktalarının ördüğü ağdan oluşan düzeni “korumak ve kollamak”, kapitalizmin devamı için gerekli koşulları yaratmak ve geliştirmektir.
Türkiye solunda, bürokrasi ile egemen sınıf arasındaki ilişkilerde, neredeyse “uzlaşmaz” bir çelişme bulunduğu yolunda temel bir yanlış yapıla-gelmiştir. Bu perspektif, görünüşte farklı, özünde aynı iki sonuç doğurmuştur:
Birincisine göre, burjuvazi demokratik-liberal bir tarzda kapitalizmin geliştirilmesinden yanadır, bürokrasi ise, tutucu ve gelenekçi politikalarla buna direnir.
İkincisi ise, bürokrasinin (özellikle ordunun) ilerici bir konumda durduğunu ve burjuvaziyle çelişmesinin temelinde “devletçilik” programlarının bulunduğunu ileri sürmektedir.
Aynı teori, kimin ilerici olduğu noktasında ayrılan görüşlere kaynaklık etmektedir.(3)
Oysa tarihte yaşanan siyasi olayları, bürokrasi ve burjuvazi arasındaki çelişmenin değil de, emek ve sermaye arasındaki çelişmenin ve burjuvazinin değişik sektör ve klikleri arasındaki çelişmenin sonuçları olarak görmek de mümkündür ve kimi olayların anlaşılması, bu yoldan gidildiğinde daha kolay, elde edilen sonuçlar da devrimci olacaktır.
Türkiye’de bürokrasi ile burjuvazi arasındaki ilişkileri yorumlamak için, şöyle bir model kurulabilir: Türkiye’de burjuvazinin farklı sektörleri ve klikleri arasındaki belirleyici kapışma, siyasi temsilcileri aracılığıyla gerçekleşir ve siyasi temsilciler arasındaki çatışmalar, burjuva kliklerin kendi aralarındaki çelişkilerinin gerçek içeriğini aşan biçimler alabilir. Bunun nedenini, siyasi partilerin işlevlerinde, yapılarında ve sınıfla olan ilişkilerinin hareketli değişkenliğinde aramak gerekir. Devlet, siyasi partilerin üzerinde durur ve onların işlevlerini yitirdiği ve sınıfın temel ve kalıcı çıkarlarını temsil etmekte yetersizliğe düştüğü noktada devreye girer. Egemenlik aracı olmak bakımından etki ve gücünü yitirmiş siyasi temsilciler, parti, lider ya da kadro düzeyinde yeni bir statü kurulmasının zorunlu olduğu hallerde, kelimenin tam anlamıyla harcanırlar. Devlet, sınıflar ve partiler ayrı ayrı kurumlar olarak görünse de, sonuçta bunların tümü aynı sınıf egemenliğinin değişik aygıtlarıdır.
Devletin, egemen sınıftan bağımsız görünmesine yol açan, birkaç görüngü sayılabilir: Devlet, çoğu zaman, egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çatışmaların üzerinde yer alır. Devletin genel ya da bir soruna özgü politikası, egemen sınıf sözcüleri tarafından, hatta kimi zaman sınıfın neredeyse tüm temsilcileri tarafından eleştirilebilir. Devlet politikaları ile egemen sınıfın tamamına yakınının tercih ettiği politikalar arasında farklılıklar bulunabilir. Bunun kimi örneklerini, TÜSİAD, TOBB raporlarında gördük.
Bunun kaynağı, egemen sınıf fraksiyonları arasındaki farklılık ve çelişmelerin, devlet politikalarına doğrudan doğruya yansımamasındadır. Burjuva klikler arasındaki gerilimlerde ve zaman zaman su yüzüne çıkan çatışmalarda da, işçi sınıfının mücadele düzeyi etkili olmakta, burjuva sınıf içi uzlaşmaların ya da çatışmaların içeriği, işçi sınıfıyla o andaki ilişkinin düzeyi ve biçimi tarafından yönlendirilmektedir.
Devletin değişik alanlara ilişkin politikalarının hedeflerini ve içeriğini de belirleyen, esas olarak, bu temel çelişmedir. Doğrudan bürokrasinin ya da daha açık görünüşüyle ordunun müdahalelerinin çıkış noktasında, egemenlik sistemiyle işçi ve emekçilerin talepleri arasındaki çelişki bulunmaktadır. Her askeri darbenin, eninde sonunda kapitalizmin bir tıkanıklığını gidermek, ya da bunalımını aşmak gibi bir misyonu bulunduğu, genel olarak işçi sınıfına ve emekçi halka yönelik siyasi ve iktisadi baskı içeren önlemlerden, darbe dönemi hükümetlerin tümüyle buna yönelik programlarından, plan tercihlerinden görülebilir. Devlet politikaları, burjuvazinin güncel ve orta vadeli çıkarlarının gerekleri karşısında, görece daha uzun vadelidir ve fraksiyonlar arasındaki farklılıkların ya bir ortalaması, ya da uzun vadedeki kesişme noktaları üzerine kuruludur. Devletin asıl görevi, kimi istisnai durumlar dışında, burjuvazinin şu ya da bu hizbine hizmet etmek değil, doğrudan doğruya burjuvazinin emirlerini yerine getirmek değil, kurulu düzeni korumak ve devam ettirmektir. Devlet örgütünün kimi birimleri, hiç kuşkusuz, sermaye birikiminin ve dolaşımının günlük ihtiyaçlarının karşılanmasına, burjuvazinin ekonomik ve siyasal sorunlarına acil çözümler üretilmesine ayrılmıştır (Kamu bankaları, maliye ve ticaret işlerini düzenleyen bakanlıklar gibi) ve burada, burjuvaziyle bürokrasi arasında kimi zaman bir “emir komuta” ilişkisinin bulunduğu da gözlenebilir. Ama bu ilişkiyi, devletin bütünü içinde ve her zaman aramak, bulamayınca da, bürokrasinin burjuvaziden bağımsız bir sınıf olduğu sonucuna ulaşmak yanlıştır.
Devletin genel ve uzun vadeli programlarını belirleyen başlıca unsurları şöyle özetleyebiliriz:
– Egemen sınıfların temel ve genel çıkarları,
– Karşı karşıya bulunan sınıflar arasındaki çatışmanın muhtemel eğilimleri ve bu eğilimlerin genel düzen açısından taşıdığı anlam,
– Egemen sınıf fraksiyonları arasındaki uzlaşma noktaları ve genel çıkar bakımından bunların rolü,
– Uluslararası durum.
Bütün bunlar, “kurulu düzenin korunması ve sürdürülmesi” genel hedefine bağlı olarak, her özel durumda göz önünde tutulan parametreler rolü oynar.
Bunlar arasında, karşılıklı etkileşme vardır ve her bir unsur, diğerinin alacağı yeni bir nitelik karşısında, yeniden biçim ve içerik kazanabilir. Kuşkusuz bunlar içinde, diğerlerinin biçimini, etki gücünü ve diğerleriyle bağıntısını belirleyen esas unsur, temel sınıflar arasındaki çatışmanın güncel, tarihsel ve geleceğe ilişkin eğilimleriyle oluşturduğu genel niteliktir.
Dolayısıyla, devleti, burjuvazinin günlük hesaplarını tutan ve her durumda onun en acil ihtiyacını tespit edip günlük kararlar veren bir memurlar örgütü olarak göremeyiz. Bu takdirde, burjuvazinin tümünün ya da bir kesiminin o andaki yönelimleriyle devletin görece uzun vadeli “koruma ve kollama” görevi arasında görülebilen farklılıklar, bürokrasinin bağımsız davrandığı kanısını uyandırabilir.
Burjuvazinin programlarının devlet programı halini alması, bir dizi dolayımdan geçerek gerçekleşir. Burada, çoğu zaman egemen sınıfın gelişme koşullarıyla bire bir çakışmayan devletin kuruluş tarzı, gelenekleri, görece kalıcı ve bir sürekliliği olan ideolojisi, yukarıda saydığımız diğer faktörlerle birlikte, egemen sınıfın plan ve programlarının devlete yansıması koşullarını birlikte belirler.
Bu farklılıklar, devletin egemen sınıfın baskı ve zor aygıtı olması gerçeğini değiştirmez.
Günümüzde, “AsPe”nin plan ve programlarında, gündelik tavır alışlarında, bu modeli geçersiz kılan bir sapma yoktur. Tekelci burjuvazinin genel eğilimleriyle, uzun vadeli çıkarları, ordunun ve polisin içinden geçmesinin zorunlu görüldüğü reform süreciyle çakışmaktadır.
Eğer Gelenek yazarı Aydın Giritli’nin dediği gibi, “uzun süreli bir karşı-devrimci yozluk birikiminin tasfiyesi” söz konusu ise, bunun bir başka kaynağını en azından ünlü TÜSİAD raporunda bulabiliriz.
Örneğin “Rapor”un, Diyanet İşleri ile Alevilerin ilişkisinin yeniden düzenlenmesine ilişkin bölümünün, “şeriatçı-laik saflaşmasını veri olarak kabul ettiğini ve bu saflaşmada Alevilerin laik cepheyi güçlendirmek üzere sermayeye bağlanması gereğine işaret edildiğini görüyoruz ve bu, bugün “AsPe”nin de gündemindedir.
Yine, Özel-Tim’in Emniyet Müdürlüğü’nden alınıp Genelkurmay’a bağlanması görüşü de, “Rapor”da yer alıyordu. Kürt sorununa ilişkin olarak o gün için “erken” bulunan ve raporu yazanın, yazdıranların, Sabancı’nın “azarlanmasına” yol açan kimi önerilerin de, eğer hâlâ bir çare olmak bakımından geçerlilik koşulları bulunuyorsa, bir süre sonra “devlet görüşü” halini almasını bekleyebiliriz. Yukarıda da değindiğimiz gibi, burjuvazinin kimi talepleri ve perspektiflerinin “devlet politikası” halini alması, birçok dolayımdan geçerek ve devletin temel politikalarıyla bunlar arasında bir uyumun doğmasını sağlayacak koşullar ortaya çıktığında gerçekleşir. Bu, “Türkiye’de, demokrasi ideolojisinin esas olarak iktidar olamaması” (bkz: Aydın Giritli; “Restorasyon Kemalizm’i”, Gelenek, 57, s.15.) ile açıklanamaz. Dolayımlar, ilişkiler ve devlet politikasının belirleyici parametreleri, kendi süreçlerini yaşarlar ve kendi sonuçlarına bu etkiler içinde ulaşırlar. Bugün, “AsPe”ye indirgemeden söylemek gerekir, devlet için, tekelci burjuvazinin orta ve uzun vadeli siyasal özlemlerinin gerçekleştirilmesi için uygun koşulların kısmen oluştuğu bu süreç başlamıştır. Bu süreçte, AB ilişkileri, ABD’nin değişken eğilimleri, Türkiye tekelci burjuvazisinin kendi kaynaklarıyla (emperyalizmle) siyasal ve ekonomik bakımından tam entegrasyon talepleri, iç pazar kaygıları vs. rol oynamaktadır.
Dolayısıyla ortada bir “Asker Partisi”nden söz edilecekse bile, bunun asıl kimlerin partisi olduğundan hiç kuşku duyulmamalıdır. Ne var ki, Gelenek, Y. Küçük ve Aydınlık bakımından, “hamle”yi (restorasyonu) Asker’e havale edince, onda “anti-faşist, anti-şeriatçı” özellikler görmek ve göstermek ve bunu geleneksel ilerici damarlara bağlamak, tekelci burjuvaziye aynı misyonu yüklemekten daha kolay ve kimileri için daha inandırıcı oluyor. “Devlet denilince, onda hâkim sınıfların baskı aygıtı olmaktan başka özellikler görmeyenler” böylece “mat oluyorlar”!

İLERİCİ-GERİCİ
Tarih incelemelerinde, diğer bütün zorunlu yöntemsel ve mantıksal araçların yanı sıra, siyasal tutum da belirleyici bir ağırlık taşır. Siyasal tutum, geçmişe bugünün ilişkileri ve ihtiyaçları açısından bakmayı gerektirir. Teoriyi, ister olumlu anlamda geliştirmek için, isterse gündelik çıkar hesaplarıyla bozmak için “gözden geçirmek”, dar ya da fazla geniş bulmak, doğrudan doğruya siyasal tutumla ilgilidir. Bugün, orduya “faşizmi ve gericiliği tasfiye eden Rönesans gücü” misyonu biçebilmek için, Marksist devlet teorisini “dar” bulmak kaçınılmazdır. Ama bunun doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu söylemek için, Marksizm’in katledildiğini saptamak yetmez. Bu, “doğruluk” “yanlışlık” ölçütlerini kullanmak için yeterince güçlü bir çıkış noktasıdır, ama bundan daha önemlisi, önermenin, emek sermaye karşıtlığı bakımından ne anlama geldiğini saptayabilmektir. Yalçın Küçük, Gelenek ve Aydınlık, bugün bir “restorasyon” süreci yaşandığında birleşmektedir. Bu birliğin ortak paydası, “gericiliğin”, faşizmden, kapitalizmden, emperyalizmden ayrı bir şey olarak anlaşılmasıdır. Dinci gericiliğin “PKK’den daha tehlikeli” bir güncel baş düşman olarak ilan edilmesi ve Ağar kliğinin kızağa çekilmesi, Çiller-Uçuran çetesinin hırsızlıklarının artık ayyuka çıkması karşısında, “yeter, kazı bağırtmayın” denmesi, onlar açısından bugüne kadar uygulanan bütün politikaların kökten değiştiğinin işaretidir. Örneğin, Gelenek, bütün ihtiyat kayıtlarını kullanarak, “Kapitalizm çağında, tutarlı bir anti-emperyalizm, içten bir anti-faşizm ve kimsenin kuşkusu olmasın, çekincesiz ve ilkeli bir gericilik karşıtlığı, burjuva düzeninin herhangi bir kanadının ya da kurumunun işi olamaz” diyor, ama hemen ardından, gericiliği salt ideolojik ve dinci ideoloji ile sınırlı bir tutum olarak tanımlıyor. “Net ve kesin bir özetle, Türkiye’de ilericilik gericilik saflarının kendi içlerindeki önderleri, Kemalizm ve şeriatçılıktır.”(4)
Yine aynı yazıda, ilericilik, “kamucu/devletçi, yurtsever/anti-emperyalist, ilerlemeci/devrimci” temalar üzerinde “genel bir hegemonyanın” sahibi olan Kemalizm’e mal ediliyor. Sosyalizm ise, “bir ideolojik çizgi” olarak, bu unsurlarla tanımlanan “ilericilik alanını” paylaşıyor; ama “bu alanda başı çeken bir unsur olmayı bir türlü beceremediği de” kesin!
Toplumsal ve siyasal anlamda, “ileri-geri” kavramlarına Marksizm tarafından yüklenen içeriğinin, sınıflar mevzilenmesi dışında bir ölçü tanımadığı görülmüyor. Bir sınıfın, partinin, kurumun ilerici olup olmadığını belirleyen tek ölçü, sınıflar savaşında tuttuğu yerdir, “kamucu/devletçi, yurtsever/anti-emperyalist, ilerlemeci/devrimci” kavramlarını, güncel sınıf mücadelesinin başlıca alanlarından bağımsız olarak tanımlamaya olanak yoktur. Taktiğinin birinci maddesinde “özelleştirmeye hayır” yazan işçi ve emekçi kitleleriyle, yine programının birinci maddesinde “özelleştireceğiz” yazan burjuvazinin bu kavramlara verdiği içerik aynı olamaz. Kavramların dışsal benzerliğine bakarak, “aynı alanın paylaşıldığı” kanısına ulaşmak, sadece sınıf kıstaslarını unutmakla mümkün olabilir.
Bugün gelinen noktada, “ileri-geri” kavramları, Türkiye solunun ’60’lı yılların sonunda terk etmeye başladığı “laik-şeriatçı” ikilemine yeniden oturtulmuştur, birçokları için “gerici”, kimi karikatürlerde görünen takkeli, çember sakallı, tespihli, şalvarlı bir adamdır. Bu kalıba göre, Eczacıbaşı, Koç, Garih, Alaton gibi tekelci sermaye temsilcilerinin gerici sayılması akla bile gelmez. Aynı şekilde, siluetinde daima keskin bir Mustafa Kemal profili görünen herhangi bir general de gericiliğin baş düşmanı namıyla taçlandırılmayı peşinen hak etmiştir.
Bu karikatür düşman, Refah-Yol hükümeti sürecinde yeniden ve çok daha etkili bir biçimde “ilericiliğin” tanımlanmasında rol oynamaya başladı. Kuşkusuz bu yeniden dirilişte, hükümet olmuş dinci gericiliğin uygulamalarının payı vardı; karikatürdeki adam, Fatih-Çarşamba’dan Batman çarşılarına kadar, İstiklal Caddesi’nden, Kızılay’a, Kordonboyu’na, memleketin yüzde doksanında aynı kıyafetle ve son derece ciddi bir biçimde dolaşıyordu. Ama ileri-geri, sağ-sol gibi kavramlar ekseninde bir ayrışmanın aktörü haline getirilmesinde, onun cübbesinin ve sarığının altına gizlenen bir başka kimlik rol oynadı.
Sürecin başlangıç noktası, “Susurluk’tur. “Bir Dakika Karanlık” eylemini, “çetelere karşı vatandaş inisiyatifi” biçiminden, büyük bir başarıyla “şeriatçı saldırıya karşı laik direnişi” haline sokanlar ve hükümetteki dinci gericiliği, hedef saptırmanın aracı olarak abartanlar, cübbenin, sarığın, çember sakalın ardına gizlenenlerdir. Bu komik korkuluğun ortalığa salınmasıyla, önce, “çete”nin üstü örtüldü ve arızi, bireysel suç kapsamına sıkıştırılması sağlandı. İkinci olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin esas olarak dış politikası ve merkezî önem taşıyan Ortadoğu ilişkileri bakımından gerçek bir ayak bağı durumunda bulunan Refah Partisi’nin hükümetten uzaklaştırılması için uygun psikolojik ortam yaratıldı. Ve son olarak, devlet iktidarının kimin elinde olduğu ve “olması gerektiği” yolundaki sorunun cevapsız olmadığı, bunun tek sahibinin ordu olduğu düşüncesi, bir kere daha kabul ettirildi. O kadar ki, ordunun 12 Eylülden sonra büyük itibar kaybına uğradığını saptayan bütün burjuva gözlemciler ve medyanın “etkili kalemleri”, “televizyon yorumcuları”, itibarın iade edilmekte olduğunu “sevinçle müşahede etmeye başladılar.” Bu sonuncu kazanç, ilk ikisinden daha önemliydi. Egemenlikte en vazgeçilmez koşul, “onay” mekanizmalarını işletebilmektir. İktidarı meşru ve isterse kural dışı olsun, bütün uygulamalarını gerekli gösterebilmek için bu, ilk ve zorunlu adımdır. Diğer ilk iki hedef, çetenin üstünün örtülmesi ve Refah’a karşı cepheden saldırı, bu amacın elde edilmesinde kullanıldı. Yalçın Küçük’e, “ordumuz” dedirtmek, Doğu Perinçek’i yıllar sonra nihayet açıkça yeniden ve büyük bir aşkla “Cumhuriyetimiz”in savunuculuğunu pervasızca yapabilecek koşullara kavuşturmak, anlı şanlı sosyalistleri “ordu, faşizmi ve şeriatçı gericiliği tasfiye ediyor” hülyalarına sokabilmek, başarının büyüklüğünü yeterince gösteriyor.
Tam da bu noktada, “Türkiye solunun Kemalizm’le hesaplaşması” için, kendi sınıf köklerini tanımasının ve kendisini bir işçi hareketi olarak inşa edebilmesinin belirleyici önem taşıdığını yeniden görebiliriz. İdeolojik netlik, münzevi bir aydın çabasının ürünü olamaz. Kimi soyut kavramlar arasında dışsal özdeşlikler bulmak, aynı zamanda sınıf politikaları arasında geçişler, bağlantılar ve özdeşlikler bulmaya yol açar. Her toplumsal kavram, ancak yine toplumsal pratik tarafından somutlanabilir. Özgürlük, demokrasi, eşitlik, adalet vb. ilericilik, yurtseverlik, devrimcilik gibi kavramların da, hangi sınıf açısından ne anlama geldiği, kimin politikasını temsil ettiği, ancak sınıfların mücadele içinde netleşen hedefleri ve ihtiyaçları açısından anlaşılabilir. Karşıt sınıfların aynı kavramları kullanıyor olmalarından, onların gerçekten “aynı alanı paylaştıkları” sonucunu çıkarabilmek, en temizinden idealizme özgüdür. Bundan kurtulmanın tek yolu, maddeye, toplumun maddesine, sınıflar gerçeğine başvurmaktır.
Belki ancak o zaman, üniversitelerdeki kışlalaştırma saldırısının içeriği görülebilir ve bütün ilerici öğrenci gençliğin, yalnızca YÖK sisteminin değil, MGK’nın da en militan temsilcisi olarak tanıdığı İstanbul Üniversitesi Rektörü gerici Kemal Alemdaroğlu’na selam çakılmaz. O zaman, öğrencilere sakallarını keserek bu saldırıya sırf “gericilerin de yüzü görünsün” diye katlanmaları önerilmez, “tarihimizde de yazılıdır, sakal kesildikçe güzelleşir” gibi başçavuş babacanlıkları yapılmaz.(5)

Ağustos 1998

Dipnotlar

1) Aydemir Güler, “Jakobenizmin Güncelliği”, Asker Partisi Ne İstiyor, s.164
2) Gelenek’in Notu, “Asker Partisi Ne İstiyor”, Mart 1998, s.5
3) Bu noktada, daha önce Çağlar Keyder’in “Türkiye’de Devlet ve Sınıflar” broşürü dolayısıyla söylediklerimizi tekrarlamak zorundayız. Bkz: Özgürlük Dünyası, “Devlet ve Sınıflar”, sayı 76, Şubat 1995, s.6
4) Aydın Giritli, “Restorasyon Kemalizm’i”, Gelenek, 57, s.
5) Bütün bu kuyrukçu açıklamalar için bkz: Y. Küçük, 1 Mart tarihli “Basın Açıklaması”, Hepileri, sayı 12, s.28

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑