Son birkaç ayda, olayların gelişim yönü ve seyrinin işaret ettiği en önemli sorunlardan birini, emperyalist büyük devletlerin Irak politikaları kapsamında kızışan rekabeti ve ABD-İngiliz saldırgan cephesinin gündeme getirdikleri askeri müdahalenin, bölgenin diğer tüm halklarıyla birlikte, yoğun bir biçimde Kürt emekçilerinin yaşamını etki altına alması oluşturuyor.
Sorun, çeşitli yanlarıyla ve birçok kez, yayın organlarımızda değerlendirildi. Kuşkusuz yine de söylenecekler var. Ülkemizin de içinde yer aldığı geniş, verimli ve stratejik bölge, emperyalist rekabet ve çatışmalarda belirleyici alanlardan biri olmaya devam ettiği sürece, dış karışmalar ve istikrarsızlık kaçınılmaz olacak; çok yönlü sorunlar, politik-ideolojik ve pratik unsurlarıyla işçi sınıfı ve emekçilerin gündeminde de yer alacaktır. Bölgedeki gelişmelerin daha genel etkilere yol açanları farklı boyutlarda ele alındıkları için bir yana bırakılırsa, son birkaç aylık gelişmeler, sorunun bu başlık altında yeniden irdelenmesini bir zorunluluk haline getiriyor. Gelişmelere, geçmiş olaylarla bağlantıları içinde daha yakından bakalım: Türk ordusunun Irak Kürdistanı’nda askeri bir bölge oluşturması (Irak topraklarında 70 km. derinlikte bir tampon bölge oluşturulması için ABD yetkilileriyle görüşmeler yapıldı), Diyarbakır, Batman ve İncirlik üslerinin ABD-İngiliz savaş birliklerinin emrine verilmesi, Diyarbakır başta olmak üzere bölgenin altı başlıca kentinin “kritik iller” statüsüne alınması; Diyarbakır’da yapılmak istenen savaş karşıtı kitle protestosunun yasaklanması vb. gelişmeler; Irak’a yönelik saldırı savaşının Irak ve Türkiye Kürtlerinin yaşamını dolaysız olarak, ancak yıkıcı ve tahrip edici yönde etkileyeceğinin ilk işaretleridir. Salt bu gelişmeler dahi, savaşa Kürt ulus ve Kürt emekçi duyarlılığını önemli ve zorunlu kılmaktadır. Kuşkusuz, bu duyarlılık yoğunluğuna yol açan ve mücadele gerektiren gelişmeler daha da kapsamlıdır.
AMERİKAN EMPERYALİZMİNİN BÖLGE POLİTİKASI
Yıllar önce, Zbigniew Brzezinsky, ‘Avrasya’nın ele geçirilmesinin dünya hakimiyeti olanağı olarak görülmesi gerektiği yönünde sözler etmişti. Bugünkü Amerikan savaş karargâhının çetebaşı Bush’un babası eski “başkan” Bush da, 1991’de “Bizim ekonomimiz, bizim özgürlüğümüz, hatta bizim yaşamımız için en büyük tehlike, petrol rezervlerinin Saddam’ın elinde bulunmasıdır” diyordu. Bush çetesinin ekonomi danışmanlarından Lindsey de, birkaç ay önce, “Irak’ta rejim değişirse, dünya piyasalarına günde beş milyon varil daha fazla petrol akar. Başarılı bir savaş bu akışı sağlayabilir!” diyerek, Amerikan saldırganlığının ve bölgeye yönelik planlarının hedeflerinden birini “aydınlatmıştı”!
Amerikan-İngiliz savaş politikası, kapitalist-emperyalist dünya ekonomisinin içinde bulunduğu istikrarsızlık, durgunluk ve kriz koşullarından ve uluslararası ilişkilerin gerginleşmesinden bağımsız değildir. ABD ve başlıca büyük kapitalist ülkelerde bir yanda aşırı üretim, diğer yanda emekçilerin alım gücünün düşmesi ve tüketim yetersizliği durmaktadır. Özelleştirme, işten atma ve sendikasızlaştırma üzerinden düşük ücret ve maaş dayatması talep daralmasına neden olurken, stoklar büyümekte; emperyalist ülkelerdekiler başta olmak üzere burjuva devletleri silah sanayiine kaynak aktararak ekonomiyi canlandırmaya çalışmakta, bu da gerginlik ve çatışmalara ivme kazandırıcı ve büyüme oranlarını sınırlayıcı bir işlev görmektedir.(1) Pazarların yeniden paylaşımı talebi, hammaddelerin denetimi, sermaye ihraç alanlarının genişletilmesi, rekabette tekel hakimiyetinin dayatılmasını ve şiddet politikalarını gündeme getirmektedir. Büyük kapitalist güçlerin birbirleriyle çatışmasının bu rekabet üzerinden yol alacağı bugünden söylenebilir. ABD’nin bugünkü politikaları, az sayıda gelişmiş kapitalist ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu sömürge bağımlılığı altına almak üzere mali, diplomatik, politik ve askeri güç dayatmaya başvurması kapsamında gelişmektedir.
Amerikan politikası, Irak kaynaklarının ele geçirilmesi ve İran-Suriye-Yemen gibi bölge ülkelerinin daha dolaysız kontrolü üzerinden, başta Rusya olmak üzere Asya’nın büyük devletlerini rekabette geri püskürtmek ve hakimiyet alanlarını Güneydoğu Asya’ya doğru genişletmeyi içermektedir.
Amerikan yönetimi, BM Güvenlik Konseyi Irak’a askeri saldırıyı onaylamasa bile, bu ülkeye saldıracağını açıklamakla, iddia edildiği gibi, sorunun, “Irak’ı silahsızlandırma” değil; pazarların genişletilmesi ve hammadde kaynaklarını ele geçirme olduğunu göstermiştir. Bush yönetimi İkinci Dünya Savaşı sonrasında Japonya’nın General Mac Artur yönetiminde altı yıllık yağmasına benzer bir askeri vali idaresinde Irak’ı sömürge bağımlılığı içine alma çabasındadır.
Bush ve çetesi, Amerikan petrol ve silah tekelleriyle ortaklıklarının da etkisiyle (Irak petrol yatakları, dünya rezervlerinin yüzde 11’ini oluşturmaktadır ve Suudi Arabistan’dan sonra ikinci sırada gelmektedir) savaş çığlıkları atmaya devam etmektedir. Irak ve ardından diğer ülkelerin petrol ve doğalgaz kaynaklarının Amerikan-İngiliz tekellerinin ve devletlerinin denetimine alınması, salt ekonomik alanda değil, askeri-mali ve politik bakımdan da bu ülkeleri rakiplerine karşı daha fazla avantajlı duruma getirecektir. Bölgenin “stratejik kaynaklar”ının denetimi, Amerikan enerji sektörünün “kritik durum”dan çıkarılmasına hizmet edecek, ekonomisinin, dış politikasının ve “güvenliği”nin güçlendirilmesi olanaklarını genişletecektir.(2)
Amerikan yönetimi, 11 Eylül olaylarını saldırgan-yayılmacı politikalarını uygulamada yeni bir fırsat olarak değerlendirdi. “Küresel genişleme” için yaptığı planları “terörle savaş” adına uygulamaya koydu. Afganistan’ın işgali ve ABD güçlerinin Orta Asya cumhuriyetlerine yerleşmeleri aynı gerekçeyle olanaklı olabildi. Bush çetesi yalan propagandayla “yandaş bulma”; Irak saldırısı için kullanabilecek “veriler” yaratma ve oluşturma çabalarını, “savaş koşulları gereği” sayarak sürdürmüştür. Kitleleri savaşın “demokrasiyi yerleştirmek” ve dünyayı “kötülerden kurtarmak” için çıkarıldığına inandırmak amacıyla yürütülen propaganda, savaş hazırlığında önemli bir yer tutmaktadır. Bu propaganda, genellikle istihbarat örgütlerinin ürettikleri veriler üzerinden ve yalana dayalı olarak yürütülmektedir.(3)
“11 Eylül’den sonra her şeyin değiştiği” propagandası yoğunluk kazanmakla birlikte, daha uçaklar Dünya Ticaret Merkezi’ne çarpmadan, Bush’un masasında Afganistan’ın işgal planlarının hazır durduğu sonradan açığa çıkarken, Rumsfeld ve savaşçı çetenin diğer üyeleri, Irak yönetimini devirme gereği üzerine konuşmaları yoğunlaştırdılar. 11 Ekim 2002 tarihli Los Angeles Times gazetesi, “Bush yönetimindeki yetkililerin CIA uzmanlarına, Irak değerlendirmesini, Saddam Hüseyin’e karşı cephe almaya yardım edecek şekilde yapmaları için baskı uyguladığını” yazarken, Amerikan politikasının önemli bir hedefine işaret ediyordu. “Ulusal Güvenlik Stratejisi” (UGS) ilanıyla, ABD ve Bush yönetimi, istediği zaman ve istediği yerde, Amerikan çıkarlarının tehdit edildiği ya da edileceği varsayıldığında, askeri güç kullanmayı, ABD’nin “hakkı” olarak ilan ediyor; “sağduyu itibariyle ve kendini savunmak için Amerika, bu tür tehditleri daha başlamadan bitirmek için harekete geçecektir” diyordu. Irak ve yönetiminin “Amerikan çıkarları için tehdit” sayılarak hedefe konması, ilan edilen bu stratejiye uygun düşmektedir. Aynı politika kapsamında hangi ülkenin ne zaman biyolojik, kimyasal ve nükleer Amerikan saldırısı hedefine gireceği belirsizdir. Nitekim Bush çetesi, nükleer güç sahibi bütün ülkeleri tehdit etmiş; bu teknolojiyi geliştirmek isteyenleri, daha “işin başında etkisiz kılmak” üzere “şeytan” ilan etmiştir.
ABD’NİN ASKERİ MÜDAHALESİ VE KÜRT SORUNUNA ETKİLERİ
Diğer emperyalist ülkeler gibi, ABD’nin Kürt politikasının özünü de, sorunun emperyalist amaçlarla istismarı ve kullanılması oluşturuyor. Öncesi bir yana son otuz-kırk yıllık süreç, ve bu süreçteki gelişmeler, ABD yönetimlerinin, Kürt sorununu, İran, Irak ve Türkiye egemen sınıflarını işbirlikçiliğe daha fazla zorlamak üzere bir baskı unsuru olarak kullanmaya; Kürt işbirlikçiliği üzerinden Kürt özgürlük mücadelesini yedeklemeye çalıştıklarını; burjuva-şovenist propagandanın aksine, “bağımsız bir Kürdistan kurma”yı hedeflemediklerini; ancak bu “potansiyel tehdit”i bir şantaj aracı olarak kullanmaktan da vazgeçmediklerini göstermektedir. ABD yöneticileri, amaçları içinde Kürt devleti oluşturmak diye bir şey olmadığını birçok kez açıkladılar. Bu açıklamaların “samimiyeti”ni gösterir birçok örnekten söz edilebilir. En yakın ve bilinen örnek, Körfez saldırısı ya da savaşıdır. Saddam yönetiminin en güç dönemlerinden birinde ABD, Irak Kürtleri’nin bağımsız bir devlet kurmaları yönünde değil; aksine Irak’ın “Saddamsız yönetimi” üzerinde denetleyici olmak üzere, toprak ve devlet bütünlüğünü savunmaya devam etmiştir. Bu, ABD’nin bölge politikalarıyla uygunluk gösteren bir taktiktir. Onun çıkarları, Türkiye, İran ve hatta Suriye gibi bölge ülkelerinin Kürt sorunu nedeniyle karşıya alınmalarını değil, aksine hakimiyeti altında tutulmalarını ve kullanılmalarını gerektirmektedir.(4)
Batılı büyük güçlerin Kürt sorununa ilgilerinin tarihi, Ortadoğu’ya ilgilerinin tarihiyle zamandaş olmakla birlikte, Kürt unsura ilgileri, bölge ülkeleri yönetimleriyle ilişkilerinin seyrine bağlı olarak değişiklik göstermiştir. Irak, İran gibi ülkelerdeki toplumsal gelişmeler İngiliz-Fransız ve ABD çıkarlarına aykırılık gösterdiğinde, Kürt sorunu, bu gelişmelerin rotasını değiştirmek üzere istismar edilmiş, Kürt işbirlikçiliği geliştirilmeye; geri toplumsal yapının feodal, aşiretçi vb. bağlarından yararlanılmaya; bu “bağlantı”lar ilgili ülke yönetimlerinin uşaklık çizgisinde yürümesi için baskı unsuru olarak kullanılmaya çalışılmış; bu ülkelerin işbirlikçi sınıflarıyla ilişkilerin “istikrarlı olduğu” dönemlerde de, “Kürtlerin kaderi” sorunu “uyku hali”ne terk edilmiştir. Denebilir ki, Batılı emperyalist güçlerin Kürt sorunuyla ilişkilerinin özünü, ilgili bölge ülkeleri egemen sınıflarını uşaklık ve işbirlikçilik çizgisinde emperyalist politikalara bağlı tutmak üzere, sorunun kullanılması oluşturmuştur. Bu, Kürt özgürlüğü ya da ulusların bağımsız yaşama, bağımsız devlet kurma hak ve taleplerinin emperyalist politikada yerinin olmadığının da kanıtıdır. ABD başta olmak üzere, Batılı emperyalist yöneticilerin hemen her fırsatta, “Kürt devleti kurma gibi bir hedefleri bulunmadığı”nı ilan etmeleri, bazı gerici-şoven çevrelerin göstermek istedikleri gibi bir manevra değil; mevcut koşullarda emperyalist çıkarlara uygun düşen politika belirlemesidir. Bölgenin bugünkü yapısını değiştirmeyi gerektiren ve dayatan uluslararası bir büyük kapışma olmaksızın, Türkiye’yi parçalama pahasına “Kürdistan devleti kurma”yı Batılı emperyalistlerin yararlı bulmaları için bir neden yoktur.
Böyle bir adımın atılması, stratejik işbirliği anlaşmaları ve öteki kurumlaşmalarla kendisine bağlı, uluslararası alanda ve bölgede kendi politikalarının taşeronluğunu yapan ve büyük bir askeri güce, askeri-politik merkezi yapıya ve yüzyılların deneyimine dayanan devlet örgütlenmesine sahip bir önemli bölge ülkesinin gözden çıkarılması anlamına gelir ki, ABD ya da bir başka büyük emperyalist gücün yöneticileri bu kadar kör ve aptal değildirler. Emperyalistler için çıkar alanları ve hakimiyet bölgelerinin denetimi birincil önemdedir. İşbirlikçiler işbirlikçiliği sürdürdükleri sürece, emperyalistlerin uşak değişimine gitmeleri; deneyli ve kurumsallaşmış işbirlikçilik yerine, geri, kurumsallaşmaktan ve devlet deneyiminden uzak olanı koymaları için bir neden yoktur.
Son on iki yıllık süreç, uluslararası etkileri ya da bağlantıları olan diğer çeşitli sorunlarla birlikte Irak “sorunu” kapsamında “Kürt sorunu”nun da yoğun biçimde tartışıldığı bir dönem oldu. Kürt sorununun bu yoğunlukta tartışılmasının başlıca ve tek nedeni, elbette, “Kuzey Irak’ta kurulduğu” ya da “kurulma aşamasına geldiği” belirtilen “Kürt Federe Devleti”nin Batı emperyalist ülkeleri ve bölge ülkeleri hakim sınıflarıyla kurduğu “ilişkiler”le sınırlı değildi. Asıl neden, Kürt sorununun çözümsüz kalmış ve gecikmiş bir ulusal sorun olarak varlığını sürdürmesiydi. Kürt sorunu, uluslararası ve bölgesel özellikte bir sorun olması ve çözümsüz kalmasıyla, sorunun muhatabı tüm bölge ülkelerinde; özellikle de Türkiye ve Irak’ta istikrarsızlığın en önemli etkenlerinden biriydi. Türkiye ve Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeler, 90’lı yıllarda ABD’nin fiili müdahaleleriyle birleşince, bölgesel ve uluslararası gelişmelerin Kürt sorununa etkilerinde de yoğunlaşma yaşandı. ABD başta olmak üzere, Batılı büyük güçlerin Ortadoğu, Körfez bölgesi ve Kafkasya’ya yönelik politikaları kapsamında Kürt sorunu ve Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeler, bölge ülkelerinin birbirleriyle ilişkilerinin ve her bir ülkenin iç sorunlarının yoğunlaşmasında daha fazla rol oynamaya başladı. ABD-İngiliz politikasının yön verdiği Birinci Körfez Savaşı ya da Irak’ın emperyalist işgali amacıyla bu güçlerin merkezi yönlendirmesinde oluşturulan gerici koalisyon ordularının Irak’a saldırısı; Amerikan-İngiliz devletleri ve tekellerinin rakiplerle ve bölge ülkelerine karşı ekonomik-askeri ve politik hamlelerinin yanı sıra; bölge ülkeleri egemen sınıflarının “kendi Kürtleri”yle ilişkilerini de, bir tür yeni değişim sürecine soktu.
Kürt sorununun çözümsüzlüğü, stratejik konumu ve zengin hammadde kaynaklarıyla dünya egemenliği için sürdürülen kapitalist-emperyalist rekabette ihmal edilemez stratejik bir yer tutan –Türkiye’nin de içinde yer aldığı– Ortadoğu, Ortaasya, Kafkasya ve Hazar havzası gibi geniş bir bölgeye ilişkin gerici plan ve politikaların uygulanması doğrultusunda, bu sorunun istismarı için nesnel bir zemin sağlıyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın ilk yarısında İngiliz-Fransız emperyalistlerinin “bulaşmak”tan geri durmadıkları Kürt sorunu, işbirlikçi egemen sınıfların şovenist-inkârcı politikaları nedeniyle bugün de emperyalistler ve özellikle de Amerikan emperyalistleri tarafından, pazarların ve hammadde kaynaklarının denetimi yönünde istismar ediliyor.
Sorun çözümsüz kaldıkça, sosyal-politik ve giderek ekonomik bir kangrenleşmeye yol açıyor; işbirlikçi egemen sınıfları açmaza sokuyor, ulusal varlıkları ve hakları tanınmayan, özgürlük ve eşitlik talepleri silah gücü ve baskıyla karşılanan Kürt kitleleri içinde öfke birikimine ve bağımsızlık düşüncesinin filizlenip güç bulmasına ve bu yönlü örgütlenmelere yol açıyordu. Daha da önemlisi, emperyalist saldırıya uğrayan ve “Kürt hamiliği” adına topraklarının bir kesimi bir süredir “merkezi idare”nin denetimi dışında bırakılan Irak’ta Kürtler, önceki dönemleri de kapsayacak biçimde müdahale ve baskılarla karşılaşmalarına karşın, “otonomi”ye dayalı bir politik yapı içinde dil ve kültürlerini geliştirme yolunda bazı adımlar atmışlar, radyo istasyonları kurup okullar açabilmişler ve bu durum “ulusal hak kullanımı” için güçlü bir toplumsal zemin oluşturmuştu. Türkiye Kürtleri bakımından da, 80’li yılların ikinci yarısından itibaren “düşük yoğunluklu savaş” koşulları ve Kürt ulusal istemlerine karşı sürdürülen inkâr ve imha politikaları iç dinamizmi daha yoğun biçimde harekete geçirmiş; kapitalizmin Kürt kent ve kırında toplumsal yaşamda yol açtığı değişimden beslenen ulusal karakterli bir mücadele ve ulusların ve dillerin tam hak eşitliği talebi belirginlik kazanmıştı.
Bu iki gelişme, Kürt sorununun uluslararası alanda daha yoğun biçimde tartışılmasını sağlarken, ’91’de Irak’a Amerikan-İngiliz birlikleri komutasındaki gerici saldırı ve bu saldırı sonrasında Irak Kürtleri’nin yoğunlukla yaşadıkları toprakların emperyalist denetime alınması, zor ve dayatmayla “Saddam yönetiminin denetimi dışına çıkarılması” yönünde adımlar atılması, tüm tarafları, kendi Kürt politikalarını hakim kılmak üzere daha aktif bir duruma getirdi.
TÜRKİYE’Yİ VE TÜRKİYE KÜRT SORUNUNU KULLANMA
ABD’nin Ortadoğu, Orta ve Güneydoğu Asya’ya egemen olma ve hegemonyasını güçlendirme stratejisinde, Türkiye özel bir yere sahip. Amerikan emperyalistleri Türkiye’nin ‘üç kıtaya kapı’ konumundan yararlanmaya, Türkiye gericiliğini bölge politikalarının taşeronu olarak kullanmaya özel bir önem vermekte, bunu sağlamak üzere, Kürt sorunu dahil, Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve politik sorunlarından yararlanmaya çalışmaktadırlar. Irak’a askeri müdahale kapsamında Türkiye’ye dayatılan politikalar bunu bir kez daha ortaya koyuyor. ABD, Türkiye’nin ekonomik-politik açmazlarını kullanıyor, Kürt sorununu ve petrol bağlantılarını, işbirlikçilerini uşaklığa daha fazla zorlamak üzere şantaj silahına dönüştürüyor. “Türkiye’ye Musul ve Kerkük petrollerinden pay verilmesi” senaryosuyla ABD yönetimi, Türkiye’nin stratejik konumunu Ortadoğu ve Orta-Güneydoğu Asya’ya uzanmak için daha etkin biçimde kullanmak üzere, bir “satın alma fiyatı” biçilebileceğini açıklarken, Türkiye gericiliğini emperyalist çıkarları ve hegemonya mücadelesinin aracı olarak kullanma politikasını “açık ve anlaşılır bir biçimde” ortaya koyuyor. Türkiye’yi babalarının çiftliği gibi yol yapan Amerikan üst düzey askeri ve politik bürokratlarının hemen hepsi, aynı amaçla, “Kuzeyden cephe açma ve saldırıya ortak olmada acele edilmezse masada yer alınamayacağı” şantajıyla sonuç almak istiyorlar. ABD ve İngiliz yönetimi, İkinci Dünya Savaşı sırasında Winston Churchill’in taktiklerine benzer taktiklerle Türkiye’yi Ortadoğu “batağı”na çekmeye; işgal ordularının öncü kolu olarak kullanmaya çalışıyor.(5)
ABD-İngiliz yöneticileri, Türkiye gericiliğinin Kürt sorununa ilişkin açmazını ve Musul-Kerkük üzerine tarihi emellerini, onu, batağa daha fazla sürmek amacıyla kullanmak istiyorlar. Böylece, on yılı aşkın süredir devam eden emperyalist propagandayla yıpratılan Irak yönetiminin “yıkılması” ve Irak’ta sömürge yapının kurulması daha kolaylaşacak, buradan bölgenin diğer ülkelerine kapı açılacak, “Avrasya rüyası” gerçeğe dönüştürülecek! “Kürt devleti” korkusu, ve Musul-Kerkük üzerine gerici emeller de, Türkiye yöneticilerini bölgeye “aktif müdahale” ve işgalci emperyalistlere istediklerini vererek “paylaşım masasına oturma hakkına kavuşma” politikası izlemeye yöneltiyor. Türkiye gericiliği, ABD’nin Irak’ta kalması süresince “Kuzey Irak’ta kalabileceği”, “o süre içinde ve geleceği garanti etmek üzere Kerkük-Yumurtalık petrol hattını denetleme olanağını elinde tutabileceği” hesapları yapıyor.
ABD hesabına Türkiye’de faaliyet yürüten uşaklar güruhu da Türkiye’nin Irak’a saldırı cephesinde yer alması için “ne mümkünse” yapıyor, hükümeti “pastadan pay kapma”ya çağırıyor, buna yönelik provokatif gerekçeler yaratmak için bütün üretkenlikleriyle çalışıyorlar.
ABD’ciler, “Kürt devletinin kurulmasının önlenmesi” ve “bölgenin yeniden şekillendirilmesinde söz sahibi olarak, Musul-Kerkük petrollerinden pay alınabilmesi” için savaşa katılmanın kaçınılmaz olduğunu söylüyorlar.(6 )
Washington ve Londra’daki askeri-politik şeflerle el ele verip, Türkiye’nin topraklarını, hava meydanları ve limanlarını ABD-İngiliz ordularının emrine vermesi ve Kuzey’den Irak’a ikinci saldırı cephesinde yer almasını isteyenlerin gerici çabalarının “tarihsel” bir geçmişi de var. Musul-Kerkük petrollerinden Türkiye’ye pay verilmesi ve Kürt devletinin kurulmasının önlenmesi yönündeki “emperyalist garantiler” ve bu yönlü işbirlikçi girişimlerle, Lozan görüşmeleri sırasında İngiliz delegesi Lord Curzon’un, Türkiye’nin Musul isteklerine cevabı arasında bir bağ kurulabilir. Curzon, Lozan’da, Musul petrolleri üzerinde hak iddia eden İnönü’ye verdiği cevapta; “Petrol için size borç verebiliriz, ayrıca bizim petrol şirketleri size yardımcı olabilir! Kaldı ki, Musul’u almanız Bağdat’ın güvenliğini tehlikeye atar. Bu da, bizim Irak’la yaptığımız anlaşmaya aykırı” demektedir.
Türkiye gericiliğini emperyalist emellerine alet etmek isteyen ve bu amaçla Ankara’yı “diplomatik abluka”ya alan ABD ve İngiliz yöneticilerinin, olası bir saldırı ve paylaşım durumunda, Türkiye’nin tarihi emelleriyle ilişkili bugünkü girişimlerini de benzer bir tutumla püskürtmeye çalışacakları kestirilebilir.
BARZANİ-TALABANİ ÜZERİNDEN GİRİŞİLEN İLİŞKİLER NE SAĞLIYOR?
ABD’nin Irak Kürtleri’nin ”hamisi” rolüyle giriştiği müdahaleler ve Saddam yönetimine karşı Kürt partileri KDP ile KYP’yi kullanma çabaları, Ortadoğu ve Asya’ya yönelik stratejik planları kapsamında irdelenmeden, bu politikanın emperyalist muhtevası ve içerdiği tehlikelerin yalnızca Kürtler için değil, ama bölgenin tüm halkları ve ülkeleri aleyhine olduğu anlaşılamaz. ABD’nin Körfez saldırısı sonrasında bölgeye, Türkiye toprakları üzerinden yerleştirdiği “Çekiç Güç”ün “Kürtler’i Saddam yönetiminin saldırılarından korumak”la değil, ama Amerikan çıkarlarının etkin kılınması ve etki alanının genişletilmesi emperyalist hedefiyle ilgili olduğu da, ancak bu durumda daha iyi görülebilir.
ABD, Barzani ve Talabani yönetimindeki Irak Kürt Partileri’ni, bölgenin yeniden düzenlenmesinin “Irak ayağı”nı güçlendirmek üzere, “Irak muhalefetinin etkin güçleri” arasında tutmak, onlarla ilişkilerine yön veren emperyalist emellerini “Kürt koruyuculuğu” görünümü vererek maskeleyip, baskı görmüş, hakları tanınmamış Kürt emekçilerini bu ilişkiler üzerinden aldatmak istemekteydi. Bu hedefine ulaşmaya çalışırken, hiçbir zaman Kürtler’in hakları ve bağımsız yaşama isteklerini gerçekten dikkate almadı. Barzani ve Talabani’nin de aralarında bulundukları “Iraklı muhalif güçler”i Londra ve Washington’da bir araya getiren ABD yöneticileri, onları Irak yönetimine karşı kendi çıkarlarının eksiksiz savunusu temelinde kullanmaya çalıştıklarını gizleme gereği görmediler.
Türkiye gericiliği ise, Kuzey Irak’ta ”federe devlet oluşumu yönünde girişimler”i kendi güvenliğini tehdit eden bir gelişme ve savaş nedeni sayacağını her fırsatta yineleyerek, Barzani ve Talabani’yle sürdürülen emperyalist ilişkilerin dışına düşmemeye ve bu işbirliğinin ABD-Türkiye-Kuzey Irak Kürt Partileri işbirliği olarak biçimlenmesi için çaba gösterdi. Türk devlet ve hükümet yöneticileri, ABD işbirlikçiliğini bölgede İsrail gericiliğiyle birlikte sürdürdüklerini, Amerikan çıkarlarının taşeronluğunu üstlendiklerini ikide bir yinelemek ve “anımsatmak”la yetinmediler. Aslında, Amerikan gericiliğiyle 60 yıllık işbirliği sürecinde, kendileri de, emperyalistler için önemli olanın çıkarları olduğunu; bu çıkarlar gerektirdiğinde, en sadık uşakların bile gözden çıkarıldığını; başka örnekler bir yana, faşist Şah ve Saddam yönetimleriyle ilişkilerin “tarihi”ne bakarak görüyorlardı. Bununla birlikte, ABD’nin “Kürtlerle ilişkileri”nden çıkardıkları sonuç şuydu: “ABD’yi alacağı kararlarda etkilemek ve Saddam sonrası Irak’ın şekillenmesinde söz sahibi olmak için, ABD’yle işbirliğini sürdürmek gerekir.” İşbirlikçi Türkiye burjuvazisi, Irak Kürt Partileri’nin Kerkük’ü kurmak istedikleri Kürt Devleti’nin başkenti yapmak istedikleri, ”Kürt devleti kurmak istemiyoruz” yönünde açıklamalar yapmalarına ve bunu, uluslararası ve bölgesel nesnel durum ve ilişkilerinin uygun olmamasıyla izah etmelerine karşın, böyle hedeflerinin bulunduğu ve öyleyse, bu yöndeki gelişmeyi önlemek için “müdahil ve caydırıcı güç olarak işin içinde olmak gerektiği” propagandası yürüterek buna uygun askeri-politik girişimlerini sürdürdüler.
Barzani ve Talabani, son on iki yıl içinde Washington, Londra ve Ankara arasında “mekik dokur”ken, Türkiye gericiliği, Irak Kürdistanı’ndaki gelişmelere müdahale etmenin “askeri olmayan diğer yöntemleri”ni de daha etkili olarak devreye koydu ve onları birçok kez Ankara’da “ağırlayarak” ya da sermaye basını baronlarının ifadesiyle “çağırarak uyardı”! Bölgede, Şah diktatörlüğünün yıkılmasından sonra en önemli işbirlikçi olarak gördüğü Türkiye gericiliğinin “Kürt hassasiyeti”ni bilen ABD, Barzani ve Talabani’yi ABD’ye götürerek, Clinton’un Dışişleri Bakanı Madaleine Albrigt’ın denetimi altında “anlaştırır”ken, bu hassasiyeti de ihmal etmedi. Basında ”Washington Barış Anlaşması” olarak yansıyan Barzani-Talabani anlaşmasının içeriği hakkında bilgi veren Barzani ve Talabani de aynı nedenle “ayrı bir Kürt devleti kurma hedeflerinin olmadığını”, “Türkiye’ye rağmen bir oluşum içinde olmayacaklarını”; kuracakları yönetimin “Irak sınırları içinde, merkezi yönetime bağlı bir federasyon olacağı”, ancak bunun da “Irak yönetimiyle anlaşma içinde gerçekleşebileceğini” belirtmeye özel bir önem veriyorlardı.
Washington anlaşması, Kuzey Irak’ta sayım ve seçim yapılmasını, Irak Kürt parlamentosunun Erbil’de toplanmasını, Talabani’nin de ‘idari birimlerde temsil edilmesi’ni, “Kürtler’in durumu”yla ilgili unsurlar olarak içermekteydi. Buna “paralel” bir gelişme olarak Ankara’da da sürdürülen işbirliği görüşmeleri “Ankara Süreci” olarak adlandırılmıştı ve Barzani, Washington Anlaşması’nın Ankara Süreci’nin devamı olduğunu vurgulamaya kendini zorunlu sayıyordu. O, ayrıca, bu anlaşmanın uygulanmasının “Türkiye’nin desteğiyle mümkün olacağını”, federasyon sorununun “bir dilek olarak” ifade edildiğini, ancak, “yalnızca Bağdat’taki merkezi yönetimle birlikte uygulanabilir olduğunu” sözlerine eklemekteydi.
Barzani ve Talabani’yle yapılan “görüşmeler”in Ankara’da gerçekleştirilenlerinin bir kısmına ABD ve İngiliz temsilcileri de katılmışlar, böylece “hizaya getirme ve kullanma operasyonu”nu Washinton-Londra-Ankara hattına yaymışlardır. Ankara’da Barzani ile yapılan görüşmeye ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Robert Pelletrau ve İngiliz Büyükelçiliğinden ‘Irak Sorumlusu’ kimliğiyle bir kişi de katılmıştır. Türkiye gericiliği de Irak Kürt partileri yöneticilerine “Türkmenler’in siyasal-kültürel hakları”, “yönetimde yer almaları”, “PKK’ye karşı işbirliği”, “federatif vb. adı altında devlet oluşumundan geri durulması” gibi koşullar dayatmış ve bunların kabul edildiğine dair onlarca açıklamanın -en azından Ankara’da- yapılmasını sağlamıştır.
Barzani ve Talabani, Madeleine Albright ile kol kola basın mensuplarının karşısına çıkarak “işbirliği anlaşmaları”nı ilan etmişler, temaslarının Ankara’da da Türk yetkililerle birlikte devam edeceğini, kendi aralarında anlaşmaya varmalarının “tarihsel bir anlam taşıdığı”nı, “Kürt tarihinde acılı bir dönemin geride bırakıldığı”nı belirtmişlerdi. KDP ve KYP başkanlarının Washington’da yaptıkları açıklamada “PKK’nin kendi bölgelerinde bulunması ve üslenmesine izin vermeyecekleri”nin de “mutabakatta yer aldığını” belirtmişlerdi. Bu açıklama, aslında “tarihten ders alındığı”, “Kürtler arası çatışmaların yol açtığı acıların artık son bulduğu” sözlerini yalanlıyordu ve Türkiye Kürt hareketine karşı kullanılmaya açık olunduğu, bir kez daha ilan ediliyordu. “Tanık” sıfatıyla “mutabakata imza koyan” ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi David Welch de, “her iki liderin sınır güvenliği için ellerinden geleni yapacaklarını ve terörist PKK’nin da hedef alındığı”nı söyleyerek, ABD-Türkiye işbirliğinin gözetildiği belirtilmiş oluyordu.
Son on yıldır giriştiği saldırıları ve Irak işgali yönündeki tüm girişimlerini “demokrasi”, ”diktatörün oluşturduğu tehdit” vb. demagojik gerekçelere dayandırmaya ve böylece yandaş bulmaya çalışan ABD, aslında bölgedeki varlığını ve çıkarlarının devamını, halklara karşı acımasız politikalarla işbaşında bulunan gerici, monarşist ve teokratik rejimler üzerinden “teminata alma”ya çalışmış ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bölgede demokratik, ilerici, devrimci ve sosyalist hareketin gelişmesine karşı; saldırılar örgütlemiş, ulusal kurtuluş yönündeki mücadelelerin kanla bastırılması ve yok edilmesi için çaba göstermiş, işbirlikçilerini bu yönde kullanmaktan bir an dahi geri durmamıştır.
ABD-İSRAİL-TÜRKİYE “ORTAKLIĞI” VE KÜRT HAREKETİNE KARŞI SABOTAJ POLİTİKASI
Irak Kürt hareketi “önderleri”nin bölge ülkeleri ve emperyalist devletlerle ilişkilerinin -tarihsel nesnel etkenleri bir tarafa- Kürt hareketi ve ulusal bağımsızlık yararına olmadığı ve olamayacağı, yaşam pratiğinin öğreticiliğiyle açıklık kazandı. Bu yukarıda belirtildi. Kürt hareketini ezmek için işbirliğinden kaçınmayan bölge ülkeleri işbirlikçi egemenlerinin -ve bütün sistem asalaklarının- “Kürt işbirlikçiliği” ya da “CIA Kürtleri” propagandası tam bir ikiyüzlülük ifadesidir. Vatanlarını emperyalistlere peşkeş çeken ve uşaklık politikası izleyenlerin, “Kürt ağaları” ve “aşiret şefleri”nin işbirlikçiliğini ya da tutarsızlıkları ve politik oportünizmlerini, Kürtler’e karşı bir silah olarak kullanmaya çalışmaları, sınıf karakterlerine uygun düşen, pişkin arsızlığın “üste çıkma” tutumudur. Bu propagandayı sürdürenlerin başında, bölgede emperyalistlere uşaklık yapan sözde egemen devletlerin yöneticileri geliyor ve onlar, Kürt ulusal hareketine karşı, onu, birbirlerine karşı şantaj aracı olarak kullanmakla birlikte, esas olarak ve bölgesel düzeyde işbirliği içindedirler. Kürt hareketi karşısındaki tutumları ve Kürtler’e uygulamaları bunun “canlı” örneğidir. Bu propagandaya en yoğun biçimde baş vuran Türkiye gericiliği ve Türkiye’deki emperyalizm uşakları, Kürtler’e karşı inkârcı baskı politikalarında ısrar etmekle yetinmeyerek, İsrail Siyonizmiyle birlikte Arap halklarına karşı da ABD’nin baskı kuvveti olarak faaliyet sürdürmektedirler.
İsrail ve Türkiye ABD’nin bölgedeki en önemli iki işbirlikçisiydi ve Türkiye-İsrail stratejik işbirliğiyle, Siyonist gericilik, Arap halkları ve devletlerine karşı daha önemli güç ve mevziler kazandı.
İsrail’in bölgedeki varlığı ve Siyonist faaliyetin en önemli desteğini ABD emperyalizmi oluşturuyor. İsrail, Arap devletlerinin “suni olarak yapılandırıldığını”, “etnik toplumsal çelişkiye sahip oldukları”nı; bunun da onları parçalamak üzere kullanılabilir nesnel bir dayanak oluşturduğunu düşünmüş, bölge ülkeleriyle ilişkilerinde bunu kullanmıştır. ABD’nin bölge politikalarına bağlı olarak, -ancak kendisinin çıkarlarını ve Siyonist ırkçılığın vazgeçilmez hedeflerini unutmaksızın- bölge ülkelerinde bölücü-sabotajcı bir politika izlemiştir. İsrail’in önce İran ve sonra Irak-İran savaşı sırasında ABD’nin yanında Irak’a destek verdiği; İran ve Irak’la ilişkilerinin durumuna göre Kürtler’in içinde tutuldukları statüyü, bu ülkeleri zaafa uğratmak üzere kullanmaya çalıştığı görülmektedir. İsrail yönetimi, Irak-İran savaşı sırasında Irak’ı ABD ile birlikte desteklemişti. Bugün de, Irak ve Saddam yönetimini “barış için en büyük tehdit” olarak gösterip ABD’nin saldırı hedefi haline getirmek için büyük bir çaba gösteriyor. İsrail gericiliğinin Arap topraklarını işgali ve Arap halklarına karşı saldırgan politikası, onu, Arap ülkelerini “destabilize” etmeye; ve aynı amaçla bu ülkelerin etnik-dini farklılıklarını istismara yöneltiyor.
Belirgin örneklerden biri, Bağdat yönetimine karşı birçok kez ayaklanan Irak Kürtleri içinde önemli bir yere sahip Barzanilerin içine düştükleri durumdur. 1930-40’lı yıllarda Zağros bölgesinde çeşitli eylemlere girişen grupları yöneten Mustafa Barzani, Irak Kürtleri içinde önemli bir prestije sahipti ve bu durumunu hem merkezi hükümetle hem de Batılı büyük sömürgeci güçlerle ilişkilerde kullanmaya çalıştı. Mustafa Barzani, 1945’te Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nin desteğiyle İran Kürdistanı’nda kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin, İngiliz ve Amerikan yöneticilerinin baskısı ve İran’ı desteklemeleri sonucu yıkılmasıyla Sovyetler’e doğru geri çekilmek zorunda kaldı ve 12 yıllık uzun “yolculuk”tan sonra SB’ne sığındı. Sovyetler Birliği’nin yardımı ve Bağdat yönetimiyle yaptığı anlaşma sonucu Barzani, Kuzey Irak’a geri döndü. Irak’ta krallığın devrilmesi ve Baas Partisi’nin yönetimi ele geçirmesi üzerine, Kürtler’e petrol gelirlerinden pay verilmesi ve kültürel özerklik tanınması gündeme geldi. Bu, o güne kadar Kürtler’e, yaşadıkları ülkelerde, merkezi devlet ve hükümetler tarafından “önerilmiş” ya da “tanınmak istenmiş en ileri “durum”du.
ABD’nin “o gün” izlediği Kürt politikası, bugün için de uyarıcı özelliktedir. Bugün de Mesut Barzani ve Celal Talabani sık sık Batı başkentlerinin yolunu tutmakta, ABD-İngiliz emperyalist şefleriyle ve arada da Ankara’da Türk devlet ve hükümet yetkilileriyle görüşmekte; Kürtler’in “durumunun düzeltilmesi” için “destek” ve bazen de “himaye” istemektedirler. ABD ise, kullanma ve istismar etme politikasından vazgeçmiş değil.
ABD-İngiliz ordularının “koalisyon güçleri” desteğinde Irak’ı işgale girişmeleri ve “Irak’ın Kuzeyi”nin merkezi yönetimin denetimi dışına çıkarılması yönündeki girişimleri, bölgeye “çevik güç” ya da “Kuzeyden Keşif Gücü” adı altında silahlı güç yerleştirmeleri, harekât sonrasında, Irak Kürt partileri KDP ve KYP yöneticileri Mesut Barzani ve Celal Talabani’ye Batı başkentlerinde “devlet ricali” muamelesi yapılması ve onların Saddam yönetiminin yıkılması için kullanılacak “Iraklı güçler”in ilk sıralarında görülmeleri, ve bunun alenen ilan edilmesi, “Kürtler’in Amerikan-İngiliz himayesine alındığı” propagandasını inandırıcı kılmış ve güçlendirmiştir. Bu gelişmelere bağlı olarak Türkiye’de bugün birçok kişi, yürütülen burjuva gerici propagandaya kapılarak “Kuzey Irak’ta Batılı büyük güçlerin korumasında bir Kürt devleti kurulduğu”na; bu “devlet”in Türkiye Kürtleri için “bir emsal oluşturma tehlikesi içerdiği”ne inanmaktadır.
Bu propaganda, aynı nedenlerle ve tersten Kürtler’in çeşitli kesimleri üzerinde de etkili olabilmiştir. Irak ve Türkiye Kürtleri içinde bazı kesimler, Saddam yönetiminin Kuzey Irak’taki askeri-politik hakimiyetine ABD tarafından son verilmesinden ve Türkiye Kürt sorununun “çözümü” üzerine emperyalist “tavsiyeler”den hareketle, Batılı büyük emperyalistlerin Kürtler’in özgürlüğü ve eşit hakları kaygısıyla hareket ettikleri ve edebilecekleri sanısına kapılmışlar, “Kopenhag Kriterleri”ni bunun önemli bir işareti saymışlar ve ABD-İngiliz müdahalesini “özgürleştirici” bir dış karışma sayacak kadar umutlanabilmişlerdir. Birbiriyle ilişkili bu iki gelişme, Kürt sorununun “dış güçler” tarafından bir şantaj ve baskılama aracı olarak kullanılması politikasının uygulanma alanını genişletmiştir.
Irak Kürtleri’nin 1969’daki başkaldırısı karşısında İran Şahlığı, Kürtleri, Irak’ın istikrarsızlığını artırma amacıyla desteklerken, İsrail de, İran’la ittifakını, bölge ülkelerini destabilize etme yönünde değerlendirme taktiği izledi.
Irak’ın 1972’de Sovyetler birliği ile “dostluk ve işbirliği anlaşması” imzalaması, ABD’nin Irak’a karşı politikalarında yeni bir adımı gündeme getirdi. Irak-SB stratejik anlaşması Amerikan emperyalistlerini rahatsız ediyordu. Richard Nixon ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger, Şah yönetimiyle ilişkileri kullanarak, Irak Kürt sorununa müdahale etmeye karar verdiler ve Tahran’da görüştükleri Şah’la bu yönde gizli bir anlaşma yaptılar. 1972-75 yılları arasında Kürt isyanının yayılmasına bağlı olarak çatışmalar yoğunlaşırken, Irak ve İran arasında imzalanan Cezayir Anlaşması’yla yeni bir durum ortaya çıktı. Irak yönetimi, Şat-ül Arab Boğazı’nın eşit kullanım hakkı üzerinde Şah’la anlaşmaya vardı. İran’ın Kürtleri destekleme gerekçesi ortadan kalkmıştı. Şah rejimi tarafından İran-Kuzey Irak sınırı kapatıldı. Irak yönetimi derhal durumu değerlendirdi ve Kürtler’e karşı büyük bir askeri saldırıya girişti. İsyan bastırılırken, Molla Mustafa Barzani ve isyanın önemli diğer liderleri Kuzey Irak’ı terk ettiler. Mustafa Barzani ABD’ye gitti ve Amerikan yöneticilerinden “daha önce verdikleri destek sözlerine bağlı kalmalarını” istedi. Ancak çabaları herhangi bir karşılık bulmadı ve yaşlı Barzani ABD’de öldü. ABD emperyalist burjuvazisi, çıkarlarının gereklerini yerine getiriyordu ve Kürtler’e “ihtiyacı” ya da aynı anlama gelmek üzere Kürtler’in kullanılmasına duyduğu gereksinim o gün için son bulmuştu. Henry Kissinger, bu politikayı eleştirenlerin, “gizli operasyonlarla misyonerliği karıştırdıklarını” söylüyordu.
İran Şahlığı’nın Irak yönetimi ile imzaladığı Cezayir Anlaşması’nın arkasında büyük patron ABD’nin olduğu çok geçmeden açıklık kazandı. Aslında İran, İsrail ve Türkiye için, Irak Kürt hareketinin başarıya ulaşıp “en azından otonom bir yapının oluşturulması”yla sonuçlanması istenir bir durum değildi. İran Şahlığı’nın 1969-75 yılları arasındaki Irak Kürt hareketine verdiği destek böylesi bir “Kürt başarısı”nı içermiyordu. Amaç, Irak’ın güçsüz kılınması üzerinden bölgede İran’ın etkisini artırmak ve İran üzerinden Amerikan politikalarının uygulanma olanaklarını genişletmekti. Irak Kürtleri’nin zaferi, İran ve Türkiye Kürtleri için de “kötü örnek” oluşturacaktı ve bu devletlerin “kendi Kürtleri”nin böylesi bir harekâtına tahammülleri yoktu. İran ve Irak, bazen de Türkiye, ülkelerindeki Kürtler’in ulusal taleplerini baskı ve inkâr politikalarıyla karşılamalarına rağmen, “komşu ülke Kürtleri”ni, o ülkenin yönetimine karşı kullanmaya çalışmaktan geri durmamışlardır. Osmanlı-İran çatışmaları döneminden itibaren böylesi bir “gelenek” devam etmiştir. Bu “gelenek”, ancak Kürt başkaldırılarının ciddi bir tehlike haline gelip, “sınır aşarak” bölgesel düzeyde güç kazanması durumunda bozulmuş; böylesi dönemlerde, aynı ülkelerin yönetimleri Kürt hareketini bastırmak için işbirliğine gitmişlerdir. Türkiye gericiliği bugün çok açık bir biçimde ve her fırsatta, Kürt otonomisini ya da oluşturulacak bir federal devlet içinde Kürtler’in yer almasını, “kendi Kürtlerine emsal oluşturacağı için” istemediğini; böylesi bir durumu savaş nedeni sayacağını ilan ediyor.
KÜRT ÜST SINIFLARININ HAREKETTEKİ YERİ VE AŞILAMAYAN AÇMAZ
Kendi devletlerine sahip olamayan Kürtler, tarihi parçalanmışlık durumunun sonuçlarından biri olarak, sınırları içinde yer aldıkları ülkelerde farklı iktisadi-toplumsal gelişme süreçlerini, merkezi devletlerin inkârcı baskı politikaları altında yaşamak zorunda bırakılmışlardır, parçalanma ve kuşatılmışlık, devlet olarak örgütlenmelerinin önemli engellerinden biri olarak rol oynamıştır. Bu durum, hareketin bugüne dek henüz aşılamayan önemli bir açmazına dönüşmüş, özellikle Kürt üst sınıfları içinde daha büyük güçlerin himayesinde ve desteğinde “hak kazanma” eğilimini geliştirmiş, Kürt feodal-burjuva politik çevreleri bölge ülkeleri arasındaki çelişki ve çatışmalardan “yararlanma” adına, bu ülkeler egemen sınıflarının politikalarının aleti olabilmişler; bölge devletleri ve emperyalistlerin anlaşmaları durumunda da “kullanılıp bir yana atılmış olmak”tan kurtulamamışlardır. Kürt hareketinin önemli özelliklerinden biri, gecikmiş bir ulusal hareket olması, aynı zamanda kendileri de bağımlı olan bölge ülkelerinin, toplumsal gelişme düzeyi en geri olan bölgelerinde -bunda inkârcı politikalar önemli bir rol oynamıştır- yaşayan halkın hareketi olmasıdır. Bu toplumsal koşullar ve ulusal hareketin burjuva karakteri; ortaya çıkabildiği kadarıyla, “bağımsızlık” ve dil-kültür eşitliği “talepli” harekette, Kürt feodal, feodal-burjuva ve burjuva feodal kesimlerin etkin olmasını da koşullamıştır. Kuşkusuz, hareket bir başkaldırıya dönüştüğü her durumda, Kürt köylü ve diğer emekçi kesimlerinden de destek görmüştür. Türkiye Kürt hareketinin son yirmi otuz yılının açıklıkla gösterdiği gibi, kapitalizmin Kürt toplumsal yaşamında yol açtığı sınıfsal ayrışma, harekete emekçi ilgisini ve küçük mülk sahiplerinin saflarından katılımı artırmıştır. Burjuva; burjuva-feodal kesimlerin harekete etkilerinin ve oluşturdukları engelin henüz aşılamamış olmasına karşın, toplumsal değişime bağlı olarak mücadelenin “yükü”nün esas olarak ezilen sınıflarla genç kuşaklarının omuzlarında olması, bu engelin aşılmasının olanak ve güçlerini artan bir hızla oluşturuyor. Emekçilerin ağırlığı ve sınıf talepleri belirginlik kazandıkça, açmazın aşılması ve demokratik-halkçı, bağımsızlığı ve özgürlüğü hedefleyen hareketin başarısının koşulları genişliyor; parçalanmışlığın ve geri toplumsal yapının; onun geleneksel bağlarının önemli bir etkeni oldukları, “büyük güçler arası ilişkilere yedeklenme”; ABD ve Batı Avrupa’dan “çözüm bekleme” tutum ve politikalarının geçersizleşmesinin koşulları daha da olgunlaşıyor.
“Kısa hikayesi”ne burada değindiğimiz Irak Kürt hareketinin gelişme süreci ve “dış ilişkileri”, Kürt ulusal hareketinin karşı karşıya bulunduğu açmazın aşılmasının koşulları ya da yoluna da işaret ediyor. Kürt hareketi bugün, geçmişteki “çaresizlik” durumunu ve ona dayandırılabilecek gerekçeleri geçersiz kılacak olanak, güç ve araçlara daha fazla sahip durumdadır. Kapitalizmin Kürt kent ve kırındaki gelişmesi, hareketin ezilen sınıfların bağımsızlıkçı-demokratik hareketi olarak şekillenmesini olanaklı kılıyor. Kürt işçi ve emekçileri ulusal karakterli hareketin başına geçme ve onunla sınıfsal hareketi birleştirme gücüne bugün daha fazla sahipler.
Bunun gerçekleşmemesi durumunda ise, çekilecek acılar daha da ağır olacak; “Kürtler’in kullanılması” propagandalarına dayanak oluşturan Kürt üst sınıflarının “büyük güçler” ve bölge devletleriyle ilişkilerinin devamı, ağır tahribatlara yol açmaya; yenilgilere yol açan çizgi yinelenmeye devam edecektir.
TARİHTEN DERS ÇIKARMA; KEYFİYET Mİ, ZORUNLULUK MU?
Toplumsal tarih, öğrenmesini bilenler için derslerle doludur. Öğrenmek ise, mücadeleden söz edenler için, keyfiyetten öte zorunluluktur. Öğrenmesini bilmeyen, yaşanmış olanlardan sonuçlar çıkarmayan sınıf, örgüt, kişi -kim olursa olsun-, önüne koyduğu hedefe ulaşmada, olabileceklerin sınırlarının ötesinde zorluklar, engeller ve olanaksızlıklarla karşı karşıya gelmekten; yönünü şaşırmaktan; dost ve düşmanı karıştırmaktan ya da düşmanı tarafından kullanılmaktan kurtulamaz.
Kürtler; özellikle Kürt emekçileri için “Kürtler’in kendi tarihleri”nden ve bölgede ve uluslararası alanda yaşanmış olanlardan, bugün karşı karşıya bulundukları sorunların aşılmasına hizmet edecek sonuçlar çıkarmak özel bir önem taşımaktadır. Bunu zorunlu kılan genel gereklilikler var. Ama, Kürtler’in yaşadıkları toprakların çeşitli bölge ülke ve devletlerinin sınırları içinde yer alması ve bugüne kadar, bu ülkelerden hangisinde hakları için mücadeleye yöneldilerse, karşılarında yalnızca o devleti değil; ama bölge ülkelerinin gerici sınıfları ve devletlerinin değişik düzeydeki saldırı ve ortak karşı tutumlarını da bulmaları; bu ülkeler arasındaki ilişkilerin düzeyine bağlı olarak, Kürt sorununun ilgili ülkelerin yöneticileri tarafından istismar edilip kullanılmaya çalışılması ve ilişkileri düzenlemenin pazarlık konularından biri haline getirilmesi, ve buna dünya hakimiyeti ve pazarların ele geçirilmesi için birbirleriyle rekabet içindeki emperyalist büyük devletlerin de, doğrudan ya da Kürt sorunuyla dolaysız ilişkili bölge devletleriyle ilişkileri üzerinden soruna müdahalelerinin eklenmesi, bütün bunlar; ders alma ve sonuç çıkarmayı, deyiş yerindeyse, özel bir gereklilik haline de getirmektedir.
19. ve 20. yüzyıldan çözümlenmemiş olarak 21. yüzyıla devrolunan Kürt ulusal sorununu; burjuva; burjuva-feodal sınıfların öncülüğü ve yönetiminde ve bu “geleneksel” sınıfların şu ya da bu emperyalist büyük devletle -bölge gericilikleri arasında müttefik bulma taktiklerini de bir yana bırakmadan- işbirliğine giderek çözmek, artık olanaklı olmadığına göre; ders çıkarması en fazla gerekli olanlar, sorunu çözüm sorumluluğu omuzlarına yıkılan Kürt işçi ve emekçileridir. Kuşkusuz, Kürt sorunu özgülünde olmakla sınırlanamayacak birkaç örnek üzerinden, burjuva, burjuva-feodal kesimler, ulusal sorunun “çözümü” üzerine söz söylemeye ve Irak Kürdistanı’nda görülebileceği gibi, ulusal karakterli mücadelenin önünde olmaya devam ediyorlar. Bu durum, Kürt haklarından ve bu haklar için mücadeleden söz ettikleri sürece onları da “tarihten” ve kendi tarihlerinden öğrenme ve doğru sonuçlar çıkarma “sorumluluğu” altına sokmakla birlikte; Kürt işçi ve emekçileri için, bugüne kadar emperyalist devletlerle kurulan gerici ve işbirlikçi ilişkiler üzerinden sonuç almaya çalışan bu kesimlere; KDP, KYP gibi partilere güvensizlik duymak ve onların ardından yürümemek için yeterinden fazla neden vardır.
Irak Kürtleri’nin mücadelesinde özel bir yerleri bulunmakla kalmayan, uzun yıllardır Kürt hareketi içinde tuttukları yer nedeniyle Türkiye ve diğer bölge ülkeleri Kürtlerinin de ilgiyle izledikleri Barzanilerin -ve bir süreden beri Mesut Barzani-Celal Talabani “ikilisi”nin- Batılı büyük devletlerle kurulan ilişkiler üzerinden “hak kazanma” politikasındaki ısrarları hâlâ devam ettiğine göre; tarih dersine, Irak Kürt hareketi tanıklığında baş vurmakta yarar var.
Irak Kürtleri içinde, bugünkü Barzani ailesinden önce, geniş etki alanına sahip olan Bedirhaniler’in 1920’lerde Fransız ve İngilizlere, “kendilerinin ve haklarının garantörü olma” talebiyle başvurmaları, “trajedik bir olay” denilip geçilmeyecek kadar önemlidir. Bedirhaniler uzun yıllar Kürdistan’da geniş bir etkiye sahip olmuşlar; Kürt hareketinde önde yer almışlar; sonuçta umutsuzluğa kapılıp İngiliz ve Fransız emperyalistlerinden “manda” isteyecek bir noktaya varmışlardır.(8 )
“Botan Beyliği”nin hakimi olan Bedirhaniler’in Osmanlı İmparatorluğu içinde devlet düzeyinde de önemli ilişkilere sahip olmaları ve bizzat Abdulhamit’in “Kürt ağalarının bazılarının çocuklarını İstanbul’a getirip memuriyete yerleştirdiği” için eleştirildiği dikkate alındığında; onların, bölgenin İngiliz ve Fransız etki alanı olarak bölünmesinin planlanması üzerine her iki ülkeye birden başvurarak, “Botan-Cezire Beyliği” olarak kendi etkilerinin bulunduğu geniş bölgenin bu iki ülkeden birinin hakimiyeti altına alınmasını çıkarları için yararlı gördükleri söylenebilir. Ancak, bu, onların politik tutumlarının Kürtler’in özgürlüğü bakımından teşkil ettiği tehlikeyi ve emperyalistlerden medet umma politikasının iflasa mahkûm olması gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Emperyalistlerin Kürt sorunuyla ve “Kürtler’in kaderi”yle ilişkilerinin niteliğine açıklık kazandıran bir diğer öğretici örnek, -yine Irak Kürdistanı “pratiği”nden-, Şeyh Mahmut Berzenci hareketinden verilebilir.
Irak Kürt halkıyla dolaysız ve önemli ilişkilere sahip ve saygınlığı bulunan Şeyh Mahmut Berzenci, İngilizlere rağmen bağımsızlıkçı bir politika izleyince, bölgeyi hakimiyetleri altında tutan İngilizler’in hedefine girmiş ve etkisiz kılınması için çalışılmıştır. İngilizler, bağımsızlıkçı eğilimlerini bildikleri Berzenci’nin‚ Sevr Barış Konferansı’na gönderdiği -Reşit Zeki ve Said Ahmet- delegeleri reddetmişler; onların yerine kendilerinin ilişkide bulundukları ve İngiliz politikalarına yakınlığıyla tanınan Şerif Paşa’yı “delege” olarak tanımışlardır.
İngiliz ve Fransız emperyalistleri için Irak ve Suriye Krallıkları’nın oluşturulması ve bunların kendi mandalarına alınması, bölgedeki etkilerini genişletmede tutunacak mevzilerin bulunması anlamı taşıyordu ve Kürtler’in durumu, ancak “gerektiğinde kullanılabilir” bir öneme sahipti. Şeyh Mahmut Berzenci’nin Irak Krallığı’ndan ayrı “bağımsız bir Kürdistan” istemesi, hem Türkiye’nin, hem de Irak’ı egemenliği altında tutan İngilizler’in karşı oldukları bir şeydi. Sömürgeci Britanya İmparatorluğu, “Bağımsız bir Kürdistan” fikrine asla yakın değildi ve Irak Krallığı içinde “otonom” bir yapı içinde Kürtler’in bazı haklarını kullanmalarından öteye geçmelerini istemiyordu. Şeyh Berzenci’nin bağımsızlıkçı hareketine karşı tutum almalarının nedeni de buydu. Bir diğer örneği, yine Irak Kürtleri’nin Barzaniler yönetimindeki yakın dönem tarihleri oluşturuyor. Buna önceki bölümde değinildi. Son örnek ise bugün hâlâ devam eden Barzani-Talabani ABD-İngiltere-Türkiye (ve dolayısıyla İsrail) ilişkileridir.
Kürt sorunu karşısındaki emperyalist politika ve taktikler, günümüzde hâlâ devam eden ve Kürtler’in kendi kaderlerini ellerine almaya yönelik her talebini “yabancı kışkırtması” ve “bölücülük” sayan burjuva-şoven propagandayı da geçersiz kılmaktadır. İngiliz ve Fransızların “Kürt devleti kurmak istediklerini” söyleyenlerin, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı ve Anadolu’nun işgali döneminde, bunun uygun koşulları oluşmuşken, üstelik de İngilizler ve Fransızlar Irak ve Suriye gibi bölgeleri ellerinde tutuyorlarken, bunu neden yapmadıkları sorusunu cevaplamak zorundadırlar.
Emperyalistler bakımından Kürtler’in durumu olası gelişmelerin seyri içinde kullanılabilir olmaya uygun bir sürüncemeye bırakılmıştır. Türkiye’nin bölünerek bir Kürdistan kurulması, büyük güçler tarafından yararlı görülmemiştir. Fransızlar ve İngilizler, bölgede, kendi çıkarları yönünde Kürt sorunundan yararlanmaya çalışmışlar, ancak bağımsız bir Kürdistan kurulması gibi bir politika izlememişler, bunu yararlı görmemişlerdir. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde Fransızlar, “Otonom Kürt Emirliği, en kesin çıkarlarımıza terstir” diyebilmişler; İngilizler de Musul sorununu, bölgedeki çıkarları yönünde kullanmaktan öte gitmemişler ve M. Kemal hükümetiyle ilişkilerine daha fazla önem vermişlerdir. Bu emperyalist politika, ABD’nin politikaları da dahil olmak üzere, bugün için de geçerlidir. Bunu görmezden gelip, Amerikan-İngiliz; Fransız ya da Alman emperyalistleriyle “yatağa girenler”, uşaklıklarına karşın, günün birinde gözden çıkarılacaklarının güncel göstergesini de Saddam Hüsseyin’e karşı Amerikan sabotaj ve yıkım politikasında görebilirler. Bush’un “basın sözcüsü” Ari Fleischer, “Saddam’a bir kurşun, Irak halkını savaştan kurtarır” diyerek, Amerikan sabotaj ve suikast politikasının bir yanını ilan ederken, çok değil on yıl öncesine kadar Amerikan askeri-politik ve ekonomik desteğine sahip işbirlikçiliğin bugün yıkılması gereken hedeflerden biri ve başta geleni olduğunu da göstermiş oluyordu. ABD yönetimi, “Birleşmiş Milletler üyesi egemen bir devlet”in başkanına suikast çağrısı çıkarırken, çıkarları dışında kendisini bağlayıcı hiçbir “ilke” tanımadığını da ilan ediyordu.(9)
Kürt emekçileri gelişmelerden ders çıkarıp, bulundukları ülkelerde, diğer milliyetlerden emekçilerle birlikte, işbirlikçi gerici sınıflarla emperyalistlerin plan ve politikalarını boşa çıkaracak bir mücadeleye atılmadıkça, Kürt sorununun gerici sınıflar ve emperyalistler tarafından çıkarlara bağlı istismarı, bir olanak ve olabilirlik unsuru halinde hep var olacaktır. Bu, bugün somut olarak ABD-İngiliz saldırı cephesine karşı, Irak, Türkiye, İran, Suriye gibi bölge ülkelerinde mücadeleye atılmayı gerektirmektedir. Kürtler’in haklarını elde edebilmelerinin, bölge ülkelerinin Arap, Türk, Fars halklarıyla, her bir ülkede ve bölge düzeyinde birleşmekten ve sermaye hakimiyetine karşı birlikte mücadelesinden geçtiği; buna bağlandığı; ulusların ve dillerin tam hak eşitliğinin teminatının gerçekte bu mücadele olduğu, yaşanan ve yaşanmakta olan olaylar tarafından birbiri ardına kanıtlanmaktadır.
Kürt hareketi bakımından bugün, emperyalist plan ve politikalara karşı mücadelede en ileri mevzide Türkiye Kürt hareketinin bulunması, toplumsal gelişmenin ruhuna uygun düştüğü kadar, hareketin geleceği bakımından da bir avantaj oluşturuyor. Kapitalizmin Kürt kent ve kırındaki gelişmesinin yol açtığı emekçi sınıf gelişmesi ve ezilen sınıfların hareketin önüne geçerek bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin temel gücü rolünü oynamaları, Türkiye Kürt hareketini bugün olduğundan da fazla olarak “tarihsel bir sorumluluk”la karşı karşıya getirmiştir. İlkel milliyetçiliğin ve emperyalist gericiliğe umut bağlamanın; emperyalistlerin hakimiyet amaçlı saldırılarından halklar yararına demokratik ve bağımsızlıkçı sonuçlar ortaya çıkabileceği hayalinin boş olduğunu, olayların “tarihsel diyalektiği” ortaya koymuştur.
dipnotlar:
(1)- ABD’li Edmund McCarthy gibi bazı ekonomistler ABD ekonomisinin “motor güç olma” durumundan çıkarak dünya ekonomisinin “ağır yükü” olmaya yol aldığını; yıllardır sürdürdüğü mali genişlemeyle çeşitli ülkelere sattığı borç senetlerinin oluşturduğu yükü “temizleme”nin gündeme geldiğini; “130 trilyon dolarlık kredi köpüğü üzerinde sürdürülemez karşılıksız alacaklar yükü oluştuğu”nu; Avrupa ve Japon bankalarının “mali yapılarını düzeltmek için ellerindeki ABD kâğıtlarını boşaltmaları durumunda” ABD ekonomisi ve doların “hızla göçeceği” yönünde değerlendirmeler yapmışlardır. Dünya ekonomisinin büyüme hızının son yıllarda öngörülen oranın bir hayli altına düşmesi; durgunluk ve düşüş eğiliminin devam etmesi, sermaye ve mal akış alanları üzerine rekabeti sertleştirmektedir. 2001’de bu oran, resesyon (durgunluk) sınırı olarak kabul edilen % 2.5’un altına düşerek % 1.1 olarak gerçekleşmişti. Dünya Bankası’nın 2002 için öngördüğü % 1.7’lik büyümenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belirsizdir. Durgunluğun aşılamadığının önemli göstergeleri vardır. Japonya ve ABD’den sonra, Alman ekonomisinin beklenen büyümeyi gösterememesi, durgunluk ve büyüme oranlarının düşmesinin devam edeceği, bunun da rekabeti ve gerginlikleri körükleyici etkide bulunacağı yorumlarını güçlendirmektedir.
(2)- Enron’un hisse ortakları arasında adı geçen Dick Cheney’in 2001 yılı Mayıs ayında hazırladığı “Ulusal Enerji Politikası Raporu”, ABD’nin, halihazırda tükettiği petrolün yarısını ithal ederken, 2020 yılında bu oranın üçte ikiye yükseleceğine işaret ediyordu. 6 Ekim 2002 tarihli The Observer ise, Uluslararası Enerji Ofisi’nin 2001 yılındaki verilerini dayanak göstererek Irak yönetiminin Fransa, Rusya, Çin gibi ülkelerle önemli petrol anlaşmaları imzaladığı; çeşitli ülkelerin şirketleriyle imzalanmış sözleşmelerin tutarının 1.1 trilyon dolar gibi büyük bir “meblağ tuttuğu”nu yazmıştır. ABD-İngiliz saldırgan politikası “Saddam sonrası Irak”taki “petrol pastası”nın pay edilmesini hedeflemiştir. Aynı nedenle, Rusya, Fransa gibi Irak’la önemli petrol anlaşmaları olan ülkelerle ABD’nin ilişkileri giderek sertleşmektedir. 16 Eylül tarihli Washington Times gazetesi, aynı nedenle, Fransa ve Rusya’yı “Saddam’dan yana tavır koymaları durumunda yeni Irak hükümetinin kendileriyle çalışmasının zor olacağı”yla tehdit etmiş, bu yönlü yayınlar yapmıştır.
(3)- Bush ve çetesinin yalan propagandasına karşın, Uluslararası Atom Enerjisi Ofisi (IAEA) 1998 yılında Irak’ın nükleer silah üretmesine işaret eden “en küçük bir iz bile bulunamadığını” açıklamıştır.
(4)- Saddam yönetiminin “antikomünist” politikaları ve Irak Komünist Partisi’ni tasfiyeye yönelik acımasız eylemleri, onun ABD tarafından “beğenilmesi”ni kolaylaştırıcı özellikteydi. ABD-İngiliz politikasında, “komünizmin yeşil kuşakla çevrilmesi” özel bir yer tutuyordu ve “yeşil hat” üzerinden bölge ülkelerinin “Sovyet etkisi”nden kurtarılması için on milyarlarca dolar harcanıyor; CIA ve İngiliz gizli servisi çok yaygın casusluk faaliyeti yürütüyorlardı.
(5)- Ankara’ya, İngiliz Genelkurmay Başkan yardımcısı Anthony Pigott ile birlikte bir “gece baskını” yapan İngiliz Savunma Bakanı Geoffrey Hoon, “Türkiye gecikirse Irak’ın geleceğinde etkin olamaz” diyor; “koalisyon dışında kalırsanız, Irak’ın geleceğiyle ilgili söz hakkınız azalır” türünden tehditvari laflar edebiliyor. Hoon’a göre Türkiye yönetimi bir an önce “koalisyonda yer alma” kararı vermeli!
(6)- Hoon’un Ankara “çıkarması”yla denk gelecek biçimde Milliyet gazetesinde, Barkın Şık imzasıyla ve “askeri strateji uzmanları”na dayandırılarak, “Saddam’ın elinde Türkiye’yi hedefleyen 12-25 balistik füze bulunduğu” haberi yayımlandı. Aynı gün bir başka haber Yasemin Çongar imzasıyla Amerika’dan veriliyordu. Çongar, “Irak’a kuzeyden cephe açılması”na Türkiye’den gösterilen “kararsızlığın” ABD’yi “öfkelendirdiğini” bildiriyordu ve “üst düzey bir Amerikalı yönetici”nin, “Bu gidişle ABD Kongresi’nin Türkiye’ye askeri-mali ve ticari yardım yapılmasını engelleyebileceğini” bildirdiğini belirtiyordu. Çongar, hızını alamıyor, makalelerinde de “bir an önce cephede yer alıp masaya oturma ve bölgenin düzenlenmesinde söz sahibi olma” çağrılarını güçlendirmek üzere, asparagas haberciliğe soyunuyordu. Adını vermeyerek, “üst düzey Amerikalı yönetici”den alıntılarla güçlendirmeye çalıştığı Washington mahreçli haberinde, “Türkiye’nin kararsızlığının Washington’da hayal kırıklığı yarattığı”nı belirtiyor ve “o yetkili”nin, “bu gidişle, Arap başkentleri ile Irak konusundaki işbirliğimiz, Ankara ile yapacağımız işbirliğinden daha kapsamlı olacak” dediğini yazarak, efendisi yararına pazarlığı kızıştırmaya çalışıyordu. Çongar, “ABD’nin son umudu TSK” manşetiyle geçtiği Washington mahreçli haberinde yine “ABD’li yetkililer”in, “Türk Genelkurmayı’nın Kuzey Cephesi’nin işlevini ve bununla ilgili zamanlamanın önemini, AKP hükümetine kıyasla daha iyi anladığı”nı bildirmektedir. Onu doğrularcasına, Sami Kohen, Genelkurmay Başkanı Özkök’ün, sermaye basını patronları ve burjuva gazetecilerine verdiği “resepsiyon”da, “Askeri bakımdan kuzeyden bir cephenin açılması, elbet savaşın süresini kısaltır, zaiyatı azaltır. Türkiye bu konuda belirleyici bir konumdadır” dediğini aktarmaktadır. (10 Ocak Milliyet) Aynı “resepsiyon”da Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt da Meclis’ten bir an önce bir karar çıkması gerektiğini belirtmiş ve “en kötü karar, kararsızlıktan iyidir” demiştir. Abdullah Gül’ün Ortadoğu ülkeleri yöneticileriyle görüşmesini eleştiren Doğan Heper şöyle yazıyor: “..Gül’ün tutumu ABD’ye tavır gibi algılanırsa, bu çıkarlarımız açısından iyi sonuç verir mi? Ankara, ABD askerlerinin Türkiye’den Kuzey Irak’a girmesine izin vermezse Saddam’ı koruyan bir konuma düşmez mi? O zaman‚ stratejik ortaklık diye bir şey kalır mı? Savaşa seyirci kalan bir Türkiye, savaş tazminatlarından da mahrum kalacaktır. Savaş sonu bölgenin yeniden şekillenmesinde de söz sahibi olamayacaktır. Ankara’nın Musul-Kerkük sorunu, Türkmenler’in geleceği, Kürt devleti ve Irak petrollerinden anlaşmalara bağlı olarak istenecek pay konusunun da üzerine bir bardak su içmekten başka yapacağı bir şey kalmayacaktır.”
Güngör Mengi, Türkiye’nin “Irak savaşıyla ilgili olmazsa olmazları”nı; “Kürt devleti kurulmasın, Musul-Kerkük Kürtler’e bırakılmasın, Türkiye’nin savaş zararları ödensin, Kürt gruplarına verilecek silahlar savaş sonrasında toplansın, İngiliz askerleri Kuzey Irak’a girmesin” diye sıraladıktan sonra, “Bunların hepsi Türkiye’nin güvenlik ve ekonomik geleceği adına haklı isteklerdir. Ama savaş sonrası oluşacak‚ galipler masasında yer almamız şartıyla. Bu da savaşa tam destek koşuluna bağlı” demekte ve hükümetin kararsızlıkları nedeniyle “Türkiye’nin hesabını doğru yapamadığı”ndan yakınmaktadır. Ona göre, “Başbakan Gül’ün bölge ülkelerine yaptığı ziyaretler tamamen ters mesajlar veriyor ve Washington’da‚ Türkiyesiz çözüm” arayışına yol açıyor. Mengi bundan fazlasıyla rahatsızdır ve ABD’nin yanında Irak’a karşı Kuzey cephesinden saldırıya girişilmesini istemektedir. Savaşın dışında kalındığında “Türkiye’nin kayıplarının daha ağır olacağı”nı ileri sürerek, hükümetin “ülkenin güvenlik ve ekonomik çıkarları”nı gözetmesinin ancak ABD’nin yanında saldırıya katılmasıyla mümkün olacağını anlatmaktadır.(9 Ocak-Vatan)
(7)- Sevr Barış Konferansı döneminde, Bedirhan ailesi adına Emin Ali Bedirhan tarafından Fransız Yüksek Komiserliği’ne yazılan başvuru şöyle başlamaktadır:
“Ekselans,
Emir Bedirhan ailesi bu satırlarla kendi ülkelerinde, kendi otoriteleriyle ilgili olarak güvenceler altında onlara bölgesel otonomi vererek, Kürtler’in ulusal istemlerini gerçekleştirmiş olmaktan ötürü Barış Konferansı’nı oluşturan güçlerden biri olarak Fransa’ya teşekkür eder. Bedirhan ailesi VII. yüzyıldan 1847’ye kadar ataları tarafından yönetilen, tamamen Kürt olan bu bölgelerin Fransız adaletinin esprisi altında, Güney Kürdistan’ın bir bölümünü (Cezire İbn-i Omar) Fransa’nın ekonomik gözetimi altında konulmasını dikkate almasını rica eder.
(….)
Ekselanslarınıza bu ayrıntıları sunduktan sonra bütün Kürdistan’da ve özellikle Fransız mandası altına düşen bölümde -bütün özel çıkarların dışında- büyük bir etkimizin olduğunu söylemek istiyoruz. Ki bu etkiyi hükümetiniz, nüfusu altına aldığı ülkenin sadece mutluluğu ve barışını garantilemek için kullanabilir. Ekselanslarınızın, istemlerimizi hükümete bildirme umudu içinde teşekkürlerimizi kabul etmesini rica ediyoruz…”
(Fransız belgelerinden aktaran Doç. Hasan Yıldız)
(8) Aslında, aynı politikaların devamı olarak, İngiliz temsilci Lord Curzon, Lozan görüşmelerinde, Kürdistan sorununa ilişkin olarak süren tartışmalarda şunları dile getirmiştir: “Bir kez daha soruyorum: Güvenliği sağlamak için gerekli birlikleri kim bulacaktır? Oy verilmesi istenen konunun ne olduğunu halka nasıl anlatacaksınız? Kürtler bağımsız bir Kürdistan için, Araplar bir Arap devleti için, Türkler Türk uyrukluğu için, Hıristiyanlar da kendilerini Türkler’den korumak şartıyla, herhangi bir yönetimden yana oy vereceklerdir. Bu koşullar altında sınırları nasıl saptayabileceksiniz? Sonuç içinden çıkılmaz bir karışıklıktan başka bir şey olmayacaktır. Böylece büyük devletler kendilerini gülünç bir duruma sokmuş olacaklardır.” (Seha L. Meray – Lozan Barış Konferansı.1.cilt)
Öyle anlaşılmaktadır ki, İngilizlerle Türkiye arasında, Irak Kürtleri’nin İngiliz “koruması” altında kalmaları, otonom bir Kürdistan’ın tanınmaması ve Türkiye Kürtleri’nin de mevcut statüde tutulmaya devam edilmesi yönünde, “zımni” ya da gizli bir “anlaşma” sağlanmış durumdadır. Musul üzerindeki ısrarın “gizi” böylece açıklık kazanmaktadır. Türkiye ve Mustafa Kemal hükümeti, “Musul Kürtleri”nin, Türkiye Kürtleri’ne göre, elde edebilecekleri daha ileri bir politik mevzi veya otonomi vb. yapının, “emsal teşkil etmesi”nden çekinmekte ve İngilizlerle bunu önlemek için pazarlıklar yapmaktadır. Ama, yukarıda görüldüğü üzere, İngilizler, Kürtler’in durumuyla, bu, kendilerinin bölgedeki varlığı ve çıkarları yönünde kullanılabildiği oranda ilgilidirler ve bu temelde Türkiye ile anlaşmalarını önleyecek bir engel yoktur.
(9)- Bush çetesi savaş için gerekçe aramakta; aradığı gerekçeyi oluşturmak için çaba göstermekte; Irak, devlet başkanlığı sarayları dahil tüm askeri-sivil kurum, bina, kompleks, fabrika vb.’ni “biyolojik, kimyasal, nükleer silah arayıcıları”na açmışken ve silah denetimi kurumunun temsilcileri herhangi bir ize rastlamadıklarını açıklamalarına; Irak yönetimi istenirse CIA ajanlarının da araştırma ve “aramalara katılabileceğini açıklamış olmasına karşın, savaşılacağını ilan etmektedir. Burjuvazinin uluslararası hukuk düzeninde, uluslararası alanda geçerli kabul edilmiş anlaşmalara ve ilişkilere karşın; onları ayakları altına almaya ABD’yi iten onun sahip olduğu ekonomik, askeri ve politik güçtür. ABD, rekabette kendisine yakın bir düzeye çıkma ya da kendisini yakalama teşebbüsünü dahi imhayla tehdit etmekte ve nükleer güç kullanarak bunu engellemekten kaçınmayacağını “dünya aleme” ilan etmektedir.