Önce AKP Genel Başkanı ve “asıl başbakan” Tayyip Erdoğan Acil Eylem Planı’nı açıkladı. Ardından da Başbakan Abdullah Gül Hükümet Programı’nı Meclis’te okudu.
Hem Program hem de ona temel teşkil eden ve Hükümet uygulamalarını takvime bağlayan Acil Eylem Planı iddiayla sunuldu. Erdoğan, bir, üç, altı aylık ve bir yıllık sürelerde gerçekleştirileceğini taahhüt ettiği Hükümet uygulamalarının herkes tarafından denetlenebileceğini söyleyerek üstelik meydan okudu: “taahhütlerimizi, süresi içinde yerine getirip getirmediğimizi sürekli izleyebilirsiniz.”
Seçimlerde sağlanan başarının ardından bu meydan okuma da AKP Hükümeti’nden beklentileri artırdı. Döviz kurları bir miktar düşerken borsa hareketlendi. Tam piyasalar da canlanıyor denecekti ki, verilen görüntüyle kağıt üzerine yazılan ve ağızlara dolanan lafların değil uygulamaların önemli olduğu bir kez daha görüldü.
Önce AKP’nin hükümet olmaya hiç de hazırlıklı olmadığı ortaya çıktı. Bakanlar birbirleriyle çelişen açıklamalar yapmaya başladılar. Bununla kalmadı; Hükümet tasarısı olarak Meclis’e getirilen yasal düzenlemelerde, vergilemeye ilişkin “hayat standardı” sorununda olduğu gibi, 24 saat içinde değişiklikler yaşanır oldu. Nemalar konusu bir başka problem oluşturdu. AB üyeliği için tarih alınması ve ardından Irak’a Amerikan saldırısına Türkiye’nin katılımı üzerine yapılan resmi açıklamalar ise, iddialı görüntüyü tuzla buz etti. Yeniden düşüşe geçen borsa ile döviz kurlarının yükselmesi; piyasaların AKP Hükümeti’ne öncellerinden farklı davranmayacağını gösteriyor.
*
İddialılığının argümanlarından olarak, 58. Hükümet Programı, bir “reform programı” görüntüsündedir. Hemen her konuda “reformlar”ı öngörmektedir. “Yargı reformu”, “yerel yönetim reformu”, “ekonomide yapısal reform programı”, “kapsamlı bir vergi reformu”, “kamu harcamaları reformu”, “milli eğitim reformu” gibi..
Program, AKP Hükümeti’ne kadar ülkenin iyi yönetilmediğini saptamakta ve çözümsüz kalmış pek çok sorun biriktiğini, köklü yapısal değişiklikler zorunluluğunun bulunduğunu söylemektedir: “Bir yandan halkımızın birikmiş sorunlarına acil çözüm ararken, diğer yandan, bir daha böylesi sorunlarla karşılaşmamak üzere gerekli yapısal değişiklikleri ve reformları gerçekleştirmek azmindeyiz.” Hatta Program’ın ve ona temel teşkil eden Acil Eylem Planı’nın devlet yönetimi, devlet-ekonomi ilişkisi ve temel hak ve özgürlükler de içinde olmak üzere “kamusal”, “ekonomik” ve “sosyal” alanlarda bir “reform” ya da “yeniden yapılandırma” programı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
“Yeniden yapılandırma” kavramı, “yeniden”in “yeni”sinin çağrıştırdığı yenilik, ilerleme ve ilericilik ihmal edilirse nötrdür. Üstelik her “yeni”nin ilerici, ilerlemeden yana olduğu da iddia edilemez. Ancak “reform” adı üzerinde “iyileştirme”dir. Ancak “yeni” ve “yenilenme” gibi “reform” ya da “iyileştirme” kavramları da, neoliberal terminolojide içeriği çekiştirilip küntleştirilmiş, popülerleştirilirken yozlaştırılmıştır. Hatta Özal hatırlanırsa, aynı çarpıtıcılık “devrim” kavramı üzerinde de denenmiş, Özalistler, onun –Türk parasının dövize çevrilebilirliğinin sağlanması gibi- pek çok uygulamasını “devrim” olarak nitelendirmiştir. Göreceğiz, AKP’nin “reformları” da böyledir. Siyasal ya da iktisadi alana ilişkin olsun, evet az ya da çok piyasa değeri olan reformlardır; ama tümü karşı-reformlardır ya da sermaye lehine ve sistemi sermayeden yana iyileştirmelerdir.
Programıyla, AKP’nin ülke siyasal ve iktisadi yaşamında değişiklikler öngördüğü tartışmasızdır. Ancak önemli olan; birincisi, bu değişiklikler ya da “reformlar”ın Tayyip Erdoğan’a siyaset ve başbakanlık hakkı gibi özel birkaçı dışında tümünün sistemli bir programatik bütünlüğe sahip oldukları, ama bu bütünlüğü vazedenin AKP programı değil IMF-DB Programı olduğudur. Sermayenin uluslararası ölçekte yeniden yapılandırılması programından başka bir şey olmayan IMF-DB Programı’nın tüm genel çerçeve, ilke ve özellikleriyle AKP Programı olarak benimsenmesinin tek anlamı ise; bir ucundan uygulamaya geçirilmekte olan tüm “reform” ya da yeniden yapılandırma önermelerinin “kimin için” olduğuna ilişkin netliktir: Emek için değil sermaye için, yoksullar için değil bir avuç parababası için, ezilenler için değil egemenler için. Öyleyse; emeğe, yoksullara, tüm ezilenlere karşı reform ya da yeniden yapılandırmalar, AKP Programı’nın asıl içeriğini oluşturmaktadır.
AKP Programı’nda, her hükümet programında yer alması adetten olan “iyiniyet” cümleleri yok değildir. Hükümet olmuş bir partiye ne denli inanarak oy kullanmış olsa da, istisnasız hemen herkesin kağıt üzerinde kalacağından emin olduğu ve “laf ola..” söylendiğini bildiği hiçbir geçerliliği olmayan çiziktirmelerdir bunlar. AKP Programı’nda bunlardan biri, programın “kimin için” olduğuna dair söylenmektedir: “Hükümetimiz, … halkın gerçek gündeminden kopmadan, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan bir anlayış içinde Yüce Meclisten ve aziz milletimizden güven ve destek beklemektedir.”
Gerçi “toplumun tüm kesimlerini kucaklamak”; hem örneğin Sabancı’yı hem işsizleşmekte ve yoksullaşmakta olan işçiyi, hem faizciyi ve hortumcuyu hem de onların el koyduğu rantları vergileriyle, destekleme alımları, kesilen Ziraat ve Halk Bankası kredileriyle, ödenmeyen “zorunlu tasarruf nemaları”yla karşılamak zorunda bırakılan işçi, memur, esnaf, çiftçi tüm halkı, T. Erdoğan Rusya’da “Kürt sorunu yoktur” derken diğer toplum kesimleriyle birlikte Kürdü kucaklamak olanaklı olmadığına göre; ancak herkesi kucaklıyor gibi yaparak, emekçileri, genel olarak sömürülen ve ezilenleri, yalnızca ve tek başına büyük sermaye sahiplerinin, hortumcu, vurguncu ve faizcilerin kucaklanışına yedeklemek demektir. Benzeri sözcüklerle “tüm toplum kesimlerinin kucaklanması”ndan söz açarak, “kucaklamak” ne kelime, Sabancılar, Koçlar önünde temenna edilişini örtme, kendi çıkarlarının da dikkate alınacağı beklentisi yayarak işçi ve emekçileri avutma, burjuva yönetme sanatının başta gelen yöntemlerinden olagelmiştir.
Program’da burjuva yönetme sanatının kucaklayıcı kullanımıyla amaçlanan açıklanmakta ya da “kucaklama”nın siyasal boyutuna atıfta bulunulmaktadır: “İcraatımız ile genel olarak devlet ve toplum arasındaki bağları daha güçlü hale getireceğimize, … siyaset kurumu ile toplum arasında güveni yeniden tesis edeceğimize ve halkın talep ve beklentilerine azami düzeyde cevap vereceğimize inanıyoruz.”
“Tüm toplum kesimlerini kucaklama” “halkın talep ve beklentilerine azami düzeyde cevap verme” ve Program’da “hükümetin misyonu” ilan edilen “siyasi iktidarı halkın talep ve beklentileri doğrultusunda kullanma” görüntüsü yaratma önemlidir. Çünkü 3 Kasım Seçimleri’nde halk, bu görüntünün yaratılmasına boş verip IMF’ye yaranma tutumuyla “popülizmden uzak durma” açıklamaları yaparak kendisini yoksullaştırıp sefalete iten politikaları izleyen burjuva partilerini kötü cezalandırdığı gibi, düzenden kopma yoluna girdiğini, kitlelerin devlete güvenlerinin ciddi biçimde zedelendiğini göstermiştir. Şimdi AKP bundan ders almış görünmektedir; en azından görüntü yaratmaya önem vereceğini söylemektedir. Kendisi neyse, burjuvazi bir başka partisini AKP yerine ikame edebilir, ama devlet ve toplum arasındaki bağlar zayıflamaktadır ki, en tehlikelisi budur. Devletin yerine halkçı olmayan bir başka devletin ikame edilmesi çok zordur!
Buradan, AKP’nin önemli bir işlev olarak toplumun ezilen kesimleriyle, halkla devlet arasındaki bağları sağlamlaştırmayı üstlendiği anlaşılmaktadır. Devletin halkçı bir devlet olmadığı, halkın sömürü ve baskı altında oluşuna dayalı bir aygıt olduğu kapitalizm koşullarında, AKP’nin üstlendiği işlevin anlamı açıktır: İşçi ve emekçileri, genel olarak ezilenleri kapitalizme ve kapitalist devlete bağlamak, sömürücü, baskıcı sınıfların ve baskı aygıtlarının yedeği kılmak. AKP sömürülen ve ezilen kesimlerin de çıkarlarını savunuyor görüntüsü altında, sömürüye rıza göstermelerini, beklenti içinde sömürü ve zor karşısında sessiz kalmalarını sağlamaya, kapitalist sistemi ve gerici burjuva devleti sağlamlaştırmaya çalışacağını açıklamaktadır. Çürüyen bir sistemin küçük azınlığının baskı aygıtı olan kapitalist “devletle toplum arasındaki bağları daha güçlü hale getirme” çabası, kaçınılmaz olarak yalanı ve aldatmayı gerekli kılar. İşsizleşmenin, yoksullaşmanın, sefaletin derinleşmesinin, tarımın ve hayvancılığın çökertilmesinin, sanayiinin köreltilmesi ve uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesinin politikalarını hayata geçiren ve bu yöndeki uygulamaların bekçiliğini yapan bir devletin, elinde geçim kaynağı ve hak bırakmayıp ezip dağıttığı toplum kesimlerine şirin gösterilmesi, yalana dayalı olmadan sağlanamaz.
AKP Hükümet Programı’nın öncelleri gibi kağıt üzerinde kalacağını AKP’lilerin de bildiği “iyiniyet” cümlelerinin asıl işlevi buradan gelmektedir.
Herkes bilmektedir ki, Tayyip Erdoğan ve AKP’si açıklık ve şeffaflıktan hiçbir zaman hoşlanmamıştır. T. Erdoğan’a yönelik “el altından yükünü tuttuğu” suçlamaları mahkemelerin konusu olmuştur, ama R. Koç tarafından bile “1 milyar dolarlık” bir büyüklük olarak ifşa edilmiştir. İstanbul Belediyesi ihalelerinin “eşe-dosta” verildiği (Albayraklar) ve bu grubun AKP finansörlerinden olduğu bilinmektedir. Yine T. Erdoğan “Devlet İhale Yasası”na bu yönüyle itiraz etmekte ve “duble yol ihalelerini 60-70 şirkete yedirtmem” demektedir. Ama Program’da “Çalışmalarımızı, toplumun tüm kesimleriyle diyalog ve işbirliği içinde, demokratik ve şeffaf bir ortamda sürdüreceğiz.” diye yazmaktadır. Yalandan kim ölmüş ki!
ABD ile Irak’a düzenlenecek saldırıya katılma pazarlıkları da tamamen “şeffaf” biçimde yürütülmektedir! Halka açıklanan henüz ABD’nin hiçbir isteğine “tamam” denmediği ve barış için çalışıldığı, “sonuna kadar barışın zorlanacağı”dır. Ama hava üsleri ve limanlarda genişletme inşaatları doludizgin ilerlemektedir.
AKP Programı, kuşkusuz yüzde yüz yalana dayalı değildir. Halkı aldatmayı amaçlayan bir metnin, yalan ve çarpıtmaların yanında, örneğin yalanı ya da çarpıtmayı üzerinden gerçekleştireceği belirli doğrulara, doğru saptamalara yer vermeye üstelik ihtiyaç duyacağı kolaylıkla tahmin edilebilir. Program metni de böyledir. Örneğin şu saptaması yanlış ya da yalan değildir: “Maalesef, ülkemiz elli yılı aşan çok partili siyaset tecrübesine rağmen, yeterince demokratikleşemeyen, temel hak ve özgürlüklerin tam olarak kullanılamadığı ülkeler arasında yer almaktadır. Genç ve dinamik nüfusuna, zengin doğal kaynaklarına rağmen, ülkemizde refah düzeyi yeterince yükseltilememiş, uluslararası alanda piyasalarda rekabet edebilecek bir üretim yapısı oluşturulamamış ve kişisel hak ve özgürlükler alanında istenilen düzeyde gelişme sağlanamamıştır.” Burada yalan değil ama herkesin bildiği gerçeklerin eksik saptanmasından söz edilebilir. Ülkemiz, “yeterince demokratikleşemeyen” değil egemenlerin buna niyet bile etmedikleri bir konuma sıkıştırılmış, “temel hak ve özgürlüklerin tam olarak kullanılmaması” bir yana kırıntıları bile yok edilmeye çalışılmış, refah düzeyi düşürülmüş, kişisel hak ve özgürlükler ise yalnızca küçük bir zümreye tanınmıştır. Eksiktir. Belki bu saptamalar hiç yapılmayabilirdi. Ama bu ülkede, türban takmak isteyenler de içinde olmak üzere kim hangi nedenle sesini çıkarmaya yeltense en azından cop ve gözaltılarla karşılaşmaktadır ve bu herkesin gözü önünde olmakta, dolayısıyla herkesçe bilinmektedir. Bunca işsizlik ve yoksulluk herkesin canını yakarken “refah düzeyi”nin düşüklüğü saptamasını yapmak bilineni tekrarlamaktır. Bu ve benzeri saptamalar yapılmadan, her gün bu belalar içinde yaşayan halkın ikna edilmesi ve kazanılması için bir zemin oluşturulması olanaksızdır. Saptamaları eksik yaparak bir mevzi kazanmaya yönelen AKP Programı, aldatıcılığını herkesin bildiği gerçekler üzerinde kurmaya, dolayısıyla inanılır olmaya çalışmaktadır.
TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER YA DA DEMOKRATİKLEŞME
AKP Programı, Hükümet’in “misyonu” içinde “halkın iradesinin yönetime yansımasını sağlama”yı da görmektedir. Demokratikleşmenin en başta halkın iradesi ve egemenliğinin önündeki bütün engellerin kaldırılmasını zorunlu kıldığı açık bir gerçektir. O halde kendine böyle bir “misyon” biçme “iyiniyet beyanı” olarak olumsuzlanamaz. Program’ın, bu yönüyle incelendiğinde, gerçeği nedir?
Programda şunlar da yazılıdır:
“Demokratik yönetim anlayışımızın hedefi, başta düşünce, inanç, eğitim, örgütlenme ve teşebbüs özgürlüğü olmak üzere, bütün sivil ve siyasi özgürlükleri güvenceye almak ve insanların korku ve endişeden uzak olarak, bireysel gelişimini sürdürebildiği özgür bir ortam sağlamaktır.
“Bu bağlamda, temel ve hak ve özgürlükler alanında insanlığın birikimi olarak da gördüğümüz uluslararası demokratik standartlar tüm politikalarımızda esas alınacaktır.
“Hükümetimiz temel hak ve özgürlükler alanında evrensel standartlara ulaşma kararlılığındadır.
“Bu çerçevede Hükümetimiz;
“Temel hak ve özgürlükleri, ülkemizin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde, özellikle Kopenhag Kriterlerinde belirtilen seviyeye yükseltmek için Anayasa ve yasalarda gerekli tüm değişikliği yapacaktır.
“Temel hak ve özgürlükler konusunda, toplumun değişik kesimlerinin sorunlarına ve taleplerine karşı duyarlı olacak, bu alanda çifte standartlara, kısır çekişmelere ve siyasi istismarlara izin vermeyecektir.
“İşkence başta olmak üzere, demokratik hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayan tüm insan hakları ihlallerinin üzerine kararlılıkla gidecektir.”
AKP Programı, temel hak ve özgürlükler konusunda inkarcı, yasakçı bir pozisyonda görünmemekte, üstelik “Mevzuatımızdaki pek çok yasakçı hükümler nedeniyle, ülkemiz hukuk devletinden çok kanun devleti görünümü vermektedir.” demekte; düşünce ve örgütlenme özgürlüğü de içinde olmak üzere tüm siyasal özgürlükleri güvenceye almaktan söz etmektedir. Dahası Program, Anayasa değişiklikleriyle yetinilmeyeceğini ve yeni bir Anayasa hazırlanacağını yazmaktadır:
“Artık ülkemize dar gelen yürürlükteki Anayasa yerine katılımcı ve özgürlükçü yeni bir Anayasa hazırlayacağız. Yeni Anayasamız güçlü bir toplumsal meşruiyete sahip, başta AB olmak üzere uluslararası normlara uygun, bireyin hak ve özgürlüklerini üstün tutan, çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi esas alan demokratik hukuk devleti anlayışını taşıyacaktır.”
Peki, bunlardan ne anlaşılmalıdır? Ülkenin demokratikleşmesi ve temel hak ve özgürlükler alanında AKP Hükümeti’ne güvenmeli miyiz, bu söylenenlerde önceden değinilen “iyiniyet beyanı”nı ve görüntüyü kurtarma aldatıcılığını aşan bir yön var mıdır?
“Halkın iradesinin yönetime yansımasını sağlama”, halkın iradesine dayalı olmayan, MGK ve “üst kurullar” türünden seçilmemiş organ ve kurumların yetkisizleştirilmeleri ve kaldırılmalarına yönelik tutumlar olmadıkça, en iyimser yorumla kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Ya da yasak savmaya, halkın, “iradesi”nin sözünü edip bu iradenin üstünlüğü için çalışmamak ve onu aldatmaya yöneliktir. Programda böyle bir atıf, üstü örtülü olarak bile yoktur. Şimdilik “takiyye” yapılıyor diye mi düşüneceğiz? Öyleyse, Irak saldırısına katılma konusunda kararın “askeriyeye bırakılması” tutumuna ne diyeceğiz? Nerede yüzde yüze yakını Irak saldırısına ve Türkiye’nin bu saldırıda yer almasına karşı olan halkın iradesi ve bu iradenin yönetime yansıması? Hayır, AKP takiyye değil aldatıcılık yapmaktadır.
Halkın iradesinin önündeki ciddi engellerden bir diğeri, IMF dayatmasıyla özellikle finans ve ekonomiye dair kararların alınması ve uygulamalarıyla yetkilendirilen “üst kurullar”dır. AKP henüz hükümeti kurmadan “üst kurullar” ve yetkilerinin sınırlandırılmasına ilişkin beyanlarda bulunmuş, ama en başta IMF’den sıkıyı gördüğünde bundan hemen vaz geçmiştir. Programda bu üst kurullarla ilgili yazılı olan ise şudur: “Makro politikaları oluşturma yetkisi hükümetlerde kalmak şartıyla, bağımsız ve özerk kurumlar ve kurullar düzenleme ve denetleme işlevini sürdürecek; özerk kurumların kamuoyuna, hükümete ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düzenli bilgi vermeleri sağlanacaktır.” “Şeker Üst Kurulu”, “BDDK”, “Gelirler Üst Kurulu” vb. gibi iki yüz dolayında üst kurul “halkın iradesi”ni hiçe sayarak ülke yönetimini üstlenecekler, ama sadece “kamuoyuna, hükümete ve TBMM’ye düzenli bilgi vermeleri sağlanacaktır”! Sonra da bizden AKP’nin “halkın iradesinin yönetime yansımasını sağlayacağı”na inanmamız istenecek!
Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere siyasal özgürlüklerle ilgili söylenenlere gelince, örneğin sendikal örgütlenme özgürlüğü örgütlenme özgürlüğünün temel bir yönü olmasına ve bu açıdan ülkenin içinde bulunduğu durum vehamet arzetmesine rağmen, bu konuda özel bir önlem öngörülmediği gibi, koca Program boyunca tek bir kez “sendika” sözcüğüne yer verilmiştir. Memurların grevli toplu sözleşmeli sendika hakkına ihtiyaçları yok mudur? Sendikasında örgütlenmeye çalışan her işçi işten atılırken bu konuda tek bir söze bile gerek yok muydu? Düşünce özgürlüğü sadece T. Erdoğan için mi gerekliydi? Erdoğan için “düşünce özgürlüğü” kapsamında bir “af” için Anayasa değişikliği bile göze alınırken, değişikliğin örneğin Bozlak ve Birdal’ı da kapsamına almasından neden kaçınılmıştır? Diğer “düşünce suçluları” kaderlerine mi terkedilecek? Sorular yanıtsızdır ya da yanıtsız bırakılarak yanıtlanmıştır.
Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, yalnızca lafı edilmenin ötesinde savunulacaksa, kuşkusuz böyle savunulmaz.
“Laf ola beri gele” araya sıkıştırılan “eğitim özgürlüğü” açısından durum daha vahimdir. “Eğitim özgürlüğünün güvenceye alınması”ndan söz eden Program’ın, bu “güvence”yi, milyonlarca çocuk ve gencin eğitim hakkının elinden alınmasında gördüğü yine kendi içeriğinden anlaşılmaktadır. AKP Programı, milyonların eğitim özgürlüğünü, kuşkusuz kar elde etme peşinde olan ve eğitimi, mal olarak, parayla satan “özel taşebbüs”e havale etmektedir: “ Eğitimin her alanında özel teşebbüs desteklenecek ve özel teşebbüsün eğitimdeki payı artırılacaktır.” Üstelik onları eğitim politikalarının belirlenmesinde söz sahibi kılacağı gibi, neoliberal “yönetişim demokrasisi”nin, yani özgürlüksüzlüğün dayanağı haline getirecektir: “Eğitim politikalarının belirlenmesinde ve hizmet sunumunda … özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının inisiyatif ve katılımları sağlanacak; eğitimde yönetişimci, demokratik bir anlayış sergilenecektir.”
Böyle bir “eğitim özgürlüğü”nün hiç savunulmaması savunulmasından iyidir! Burada “özgürlük” adına açık bir aldatıcılık yapılmaktadır.
Aynı tutum, Anayasa değişiklikleri yapılırken de izlenmiş, Avrupa’ya yaranma ya da “Tayyip’i kurtarma”nın ötesinde tutumlar geliştirilmemiştir. Yeni Anayasa yapılacağı Program’da yazılırken, hiç de az sayıda olmayan Anayasa değişikliği yapılmış, ama halk açısından aldatıcılığın ötesine geçilmemiştir.
“Kopenhag Kriterlerinde belirtilen seviye”ye ulaşmak ve “başta AB olmak üzere uluslararası normlar”a uygunluk, Anayasa ve yasalarda öngörülen değişikliklerin amacını ve içeriğini belirtmek üzere kullanılan standartlardır. Türkiye’nin demokratikleşmesinin, Program’da “uluslararası demokratik standartlar”a ve “temel hak ve özgürlükler alanında evrensel standartlar”a oturtulması öngörülmektedir. AKP’yi böyle standartları benimsediği için eleştirmek gerekmiyor; ancak bu standartların içeriği ve düzeyi de bilinmektedir ve hiç de savunulacak yanları yoktur. Neoliberal küreselciliğin, IMF-DB Programı’nın siyasal alanda dünya ölçeğinde dayattığı bu standartlar yalnızca görünüşte demokratiktir; tamamen uluslararası tekellerin talan düzenine uygun standartlardır. Hele 11 Eylül sonrası bu standartlar acınacak hale sokulmuştur. Sözü edilen standartların Türk Standartları olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.
Zaten Program da, “insan haklarına dayanan ve eksiksiz işleyen demokratik bir yönetimin hayata geçirilmesi için sivil toplumun güçlenmesini ve ‘yönetişim’ anlayışı içinde” olacağını belirtmektedir. “Yönetişim” demokrasisi (!) tam bir IMF “demokrasisi”dir ve bırakalım temel hak ve özgürlüklerin garanti edilmesini, tekeller ve tekelci burjuvazi dışında kimsenin nefes almasına fırsat tanınmamasının örgütlenmesidir. (Bkz: Özgürlük Dünyası, s. 120, “Emperyalizmin yeni demokrasisi: Yönetişim”)
Üstelik Program, “yönetim ve karar alma sürecinin her aşamasında toplam kalite anlayışını benimseyeceği”ni yine IMF-DB dayatması bir demokrasi “standartı” olarak ilan etmekte ve bugünden işçilerin bir kesiminin zorunlu olarak tecrübe ettikleri, AKP’nin memurlara da dayatacağını açıkladığı emekçilerin birbirinin “kurdu” kılınması “standartı”na yer vermektedir. AKP’nin demokratikleşme ve temel hak ve özgürlüklerin garanti edilmesi adına, tekellerin IMF-DB programında dile gelen halkın halka kırdırılması ve halkın örgütlenmesi yerine birbiriyle rekabet halinde örgütsüz bireyin geçirilmesiyle halk üzerindeki baskının derinleştirilmesini amaç edindiğini saptamak yerinde olacaktır.
Programda aldatıcı olmayan ve gerçekten savunulan özgürlük türü, “teşebbüs özgürlüğü”dür, ki ona yapılan vurgu, hem sözü edilen stardartlarla hem de yönetişimci yönelimle uyumludur. Burada sorulması gereken soru ise şudur: Bu ülkede teşebbüs özgürlüğü yok mudur ya da zaten işlemekte olan tek özgürlük türü teşebbüs özgürlüğü değil midir? Kimin şirket kurarken önünde engel vardır? Hatta hangi şirketin “vergi kaçırma özgürlüğü” engellenmektedir? Kimin malına-mülküne, banka hesaplarına el konulmaktadır? Öyleyse geriye, “teşebbüs özgürlüğünün garantiye alınması” dendiğinde, kastedilebilecek birkaç şey kalmaktadır. Özü sınırsız sömürü ve devlet olanaklarından yararlanma özgürlüğü olarak tanımlanabilecek birkaç şey!
Birincisi, çalışma yaşamı ve mevzuatının, “teşebbüs özgürlüğü” adına tam bir dikensiz gül bahçesine dönüştürülmesidir. Program, “teşebbüs özgürlüğü”nün bu yönden derinleştirilmesine değinmektedir: “İş Kanunu gibi temel kanunlarımız çağdaş gelişmeler ve AB normları dikkate alınarak güncelleştirilecektir.” Bu açıdan önceki Hükümet döneminde Konfederasyonlarla da el ele oluşturulan bir “Bilim Kurulu” tarafından, “çağdaş gelişmeler ve AB normları”nın “gereği” olarak 1475 sayılı İş Kanunu’nu telafi çalışması, ödünç işçi vb. yönleriyle tam bir esnekleştirmeye tabi tutarak değiştirmeyi öngören bir yasa taslağı hazırlanmıştır. (Taslağa ilişkin bkz: Özgürlük Dünyası, s. 123, “İşçi haklarına saldırı”) Sermaye örgütleri ve sözcüleri, sömürünün olağanüstü yoğunlaşmasına dayanaklık edecek bu yasanın bir an önce çıkması için ya da “teşebbüs özgürlüklerinin garantiye alınması” için bastırmakta ve hükümetten olumlu yanıt da almaktadır. Hükümet, İşgüvencesi yasasının yürürlüğe girme tarihi olan Mart’tan önce bu taslağı yasalaştıracağını ilan etmiştir.
İkincisi, bu “özgürlük”ün özelleştirmelerle, yani devlet olanaklarının bu yönden peşkeş çekilmesiyle garanti edilmesidir ki, Program, sözü edilen “özgürlüğü” bu açıdan da “garantiye almaktadır”. Hükümetin ekonomide gerçekleştireceği “yapısal reform programı”nın temel bir maddesi “özelleştirmenin hızlandırılması”dır. AKP Hükümeti’nin KİT’lerin özelleştirilmesindeki kararlılığı, kuşkusuz yerli ve yabancı sermayedarların “teşebbüs özgürlüğü”nün, burjuvaziye yeni ve tatlı kar olanakları sağlanarak garanti altına alınmasına ilişkindir. Artık bu “özgürlük”ün pekiştirilmesi, ilişkin olduğu kadarıyla, özelleştirme uygulamalarıyla değil ama bu uygulamaların hızlandırılmasıyla ölçülmektedir: “KİT’lerin özelleştirilmesinde kararlı olan Hükümetimiz, özelleştirme süreç ve uygulamalarını hızlandırmaya yönelik politikalarını oluşturacak ve gerekli tedbirleri alacaktır.”
Üçüncüsü, “teşebbüs özgürlüğü”, faiz dışı fazla IMF’nin isteğine uygun olarak yüksek oranda tutulup kaynaklar ezilen yığınların geçimine ve yaşam koşullarının iyileştirilmesine değil ama rantiyeye borç ve faiz ödenmesine ayrılarak garantiye alınmaya çalışılmaktadır: Seçim öncesi yüksek faiz dışı fazlaya itiraz eden AKP, “teşebbüs özgürlüğü”nün gereklerine kolay uyum sağlamış görünmektedir. Rantiyenin müteşebbislikle ne ilişkisi mi var? Hangi özellikle büyük müteşebbis gelirlerinin çoğu durumda tümünü rant gelirlerinden sağlamıyor ve genellikle teşebbüslerinin zararını rant gelirlerinden karşılamıyor ki? Büyük sermayeye “teşebbüs özgürlüğü”nü gerçekleştirmek üzere tatlı faiz rüşveti çok mu görülecek? Ve genel olarak rantiyeye Program uyarınca vergi dışı tutulan ve yasaya da bağlanan 706 milyar liralık faiz gelirinin garantiye alınması, doğrudan emeğiyle geçinenlere karşı bir “özgürlük” olsa bile, “teşebbüs özgürlüğü” açısından gerekli sayılıyorsa, bu, sömürülen yığınlara, AKP’nin “temel hak ve özgürlükler”le ilgili yaklaşım ve tutumu hakkında bir fikir verecektir.
Dördüncüsü de sağlanacak vergi kolaylıkları bakımından bu “özgürlük”ün garantiye alınmasıdır ki, söylendiği gibi, “vergi indirimi”nin sıfırlanma boyutuna vardırılmasının bir örneği olarak faiz gelirlerinin vergi dışı tutulmasında bunun gereği AKP Hükümeti tarafından çoktan yerine getirilmiştir. Program, bunu ve benzeri uygulamaları önceden haber vermiştir: “Bu kapsamda, faiz dışı fazla hedefi içinde kalmak şartıyla, verimsiz harcamalar kısılarak üretken harcamaların artırılması veya ekonomik aktiviteyi canlandıracak vergi indirimlerine gidilmesi gibi önlemler dikkatle değerlendirilecektir.”
Beşincisi, vergi indirimlerinin de unsurlarından biri olduğu teşvik önlemleriyle “teşebbüs özgürlüğünün garantiye alınması”dır. Program’da buna vurgu yapılmaktadır: “Halen teşvik belgesi kapsamında uygulanan ve gereksiz bürokratik işlemleri içeren vergisel destek unsurları, AB mevzuatı ve diğer uluslar arası yükümlülüklerimiz de dikkate alınarak ilgili Kanunlarda yapılacak değişiklikler ile teşvik belgesiz ve otomatik olarak KOBİ’ler de dahil tüm yatırımlara uygulanır hale getirilecektir.” Ancak “teşvikler” yalnızca vergi indirimleriyle sınırlı sayılmamalıdır ve örneğin ihracat teşvikini de içermektedir: “İhracat teşvik mevzuatı, uzun dönemli stratejiye göre ilgili tüm kuruluşların koordinasyonu sağlanarak revize edilecektir.”
Yetmemektedir:
“Yatırımlarda Devlet Yardımları Çerçeve Kanunu çıkarılacak ve bu kapsamda,
· Yatırımcılara bedelsiz arsa tahsisi sağlanacaktır.
· Doğrudan Yabancı Yatırımların özendirilmesiyle ilgili düzenlemeler yapılacaktır.”
Burada, başa dönebilir ve “toplumun tüm kesimlerini kucaklama” vaadinin siyasal yaşamda ne anlama geldiğinin altını çizebiliriz: Sermayedarlara, özellikle en büyüklerine emekçi yığınların geçim olanakları, hakları ve çalışma koşullarının kötüleştirilmesi, bu amaçla mücadele olanaklarının daraltılması ve iktisadi köleliğin yanında siyasal yaşamdan da tamamen dışlanmaları pahasına “teşebbüs özgürlüğü”nün garanti edilmesi. Toplumun tüm kesimleri başka türlü “bir arada” ve tümü birden kucaklanamaz. Bu noktada, işçi ve emekçilerin direnme imkanını yatıştırıp sınırlayarak müteşebbisleri daha da özgürleştirecek bir altıncı AKP yönelimine işaret edilebilir. Bu, aynı zamanda hükümetlerin sürekliliğini ve AKP Hükümeti’nin öncellerinden bir farkı olmadığını ortaya koymaktadır. “Toplumsal mutabakat” arayışı, genel olarak sermayenin ve tüm hükümetlerinin tutumu olmuştur; çünkü hiçbir toplum sadece zora dayalı olarak uzun süre yönetilemez. AKP, sermayenin çıkar ve isteklerinin emekçilere kabul ettirilmesi demek olan bu mutabakatın bir aracı ve platformu olarak ve üstelik yerelleştirilmesini de öngörerek “Ekonomik Sosyal Konsey”in etkinleştirilmesini gündemine almıştır: “Ulusal düzeyde “Ekonomik ve Sosyal Konsey” etkin olarak çalıştırılacak, bölgesel ve yerel düzeyde özel kesimin ve sivil toplum örgütlerinin kamu yöneticileri ve siyasi yetkililer ile bir araya geleceği benzeri yapılar geliştirilerek yaygınlaştırılacaktır.”
Kolaylıkla anlaşılmaktadır ki, AKP Programı’nın siyasal özgürlüklere ilişkin tutumunun diğerlerini de koşullayan temel yönü “teşebbüs özgürlüğü”yle ilgili garantörlüğüdür. Kapitalist krizin sürdüğü ve aşılmasına için alınması gereken önlemlerin masaya yatırıldığı koşullarda, AKP ne kaynak varsa tümünü –“sosyal boyut” ve “sosyal adalet”e ilişkin vaadlerin sermayenin bu özgürlüğünün derinleştirilmesi üzerinden bir aldatıcılık olarak ileri sürüldüğünü göreceğiz– özgürlüğünü gerçekleştirebilmesi amacıyla sermayeye aktarmayı çıkış yolu saymaktadır. Ancak bunun, zaten elinde avucunda bir şey bırakılmayan ve Hükümet’ten durumunun iyileştirilmesine yönelik beklentiler içinde bulunan emekçilerin ses çıkarma ve tepkilerini geliştirme olanaklarına saldırılarak ve temel hak ve özgürlüklerinin daha da kısılarak gerçekleştirilebileceği ortadadır. Öyleyse, işçi ve emekçiler, Ekonomik Sosyal Konsey aracılığıyla yatıştırma ve aldatıcılık yanında, AKP yönetiminden, Programı’nda ne yazarsa yazsın, özgürlükler değil baskı ve zor beklemelidirler.
AKP Programı, siyasal açıdan, yalnızca sermaye ile emek karşıtlığına yaklaşımı ve doğrudan taraf oluşuyla değil ama, sınıf tutumunun belirlediği içeriğine ilişkin iki temel noktadan daha baskı ve zoru koşullamakta ve öngörmektedir. Kürt sorunu ve güncel olarak tüm yakıcılığıyla Irak sorununun odağında bulunduğu dış politika.
KÜRT SORUNU VE PROGRAM
AKP Programı’nın temel bir özelliği Kürt sorununa, “Güneydoğu sorunu” olarak bile hiç değinmemiş olmasıdır. Gerçi metinde “farklılıkların çatışma unsuru olarak değil zenginlik kaynağı olarak görüldüğü” belirtilmektedir; ama bu, genel bir ifade olmanın ötesine geçmemektedir. Sözü edilen “farklılık” emek-sermaye “farklılığı”na mı ilişkindir, “işçi-memur” farklılığına mı yoksa Alevi-Sünni farklılığına mı; belirsizdir. Yoksa, Türk-Kürt farklılığı da içinde olmak üzere tümüne mi?
Program, soruna “gösterdiği” ilgiyle Kürt sorununu bir yandan yok saymakta, bir yandan da sadece “farklılıkların çatışma unsuru olarak görülmediği”ni belirterek, ima yoluyla, yumuşak bir soğumaya terk etmekte, ama böylelikle de bir hak sorunu saymadığını göstermektedir. Her halükarda, tümden yok sayarak ya da hak sorunu görmeyerek, bugünkü durumun sürdürülmesini esas almakta, bu alanda yapacak şeyi bulunmadığını açıklamış olmakta, en ileri noktada, çatışmadan yana olmadığını ima etmektedir.
T. Erdoğan’ın Rusya’da bir Kürt işçiyle tartışmasındaki “Kürt sorunu yoktur” içerikli söylevi, Program’ın ruhunu yeterince açıklayıcıdır. AKP, böyle bir siyasal sorunun varlığını kabul etmemekte, çatışma istemiyor sayılsa bile inkarcılık yapmakta, dolayısıyla hak talepleri karşısında ilgisizliğini ortaya koymaktadır.
Bu yaklaşımla, Kürt sorununun, önceki Hükümet döneminde bile tartışma konusu olmaya eğilimli alt başlıkları tartışma dışına itilmektedir. Koruculuk sistemi ne olacaktır, köye dönüşün engellenmesi sürdürülecek midir, köylü göçmenlerin zararları tazmin edilecek midir; “uyum yasaları”na karşın sürdürülen isim yasakları, Kürtçenin kullanılmasının önündeki engeller, anadilde eğitim ve yayına ilişkin gülünç durum devam mı edecektir; cezaevlerindeki binlerce Kürt siyasal tutuklu ve hükümlü “kader kurbanı” mı sayılacaktır, milyonlara mal olan genel af talebi görmezden gelinecek, cezaevlerinde genel bir uygulama olan tecrit ve çürütme tutumu sürecek midir? Sorular artırılabilir. Ancak sorunun kaynağında inkarcılığın yattığı bilinirken, bu tutumun sürdürülmesinin isyan duygularını körükleyeceği açıktır. AKP, belki açıktan “rest” çekmeden, bugünkü koşullar kabul edilmiyorsa “siz bilirsiniz” demeye getirmektedir.
Tüm “toplumsal mutabakat” yanlısı söylemine ve “toplumun tüm kesimlerini kucaklama” vaadlerine rağmen, AKP Programı, Kürt sorununu siyasal bakımdan çözümü dayatan siyasal bir sorun olarak yok sayarak, varlığını inkar etmiyor olsa bile (bunu, T. Erdoğan’ın Rusya’da yaptığı “açıklamalar”dan anlıyoruz), Kürtleri “mutabakat” aranması gereken “toplumsal kesimler”den saymamaktadır. Ya da buradan bir kez daha öngörülen “toplumsal mutabakat”ın gerçek içeriğini anlayabiliriz: Tıpkı diğer ezilen kesimler gibi, Kürtlerin de, hakları yok sayılarak ve gönüllü olarak egemenlerin peşine takılmalarına yönelik olarak “mutabakatları” aranmaktadır! Baskıya, haksızlıklara, diz boyu eşitsizliğe ses çıkarmayıp katlanmaları, T. Erdoğan’ın önerdiği gibi “Kürt sorunu yoktur” diye düşünmeleri halinde Kürtler kendilerini tamamen “özgür” hissedebilirler!
Program’da “güzel laflar”, “tatlı vaadler”, söylendiği gibi, yok değildir. Ancak amacı ve hedefi somut olmamanın ötesinde, her hükümet programında yer alması adetten olan ve kimsenin “madem programına aldın, haydi yap” demediği türden “güzellikler”dir bunlar. Lideri yasakçılık ve hukuk-ötesi baskılardan payına düşeni alan bir partinin Programı’na yazdığı örneğin şu cümlelere kim ne diyebilir: “…devletin topluma ve bireylere dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep aidiyeti gibi sebeplerle ayırım gözetmesi söz konusu olmayacaktır.” Başka ayrımcılıklarla birlikte dil üzerinden ayrımcılığa karşı söylediği laf, belki de Program’ın en güzel lafıdır. Ama hepsi o kadar! Sorunun AB uyum yasaları çerçevesinde gündeme geldiği ve ardından neredeyse “sıfır”a yakın bir “hak tanınması” ile geçiştirildiği koşullarda, ve üstelik Hükümet birkaç “uyum yasası”nın daha çıkarılmasını iş edinmişken, dil eşitsizliği sorunu çözülmüş mü sayılmıştır. Ne Acil Eylem Planı’nda ne de Program’da dil eşitsizliğinin giderilmesine ilişkin bir somut hedef konmuştur. Hala isimler yasaklanır ve radyo-TV yayıncılığı “yarım saat-bir saat” eşitsizliğiyle RTÜK’ün insafına terk edilmişken, resmi dil dayatması sürer ve anadilde eğitim kurslara indirgenmişken dil ayrımcılığının bittiği mi düşünülmektedir? Kürt diline ilişkin olduğu da belirtilmeden güzel laf söylemenin ötesinde ayrımcılığın giderilmesine ve bunun için neler yapılacağına dair bir plan, program yoktur. Tamam, güzel de, bununla yetinilmesi istenmektedir.
Başka güzel laflar da söylenmektedir. Örneğin: “Demokratik ülkelerde; hukukun evrensel ilkelerine saygı, hak arama yollarının açık tutulması, kanun önünde eşitlik, bireysel veya örgütlü olarak hak ve özgürlüklerin kullanılması ve idarenin hukuka bağlılığının sağlanması temel değerlerdir. Bu değerlerin hayata geçirilmesiyle toplumda barış ve birlik sağlanacak, toplumun kamu yönetimine güveni kalıcı olarak tesis edilecektir.”
Sorunlar, genellik ve soyutluk halinde kayda alınır veya saptanırsa kimseye bir yararı yoktur ya da sadece saptamayı yapana ve ardındaki sınıf ve zümre dayanaklarına yararı olacaktır. Tehlikesiz olanın bu olduğu düşünülmektedir.
“Kanun önünde eşitlik”, “bireysel veya örgütlü olarak hak ve özgürlüklerin kullanılması”, “idarenin hukuka bağlılığının sağlanması”; tümü ciddi sorunlardır, hiçbiri Türkiye’de yoktur ve elde edilmeleri önemli mücadeleleri gerekli kılmaktadır. Sadece sayılan bu üç sorunun bile elde edilmesi, ülkede ciddi bir alt-üst oluş ve iktidar değişikliğiyle gerçekleşebilir. Talep olarak üçü de, demokratikleşmenin, demokrasinin –bunun burjuva karakterde bir demokrasi olması yakıcılığı ve öneminden azaltmaz– özüne ilişkindir. Soyutlukları içinde “güzel”dirler ve kulağa hoş gelmektedirler; zaten bu amaçla söylenmişlerdir. Peki ya somuta, özele ilişkin Program’ın yaklaşımı, uygulama hedefi nedir, belli değildir.
“Kanun önünde eşitlik”, biçimsel hukuki içeriğiyle siyasal eşitlikten başka bir şey değildir: Kanun önünde herkes eşit sayılacaktır. Türkiye’de böyle olmadığını biliyoruz. AKP lideri bile, kendisine yasaklar dayatılarak, seçilme hakkı bakımından kanun önünde başkalarıyla eşit sayılmamıştır. Soru şudur: Sadece T. Erdoğan mı kanun önünde eşit olacaktır, herkes, tüm toplumsal sınıf ve kesimler, tümünün her mensubu mu? Kısacası, Kürtler de başka herkes gibi “kanun önünde eşit” sayılacaklar mıdır? Örneğin her Kürt, tıpkı her Türk gibi, çocuğuna istediği ismi verebilecek midir? Kürtler de, tıpkı Türkler gibi, kendi dillerini istediklerince kullanmaları, anadillerinde eğitim görebilmeleri, yayın yapabilmeleri vb. bakımından “kanun önünde eşitlikleri” tanınacak mıdır? “Kanun önüne” bile getirilmeden binlerce Kürde reva görülen “faili meçhuller” sürecek midir ya da bunların hesabı “kanun önünde” ve “eşitlik” uyarınca sorulacak mıdır? Kanun önünde eşitlik” gereği olarak, Batı illerinde bulunmayan koruculuk Diyarbakır’da, Batman’da ve benzeri illerde de kaldırılacak mıdır? Manisa’nın köylüsü köyünde yalnızca ekonomik eşitsizliklerle boğuşarak –serbestlikten ne kadar yararlanabildiği ayrı bir tartışma konusu olsa da– serbestçe yaşayabilirken, köylerinden koparılmış Kürt köylülerinin “kanun önünde eşitlik”ten yararlanıp zararları karşılanarak köylerine dönmeleri sağlanacak mıdır? Sorular artırılabilir. Program bu soruları yanıtsız bırakmakta, Kürtlerin sorunlarını sorun saymayarak inkara yönelmekte, Kürtleri “kanun önünde eşitlik”in kapsamına dahil etmediği anlaşılmaktadır.
“Bireysel veya örgütlü olarak hak ve özgürlüklerin kullanılması” soyutluğunun “güzelliği”, ama somutta bunun da Kürtleri “kapsama alanı”na almaması bakımından da benzer şeyler söylenebilir. Hangi Kürt bireysel olarak haklarını kullanabilmektedir ya da kullanabilmesi için Program ona hangi açılımları sunmaktadır? Kürt sermayedarlarının bile, Kürt olmaktan gelen haklarını ileri sürdüklerinde başlarının belaya girdikleri ve hiç de az sayıda olmayan faili meçhullere kurban gittikleri bilinmektedir. Hele hak ve özgürlüklerin “örgütlü kullanılması” bakımından vahim bir durum olduğu malumdur. HADEP seçime katılma hakkını kullanamamıştır. Önceden çok sayıda Kürt partisi kapatılmıştır. Anadilde eğitim hakkı için en masum yolu seçerek dilekçe veren öğrenciler, hukukta hiç yeri olmadan okuldan atılmış, tutuklanmıştır. Kürtlerin “örgütlü olarak hak ve özgürlükleri kullanması” olanağı bulunmamakta ve Program somut olarak bu olanağın sunulmasına dair tek laf etmemektedir.
Peki, o zaman, Program’ın “kanun önünde eşitlik”in ve “bireysel ve örgütlü olarak hak ve özgürlüklerin … hayata geçirilmesiyle toplumda barış ve birlik sağlanacak, toplumun kamu yönetimine güveni kalıcı olarak tesis edilecektir” türü güzel ama soyut laf yığınından ne anlamak gerekiyor? Tek açıklamayı T. Erdoğan Rusya’da yapmıştır: “Kürt sorunu yoktur. Kürt sorunu olmadığını düşünürsen, Türk de vardır Kürt de vardır.” İstenen, sorunlarına ve haklarına sahip çıkmayan Kürt’tür. Peki sorunlarına ve haklarına sahip çıkmayan Kürt, Kürt müdür? Kürtlüğünün farkında olmayan Kürt– Program’ın istediği ve öngördüğü Kürt budur.
Bu yönüyle Program, Kürtlerle işçileri aynı kategoriye sokmaktadır. Çıkarlarını savunmaz, haklarını aramazsan, kuşkusuz sermaye ve düzeniyle “mutabakat”a hazırsan, sorunun olmadığını düşünürsen “kanun önünde eşitsin”, “mutabıkız”! Bu durumda, AKP Programı, Kürtlerin de ağızlarına bir parmak bal çalmaya hazırdır. Gerçi yine tek bir “Kürt” sözcüğü kullanılmamakta ve Kürtlere yönelik olup olmadığı ortada ve muğlak bırakılmaktadır, ama Kürt sorununun ekonomik bir sorun olduğu yönünde bir ima vardır: Türkiye’de bölgesel eşitsizlik ve dengesizliklerden söz açıldığında, ilk akla gelenin, Kürtlerin nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturduğu Doğu ve Güneydoğu olduğu gerçektir. Program “kim ne anlarsa anlasın” lastikli ifadesiyle, dolayısıyla Kürtlerin karşı karşıya bırakıldıkları bölgesel sorunlar ve gerilikle ilgili bir şey söylemiş ve önüne görev koymuş olmadan “servetin toplum kesimleri ve bölgeler arasındaki dağılımında adalet sağlanamamıştır” saptamasını yapmakta ve “gelir dağılımı başta olmak üzere sosyal ve bölgesel dengesizlikleri gidermeye yönelik tedbirleri almak”tan söz etmekte, Kürtlerin bu imalarla yetinmesini istemektedir. Üstelik bu amaç ve hedef belirsizliği içinde, hangi “bölge”nin kastedildiği belli olmadan, kendisine, “bak hele!” dedirtecek görevler de biçmektedir: “Hizmeti etkin bir şekilde götürecek ölçeğe sahip alt bölgeler bazında Bölgesel Kalkınma Kurumları oluşturulacak, ulusal stratejilerle uyumlu, bölge potansiyeline odaklı bir yaklaşımla bölgesel kalkınma plan ve programları uygulanacaktır.”
“Kanun önünde eşitlik” ve hak ve özgürlüklerin örgütlü olarak kullanılması” gibi, “bölgesel dengesizlikleri gidermeye yönelik tedbirler almak” ve “bölgesel kalkınma plan ve programları uygulanacağını” ilan etmek de tatlı vaadlerdir. Ancak, görüldüğü gibi, hiçbir somutluğu olmayan aldatıcılıktan öteye gitmemektedir. Program, AKP’ye ilişkin yaratılmış beklentiye yaslanarak beklenticiliği körüklemenin programıdır. Kürtlere de “bekleyin, düzelteceğiz inşallah!” demektedir. Ama birikmiş çözümsüzlüklerin ve altında yatan haksızlıklar ve inkarcılığın bu aldatıcılıkla yatıştırılabileceği beklenmeli midir? Kürt sorununun bugünkü boyutunda sonuç vermeyeceği baştan belli olan bu tutumun, yeni baskılara davetiye çıkarmak olduğunu söylemek kehanet sayılamaz.
ABD İŞBİRLİKÇİLİĞİ, BÖLGESEL HESAPLAR, IRAK VE PROGRAM
Programın dış politikaya ilişkin bölümü, “Hükümetimiz, Türkiye’nin tarihine ve coğrafi konumuna yaraşır, önyargılardan ve saplantılardan arınmış, karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı, gerçekçi bir dış politika izleyecektir. Diğer ülkelerin toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygılı olan Türkiye…” diye başlamaktadır.
Tamamen güncelleşen, ABD’nin peşinde ve kuşkusuz toprak bütünlüğüne ve egemenliğine karşı saldırıya katılmaya, TSK’ni Kuzey Irak’a yerleştirmeye başladığımız “Irak sorunu” kapsamında, daha mürekkebi kurumadan Program’ın değersiz bir kağıt parçası haline geldiği görülüyor. Ya da hükümet programlarının yazdıkları başka öngördükleri başka metinler olduğunun bir başka kanıtıyla karşı karşıyayız.
Kim Hükümet’in örneğin Irak’ın egemenliğine saygı duyduğunu ileri sürebilir! Saygı duyuyorsa, örneğin neden ABD tarafından Irak’ın kuzeyi ve güneyinin uçuşa yasak bölge ilan edilmesine karşı çıkmadığı gibi, ABD’ye bu yasağı uygulaması için İncirlik’i neden kullandırdığını açıklamak zorundadır. Saygı duyuyorsa, şimdi neden 14 hava üssü ve 5 limanı ABD’ye açmıştır ve 125 bin Amerikan askerinin öncü birliklerinin ülkeye girişine izin vermektedir. Hükümetin Irak’ın egemenliğine saygı gösterdiği yoktur. Bunu genelleme olarak söylemekle birlikte, Irak söz konusu olduğunda saygısı, sadece “toprak bütünlüğü”ne saygıya gerilemektedir: “Türkiye, yakın komşusu Irak’la ilgili belirsizlikten tedirginlik duymaktadır. Hükümetimiz Irak’ın toprak bütünlüğüne ve siyasi birliğinin korunmasına büyük önem atfetmektedir. Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulması Orta-Doğu’daki tüm dengeleri değiştirecektir. Hükümetimiz, Irak yönetiminin Birleşmiş Milletler kararlarını tam olarak uygulaması, kitle imha silahlarından arınmış, komşularıyla barış içinde yaşayan bir Irak’ın uluslararası toplum içindeki yerini alması ve sorununun barışçı yönden çözümünden yanadır.”
“Egemenliğe saygı” bir kalem darbesiyle düşürülmüştür. Üstelik uluslararası ilişkilerin temel bir ilkesi olan “içişlere karışmama”nın Program’da sözü edildiği yoktur. AKP, “gaflete düşerek” Programı’na fiili durumu geçirmiştir; TSK yıllardır Kuzey Irak’ta üslenmiş ve dolayısıyla Türkiye Irak’ın içişlerine karışıyorken bu ilkeyi unutmuştur! İçişlerine karışılıyorsa, bir ülkenin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygıdan söz edilebilir mi? Zaten Program da, özel olarak Irak’ı, egemenliğine saygı göstermeye değer bulmamaktadır. Ama “toprak bütünlüğü”ne önem verdiğini söylemektedir. Bunun Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulması olasılığı ile bağlantılı olduğu, yoksa Irak’ın toprak bütünlüğünün de AKP’nin umurunda olmadığı kesindir. Çünkü AKP ve Hükümeti, örneğin Afganistan’ın toprak bütünlüğünün ve siyasi birliğinin çiğnenmesi ve bu durumun Kabil’in “bekçiliği”nin TSK tarafından üstlenilmesiyle sürdürülmesi karşısında ne Programı’nda ne de fiiliyatta bir tutum açıklamıştır.
AKP ve Hükümeti, ABD’nin peşinde çoktan Irak’ın içişlerine karışmış, egemenliğini ve toprak bütünlüğünü hiçe sayarak ABD’nin saldırganlığını, sağladığı üs, liman ve asker barındırma olanaklarıyla cesaretlendirerek Türkiye’yi bir “savaş cephesi” yapmıştır.
Irak’a yönelik olarak bir yandan hazırlıkları yapılan ve bir yandan da başlatılmış olan saldırı Amerikan saldırısıdır, ABD ve tekellerinin çıkarlarının ifadesidir. Hükümet ve tüm ülke de bilmektedir ki, Türkiye’nin Irak’a yönelik saldırı ve Amerikan savaş arabasına binmesinden hiçbir çıkarı yoktur, ama göreceği çok yönlü zararlar vardır: Ekonomik, siyasal, can kayıpları gibi. ABD, Irak’ı hedef göstererek, Türkiye topraklarına askerleriyle ve çok güçlü biçimde yerleşmeyi ve Türkiye’yi, Irak’ın ardından İran, Hazar Bölgesi, Ortaasya vb. sıralamasıyla devam edecek enerji kaynaklarına el koyma ve dünya egemenliği kavgasına, stratejik bir üs alanı olarak kullanmak üzere, sürüklemeyi planlamakta ve bu planını uygulamaktadır. AKP, “Kürt devleti” ve Irak’ın sadece “toprak bütünlüğü önemlidir” kısırlığıyla zamanını tüketirken, seçim meydanlarında laf attığı IMF borçları ve teslim alıcılığının da önünde eğilerek ABD planlarına uygun adımlar atmakta, Türkiye’yi, bir zamanlar Enver Paşa’nın yaptığı gibi, hiçbir zaman içinden çıkamayacağı büyük bir batağa sürüklemektedir.
Ama yine de AKP yaklaşımının pek de “kısır” olmadığı belirtilmeli, ABD peşinden sürüklenişinin isteyerek ve gönüllü olduğu; ve bu nedenle, Programı’nın akışı içinde bile esneklikler yapabildiği, ve örneğin Irak’ın egemenliğine saygıdan kolaylıkla vaz geçebildiği saptanmalıdır. Program’da şunlar söylenmektedir: “Değişen bölgesel ve küresel gerçekler karşısında, Türkiye’nin dış politika önceliklerini yeniden tanımlaması ve bu gerçekler ile ulusal çıkarları arasında yeni bir denge oluşturması gerekmektedir. Bu çerçevede, Hükümetimiz, Türkiye’nin dış politikasını uzun vadeli bir perspektifle, yeni dinamiklere dayanan bölgesel ve küresel konjonktürle uyumlu hale getirecektir.”
Burada, Irak’ın toprak bütünlüğü ve egemenliği sorunu karşısındaki tutumun, saygıdan saygısızlığa değişmesinin, esnekliğinin nedenini buluyoruz. Küresel ve bölgesel gerçekler değişmektedir, değişmiştir. Artık çalışma yaşamından bölgesel ilişkilere kadar her şey esnekleşmelidir! Değişen bölgesel ve dünya gerçeği, dış politika önceliklerini yeniden tanımlamayı gerektirmiştir. Dün, komşularımızın toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı gösteriyor olabilirdik; ama şimdi “gerçek” değiştiğine göre, buna mecbur değiliz! Irak’tan söz edilmese bile, diplomatik dilde yeterli açıklıkla söylenen; hele Irak karşısında izlenen dünkü politika ile bugünkü arasındaki kopukluk ve zıtlık dikkate alındığında, net olarak budur.
Şimdi gerekli olanın, değişen küresel ve bölgesel gerçeklerle ulusal çıkarlar arasında yeni bir denge oluşturmak olduğu düşünülmektedir: Türkiye’nin dış politikası, küresel değişiklikleri “iyi saptayan” ve öyle Irak’ın egemenliği vb. gibi konulara takılıp kalmayan uzun vadeli bir perspektifle “yeni dinamikler”e dayanan bölgesel ve küresel konjonktüre esneklikle uyumlandırılacaktır.
Yeniden yapılandırma ve “reform”, dış politika açısından da gerekli olmuştur ve bu, yalnızca AKP ve Programı’nın moda eğilimi olmakla kalmamakta, başlıca Washington modası takip edilmektedir. IMF, DB ve DTÖ program ve kararları yeniden yapılandırma dayatmalarıyla doludur. Pentagon ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın da öyle. ABD ve tekelleri dünyayı enerji kaynakları ve stratejik bölgeler başta olmak üzere kaynaklar, pazarlar ve topraklar olarak fethe, rakipleri için en elverişsiz zamanda ve onların önünü kesmek üzere dünyanın yeniden paylaşılmasına girişmiştir. Planlar yapılmış, politikalar belirlenmiş, öngörülebilir bir gelecek için ABD iradesine bağlı her şey programa bağlanmıştır. ABD, hem dolaysızca kendi olanaklarını hem de dünyanın dört bir yanında kendi gücü ve etkisinin ürünü dolaylı olanaklarını bir politik askeri plan ve strateji çerçevesinde harekete geçirmiş, harekete geçmeye zorlamaktadır.
AKP Programı’nın Türkiye’nin dış politikasını “uzun vadeli bir perspektifle” yenilemeye ve üzerine kurmaya yöneldiği “değişen bölgesel ve küresel gerçekler” ve “bölgesel ve küresel konjonktür”ün dayandığı “yeni dinamikler”; tamamen Amerikan emperyalizminin özellikle 11 Eylül’le birlikte pervasızlaşan bu yönelimiyle, ardındaki küreselleşme ve yeni dünya düzeni (dünyanın yeniden yapılandırılması) politikalarıyla ilişkilidir. Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra dünya ve bölge gerçeği değişmiştir, ama değişme, özellikle 11 Eylül’le birlikte, genel çerçevesi aynı kalsa bile, yeni bir sürece de evrilmiştir. Değişen küresel ve bölgesel gerçek, ABD’nin, rakipleri olan Rusya, Çin, Avrupa ve Japonya ile ve dünya ve bölge halkları ile ilişkilerindeki zorlayıcı ve dayatıcı pozisyona geçeşle ilgilidir. Dolayısıyla AKP Programı’nın sözünü ettiği “uzun vadeli perspektif”, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına dayalı, bağımsız bir perspektif değil, ama, yeni dinamik olarak başlıca ve dominant dinamik olan ABD’nin çıkar ve tutumlarına bağlanmış bir perspektif ve bu yenilenmiş perspektif üzerine kurmaya çalıştığı dış politika da Amerikan dış politikasının bir eklentisidir.
Ve bu Amerikancı “yenilenme”, geleneksel “yurtta sulh cihanda sulh” temelinden koparılarak dış politikanın bu yeniden yapılandırılması, “inisiyatifli” ve “aktif” dış politika ya da diplomasiye geçilmesi olarak adlandırılmakta; Program, ABD’nin izi üzerinden, onun çıkarları ve planları doğrultusunda adımlar atılmasını “inisiyatif almak” olarak savunup, bu yönde davranılacağı açıklamaktadır. Hareket noktası, tamı tamına ABD’nin Türkiye’yi peşine takıp sürüklemek isterken hareket ettiği noktadır: Türkiye, Ortadoğu’dan Kafkasya ve Ortaasya’ya bölgede önemli bir güçtür ve önemi, askeri vb. gücünden çok, ABD’nin ileri adımlar atmayı hedeflediği –başlıca bu nedenle kriz bölgeleri haline gelen– çevresindeki kriz bölgelerine yönelik olarak stratejik bir üs ve dayanak olma konum ve yeteneğinden gelmektedir. ABD’nin gözünü diktiğinden şüphe edilemeyecek olan “Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilişkileri en ileri noktaya taşıma”yı da öngören ve “kıta ölçekli” perspektifi olan AKP Programı, işte bu bölgede inisiyatifi ve aktiviteyi öngörmektedir:
“Türkiye, bulunduğu bölgede bir istikrar unsurudur. Bu niteliğiyle, çevresindeki kriz bölgelerinde daha fazla inisiyatif alacak ve krizlerin çözümüne daha somut katkı sağlamaya çalışacaktır. Ulusal çıkarlarıyla ilgili bölge ve kıta ölçekli gelişmeleri sadece izleyen değil, aynı zamanda yönlendiren aktif bir diplomasi takip edilecektir.”
“Krizlerin çözümüne katkı” yapılacak! Hem de bölge ve kıta ölçeğinde! İnisiyatif alınacak! Bu, bir Çin ya da Rusya partisinin programı olsa, “tamam, ülkesinin emperyalist çıkarlarını ileri sürüyor” denebilir. Ya AKP’ye ne demeli? “Kimin inisiyatifi”dir alacağı, alabileceği? Bırakalım kıta ölçeğini, bir komşumuza yönelik saldırı karşısında bile “kontrol elimizden kaçtı” diyen bir Başbakan ve “mecbur kalırsak savaşa katılırız” diyen bir Hükümet’in, ülke çıkarları doğrultusunda, kendi inisiyatifini almaktan söz açması ve bunun bir ulusal inisiyatif olması olanaklı mıdır?
Alınacak inisiyatif ABD inisiyatif olacaktır. Ya da inisiyatifi ABD almıştır, hükümete düşen ise bu inisiyatife “uyumlu hale” gelmektir. Böyle olmaktadır: Üsler ve limanlar ABD’ye açılmıştır, genişletme çalışmaları başlatılmıştır. Amerikan askerlerinin öncüleri ülkeye giriş yapmıştır. 5-10 yıllığına Amerikan bayrağı bu ülkenin hemen her yerinde dalgalanacaktır. İnisiyatif mi? İşte “inisiyatif”!
İnisiyatif mi? Hükümet’in inisiyatifi, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma hesabıdır. Kerkük petrollerinden pay kapma ve Kuzey Irak’ta Kürt devleti olasılığının önüne geçmeyle sınırlı düşünen bir inisiyatif alma hesabı. Ancak bu yönüyle de inisiyatifin ABD elinde olduğu söylenmelidir.
Hükümet’in inisiyatifini dış politika argümanları üzerinden asıl ülke içinde kullanacak olması doğaldır. Yüzlerce Amerikan uçağı, gemisi ve on binlerce askerinden başını kaldırıp boş alan bulabilirse! Çünkü Hükümet dışarıda inisiyatif alma peşine düşerken, Amerikan işgaline açtığı ülke içinde de inisiyatifini kullanamaz hale gelecektir. Hatta şimdiden bu duruma gelinmiştir.
“İnisiyatifli” dış politikanın ülkeye yansımasının, ABD’nin yoğunlaşacak baskısıyla birlikte, halka karşı baskının artması olacağını tahmin etmek zor değildir. “Savaş hali” baskının artışı bakımından uygun bir vesile olacağı gibi, baskının bu artışını, sadece “cephe gerisini sağlamlaştırma” kaygısı değil, ama, savaştan görülmeye başlanan zararların yıkılacağı halkın geçim derdi ve hak arayışı da koşullayacaktır.