Amerikan-İngiliz emperyalizmi ve öteki irili ufaklı işbirlikçilerinin 12 yıldan beri Irak’a yönelik olarak sürdürdüğü ambargo, abluka, örtülü ve açık askeri müdahaleler, Irak’ın istilasıyla “sonuç”landı.
Birinci Körfez Savaşı diye adlandırılan ve BM Güvenlik Konseyi kararı ile uluslararası bir operasyon olarak gerçekleştirilen Amerika ve müttefiklerinin Irak’a yönelik ilk saldırısının resmi amacı, “bütün Körfez ülkelerine özgürlük, demokrasi götürmek, bölge halklarını şeyhlerden, aşiret reislerinden kurtarıp milyarlarca dolarlık petrol gelirinin halkların refahının yükseltilmesi için kullanılacağı bir demokrasi ortamı oluşturmak”tı. Amerika’nın başındaki saldırgan kuvvetler, bu propagandayla halkların desteğini kazanmaya ve dünyayı arkalarına almaya çalışmışlardı. Bunda da bir hayli başarılı olduklarını kabul etmek gerekir.
Ancak, geçen 12 yıl içinde bölgeye ne özgürlük geldi, ne demokrasi; ne halklar şeyhlerden, krallardan kurtuldu ne de sosyal adalet konusunda bir ilerleme sağlandı. Tersine, savaşın faturasını da yoksul halk ve bölge ülkeleri ödediler; adaletsizlik büyüdü, şeyhlerin, kralların zulmüne, bölgeye yerleşen emperyalist kuvvetlerin yarattığı ortam güç verdi. İsrail daha çok şımardı; Irak ve bölge ülkelerine yönelik olarak “Çekiç Güç” tehdidi yeni bir unsur oldu. Bölgedeki kargaşa daha da arttı. Bölgedeki ülkelerin iç sorunları ve ülkelerin arasındaki sorunlar daha da büyüdü.
Irak’ın işgali için girişilen son saldırıyı haklı göstermek için öne sürülen iddiaların, 1. Körfez Savaşı’nın nedeni olarak gösterilen iddialarının aynı olması da, 1. Körfez Savaşı’nın bölge sorunlarını azaltmayıp artırdığının ifadesinden başka bir şey değildir.
Yani birincisinden 12 yıl sonra emperyalist ordular yeniden Körfez’e ve Doğu Akdeniz’e yığıldı. İngiliz ve Amerikan askerleri Irak topraklarını işgal etti. Irak’ı istila amaçlı bu harekâta da “Irak’a özgürlük operasyonu” adı verildi.
“Özgürlük” Irak’a, savaş uçaklarından bombalar, gemilerden fırlatılan füzeler olarak, halkın tepesinden boşaltılan bir “Pandora Kutusu” olarak geldi. Tepeden tırnağa silahlı istila kuvvetleri ise, “özgürlüğü” tankların paletleriyle Irak’ın köylerine, kasabalarına taşıdılar. Bu “özgürlük”, halka sadece ölüm, açlık, susuzluk, elektriksizlik, hastalıklar olarak yansırken; ondan çıkar sağlayan, sadece yağmacılar, sokak çeteleri ve çapulcular oldu. İstila kuvvetlerinin yayılmasına paralel olarak kentler, kasabalar, hastaneler, okullar, resmi daireler, elçilikler, tarihi eserler, müzeler, ibadethaneler, “insanlığın köklerine” dair bütün tarihsel birikim yağmalandı, yıkıldı, yakıldı. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve İngiltere Başbakanı Tony Blair, bu yağmanın, çapulun kendi getirdikleri “özgürlüğün kullanılma biçimi” olduğunu ifade edip, yağmacıları “özgür Iraklılar” olarak selamladılar.
Emperyalist ordular; finali yağma talanla tamamladılar. Cengizhan’ın torunu Hulagû’nun çapulcu ordusunun Bağdat ve Basra’da yaptığı yağmayı Amerikan-İngiliz ordusu, çapulcu Iraklılara yaptırdı. Ve muhtemelen de; “düzeni sağlamak” üzere yakın gelecekte, yağmacıbaşlarıyla işbirliği içindeki yağmacıları da öldürecekler, tutuklayacaklar. Böylece Irak’ı yağmadan, anarşiden “kurtaran” da kendileri olacak! Tıpkı, bugün yağmacıları; “Irak’a getirilen özgürlüğün sembolü” olarak gösterip, “halkın özgürlüğünün yağmadan yana kullanmasını” kutsadıkları gibi, yağmacıları tutuklamayı, onları sokak aralarında öldürmeyi de; “güvenlik için gerekli” ilan edeceklerdir.
SADDAM YENİLDİ AMA IRAK HALKI BOYUN EĞMİYOR
İkinci Körfez Savaşı’nın sonunda; Irak’ta Saddam ve ordusu yenilmiş, istila güçleri başlıca Irak kentlerini kontrolleri altına almış görünmektedirler.
Televizyonlar; işgalcilerin Irak topraklarında kontrollerinin her gün artığını söylemekte, bunun kanıtı olarak da yağmanın yayılmasını göstermektedir. Ama, bu görüntü gerçeğin sadece bir yanıdır ve bu yolla, asıl propaganda, Irak halkına değil ama dünyanın geri kalan bölgelerindeki “savaşa hayır” diyenlere yönelik olarak yapılmaktadır.
Çünkü, Irak’ın istilasıyla sonuçlanan savaşın en azından propaganda düzeyinde ana dayanağı, emperyalist orduların Irak’ta, “çiçeklerle karşılanacağı” idi. Halk Saddam rejiminden öylesine bıkmıştı, piyasaya, piyasa değerlerine ve onun getireceği özgürlüğe öylesine inanmıştı ki, istila orduları “kurtarıcılar” olarak halkın alkışları arasında Bağdat’a kadar gidecekti! Ama öyle olmadı, Irak halkı belki Saddam’dan bıkmıştı, onun diktatörlüğü altında yaşamak istemiyordu, ama istila edilmiş bir ülkede de yaşamak istemiyordu. Bu yüzden istilacılar kentlerde, kasabalarda, köylerde, “Ey Amerikalılar, İngilizler hoş geldiniz” diyecek, tek bir namuslu Iraklı bulup televizyona çıkaramadılar. Hiçbir Irak kenti ya da köyü, istilacıları selamlamadı. Tersine, Saddam’dan en çok acı çekenler bile “işgale hayır” dedi. Bunu her vesileyle gösterdi. Daha işgalcilerin tüfeklerinden, toplarından dumanlar tüterken, camilerde başlayan “Ne Saddam Ne Amerika” diyen tepkiler giderek yaygınlaşan gösterilere dönüşmeye başlamıştır. “Ne Amerika” sözcüğü, Amerikan yanlısı, işbirlikçi Iraklıları da kapsıyor. Nitekim Şiiler arasında bölücülük yapmak üzere İngiltere’den getirilen “Şii lider”in gelişinin haftası dolmadan altı adamıyla birlikte camide öldürülmesi, Irak halkının, bağımsızlık talebinin sağlam temellerine işaret etmektedir.
Irak halkı işgalcilere karşı, vatanseverce, Şii, Sünni, Hıristiyan demeden bir ulus olarak davrandılar; onurlu bir halk olduklarını gösterdiler. İşte talan ve çapul bu halkı hem aşağılamayı, hem de “bozup” işgalcilerle işbirliği yapmaktan başka seçeneği bulunmayan bir “yağmacı-suçlu” takımı yaratma planının parçası olarak devreye sokuldu. Ve elbette Amerikan medeniyetiyle bir ilgisi olmayan ama insanlığın en önemli tarihsel değerlerinin yağmalanması da, bu emperyalist vahşetin bir nişanesi olsun diye, dünya halklarına gözdağı vermek için tezgâhlandı.
Saddam ve BAAS’ın pek çok önemli adamı henüz yakalanmamıştır, ama Saddam üstünden Irak’ta bir mücadelenin yeniden örgütlenmesinin artık imkânsız olduğu da görülmektedir. Tersine istilacıların giderek daha çok eski BAAS bürokrasisine ve Baascılara dayanarak bir yönetim oluşturacağı anlaşılmaktadır. Bu yüzden de sadece Saddam değil BAAS’ın da Irak’ın geleceğinde önemli bir rol oynamasının oldukça zor olduğu anlaşılmaktadır.
Evet, Irak’ın başlıca kentlerin, limanların, hava alanlarının işgalcilerin kontrolü altında olması, istila ordusunun Irak’a tümüyle egemen olduğu anlamına gelmemektedir. Tersine, Saddam’ın baskısının kalkması ve işgal ordularının zorbalığı arasındaki çatlakta, halkın ülkesine ve bağımsızlığına sahip çıkacağını gösteren çok önemli gelişmeler uç vermiş bulunmaktadır. Irak halkı, Şii’siyle, Sünni’siyle, Hıristiyanı’yla şimdi işgal ordularına karşı direnmek için harekete geçeceğini gösteren tutumlar sergilemektedir. İslamın, özellikle de Şiiliğin kutsal kentlerinin işgal ordusuna karşı bir ayaklanma merkezine dönüşeceğini gösteren eğilimler ortaya çıkmış; İngiliz-Amerikan yanlısı “Şii din adamlarına” karşı kesin tutum alınmaya başlanmış; işgalcilerin Bağdat’ta, işbirlikçileri ile kuracakları bir hükümeti ülke nüfusunun yüzde 60’ından fazlasını oluşturan Şiilerin tanımayacağı şimdiden ilan edilmiştir.
Şiilerden hemen sonra Sünni Arap’ların da Şiilerle ortak davranacağını, tarihsel ayrılıkların üstüne çıkarak, yurt sevgisiyle Şiilerle birleşeceklerini gösteren belirtiler uç vermiş, böylece Bağdat ve Musul gibi orta ve kuzey Irak kentlerinde de Arapların istila ordusuna karşı bir “ret cephesi” oluşturması için girişimler gözlenmektedir.
Kuzey Irak’ta ise, istilacılar, Kerkük ve Musul dışında ciddi bir direniş görmemiş tersine Barzani ve Talabani Şiilerin aksine işgalcileri çiçeklerle ve şenliklerle, “kurtarıcı” olarak karşılamıştır. Bu milliyetçi-işbirlikçi fırsattan yararlanma tutumu elbette ki, Irak halkının birleşmesi, Kürtler ve Araplar arasındaki kardeşliğin gelişmesi bakımından sorunlar yaratacak bir tutumdur. Dahası Kuzey Irak Kürt grupların bu tutumu, bölge halklarıyla Kürtlerin birleşmesini zorlaştırıcı olacaktır. Ama zaman içinde Kürtler de, kendi istekleriyle Amerika’nın isteklerinin taban tabana zıt olduğunu göreceklerdir. Bu yüzden de, zorluklar da olsa, güneyden kuzeye Irak halkının işgalcilere karşı ortak bir mücadele cephesi oluşturması, biraz zaman alsa da imkânsız değildir. Ancak Irak’ın kuzeyi, yakın gelecek açısından, birlikten çok bir çatışma bölgesi olmaya aday görünmektedir. Bölgenin Türkiye, Suriye ve İran’ın müdahalelerine açık olması, her üç ülkenin de burada etkileyecekleri ve silahlandıracakları güçler bulunması, bunun da ötesinde Kürtler ve Araplar arasında “mal kavgasını” da içeren çatışmaların çıkma ihtimali, bu bölgeyi savaş döneminden daha tehlikeli hale getirmektedir.
ABD bütün bu çelişmeleri kullanarak, Kerkük ve Musul petrolleri üstünde tam egemenlik sağlamayı amaçlayacaktır, ama böyle bir çatışma ortamında bu amacına kolayca ulaşamayacağı da bir gerçektir. Tersine petrolün kimin malı olduğu, işgal kuvvetleriyle Kürtlerin de çatışmasını getirecek kadar önemli bir paylaşım sorunu olarak rol oynayacaktır. Daha şimdiden Türkiye ve İran’ın bölgeye müdahaleleri, kendi yandaşı olan silahlı güçler oluşturmak için yaptıkları girişimler ve diplomasi alanında bölge üstündeki talepleri, geleceğe dair çatışmaların bir işaretidir.
Bağdat-Tikrit merkezli eski zengin Irak dahil olmak üzere, bütün Irak’ta, istilacılar her adımda halkla karşı karşıya geldiği gibi, henüz Bağdat’ta bile elektrik, su, hastanelerin normal koşullarda çalışması, yağmacılığın önlenmesi gibi en temel ihtiyaçlar sağlanabilmiş, asayiş sorunu çözülebilmiş (Şii kentleri, bu ihtiyaçların az çok giderildiği kentlerdir. Ama orada da bu durum, istilacıların marifetiyle değil halkın kendi gayretleriyle böyledir: Şiiler yerel yönetimlere el koymaktadırlar) değildir.
Televizyonların uzaktan aktarmasına bakılırsa, Irak; “Saddam diktatörlüğünden kurtulmuş, özgürlüğün tadını çıkaran, işgalcilerin niyetlerinin kötü olmadığını anladıkça işgale ısınan, huzurun ve istikrarın eşiğine gelmiş bir ülke”dir. Ama, gerçekte ise Irak; bir yanda istila ordularının desteklediği yağma ve anarşiye sürüklenen, öte yandan yurtsever duygularla hızla bir araya gelip direnmek için kendi hasletini ortaya koymaya hazırlanan bir halkın kaynaşıp üstündeki ölü toprağını silkelemeye hazırlanan bir “barut fıçısı”dır. Bu barut fıçısının patlamasından endişe duyan bölgedeki gerici rejimler, bölge hükümetleri de ellerinde ateşle bu barut fıçısıyla oynamaya hazırlanmaktadırlar.
Savaş Irak’ta, Irak ordusu ve halkıyla emperyalist istila kuvvetleri arasında olmuş gibi görünmektedir. Ama aslında savaş; daha Irak’ta silahlar patlamadan önce BM, NATO, AB’de ve tüm dünyada başlamıştı. Çünkü, Irak’taki savaşın nedeni ne Saddam’ın diktatörlüğü, ne de çoğu zaman söylendiği gibi sadece Irak’ın petrolüydü. Belki bunlar “Neden Irak?” sorusunun yanıtıdır. Ama bu yanıt, 2003 yılında Amerikan-İngiliz ordularının ve diplomasisinin, mevcut uluslararası ilişkileri ve kurumları “eskimiş” ilan ederek, dünyaya yağmalayan en büyük uluslararası sermaye güçlerinin çıkarları doğrultusunda harekete geçmelerini açıklamaz. Tersine, her geçen gün daha iyi anlaşıldığı gibi, onların asıl amacı, 1990’ların başında ilan ettikleri “Yeni Dünya Düzeni”nin ekonomik, siyasi, kültürel, ideolojik her alanda kaosa sürüklenmesi sonrasında “dünya düzeninin normlarını yeniden belirlemek”tir. Irak’taki savaş, bu, önü üçüncü dünya savaşına açılabilecek bir saldırganlığın Irak’ta aldığı biçimden ibarettir.
Aslına bakılırsa, bu hedef, daha 11 Eylül 2001 günü New York ve Washington’a yönelik saldırılar sonrasında Bush ve onun çevresi tarafından açıkça ilan edilmişti. “Terörizme karşı mücadele önümüzdeki 20-30 yıl boyunca sürecektir”, “Bu, 20-30 yıl sürecek bir savaştır” açıklamaları, sonraki aylarda ve yıllarda da pekiştirilerek yinelenmiştir.
‘MEDENİYETLER ARASINDA ÇATIŞMA’ KİMİN FİKRİ?
11 Eylül’ün üstünden geçen süre içinde Beyaz Saray ve Pentagon, aslında bir “üçüncü dünya savaşı”na giden yolu adım adım döşemektedir. Ve bu süre içinde, Amerika kendi politikasını; “Rumsfeld Doktrini” olarak adlandırıp ilan etti.
“Rumsfeld Doktrini” olarak ifade dilen şey, kimi zaman askeri, kimi zaman siyasi açıklamalarla dile getirilse de, Amerika’nın şu andaki gücünü kullanarak; YDD’nin yeni ilkelerini dayatmanın “doktrini”dir. ABD bu dönemde, finans sermayenin, uluslararası tekellerin önündeki tüm engelleri kaldırmak için silah gücünü kullanacağını dayatmakta; bu yolla, “düzenin ilkelerini ben koyarım” demektedir. Kendinin koyacağı kurallara kendisinin uyacağını garanti etmemektedir. Ama kendi dışındaki herkesten, Rumsfeld Doktrini denilen “esnek”, “yorumunu ABD’nin yaptığı” ilkelere uymasını istemektedir.
Doğrusuna bakılırsa; ABD yönetimi kendisinin insanlığı korumak için “seçilmiş bir yönetim ve ülke” olduğu gibi meczup bir “inanç”a sahiptir ve bu yüzden kendilerini bu insan yapması kurallarla (kuralı koyan kendileri de olsa) sınırlamak istememektedirler!
Burada; “11 Eylül”den sonra popüler olan ünlü Huntigton’ın “Medeniyetler Çatışması” kuramı gündeme gelmektedir.
11 Eylül’den hemen sonra Bush, “Haçlı seferi”nden (bu sözler, İtalya’nın yeni faşist başbakanı Berlusconi tarafından desteklendi) bizzat kendisi söz etti. Ama, sonra bu söz düzeltildi! Zaman zaman Bush, Amerikalı Müslümanları ziyaret etti, kutsal günlerde Kuran’dan ayetlerle Müslümanları kutsadı; demagojik mesajlar yayınlayıp “bir medeniyetler savaşı yok” demek istedi. Ya da; Türkiye ve Suudi Arabistan gibi Müslüman ülke yönetimlerine yakınlıklar “medeniyetler savaşı olmadığı”nın gerekçesi olarak kullanıldı. Ama; öne sürülen şeyler en fazla gerçeğin yarısını ifade ediyordu.
Elbette ki, Amerikan emperyalizminin, uluslararası sermayenin güç odaklarının Hırıstiyanlığın ilkelerini yaymak için tek kuruş bile masraf edeceğini düşünmek aşırı bir idealizm olur. Dolayısıyla, uluslararası sermaye güçlerinin Hıristiyanlığı, Hıristiyan kültürünü yayma diye, kendi başına, sermayenin çıkarlarına bağlanmamış bir “stratejisi” yoktur.
Aslına bakılırsa, böyle bir “saf” kutsal amaç, bizzat Papalar, papazlar, keşişler tarafından örgütlenen bir “Hıristiyanlık kampanyası” üstünden organize edilen Haçlı Savaşları için bile söz konusu olamaz. Haçlı Savaşları’nda “amacın Hıristiyanlığı yaymak” olduğunu söylemek gerçeğin sadece görünen ama aynı azmanda aldatıcı yanını fazla abartmak olur. Çünkü, son tahlilde Haçlı Savaşları da, yoksulluğun, açlığın kol gezdiği, ama aynı zamanda, bir değişimin de sancılarının başladığı Hıristiyan Avrupa’nın “Doğu”nun, “İslamın zenginliklerini yağmalamak”, krallıkların artan masraflarını karşılamak için yapılmıştır. “Kutsal Kudüs’ü Müslüman kafirlerden kurtarma” amacı, propagandif bir amaç, yoksul Hıristiyanları ayaklandırıp orduya katmak için uydurulmuş etkili bir bahaneydi sadece.
Ya da Hitler ve onun Nazizminin, “Üstün Germen ırkının dünyaya hükmetmesi” için Almanları peşine takıp, İkinci Dünya Savaşı’nı başlatması, ne kadar “üstün Germen ırkının egemenliği” içindi? Hitlerin kişisel fikri bakımından “Üstün Alman ırkının egemenliği”nin ne kadar kıymet-i harbiyesi vardır bunu bilmek olanaklı değil, ama Alman sermayesi, dünyanın yeniden paylaşılmasını isteyen Thysen, Krupp, Bayer,… ve öteki tekeller için “Alman ırkı ile Yahudi ırkının piyasa değerlerinin farklı olmadığı” bir gerçektir. Alman egemen sınıfının ve onun başlıca güç odaklarının amacı, Alman sermayesinin dünyanın paylaşılmasından daha çok pay almasıdır. “Üstün Alman ırkı” ve ona vehmedilen hasletler ise, 1. Dünya Savaşı’nın yenik, onuru kırılmış, üstelik açlığa ve işsizliğe mahkûm edilmesinin bu yenilginin sonucu olduğunu düşünen alt ve orta sınıflarını Alman büyük patronların, tekellerin amaçlarına bağlamak üzere uydurulup, teorik ve tarihsel temellere oturtulmuş bir motivasyon motifinden başka bir şey değildi.
Bugün de Amerikan sermayesi için, “medeniyetler çatışması” kapsamı içine sokulan “Hıristiyan uygarlığının yüksek değerleri”nin korunması ve aşağı uygarlıkların onun lehine ortadan kaldırılması, bunun insanlığın genel çıkarlarının gereği olduğu “tezleri”nin, aslında ne Hıristiyanlıkla ne de onun değerleriyle bir ilgisi vardır. Tersine, girişilen savaş, “Amerikan sermayesinin dünya egemenliğinin çıkarları içindir” dense, buna herkes karşı çıkacağı için; sermayenin çıkarları “Hıristiyan uygarlığının çıkarları”, bu da tüm insanlığın çıkarları olarak gösterilip, bütün bir Batı dünyasını “tezinin” arkasına almayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla “medeniyetler çatışması” tezi, saf Hıristiyanlar, en gerici Hıristiyan kesimler için “kafirlere karşı savaş” olarak sunulup desteklenir ve onların hedeflerinin Amerikan yönetiminin amaçları olduğu söylenirken, Yugoslavya’ya, Irak’a yönelik savaş; sıradan vatandaşlara, halk yığınlarına, yerine göre “terörizme karşı mücadele”, yerine göre “diktatörlere”, yerine göre şeyhliğe, aşiret düzenine, tarih öncesi sistemlere karşı refahın, demokrasi ve özgürlüklerin yayılması için savaş olarak propaganda edilmektedir. Ama aslında böylece; Amerikan sermayesinin, İngiliz sermayesinin dünya egemenliği için halk yığınlarının mümkün olan en geniş kesimlerinin desteğinin sağlanması amaçlanmaktadır.
BİR DÜNYA SAVAŞININ YOLU DÖŞENİYOR
“ABD Başkanı George W. Bush ve ‘savaş çetesi’nin bu strateji içindeki ‘yeri’ ve ‘önemi’ nedir?” denirse, bu soruya verilebilecek en yalın yanıt, “2. Dünya Savaşı öncesinde Hitler ve onun NAZİ partisinin Alman sermayesi ve ‘Üstün Alman ırkı ideolojisi’yle ilişkisi gibidir. Burada belki bir fark, “Bush ve adamlarının tekellerle aşırı bir biçimde içli dışlı olmaları ve onlara dolaysız bir sınıfsal bağ ile bağlanmış olmalarıdır” biçiminde olabilir. Burada elbette, Amerikan tarzı siyaset ve Hitler sonrasında geçen yarım yüzyıldan fazla zaman içinde sermayenin temerküzü bakımından gelinen aşamayı da eklemek, olup biteni anlamamızı kolaylaştırır.
Amerikan başkanları, özellikle “Cumhuriyetçi” geleneği, prüten Amerikan “ahlakı” ve “radikal Hıristiyan”, Evangelist Kilisesi’nin aşırılıklarını, bir dünya görüşü, bir ahlak anlayışına dönüştürmüşlerdir. Amerikan yönetimlerinin, Hıristiyan-Yahudi efsanelerin en gerici yorumları üstünden politikalar geliştirmek gibi bir damarı hep olmuştur. Örneğin; Cumhuriyetçi Başkan Ronald Reagan, dönemin İsrail Başkanı katliamcı, ırkçı, çeteci Menahem Begin ile yaptığı görüşmede, İsrail-Amerikan misyonunun bir Armegedon’u* gerçekleştirmek olduğunu, kendisinin de gönlünde yatanın bu olduğu açıkça söylemiştir.
Amerikan başkanları da; tıpkı Amerikan sermayesi gibi, Hıristiyanlık ile Yahudilik arasındaki ayrım ve çatışmayı “ortak değerler” (buna her iki dinin de ortaklaştığı efsaneler, vahiyler, kehanetler demek daha doğru olur) üstünden uzlaştırmışlar, nakite çevirmişlerdir. İsrail’in kurulması bile, Müslümanlarla bir hesaplaşma, kutsal Hıristiyan değerlerinin ve mabetlerinin Müslümanların işgalinden kurtarılması olarak Hıristiyan dünyasına propaganda edilirken; gerçekte ise İsrail, Ortadoğu’nun petrol, doğalgaz ve öteki servetlerinin Batılıların denetiminde olmasının bir dayanağı, bir köprü başı olarak görülmüş; son 50 yıl içinde Yahudi şeriatçısı İsrail, emperyalist Batı’nın bir üssü olarak rol oynamıştır.
Bush ve avenesinin, yukarıda sözü edilen Armegedon’a inanacak kadar meczup olduklarını kabul etmek gerekir. Konuşmalarına, kilise ile ilişkilerine, halka hitap ederken kullandıkları argümanlara bakıldığında, Hitler’in “Alman üstün ırkı” ideolojisine inandığı kadar Bush ve ekibinin “medeniyetler savaşı”na, Armegedon’a inandığını söylemek, onlara bir iftira değil, ama olup bitenin anlamını kolaylaştırması bakımından bir yanlış olmaz. Buradan bakıldığında, gösterilerde Bush’a Hitler bıyığı takanlar, Amerikan bayrağındaki yıldızları gamalı haçla değiştirenler, aslında doğru bir yorum yapmaktadırlar.
Demek ki, CIA’nın Huntigton’a “medeniyetler çatışması” kitabını yazdırması bir gündem çarpıtması değil, Amerikan sermayesinin en azından egemen kliğinin bütün karşıtlarıyla çatışırken, geniş bir Hıristiyan dünyasını, bu kültürün etkisi altındaki emekçi yığınları, aydınları arkasına alarak saldırıya geçmeyi strateji olarak benimsemiş olmasının gereğidir. Kapitalist sistem sıkışıp kendi ayakları üstünde durması güçleştikçe de; bu aşırı Hıristiyan cephesine katılımlar artacak, bu çatışmadan çıkar sağlama isteği yükselecektir. Hitler’in, Mussolini’nin en büyük sermaye kesimlerini zamanla kendi politikalarına kazanmaları gibi, “medeniyetler çatışması” tezi de, giderek daha çok büyük sermaye kesimini kendisine çekecek bir strateji olarak işlev görecektir. En azından bu tezi geliştiren sermaye temsilcileri (Amerikan yönetim erki, tink-tank kuruluşları, CIA vb.) böyle bir süreci öngörüyorlar. Elbette ki, bu gidişatı kesintiye uğratacak karşıt gelişmeler ortaya çıkıp emperyalist sisteme yeni darbeler vurmayı başaramazsa.
Amerika ve İngiltere, Afganistan ve Irak’a saldırırken, İslam dünyası içindeki işbirlikçilerinin de bu savaşta kendilerine katılmalarını, yaptıklarının bir “medeniyetler çatışması” olmadığının kanıtı olarak gösterdiler. Ama, hedefe konan ülkelere bakıldığında, Küba ve Kuzey Kore dışındaki (onlar da zaten Hıristiyanlık dışı, Hıristiyan kültürüne karşı ve sosyalist, ateist bir kültür olarak görülmektedirler) tüm “hedef ülkeler” İslam ülkesidir. Ve giderek de, İslama karşı bir savaş açıldığı, çeşitli vesilelerle daha açık itiraf edilir hale gelecektir.
CIA eski başkanlarından James Woosley, olup bitenleri bir “4. Dünya Savaşı” (ona göre, 3. Dünya Savaşı “Soğuk Savaş’mış) olarak nitelendirirken, bu savaşın İslama karşı açıldığını açıkça söylemekle kalmıyor, hedeflerini tam da öyle sayıyor: “Bu savaşı biz seçmedik. Baasçı faşistler, İslamcı Şiiler, İslamcı Sünniler seçti.” Diyerek, “4. Dünya Savaşı”nın İslama karşı açılmış bir savaş olduğun da ilan ediyor.
Pek çok başka belirti de; aslında Bush kliğinin kafasında, bir “medeniyetler savaşı” fikri olduğuna ve onlar süreci buraya doğru götürmek niyet ve kararlığına işaret etmektedir. Ama, yukarıda da belirtildiği gibi, Bush ve en fanatik Hıristiyan cemaatleri dahi, bu savaştan Müslümanlığı ortadan kaldıran ve Hıristiyanlığı tek din ilan eden bir dünya kurma sonucu (Armegedon, son tahlilde bir propaganda malzemesi, emperyalizmin stratejisinin bir motifi olarak anlamlıdır) beklemiyorlar. Tersine buradan, Amerika ve İngiltere’nin dünya egemenliğini pekiştiren, Amerikan sermayesinin önündeki engellerin kalktığı bir dünya düzeni kurmayı amaçlıyorlar. Bunun için de; yürütülecek savaşa, Batı dünyasından en geniş desteği sağlayacak argüman olarak Hıristiyan-Batı kültürü ile aşağı medeniyetlerin savaşı tezini işliyor, bunun için de, Hıristiyanlıkla çatışan, bir çatışma kültürüne ve tarihine sahip din olarak İslamı ön cepheye koymuş bulunuyorlar.
SAVAŞ KAPİTALİST DÜNYADA BLOKLAŞMAYI HIZLANDIRDI
ABD, dünya kapitalizminin öncüsü ve “koruyucusu” olarak, dünyayı, en gelişmiş ve en büyük tekellerin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemeyi amaçlıyor. Dolayısıyla, Afganistan, Irak ya da başka bölge ve ülkelerdeki müdahalelerin bu “büyük strateji”nin parçaları olarak anlaşılması gerekir. Yahudilik ve Hıristiyanlığın efsanelerinin kullanılması, demokrasi ve özgürlük taşıyıcılığı iddiası gibi, bu stratejinin yaygınlaşıp benimsenmesinin dayanağı olarak önemlidirler.
Irak’a saldırı, bu stratejinin bir aşaması olarak düzenlenmiş; ABD “eski düzenin kurumları” dediği, BM, NATO ve Avrupa ülkelerini (ABD, “eski” ve “yeni Avrupa” diyerek, Avrupa’yı böldü; Almanya, Fransa gibi gelenekselleşen Avrupa tutumunu izleyen ve ABD politikalarına karşı çıkan ülkeleri “eskimiş Avrupa” diye aşağıladı) yeniden saflaştırmayı amaçladı. BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarının kendisini bağlamayacağını ilan etti, NATO ülkelerini ABD yanlıları ve karşıtları olarak böldü, bütün ülkeleri; “ABD’den yana olanlar ve olmayanlar” (“terörizmden yana olanlar ve olmayanlar”) olarak saflaşmaya zorladı. Böylece ABD, kendi pozisyonunun en güçlü olduğu bir durumda, dünya ölçüsünde bir saflaşma yaratmayı, kendisine karşı olanları tecrit edip yalnızlaştırmayı amaçladı.
BM kararına rağmen, dünyayı, kendisinden yana ya da olmayanlar olarak böldüğü koşullarda ve bir güç gösterisi eşliğinde, ABD, yürüttükleri operasyona resmen “Irak’a özgürlük harekâtı” adını verirken gayri resmi olarak da “şok ve dehşet operasyonu” adını verdi. “Şok ve dehşet”le, sadece Irak’ı değil karşısındaki ve yanındaki herkesi sindirmeyi de amaçladı.
Irak’ın istilasından sonra da, herkese bu savaşa katılım oranında Irak pastasından pay vereceğini açıklayarak, karşısındaki cephede karışıklık yaratmayı da ihmal etmedi.
Irak üstünden bir paylaşımın henüz yapılmadığı ama bu dağıtımın başında ABD’nin bulunduğunun açıkça görüldüğü koşullarda; bugün dünyadaki saflaşma şöyle görünmektedir:
1-) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, çoğunluğu bu harekâta karşı olmasına karşın, tam bir derbederlik içinde olayları izlemiştir. Savaş sonrası Irak’ta da “insani yardımlar” ötesinde bir rol oynayacak durumda gözlenmemektedir. Bu yüzden önümüzdeki aylar ve yıllar BM’nin rol ve itibarının tartışılıp etkinliğinin hızla yok olduğu bir dönem olacak görünmektedir.
2-) NATO, Almanya-Fransa-Belçika bloğu ve Amerikan-İngiliz bloğu olarak “bölünmüş”tür. Diğer ülkeler, bu iki blok arasındaki bir yelpazede dağılmışlardır. Bu, bir yanıyla NATO’nun ABD’nin çöplüğü olmaktan çıkması anlamına gelirken, öte yandan da böyle bir NATO’ya ihtiyaç olup olmayacağı tartışmaya açılacaktır.
3-) Irak’a saldırı karşısında alınan tutum ile BM ve NATO içindeki bölünme, ABD karşısında Avrupa’nın en güçlü iki devletin çekirdeğini oluşturduğu bir “bloklaşma”nın da kapısını aralamıştır. Almanya-Fransa bloğuna Rusya da katılmıştır. Böylece, en azından SB’nin dağılmasından sonra, Amerika karşısında ilk kez ciddi bir güç odağı oluşmasının yolu açılmıştır. Üstelik bu odak tam da en gelişmiş kapitalist ülkeler kampında ortaya çıkarak, ABD’nin kurmak istediği “tek patronlu bir kapitalist dünya” planını daha şimdiden imkânsızlaştıran bir bloklaşmanın yolunu açmıştır.
Bu tablo, 1990’ların başında ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni”nin ekonomik, siyasi ve ideolojik bakımdan bir kaosa sürüklenmesi üzerinde, ABD’nin yine kendi normlarını dayatıp herkesi buna uymaya zorladığı koşullarda ve bu koşulların da baskısıyla oluşmuştur. Bu yüzden önümüzdeki yakın gelecekte, az çok sözü edilebilir her çelişki derinleşerek, her gelişme, ABD’nin bu ana amacıyla çatışacak ya da onunla uyuşacak biçimde anlamlanacaktır.
Bu yüzden de ABD, attığı her adımda, kırbacını şaklatacak, dostlarını ve düşmanlarını yeniden yeniden saflaşmaya zorlayacaktır. Bu yeniden yeniden saflaşmaya zorlananlar içinde, en yakınındaki ülke İngiltere’den başlamak üzere tüm ülkeler, tüm uluslararası organizasyonlar (BM, NATO, AB), tüm dünya ülkeleri ve sermayenin ulusal ve uluslararası güç odakları vardır.
Nitekim İngiltere de, ABD’nin yapmak istediklerini en yakından bilen ülke olarak, bu durumu anlamıştır. Bunun için de; Irak’ın paylaşımını ABD ile kapalı kapılar arkasında yapmaya cesaret edememekte, “savaş sonrasında Irak’ın yeniden yapılandırılmasını BM Güvenlik Konseyi’nin ele almasını” istemekte; böylece, diplomatik manevralarla bugün savaşın dışında kalan ülkelerin desteğini arkasına alarak, ABD ile pazarlık yapmayı istemektedir. Ama, Amerika buna yanaşmadığı gibi, İngiltere’nin isteklerini de çok dikkate almadan, ihaleleri kendi firmalarına vermekte, savaş tamamen bitmeden bile, en yakın müttefiki İngiltere’ye ikinci sınıf ortak muamelesi yapmaktan geri durmamaktadır.
ABD-İngiltere bloğu, Almanya-Fransa-Rusya bloğuna karşı, Fransa’yı hedefe koyan, eğer Fransa’dan ayrılırsa, Rusya ve Almanya’ya daha sıcak davranacağını (cezalandırmayacağını) gösteren jestler yapmaktadır. Ancak, bu üç ülke, henüz aralarında tam bir birlik ve ortak hedeflerde birleşme olmamasına karşın, ABD’nin niyetini anlamış olmaktan gelen bir çıkar duygusuyla birlikte davranmaktadırlar. Ve öyle anlaşılmaktadır ki; ABD’ye karşı bu seferki birlik uzun erimli, etrafında bir kamp oluşturacak özellikler taşıyan bir bloklaşma olacaktır. Ancak bu ülkelerin tam bir birlik içinde olduğu da söylenemez. Örneğin; Almanya’da Hıristiyan Demokratlar, Alman sermayesinin bazı kesimleri Amerikan politikalarına yakındırlar ve Irak’a saldırıya katılmamış olmayı Almanya’nın kaybı olarak görmektedirler. Fransa ve öteki savaşa katılmayan ülkelerde de, sermaye güçlerinin bir bölümü üzerinde Amerika’nın etkisi elbette ki vardır ve olmaya devam edecektir. Bu durum politikada da bir etki yaratacak ve zaman zaman o yana ya da bu yana yönelmeyi belirleyecek kadar etkili olabilecektir. Dolayısıyla yukarıda tarif ettiğimiz saflaşmaların her adımda yeniden ve yeniden olacağı ifadesi, öylesine bir tespit değil; kapitalizmin iç çatışmalarının bir ifadesidir. Öte yandan Avrupa Birliği, ABD karşısında nasıl bir “birlik olmadığını” gösterircesine parçalanmıştır. Onun için kendisine, AB’nin kararsızlığından, bunun da Türkiye’yi kararsızlığa ittiğinden dem vuran Türkiye Dışişleri Bakanı’na Bush, “Ne Avrupa Birliği, onu üçe böldüm görmüyorsunuz?” diyebilmiştir. İtalya, İspanya, Hollanda gibi önemli AB ülkelerinin bile “saflaşma” sırasında ABD’den yana tutum alması, Avrupa’daki 50 yıllık Amerikan şemsiyesinin hayli etkili işbirlikçiler yarattığını göstermesi bakımından da önemli olmuştur.
Kuşkusuz ki; bu bölünmede iktidardaki partilerin rolü vardır ama, son tahlilde, Avrupa Birliği kendisinin ciddi bir birlik olup olmadığını tartışan bir zemine sürüklenmiş de bulunmaktadır.
4-) Çin ise, savaşın hemen öncesine kadar “tereddüt” geçirmiş, ancak, ABD’nin pervasızlığı karşısında Rusya-Fransa-Almanya bloğuna paralel bir tutum takındığı gibi, stratejik hedeflerini de yeniden gözden geçirmeye yönelmiştir.
5-) Asya’nın öteki büyük gücü Japonya ise, her zamanki ihtiyatlılıkla, Amerika’nın dümen suyunda olmayı kendi “huzur” ve “istikrarı” için daha güvenli bulmuş görünmektedir.
6-) ABD’nin dünya ülkelerini yeniden saflaşmaya zorladığı koşullarda, 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan “bağlantısız ülkeler konferansı” yeniden gündeme gelmiş, bu ülkeler de “savaşa karşı” olduklarını açıklamışlar, Amerika’yı BM Kararlarına uymaya çağırmışlardır.
DÜNYA HALKLARININ TARİHTE EŞİ GÖRÜLMEMİŞ SAVAŞ KARŞITLIĞI
Ama, Irak’ın işgaline gelen süreç içinde, “savaşa karşı mücadele” ve işgale karşı tutum almada geleceğe dair en önemli gelişme, dünya halklarının tepkilerinde görülmüştür. Yukarıdaki tablo, bu gelişmenin imkânlarıyla anlaşılır hale gelir.
Savaşın doğrudan kışkırtıcısı ve tarafı olan ABD, İngiltere ve Avustralya’da halk, yüz binlerle, milyonlarla ifade edilen kitlelerle sokaklara dökülmüştür. Ve yığınlar kendi ülkelerinin hükümetlerini protesto etmiş, saldırganlığı lanetlemişlerdir.
Savaş öncesi tepkiler göz önüne alındığında, denebilir ki; sayısız ülkenin büyük kentleri insanlık tarihinin en büyük savaş karşıtı protestolarına sahne olmuştur. Dünya çapında savaşı protesto gününde, bir günde 11 milyon kişi sokağa çıkarak emperyalist saldırganlığı lanetlemiştir. Aylar boyunca saldırgan ülkelerin temsilcileri protesto edilmiştir.
Savaş karşıtı eylemlere, özellikle İngiltere, İtalya, Almanya gibi ülkelerde sendikaların da katılması, İtalya, Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde savaşı protesto amaçlı grevlerin, genel grevlerin yapılması, günlerce süren sokak eylemleri, sadece genel olarak savaş karşıtlığıyla sınırlı kalmayan, işçi sınıfı açısından da yeniden hareketlenmenin işaretlerini veren, işçilerin siyasete müdahale etmelerini yeniden gündeme getiren eylemler olması bakımından da ayrı bir öneme sahip olmuşlardır.
Gösterilerin hemen bütün dünya ülkelerine yayılması, halkların çok büyük çoğunluğunun bu savaşa karşı olduğunu çeşitli biçimlerde ifade etmeleri, özellikle dünya patronu Amerika’ya karşı tepkilerin “Amerikan mallarını kullanmama”ya kadar varan yaygın biçimlere bürünmesi, antiemperyalist ve antiAmerikan mücadelenin kitlesel temelinin olağanüstü genişlediğini göstermektedir.
Belki bu tepkiler, Amerikan-İngiliz emperyalistlerinin Irak’ı işgal etmesini önlemeye yetmemiştir ama, antiemperyalist, antiAnglo-Amerikan duyguların yaygınlaşmasını önemli ölçüde desteklemiştir.
Kuşkusuz tablonun en önemli özelliklerinden birisi de, “medeniyetler çatışması” aracılığıyla emperyalizmin kendi safına kazanmayı düşündüğü Hıristiyan Batı ülkelerinin işçi sınıfı ve emekçilerinin, Müslüman bir ülke olan Irak’a yönelik saldırıya en büyük tepkiyi göstermesidir. Bu, bir “medeniyetler çatışması” üstünden sistemin devamını sağlamak isteyen kapitalist güç odaklarının kâbusu olacak kadar önemli bir gelişme olmuştur. Ama bu gelişme, insanlığın geleceği bakımından da aynı ölçüde umut verici olmuştur. Dolayısıyla Huntigton’un kitabında formüle edilen “çatışma”nın gerçekleşmesi için, ABD ve İngiltere sermaye güçleri, bir “medeniyetler çatışması” yaratabilmek üzere önce kendi halklarıyla hesaplaşmayı göze almak zorunda kalacaklardır.
Bütün bu gösterilerin en önemli zaafı ise, bütün kitleselliğine karşın “protestoyu aşamaması” olmuştur. Örneğin; emperyalist ordulara hizmet veren limanlar ve hava alanlarında, gemilerde grevlerle işlerin durdurulması, iletişim ve ulaşımın kesilmesi gibi askeri harekâtı dolaysız biçimde etkileyecek, sistemin sinir merkezlerini felç edecek düzeyde bir işçi emekçi tutumunun eylemlerin bir bileşeni olarak hayata geçememesi; savaş karşıtı hareketin en temel zaafı olarak ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz bunu “savaş karşıtı hareketin zaafı olarak belirlemekle” yetinmek, olup biteni hafife almak olur. Çünkü burada asıl zaaf, işçi sınıfı hareketinin bizzatihi kendisinin, sendikaların, sermaye güçlerine karşı sınıfın çıkarlarını savunan ve sınıfı iktidara götürecek mücadelenin merkezleri olarak inşa edilmemiş olması gerçeğidir. Bu yüzden de, işçilerin savaş karşıtı harekete katılımı herhangi bir vatandaşın katılımından farklı olmamıştır. Bütün olup bitenden, emek hareketi açısından çıkarılacak en önemli ders de buradadır. İşçi sınıfı hareketi, eğer sermayenin hayatiyetine yönelecek bir siyasi hatta ilerlemiyorsa, sınıf kendini öteki toplumsal kesimlerden ayıran devrimci rolü oynayarak, hareketin bütününün niteliğini ilerletme görevini gerçekleştiremez ve bu durumda da, en iyimser yaklaşımla, eylemleri protestocu bir çizgide kalır.
TÜRKİYE DE, AMERİKAN’NIN HEDEF ÜLKESİDİR
Türkiye açısından Irak sorunu, pek çok bakımdan egemenlerin ayaklarının suya erdiği bir süreç olmuştur.
Her şeyden önce Türkiye hükümeti, Kuzey Irak’a yönelik müdahaleler üstünden, Kürtler başta olmak üzere bölge halklarının kendi kaderlerini tayin hakkı üzerinde söz söyleme iddiasından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Musul-Kerkük’ün statüsünden, Kürtlerin nasıl bir biçimde Bağdat’a bağlı olacağına dair pek çok konuda, Türkiye’nin isteklerine aykırı bir durumun çıkmasını “savaş nedeni” sayma tehdidi, Amerika’nın Irak’ı işgal etmesiyle anlamsızlaşmıştır. Dolayısıyla Türkiye, böylece kendisinde gördüğü hakları, Amerika’ya devretmek zorunda kalmıştır. Bu yüzden, Irak’ta olanlar için, artık Dışişleri Bakanlığı, Türkiye Genelkurmayı’nı değil ABD Dışişleri Bakanı’nı arayıp “güvence” almaktadır.
Şu bir gerçek ki, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki iddialarından vazgeçmesinden Kürtlerden çok ABD kazanmıştır. Çünkü, Türkiye’nin baskılarından yılan Barzani ve Talabani, ABD’yi, Türkiye’ye karşı da kendilerini koruyacak bir kurtarıcı olarak karşılamıştır.
Böylece Türkiye’nin geleneksel ve sadece Türkiye’deki değil öteki ülkelerindeki Kürtlerin de kaderine müdahale temeline dayanan “Kürt sorununu çözme planı” çökmüştür. Bu, aynı zamanda, Cumhuriyet tarihinin en önemli sorununda egemenlerin duvara çarpması anlamına gelmiştir.
Irak’ın işgalinin Türkiye açısından en dolaysız sonucu, Kürt sorununda kendisini göstermiştir. Ama, diğer bir önemli sonuç da; Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini dostluk ve kardeşlik temeline oturtması zorunluluğunun, “kör gözüm parmağına” bir biçimde ortaya çıkmasıdır. Amerika’nın çıkarları uğruna bölge ülkeleriyle, komşularıyla düşman olan Türkiye, Irak işgaliyle birlikte, “stratejik yer” pazarlığında da geriye düşmüştür. Çünkü Irak’ta üsler kurmakta olan ABD’nin, Ortadoğu’ya müdahale için Türkiye’ye ihtiyacı azalmıştır. Dahası Irak’ın istilasıyla ABD ve İngiltere ile “komşu” olan Türkiye, “ikinci tezkereyi” çıkaramayarak, halkı “savaşa hayır” diyerek, Amerika’nın hizaya getirilecek ülkeler listesindeki sırasını da bir hayli yükseltmiştir.
Öte yandan, Suriye ve İran’ın daha şimdiden ABD’nin “terörist ülke” liste sıralamasında en üst iki sıraya yükseltilmiş olmaları, Türkiye’nin, ABD’ye karşı tutumunu ve bu iki komşusuyla ilişkisini acilen yeniden biçimlendirmesini dayatmıştır. Çünkü, ABD ile birlikte davranacak bir Türkiye (şimdi egemenler ve hükümetleri böyle davranmak istiyor), komşularıyla düşmanlaşıp bu ülkelere karşı harekâtta ABD ile tam işbirliği yapmak zorunda kalacaktır. Ya da Türkiye, halkın da isteklerini dikkate alarak, antiemperyalist bir politik hatta geçerek, İran ve Suriye başta olmak üzere tüm bölge ülkeleriyle birlikte, Irak’ın işgaline son verilmesi ve ABD ve İngiltere’nin Irak’tan çekilmesi, Irak halkının Kürdüyle, Arabıyla, Tükmeniyle kendi kaderini tayin etmesini savunan bir mücadele çizgisini benimseyecektir. Halkın istekleri bu ikinci doğrultudadır ve halkın isteği ile egemenlerin istekleri arasındaki çatışma, sadece dış politikaya değil iç politikaya da kaçınılmaz olarak yansıyacak kadar büyüktür.
Çünkü; Irak’a yönelik Amerikan saldırısı sürecinde görülmüştür ki; Türkiye halkının ezici çoğunluğunun isteği, Türkiye’nin ABD’ye karşı çıkması, sadece “savaşa karşıyız” açıklamalarının sınırını aşıp, ABD’nin Irak’a müdahalesini engellemek için elindeki tüm imkânları kullanması doğrultusundadır. Halkın çok büyük bir çoğunluğunun isteği bu yöndedir.
Kuşkusuz Türkiye’nin bu savaştaki hassas pozisyonu ve halkın savaşa karşı tutumu, başka bakımlarından da dikkat çekicidir. Bunlardan birincisi, savaşa yanlısı medya organları ve hükümet, “Eğer Türkiye Amerikan-İngiliz blokuna katılıp savaşçı ülkeler safında açıkça yer almazsa, ekonomik kriz çıkar, dolar iki buçuk milyonu aşar, faizler yine yüzde bin olur” propagandası yapmış, Tayyip Erdoğan açıkça “Savaşa hayır diyenleri, yarın maaşları ödenmediğinde görürüz” diyerek tehdit etmiştir. Bütün bu tehditlere karşın halkın ezici çoğunluğu “savaşa hayır” demede ısrar etmiştir.
Egemenlerin halkı “kıstırmak” istedikleri ikinci argüman ise, Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulacağı ve “Türkiye’nin bölüneceği” iddiasıdır. Egemen propaganda odakları ve hükümet sözcülerinin “Eğer Türkiye Amerika ile birlikte olmazsa ve Kuzey Irak’ta Kürtler devlet kurarsa, Türkiye müdahale edemez. Böylece Türkiye’nin bölünmesi tehlikesi doğar”, “Türkiye’nin güvenliği askerin Kuzey Irak’a yerleşmesiyle mümkündür” tezleri, Musul-Kerkük üstündeki emperyal hayallerle süslenmiştir. Ama, bu eski “kurt masalı”nın da halkın tutumunu etkilemediği görülmüştür. Dolayısıyla egemenlerin en önemli kozları ellerinden alınmıştır. İkinci tezkerenin reddedilmesinin, hükümetin bütün içten isteğine karşın savaşta Amerika’nın isteklerini yerine getirememesinin arkasında, halkın bu kararlı tutumu vardır.
Bunu içindir ki, Amerikancı uşak takımı, “Türkiye’yi manken-sağcı-solcu ittifakı savaşa sokmamıştır”** diyerek, halkın tepkisini aşağılamaya kalkmıştır.
Elbette ki, Türkiye’deki savaş karşıtı hareketin en önemli zaafı da, dünyadaki ile çok benzeşmektedir. İşçi emekçi mücadelesi üzerindeki sendikal bürokrasinin etkinliği, sınıfın ileri kesimlerinin bürokrasinin kuşatmasını aşma becerisini gösterememesi, genel olarak halkın örgütlenme yetersizliği; Türkiye’de, halkın yüzde 94’e varan savaş karşıtlığının protesto düzeyini aşamamasını getirmiştir. Bu yüzden de, bu hareketin, bütün dünyadaki savaş karşıtı harekete güç ve nitelik katabilecek İncirlik, İskenderun Limanı gibi stratejik merkezlerde “savaşa hayır” tutumunun işçilerin greve çıkması gibi etkin eylem biçimlerine dönüşmemesi, sendikaların hareketin önüne düşmekten kaçınması ve iletişim ile ulaşımın durdurulamaması, elbette ki, hareketi geriye çeken ve yeteri kadar da kitleselleşmesini önleyen bir faktör olarak rol oynamıştır.
Ama bunun da ötesinde, Türkiye’deki savaş karşıtı hareketin, halkın duygu ve düşüncelerindeki “savaş karşıtlığı”nın dünyadaki en yüksek ülkelerden birisi olmasına karşın, kitlesel bakımdan da, milyonların katıldığı kitle gösterilerine dönüşememesi, savaş karşıtı hareket içindeki örgütlerin halk indindeki etkilerinin cılızlığını ortaya koşmuştur. Burada hükümetin, özellikle dini etkinin ağır olduğu kesimler içinde bölücü bir faaliyet sürdürmesinin de hareketin kitleselleşmesini olumsuz etkileyen önemli bir etken olduğunu görmek gerekir. Yine sendikaların sınıf işbirlikçisi tutumları, protestocu çizgiyle sınırlamanın ötesinde, hareketin kitleselleşmesini de olumsuz etkileyen bir faktör olmuştur. Elbette başka pek çok genel ve yerel neden de sayılabilir, ama burada asıl çıkarılması gereken ders; sınıf partisinin, öteki emekten yana partilerin ve çevrelerin halkla birleşmedeki zayıflıklarının boyutudur.
* * *
ABD ve İngiltere Irak’ı işgal ettiler, petrol bölgelerini, limanlarını, başlıca kentlerini yakarak, yıkarak, yağmalayarak da olsa denetim altına aldılar. Ama, daha şimdiden gözlenmektedir ki, Irak halkı bu işgali kabul etmeyecektir, etmemektedir. Şiiler, Sünniler, Hıristiyanlar, Kürtler, Türkmenler, Asuriler gibi her milliyet ve dinden Iraklılar, “Amerika’ya hayır”da, “İşgale hayır”da birleşmeye doğru ilerlemektedir. Her gün Irak kentlerinde olup bitenler bunu işaret etmektedir. Ve bu gelişmelerin seyrinde onu geriye çevirecek güçlü müdahaleler olmazsa, yakın gelecek, ABD ve İngiltere için Irak’ın bir Vietnam olmasını hazırlamaktadır.
Sadece Irak değil tüm bölgede ABD düşmanlığı hızla tırmanmaktadır ve bölge ülkeleri ve bu arada Türkiye de, Amerika ile komşu olmanın faturasını görecektir. Özellikle de Amerikancılığın bölgedeki merkezi durumunda olan Türkiye de, artık, Irak ve İran’dan farklı bir biçimde de olsa, Amerikan operasyonlarının somut hedefi haline gelmiştir.
Bölge halkları da, Amerika’yı, Amerikan-İngiliz emperyalizmini ve onların amaçlarının ne olduğunu, onlarla işbirliği içindeki gerici egemen hainleri daha yakından tanıma fırsatı bulacaklardır. Dolayısıyla, sadece Irak değil tüm bölgenin Amerika’nın Vietnam’ı haline gelmesi, “medeniyetler çatışması” yaratarak ve bunun üstünden dünyayı yağmalayarak ömrünü uzatmak isteyen “tek dişi kalmış canavar”ın, halkların ve insanlığın barış içinde bir dünya isteğinin girdabında boğulması kaçınılmaz olacaktır.
Her şey, ABD’nin Irak’ı işgal etmekle; Irak halkı ve bölge halklarıyla, dünya halklarıyla savaşını daha da büyüttüğünü gösteriyor.
Tarih, belki biraz ağır, belki biraz dolambaçlı ve halklara büyük acılar vererek, bu eceli gelen barbarlığın ortadan kaldırılmasına doğru ilerliyor.
Onların saldırganlıklarının artmasının nedeni de budur.
*Armegedon. Hıristiyan ve Yahudi efsanesinde, “kafirlere karşı müminlerin girişeceği son savaştır. Bu savaşla birlikte, kafirler ebedi bir yenilgiye uğratılacak, Yahudilere göre hak dini Yahudilik, Hıristiyanlara göre ise Hıristiyanlık, dünyada öteki dinler karşısında kesin bir zafer kazanacaktır. İncil’e göre, bu muharebeye son olarak Tanrı müdahale eder, dünyayı ele alır ve onu, yönetilmesi gerektiği gibi yönetmeye başlar. Armageddon’dan sonra 1000 yıllık barış ve bereket dönemi başlar. Armageddon sözcüğü, köken olarak, bugün İsrail topraklarında bulunan Megiddo Vadisi’ne dayanır. Anlamı, İbranice’de “Meggido Dağı” demektir.
Güncel bir örnek verecek olursak, Irak saldırısına bazı yönlerden itiraz eden, muhafazakâr emekli asker ve Nixon’un danışmanlarından Brent Scowcroft; “Saddam, kitle imha silahları kullanarak İsrail’i de çatışmaya çekmeye çalışabilir. İsrail’i, belki de nükleer silah kullanarak yanıt vermeye provoke eder. İsrail bu yanıtı verirse, Ortadoğu’da Armageddon başlar.” diyerek, “Buna çocuklar da inanmaz” diyeceğimiz bir masalın “Armegeddon inancı”nın Amerikan yönetiminin üst katlarında ne kadar taraftar bulduğunu, güncel politik ayrılıkların tartışmasında bile “referans” olarak kullanıldığını da gösterir.
** “Türkiye’yi manken-sağcı-solcu ittifakı savaş sokmamıştır” iddiasını Amerikancılıkta en önde olmak için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen ve arkasında Türk-Amerikan İş Konseyi Başkanı’nın olduğu iddia edilen HaberTürk grubu “formüle etmiş”tir. Ama öteki medya grupları da aynı tezi değişik tonlarda öne sürmektedirler. Türkiye’de savaşa halkın yüzde 94’ünün karşı olmasını bir türlü hazmedemeyen Amerikancılar, “dünya yansa umursamayan bir toplumsal kategori” olarak görülen mankenlerin de savaşa karşı çıkması ve çeşitli vesilelerle bu düşüncelerini dile getirmemelerini hiç hazmedememişlerdir. Oynaşmayı pek sevdikleri ve onların gece ve gündüz yaşamlarını haber yapıp paraya dönüştürürken kaşına gözüne övgü düzdükleri bu insanların savaşa karşı çıkmasını kabul edememektedirler. Onların yaşamlarının halk indinde kabul görmemesinden yararlanarak, “savaşa hayır” diyenleri “aşağılamak” amacıyla “sağcı-solcu-manken ittifakı” formülünü geliştirmişlerdir. Ne var ki, mankenlerin bile savaş hayır demesi, mankenlerin onların görmek istedikleri kadar çukurda yaşamadığını, bu Amerikancı takımının çirkefin en derininde olduğunu da göstermiştir. Bu, mankenlere ders olmalı, hayatta iyi şeyler de yapabildiklerini, insanları, halkı düşündüklerinde her zaman yapılacak bir şeyin olduğunu görmeleri gerekir.