Türkiye tarımında yapısal uyum ve yıkım süreci

IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye’de tarım sektörü üzerindeki yönlendirme ve denetimleri 1945’lere dek gitmesine karşın, tarım kesiminin açık ve net bir biçimde istikrar programlarında yer alması 24 Ocak-12 Eylül süreciyle başlamıştır.
1980’li yılların başında Türkiye’de 1950’lerden başlayarak süren kırsal alanın pazara açılma süreci önemli ölçüde tamamlanmış; emperyalist metropollerin Türkiye’ye biçtiği “tahıl ambarı” rolü önem ve gerekliliğini yitirmiştir. Çünkü metropol ülkeler de tarımda artık ihracatçı konuma gelmişlerdir ve üretim fazlaları için yeni pazarlar gerekmektedir.
Uluslararası sermaye tarımı kendi çıkarlarına göre biçimlendirmede yapısal uyum programlarını kullanıyor
IMF ve Dünya Bankası Türkiye tarımını 1980 sonrasında metropol ülkelerin ve çokuluslu tarım/gıda tekellerinin çıkarları doğrultusunda biçimlendirmeye başlamış ve araç olarak “yapısal uyum programları”nı kullanmıştır.
Bu programların gereği olarak tarımsal destekleme fiyatları baskı altında tutulmuş, destekleme kapsamındaki ürün sayısı azaltılmış, tarımsal kredi hacmi daraltılmış ve faizleri yükseltilmiş, tarımsal girdilere verilen sübvansiyonlar kaldırılmış, tarımsal girdilerin dağıtım ve satışı serbest bırakılmış, dış ticaret serbestleştirilmiştir. Bu kapsamda tohumluk, damızlık hayvan ve kimyasal gübre ithalatı serbest bırakılmıştır. Öte yandan sigara ve çay üretimi yerli ve yabancı özel sermayeye açılmış, tarımsal KİT’leri özelleştirmenin temelleri atılmıştır.
Kısaca sıralanan bu politikaların tarım ve köylülük üzerinde yarattığı yıkım nicel göstergelerle şöyle somutlaştırılabilir:
Tarımın ticaret hadleri yüzde 45 oranında düştü
1977-88 yılları arasında köylü gelirlerinin ana belirleyicisi olan tarımın ticaret hadlerinde (TTH) yüzde 45 dolayında dramatik bir düşme yaşandı (6). Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye tarımının (ve çiftçilerin) böylesine ağır bir “fiyat şoku” yaşadığı başka bir dönem yoktur. Bu dönemin tarım (ve çiftçi) üzerindeki faturası büyük buhran yıllarının (1929-36) bile çok üstündedir. (4)
Destekleme alımlarının tarım katma değerine oranı düştü
Destekleme politikaları da aynı yıllar boyunca gerilemiş, destekleme alımlarının tarımsal katma değere oranı 1976’da yüzde 14.7 iken 1988’de yüzde 5.5’e düşmüştür. (3)
Tefecilerin gücü arttı
Bu süreçte devlet tarımdan elini büyük ölçüde çekmiş, küçük ve orta üreticiyi tefeci ve tüccarla yüz yüze bırakmıştır. Yapılan bir araştırma bu dönemde küçük ve orta üreticilerin elde ettiği safi hasılanın yüzde 7.7’sine tefeci faizi biçiminde el konulduğunu ortaya koymaktadır. (2)
Ticaret sermayesinin sömürüsü arttı
Öte yandan bu dönemde tarım ürünleri ticaretinde, ticaret sermayesinin göreli durumu çiftçi aleyhine düzelmiştir. Çiftçinin eline geçen fiyatlarla tüketicinin ödediği fiyatlar arasındaki makasın açılması “ticari marjlar”da genişleme anlamına gelir. 1976-79 ile 1988 yıllarının fiyatlarını karşılaştıracak olursak, ekmek fiyatı ile çiftçinin eline geçen buğday fiyatı arasındaki makasın yüzde 52, margarin fiyatı ile ayçiçeği arasındaki makasın ise yüzde 79 birinciler (yani ekmek ve margarin) lehine genişlediği görülmektedir. (3)
İhracatçı da sömürüden payını aldı
Yalnızca bölüşüm sorunları açısından değil, dış ticaret politikaları bakımından daha da ilginç olan sonuç, pamuk ve tütünün (TL cinsinden hesaplanan) ihraç fiyatları ile çiftçinin eline geçen fiyatlar arasındaki makasın da açılmış olmasıdır. Nitekim pamuk ve tütün için 1976-89 arasında birim ihraç fiyatları ile çiftçinin eline geçen fiyatlar arasındaki makas yüzde 175-180 dolaylarında açılmıştır. Başka bir ifadeyle, bu iki üründe 1980’li yıllara damgasını vuran dış ticaret ve döviz kuru politikaları köylü aleyhine, ihracata dönük ticaret sermayesi lehine işlemiştir. (2)
Toprak dağılımındaki eşitsizlik derinleşti
1980-90 yıllarını kapsayan dönemde izlenen emek karşıtı politikalar, orta köylü grubunu önemli ölçüde eritmiş, bu gruptan geçimlik ve geçimlik düzeyin altındaki aileleri içeren gruba kaymalar olmuştur. Topraklarını genişleten bir kısım zengin köylü işletmeleri ise büyük toprak sahibi haline gelmişlerdir. Böylelikle tarım topraklarının dağılımında varolan eşitsizlik daha da derinleşmiştir. 1980’de 0.57 olan Gini oranının 1991’de 0.61’e yükselmesi (1) bu gelişimi açıkça ortaya koymaktadır.
Gelir dağılımı emek aleyhine bozuldu
Tarım kesiminin 1980’li yıllardaki kaybı, milli gelirin fonksiyonel dağılımını gösteren çalışmalarda da görülmektedir. Tarım kesimi 1976’da milli gelirin yüzde 31.3’ünü alırken, bu oran 1980’de yüzde 23.9’a, 1988’de ise yüzde 16.6’ya düşmüştür. Buna karşılık kâr-faiz-ranttan oluşan gelirlerde ise 1980 sonrası büyük artışlar olmuştur. 1980’de payı yüzde 50’yi bile bulmayan bu gelirler, 1988’de yüzde 70’e yaklaşmışlardır. (15)
12 Eylül’de sermaye kazandı, emekçiler kaybetti
Sonuç olarak belirtmek gerekirse 1980 askeri darbesini izleyen yıllarda sermaye yanlısı politikalar uygulanmıştır. Tarımdaki bölüşüm ilişkileri ürün ticaretinin yanı sıra kredi piyasalarında da etkili olan ticaret ve tefeci sermayesi ile kapitalist çiftçiler lehine bozulmuştur.

Emek karşıtı politikaların iflası
1980’li yılların başında iç talebe dayalı birikim modelinin ömrünü tüketmesiyle, yerine inşa edilmeye başlanan “ihracata dönük sanayileşme” modelinin en önemli eksikliği sürdürülebilir bir sabit sermaye birikimini yaratamaması olmuştur. Kendi içinde gerekli yatırımlarını sağlayamayan ve emek gelirlerinin baskı altında tutulmasına dayalı yapay nitelikli bu yapı, 1988’den itibaren siyasi-sosyal gerçeklerle çatışmaya başlamıştır. Bu nedenle 1989, 12 Eylül’ün emek karşıtı bölüşüm politikalarının iflas ettiği yıl olarak nitelenmektedir. (17)
İşçi tabanından başlayan güçlü bir direnme hareketi ve seçim korkusu iktidarı popülist politikalara yöneltmiş, bir yandan ücretlerin baskı altında tutulması politikalarına son verilirken, öte yandan destekleme alımları ve taban fiyatları yükseltilmiştir. Böylelikle tarımın ticaret hadleri 1988-93 arasında yüzde 31 oranında tarım lehine düzelmiştir. (5)
1989-94 döneminde izlenen ekonomi politikaları ana hatlarıyla şöyle özetlenebilir: İç talebi (özellikle tüketimi) artırarak ekonomik büyümeyi hızlandırma politikasının büyüttüğü cari işlemler açığı kısa dönemli sermaye hareketleri (sıcak para) ile kapatılmış, sermaye hareketleri serbestleştirilmiş, reel sektörden çok mali piyasalardaki gelişmelere önem verilmiştir. Yani tüketime ve sürekli borçlanmaya dayanan yapay bir büyümedir söz konusu olan.
Sürekli borçlanmaya dayanan bu tür model ancak belirli bir süre işleyebilir; ekonominin rekabet gücü de, borç ödeme kapasitesi de son tahlilde reel ekonomiye (yani mal ve hizmet üretimine) dayandığı için, reel ekonomiyi engelleyen bir parasal modelin sınırı vardır. 1994 başında Türkiye ekonomisi işte bu sınıra çarpmıştır. (13)

1994 krizi ve 5 Nisan Kararları
Kriz karşısında burjuvazinin çözümü resmi adı “Ekonomik Önlemler Uygulama Planı” olan 5 Nisan Kararları’nı almak oldu. 5 Nisan Kararları, sermayenin Türkiye tarihinde emekçi sınıflara yönelttiği en önemli saldırılardan biriydi. Standart istikrar programlarının temel ögelerinin çoğunu kapsayan bu kararlar, Temmuz 1994 başında bir stand-by anlaşmasıyla onaylanmıştır.
Program, tüm üretken sektörler gibi, tarımı da derinden etkileyen kararları içeriyordu;
·Destekleme alımlarının kapsamının daraltılması
·Destekleme fiyatlarının dünya fiyatları ile maaş ve ücretlerdeki duruma göre belirlenmesi
·Girdi sübvansiyonlarının kısıtlanması
·Bazı ürünlerin ekim alanları ve üretiminin azaltılması
·Tarımsal KİT ve TSKB’nin Merkez Bankası’nca finansmanına son verilmesi
·Özelleştirme ya da kapatma yoluyla bazı tarımsal KİT’lerin (EBK, YEMSAN, TZDK) tasfiye edilmesi
Ekonomi daraltılıyor, kitleler yoksullaştırılıyor
5 Nisan istikrar programının temel mantığı, ekonomiyi daraltma ve kitleleri yoksullaştırma yoluyla enflasyonu ve dış açığı dizginlemekti. 5 Nisan, hem ekonomiyi daraltmayı ve kitleleri yoksullaştırmayı, hem de enflasyonu yüzde 150’ye çıkarmayı başarmıştı.
5 Nisan’da yeniden tarımı uyumlandırma (çökertme) politikalarına dönülüyor
Bu kararlar gereğince tarımsal destekleme alımlarının kapsamı yalnızca hububat, tütün ve şekerpancarı ile sınırlandırıldı. Destekleme alımlarının tarım katma değeri içindeki payı yüzde 6’ya düşürüldü. TÜFE yüzde 125.5, TEFE yüzde 149.6 oranında artmasına karşın destekleme fiyatları yüzde 95.8 oranında artırıldı.
1994’teki emek karşıtı kriz yönetimi sonunda tarımda kişi başına reel gelir yüzde 16 oranında düştü (8), tarım sektörünün göreli fiyatları ise yüzde 10 dolayında aşındı. (4)
Küreselleşmenin yeni araçları: Gümrük Birliği ve GATT Uruguay Anlaşması
1990’ların ortalarına gelindiğinde bu tabloya iki küreselleşme öğesi daha eklendi: Gümrük Birliği’ne geçişin getirdiği AB Ortak Tarım Politikası’nı (OTP) Türkiye’nin kendi kaynaklarından finanse ederek uygulaması ve tarımda serbest dolaşıma geçiş; GATT Uruguay Anlaşması’nın tarım ürünleri ticaretinde de serbestleşmeyi getirmesi.
Gümrük Birliği Anlaşması’nda, kapsamın Türkiye’nin çıkarlarına aykırı olarak belirlenmesi, beklenen etkilerini göstermekte gecikmemiş, AB-Türkiye dış ticaret dengelerinin Türkiye aleyhine bozulmasına neden olmuştur. 1995 yılında 5.8 milyar dolar olan AB ile dış ticaret açığı 2000’de 12 milyar dolara yükselmiş, aynı dönemde ihracatın yüzde 30 oranında artmasına karşılık ithalat yüzde 56 artmıştır.
Uruguay Turu kapsamında Türkiye, iç destekler konusunda herhangi bir yükümlülük altına girmemiştir. Ancak tarıma verilen destek IMF’ye verilen taahhütler doğrultusunda 1998’deki yüzde 25 seviyesinden, yüzde 13’e kadar çekilmiştir. (10)
Büyümeden büyük krize doğru (1995-1999)
1994’te yaşanan daralmanın ardından 1995’in ikinci yarısından itibaren ağırlıklı olarak iç talepteki canlılığa bağlı olarak ekonomi istikrarlı ve yüksek bir büyüme dönemine girdi. Ancak bu büyüme yüzde 90’lara yerleşen bir enflasyon ve artan bütçe açıkları eşliğinde yaşandı. Yüksek büyümeye eşlik eden bir başka gelişme de dış ticaret açıkları oldu.
Bu dönemde destekleme alım fiyatları enflasyonun üstünde tutuldu. Destekleme alımlarının tarımsal katma değere oranı yüzde 10’un üstüne çıkarıldı. 1980 yılını 100 kabul edersek 1994’te 84.3’e gerileyen TTH 1997’de 110.1’e yükseldi. (7) Böylelikle 1988-97 döneminde TTH yüzde 50 dolayında düzeldi; dünya fiyatları ile Türkiye’de çiftçinin eline geçen fiyatlar arasında olumlu doğrultuda bir kopukluk oluştu. (6)
Uluslararası sermaye tarımı uyumlandırma programının hazırlıklarını yapıyor
Haziran 1998’de, hükümetin açıkladığı Ekonomik Politikalar Bildirgesi’ne dayalı olarak IMF ile -dış kaynak arayışlarına yardımcı olarak- Yakın İzleme Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla hükümet IMF’den mali destek istemeksizin bu kuruluş tarafından izlenip denetlenecek bir istikrar ve yapısal uyum programını, bu bağlamda “reformları” taahhüt ediyordu.
IMF, Ekim 1998 tarihli izleme raporunda; tarımsal desteklemede mali harcamaların ve ticaret korumacılığının azaltılmasını, girdi sübvansiyonlarının sınırlandırılmasını ve kredi faiz oranlarının artırılmasını istiyordu.
Bu arada IMF’nin ikiz kardeşi Dünya Bankası da boş durmuyor, Türkiye’ye gönderdiği heyetlere -daha sonra Türkiye’ye dayatılacak olan- tarımsal reform programının alt yapısını hazırlatıyordu. Dünya Bankası uzmanı John Nash başkanlığında hazırlanarak 1997 ve 1998’de yayımlanan raporlardaki öneriler daha sonra Türkiye’nin uluslararası mali kuruluşlara verdiği niyet mektuplarında -tarıma ilişkin taahhütler olarak- değiştirilmeksizin yer almıştır.
IMF ile 18. Stand-By Anlaşması: Tarıma son darbe vuruluyor
IMF ve Dünya Bankası’nca dayatılan tarımsal reform programının esas amacı ülke tarımını uluslararası tarım tekellerinin yağmasına açmak, ABD ve AB gibi metropollerin biriken gıda stoklarına pazar yaratmaktır.
Program ana hatlarıyla şöyle özetlenebilir:
· Girdi, kredi ve fiyat desteklerine dayanan mevcut sistemin doğrudan gelir desteği (DGD) sistemiyle değiştirilmesi
· DGD programı tam olarak uygulanıncaya kadar destekleme fiyatlarının dünya piyasa fiyatları ve hedeflenen enflasyon oranına göre belirlenmesi
· Tarımsal kredilere uygulanan sübvansiyonların kaldırılması
· Gübre ve diğer girdilere ilişkin sübvansiyonların nominal olarak sabit tutulması
· Destekleme alımlarının nicel olarak sınırlandırılması
· Bazı ürünlerin (fındık, tütün, şekerpancarı) üretim alanlarının daraltılması, üretimlerinin azaltılması
· Tarım ürünleri ithalatında koruma oranlarının düşürülmesi
· Kamunun tarım ve tarımsal sanayi üretiminden çekilmesi çerçevesinde tarımsal KİT’lerin ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi
· TSKB’nin işlevsiz hale getirilmesi, ürün işleme birimlerinin anonim şirket statüsüyle özelleştirilmesi ya da tasfiyesi
Çiftçiler büyük ölçüde reel gelir kayıplarına uğratıldı
IMF ve Dünya Bankası’na verilen taahhütler doğrultusunda 2000 ve 2001 yıllarında tarım destekleme fiyatları hedeflenen enflasyona göre belirlendi; 2000’de yüzde 28.4, 2001’de ise yüzde 52.8 oranında artırıldı. Enflasyondaki gerçekleşme 2000’de yüzde 39, 2001’de ise yüzde 68.5’i bulduğu için çiftçiler reel gelir kaybına uğratıldı.
Çiftçinin uğradığı gelir kaybı destekleme fiyatları dolar bazında incelendiğinde daha da somutlaşıyor. Örneğin “stratejik ürün” olarak kabul edilen buğday destekleme fiyatı 1999’da 193 $/tondan 2002’de 144 $/ton seviyesine düşürülmüştür. 1999’da 3.05 $/kg olan tütün baş fiyatı 2001’de 2.47 $/kg, 60 $/ton olan şekerpancarı destekleme fiyatı ise 38.4 $/ton olarak belirlenmiştir.
Destekleme alımları karşılığında üreticilere yapılan ödemeler 1999-2001 döneminde sistemli olarak azaltılmıştır. Örneğin destekleme alımlarının tarımsal katma değere oranı 1999’da yüzde 12.7’den 2001’de yüzde 7.8’e düşürülmüştür. 2000 yılında 2.7 milyar dolar olan destekleme ödemeleri 2001’de yüzde 43 azaltılarak 1.5 milyar dolara inmiştir. (16)
Aynı dönemde hükümet, IMF/DB direktifleriyle destekleme alımı miktarlarında da önemli kısıtlamalara gitmiştir. Destekleme alım miktarlarının üretime oranı 1999’da buğdayda yüzde 23.9 iken 2001’de yüzde 7.7’ye, pamukta yüzde 49.5 iken yüzde 27.7’ye, ayçiçeğinde yüzde 40.3 iken yüzde 34.1’e, fındıkta yüzde 26.8 iken yüzde 19.8’e düşürülmüştür.
Doğrudan Gelir Desteği (DGD) Sistemi: Yoksula açlık parası
Emperyalist metropollerin, bağımlı ülkelerin tarım ekonomilerini denetim altında tutmak ve kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek amacıyla başvurduğu saldırılardan biri olan DGD, üretimden tümüyle bağımsız olarak şu anda dünyanın hiçbir ülkesinde tek destekleme politikası olarak uygulanmamaktadır. Bu sistemin 2002 yılında başka tüm destekleme araçlarını tasfiye ederek Türkiye’de uygulanmak istenmesinin arka planında ABD ve AB’nin biriken tarım/gıda stoklarını Türkiye’ye ihraç etmek istemeleri bulunmaktadır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, DGD sistemi özünde arazi miktarına dayanmakta; verimlilik artışı, girdi kullanımı, teknoloji uygulaması gibi üretkenliği öngören hiçbir amacı bulunmamaktadır.
Türkiye’de tarım işletmelerinin yüzde 85’i 100 dekardan küçük (ortalama 30 dekar) olup, ortalama işletme büyüklüğü çay ve tütünde 4, şeker pancarında 10, fındıkta ise 15 dekar dolayındadır. Dekar başına 13.5 milyon TL DGD ödendiği dikkate alınırsa, ortalama DGD ödemesi çay ve tütünde 55, şekerpancarında 135, fındıkta ise 200 milyon TL olacaktır. 2001 yılı itibariyle kişi başına milli geliri 1000 doların altına düşen tarım kesimine verilecek DGD, üreticilerin beslenme-barınma-giyim gibi temel gereksinimlerine gidecek, tarımın finansman açığı daha da büyüyecektir.
Tarım girdilerine verilen sübvansiyon kaldırılıyor
Uluslararası mali kuruluşlara verilen bir başka taahhüt gübre ve diğer girdilere ilişkin sübvansiyonların 2000-2001 döneminde nominal olarak sabit tutulacağı idi. Bu, sübvansiyonların reel olarak enflasyon oranında aşınacağı anlamına gelmektedir. Gübrede 1995-97 döneminde yüzde 50 olan sübvansiyon oranı Nisan 2000’de yüzde 18’e düşerek göstermelik bir hale gelmiştir. Türkiye’de gübre tüketimi zaten 116 kg BBM/hektar olan dünya ortalamasının çok altında, 85 kg/hektar dolayındadır. IMF’nin dayatması ile gübre desteklerinin azaltılması sonucu gübre kullanımında dramatik bir düşüş yaşanmış, 2000’de 5.3 milyon ton olan gübre kullanımı 2001’de 4.3 milyon tona gerilemiştir. Kuşkusuz bu tarımsal üretime de yansıyacaktır.
Çiftçi artık ucuz kredi kullanamayacak
Türkiye gibi küçük ve orta üreticiliğin yaygın olduğu bir tarımsal yapıda kredi sübvansiyonlarının kaldırılması asla gerçekçi değildir. Sermaye devir hızının çok düşük olduğu tarım kesiminde ticari kredi faizi ile üretim yapabilme şansı yoktur. Bu tür bir anlayışın sonucu çiftçiyi bir daha dönmemek üzere tarım dışına itmekle eş anlamlıdır.
Öte yandan IMF ve Dünya Bankası’nın yönlendirmesi ile 15 Kasım 2000’de çıkarılan yasa uyarınca Ziraat Bankası önce özerkleştirilecek sonra da özelleştirilecek. Böylelikle yetersiz de olsa tarımı finansman yönünden destekleyen bir kurum daha tasfiye edilecek. Sonuçta çiftçi daha büyük ölçüde tefecilere ya da ticari bankalara tutsak edilecek.
Tarım satış kooperatiflerini özelleştirme ve tasfiye etmenin yolu açıldı
TSKB’leri “etkin ve sürdürülebilir bir şekilde özerk ve mali yönden bağımsız kılma” kisvesi altında hazırlanan, gerçekte bu örgütlerin işletme ve tesislerinin özelleştirilmesini amaçlayan yasa 16 Haziran 2000 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu yasanın uygulanmasıyla, özel hukuk hükümlerine tabi oldukları için doğrudan özelleştirme kapsamına alınamayan bu kuruluşlar, mali güçlerine bağlı olarak değişecek sürelerde yavaş bir yok oluş sürecine sokulmuş olacaklardır. (11)
Bu yasayla TSKB’ye anonim şirket statüsü verilmekte, üretim ve satış işlevleri birbirinden ayrılmaktadır. Bu düzenlemeler uyarınca TSKB’ler eskiden olduğu gibi çiftçiden ürün almayı sürdürecekler. Ancak aldıkları ürünleri işlemeden yerli ya da yabancı tüccar ve sanayicilere satacaklar. Yani, kooperatifler üretici ile tüccar arasında köprü işlevini üstlenecekler.
Tütün ve şeker yasaları ile çokuluslu şirketlerin çıkarları güvence altına alındı
Kamuya ait şeker fabrikalarının özelleştirilmelerine zemin hazırlayan, şeker satış fiyatlarının fabrikalar tarafından serbestçe belirlenmesine olanak tanıyan ve şeker pancarı üretimine kota getiren yasa 4 Nisan 2001’de kabul edildi. Bu yasanın uygulanmasıyla yüksek sübvansiyonlarla desteklendiği için daha ucuza şeker üreten AB ülkelerinden şeker ithalatı artacak, sanayi şekeri tümüyle mısırdan elde edilen şekerlere dayandırılacaktır. Sonuçta, pancar üreticisine verilmeyen kamu kaynakları, AB pancar üreticilerine, ABD ve Arjantin mısır üreticilerine ve çokuluslu şirketlere aktarılmaya başlanacaktır. (9)
Uluslararası tütün tekelleri (Philip Morris, JTI, BAT) ve yerli ortakları (Sabancı, Koç) Türkiye’de sigara pazarının tümünü ele geçirmek için dayattıkları Tütün Yasası’nı 3 Ocak 2002’de Meclis’ten geçirdiler. Bu yasa ile TEKEL’in özelleştirilmesinin önündeki engeller kaldırılmakta, tütünde destekleme alımları yerine açık artırma yöntemi getirilmekte, tütün mamulleri alanında küçük üretici ve ithalatçıların piyasaya girişleri yasaklanmaktadır.
Bu yasa ile tütün ve mamulleri piyasasının Philip Morris-Sabancı ortaklığı, RJ Reynolds (JTI) ve Tire’de yatırıma hazırlanan BAT-Koç ortaklığı egemenliğine girmesi için adeta özel bir düzenleme yapılmıştır. (12)
Tarımsal KİT’ler peşkeş çekiliyor
Küreselleşmenin bir aracı olan özelleştirme politikaları -Türkiye gibi- azgelişmiş ülkelerde bir iç dinamik öğe değil, küresel sömürünün kurumsallaşma aracı olarak dış dinamik öğe olarak işlev görmektedir. Amaç tarımı bitirerek Türkiye’yi çokuluslu tarım sermayesinin açık pazarına dönüştürmektir. Bu amaca ulaşabilmek için tarımla ilgili KİT’ler (EBK, SEK, YEMSAN, TZDK, ORÜS, vd.) ya yok pahasına yerli tekellere devredilmiş ya da kapatılmıştır. Tarımsal KİT’leri ele geçiren tekellerin bir süre sonra çokuluslu gıda tekelleriyle ortaklıklar kurmaları sonucu bu kuruluşlar bir kez daha el değiştirerek yabancılaştırılmaya başlanmıştır (SEK işletmelerini satın alan Tekfen Holding bünyesindeki Mis Süt’ün çokuluslu gıda tekeli Nestle tarafından ele geçirilmesi gibi).
Tarımı uyumlandırma politikaları önce hayvancılığı çökertti
1980’lerin ilk yarısından itibaren gerek dış ticarette sağlanan akıldışı kolaylıklar, gerekse sınır ticareti adı altında ülkeye kaçak yoldan düşük fiyatla giren canlı hayvan ve hayvansal ürünler hayvancılığın çöküşünü hazırlamıştır. Ayrıca Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan savaş ortamı, köylerin boşaltılması ve zorunlu göç uygulamaları mera hayvancılığını bitirme noktasına getirmiş, hayvancılıkla ilişkili tarımsal KİT’lerin (YEMSAN, SEK, EBK) özelleştirilmesi de sektörün çöküşünde belirgin rol oynamıştır. Bu olumsuzluklara Türkiye’de en örgütsüz ve sömürüye en açık kitleleri barındıran hayvancılığın desteklenmemesini de eklemek gerekir. Gerçekten hayvancılık kredilerinin toplam tarımsal krediler içindeki payı son yıllarda bile yüzde 10’lar düzeyinde kalmıştır.
1980-99 döneminde toplam büyük ve küçükbaş hayvan varlığı yüzde 42 oranında azalarak 85 milyondan 50 milyon başa düşmüştür. 1990-99 yılları arasındaki düşüş yüzde 22’dir. Bu dönemde kesilen hayvan sayısı 10.5 milyondan 6.5 milyon başa, denetim altındaki mezbaha ve kombinalarda üretilen kırmızı et miktarı 514 bin tondan 390 bin tona gerilemiştir. Süt üretimi yerinde saymış, süt ürünleri ithalatı 17.5 milyon dolardan 32 milyon dolara çıkmıştır.
1980’den sonra gıda sektöründe uluslararası sermayenin rolü arttı
1980’lerden başlayarak tarımsal üretim ve gıda sanayiinde uluslararası sermayenin rolü önemli ölçüde arttı. 1987-98 yılları arasında yabancı şirketler ile yabancı ortaklı yerli şirketlerin sayısında önemli bir yükselme oldu. Yabancı sermayeli kuruluş sayısı tarımda 32’den 65’e, gıda işleme sektöründe 38’den 139’a, yemek müteahhitliği sektöründe 8’den 198’e yükseldi. Türkiye’nin önde gelen yerli sermaye grupları (Sabancı, Koç, Yaşar, Tekfen, vd.) giderek büyüyen ölçeklerde, çokuluslu şirketlerle ortaklıklara giderek et, süt ve sütlü ürünler üretimi, gıda paketlemesi, sebze ve meyve işlenmesi ve dondurulması, çay üretimi, tam ve hazır gıda üretimi, gıda pazarlaması ve perakendeciliği gibi alanlarda etkinlik göstermeye başladılar. Çokuluslu gıda şirketlerinin büyük ölçekli ve yüksek teknolojili tesislere yatırımlarının artmasına koşut olarak Türkiye’deki gıda üretim yapısı uluslararası tarım/gıda sanayiinin bir parçası olma yönünde dönüşmeye, Türkiye hızla küresel tarım/gıda komplekslerinin bir parçası haline gelmeye başladı. (18)
12 Eylül darbesi eşliğinde uygulanan yapısal uyum programlarıyla başlayan süreçte gelir dağılımı emek gelirleri ve tarım aleyhine, büyük sermaye lehine bozuldu. Mevcut küçük ölçekli ve dağınık üretim yapısı üzerine çokuluslu şirketlerin oturması gıda piyasasını katmanlaştırdı. Bu süreçte tarım ve gıda üretimi çokuluslu şirketler, onların taşeronları ya da yerli tekelci sermayenin denetimine girmeye başladı. Bu süreç, tarımda sözleşmeli üretim aracılığıyla yabancı şirketlerin tarımı doğrudan kontrol etmesi ya da hibrit tohum ve onun zorunlu girdilerinin -gübre, hormon, tarım ilacı gibi- dağıtımı yoluyla da ivme kazanıyor.
Türkiye’de önemli yerli ve yabancı tekellerin gıda sektöründe faaliyet gösterdiği alanlar ve markalar kısaca şu şekilde sıralanabilir:
· Koç Holding: Et (Maret), Süt (SEK), Makarna (Pastavilla), Konserve ve salça (Tat), Gıda parekendeciliği (Migros)
· Sabancı Holding: Süt (Danone), Margarin (Marsa KJS), Çikolata (Milka), Gıda parekendeciliği (Carrefour)
· Yaşar Holding: Et (Pınar), Süt (Pınar)
· Unilever: Margarin (Sana, Rama), Ayçiçek yağı (Komili), Zeytinyağı (Komili), Çay (Lipton)
· Nestle: Süt (Mis), Hazır kahve (Nescafe)
Girdi kullanımı giderek düşüyor
Bir yandan tarım ürünlerine verilen -ve çoğu zaman maliyetin bile altında tutulan- destekleme fiyatları, öte yandan serbest bırakılan -ve olağanüstü seviyelerde artan- girdi fiyatları küçük ve orta ölçekli çiftçileri inanılmaz zorluklarla karşı karşıya bırakmakta, kimyasal girdi kullanımı giderek düşmektedir. Sulama alanlarındaki artış hızı yavaşlamış, ekim alanları, kimyasal gübre ve tarım ilacı kullanımı gerilemiştir. 1980-90 döneminde yüzde 58 oranında genişleyen sulanan alanlar 1990-2000 döneminde yalnızca yüzde 28 oranında genişlemiştir. 18.9 milyon hektar olan ekili alanlar 18.4 milyon hektara, 5.3 milyon ton olan kimyasal gübre kullanımı 4.3 milyon tona, 34 bin ton olan tarım ilacı kullanımı 32 bin tona düşmüştür.
Üretim düşüyor, ithalat artıyor, Türkiye gıda güvenliğini yitiriyor
Bir zamanlar gıda ürünleri açısından kendine yeterli birkaç ülke arasında sayılan Türkiye, son yıllarda bu konumunu yitirmiş, gıda ürünleri ithal eden bir duruma düşmüştür. Türkiye artık gıdada da dışa bağımlı hale gelerek bu konuda da güvenliğini tehlikeye atmıştır.
Tarımsal üretim 1988’den başlayarak nüfus artış hızının gerisinde kalmıştır. 1990-97 döneminde nüfusun yüzde 11.4 oranında artmasına karşılık, tarımsal üretim yüzde 8.6 artmıştır. 1990-2000 aralığında temel tarımsal ürünlerdeki üretim düşüşleri dramatik boyutlara ulaşmıştır. Bu dönemde mercimek üretimi 846 bin tondan 353 bin tona, nohut üretimi 860 bin tondan 548 bin tona, ayçiçeği üretimi 860 bin tondan 800 bin tona, soya üretimi 162 bin tondan 44 bin tona düşmüştür. Buna karşılık buğday, pamuk ve kuru fasulyede yüzde 5-10 gibi düşük düzeyde artışlar olmuştur.
1990’da 162 bin ton pamuk ihraç eden Türkiye, 2000 yılında 566 bin ton ithalat yapmıştır. Aynı dönemde ithalat miktarları mısırda 519 bin tondan 1.3 milyon tona, pirinçte 198 bin tondan 450 bin tona, baklagillerde 15 bin tondan 432 bin tona yükselmiştir.
2000’li yılların başında Türkiye yalnızca dört ürünün (pamuk, ayçiçeği, soya, mısır) ithalatı için yaklaşık 1 milyar dolar döviz ödemektedir.
1980-2000 döneminde tarım ürünleri ithalatı 12, ihracat ise 2 kat arttı
Dış ticaretin liberalizasyonu ile birlikte ithalat, ihracata göre çok daha hızlı artarak ödemeler dengesi açığının büyümesine yol açmıştır. Metropol ülkelerde sübvansiyonlarla desteklenen ve daha ucuza ithal edilen tarım ürünleri iç piyasada devlet desteği çekilen ürünlerden daha ucuza satılmıştır.
1980’de tarım ürünlerinin ihracat içindeki payı yüzde 57 iken 2000’de yüzde 11’e gerilemiştir. 1980-2000 döneminde tarımsal ithalatın 12 kat artmasına karşılık ihracat yalnızca 2 kat artabilmiştir. Aynı şekilde 1990-2000 yılları arasında tarım ürünleri ihracatının yüzde 21 oranında artmasına karşılık ithalat yüzde 75 oranında artmıştır. 2000 yılı itibariyle ihracat 3.9, ithalat ise 4.2 milyar dolar seviyesindedir.
Kişi başına tarımsal katma değer 1000 doların altına düştü
IMF programının neden olduğu 2001 Şubat krizi, hem tarım katma değerinin GSMH içindeki payının gerilemesine, hem de kişi başına tarım katma değerinin 1994 krizindeki seviyesine, yani 1000 doların altına (878) dolar düşmesine yol açtı.
1998’de 31.6 milyar dolar olan tarım katma değeri 2001’de 19.4 milyar dolara düştü. Aynı şekilde GSMH’de tarım katma değerinin payı yüzde 16.5’ten yüzde 13.1’e geriledi. Tarım ve tarım dışı kesimler arasındaki gelir eşitsizliği daha da derinleşti. 1998’de, kişi başına düşen GSMH, kişi başına tarım katma değerinin 2.2 katı iken, 2001’de 2.5 katına çıktı.
Metropoller tarımda ihracatçı konuma geliyor
1970’li yıllara dek metropol ülkeler, genellikle sanayi malı ve mali sermaye ihracatçısı, hammadde ve tarım ürünleri ithalatçısı idiler. Emperyalist metropoller, geliştirip uyguladıkları yeni teknolojilerle (makina, kimyasallar ve biyoteknoloji) birlikte her türlü destekleme aracını da sonuna dek kullanarak, tarımsal üretimlerini olağanüstü artırdılar. Böylelikle hem gıda, hem de sanayi hammaddesi açıklarını hızla kapattılar. Önce kendilerine yeterli hale geldiler, sonra da üretim fazlaları oluşmaya başladı.
Dünyada tarımı 6 çokuluslu şirket kontrol ediyor
Günümüzde dünya tarımını 6 çokuluslu şirket kontrol ediyor. Bunlardan Cargill ile Archer Daniels Midland (ADM) tarımın yüzde 60’ını tekeli altında bulunduruyorlar. Novartis, Monsanto, Aventis ve Du Pont gibi 4 çokuluslu şirket de dikkate alındığında, bu 6 çokuluslu şirket, dünya tarımının yüzde 90’ını kontrol ediyorlar.
2000’li yılların başında dünyada tarım ürünleri ihracatının yüzde 57’sini ABD ve AB ülkeleri gerçekleştiriyor. ABD’nin yalnızca kendi topraklarında ürettiği hububat ile dünya dış ticaretindeki payı yüzde 25. Bu oran mısır, soya ve yem bitkilerinde yüzde 45’i buluyor. Dünya hububat pazarının yüzde 80’i Cargill (ve onun denetimindeki Continental) ile Archer Daniels Midland (ADM) tarafından kontrol ediliyor.
Emperyalist metropoller -Uruguay Anlaşması’na rağmen- destekleyici/koruyucu tarım politikalarını sürdürüyorlar
Metropol ülkeler Uruguay Turu Anlaşması’nda pazara giriş olanaklarının artırılması, ihracat sübvansiyonlarının ve yurtiçi desteklerinin azaltılması ile tarım ürünleri ticaretinin serbestleştirilmesini kabul etmelerine karşın, destekleyici-koruyucu tarım politikalarını büyük ölçüde sürdürmektedirler.
2000 yılı itibariyle, yani Uruguay Turu’ndan 6 yıl sonra, tarım ürünlerine verilen toplam destek miktarı ABD’de yüzde 22, AB’de yüzde 38, Japonya’da yüzde 64’tür. (10)
2001 yılı rakamları ile AB tarıma 105.6 milyar dolar destek verirken Türkiye aynı dönemde 6.3 milyar dolar destek verdi. AB yurtiçi gayri safi hasılasının yüzde 50’sini, Türkiye yüzde 4.3’ünü, tarımsal desteklemeye ayırdı. (19) Öte yandan ABD, Mayıs 2002 başında tarım sübvansiyonlarını yüzde 70 artırma kararı aldı.
Kendi ülkelerinde destekleyici-koruyucu politikaları sürdüren emperyalist metropoller Türkiye’ye tarımı desteklemekten vazgeçmesini, piyasasını rekabet koşullarına bırakmasını niçin dayatıyorlar?
IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı tarım programının amacı Türkiye’yi uluslararası sermayenin açık pazarı haline getirmektir
IMF/DB programı gereğince tarıma yönelik destekleme kurumlarını özelleştirme, işlevsizleştirme ya da tasfiye etme ve tarım ürünleri ithalatında koruma oranlarına yönelik yaklaşımlarla, tarımsal girdi ve kredi olanakları yok edilmiş, “tarım çökertilmiş” olacaktır. İstenen; kendine yeterliliği yok edilmiş, tarım ürünleri ithalatçısı konumuna düşürülmüş bir Türkiye’dir.
Reform programı ile Türkiye tarımı uluslararası sermayenin çıkarlarına göre şekillendirilmek isteniyor. Bu süreçte ülkenin gereksinimlerine ve toprak ve iklim gibi ekolojik koşullarına uygun geleneksel üretim deseni terk edilerek, tarım/gıda tekellerinin gereksinim ve yönelimlerine göre ve onların istediği koşullarda üretim yapılacak (örneğin sözleşmeli tarım). Bu ise uluslararası sermaye ile sektör temelinde bir eklemlenmeyi getirecek.
Mevcut üretim deseninin değiştirilmesi, tarımda kendine yeterliliğin terk edilmesi, ithalatın serbestleştirilmesi vb. ile tarım uluslararası tekellerin gereksinim ve yönelimleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmektedir. Bu uygulama ve yönelimler, Türkiye’yi uluslararası sermayenin açık pazarı haline getirme stratejisinin bir parçasıdır.
Türkiye tarımda kendi programını uygulamalıdır
Türkiye, pek çok iklim ve toprak tipinin görüldüğü bir ülke olması nedeniyle çok zengin bir bitki çeşitliliğine sahip olmasına karşın amaçlanan verimlilikten çok uzaktır. IMF ve Dünya Bankası tarafından yönlendirilen programlarla tarım bitirilmek üzeredir. Türkiye tarımının bu sarmaldan kurtulabilmesi için, çokuluslu tarım tekellerinin gereksinim ve yönelimlerine göre değil, ülkenin gereksinimlerine ve ekolojik koşullarına uygun olarak, demokratik bir tarzda oluşturulacak gerçek bir tarımsal reform programı uygulanmalıdır.

Kaynaklar
1.    ALTAN, F. 1998. “Türk Tarım Yapısı-Tarım Sayımlarının Mülkiyet ve İşletme Biçimleri Bakımından Karşılaştırmalı Bir Analizi”. Türkiye’de Tarımsal Yapı ve İstihdam, DİE, Yayın No: 2210, Ankara, s.401-447.
2.    BORATAV, K. 1991. 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm. Gerçek Yayınevi, İstanbul.
3.    BORATAV, K. 1995. “İktisat Tarihi (1981-1994)”. Türkiye Tarihi, 5. Cilt içinde, Cem Yayınevi, İstanbul, s. 159-213.
4.    BORATAV, K. 1998 a. “Serbest Piyasa ve Tarım”. Cumhuriyet, 24 Haziran.
5.    BORATAV, K. 1998 b. “2000’lere Doğru Türkiye’de Popülizm”. Mürekkep, Sayı: 10/11, Ankara, s. 8-13.
6.    BORATAV, K. 2000. “Kuşbakışı Türkiye Tarımı”. Cumhuriyet, 9 Şubat.
7.    BORATAV, 2001. Tarımın Ticaret Hadlerine İlişkin Mektup. 28 Şubat, Ankara.
8.    BORATAV, K., E. YELDAN ve A. KÖSE. 2000. Globalization, Distribution and Social Policy: Turkey, 1980-1998. CEPA and New School for Social Research, Working Paper No. 20, New York, February.
9.    GÜNAYDIN, G. 2001. Türkiye Şeker Sektörü Analizi. KİGEM/TMMOB  Ziraat Mühendisleri Odası, Ankara.
10.    MİNİBAŞ, T. 2002. “Globalizmin Potansiyel Tarım Pazarları”. Cumhuriyet, 13 Mayıs.
11.    OYAN, O. 2000. “Tarımda Ne Yapılmak İsteniyor?” Teori, Sayı: 127, İstanbul, s. 23-31.
12.    OYAN, O. 2001. “Tütünde Ne Yapılmak İsteniyor?”.  Dünya, 29 Haziran ve 13 Temmuz.
13.    SAVRAN, S. 1996. “Türkiye Ekonomisinde Kriz: 1994’ten 1995’e”. 93-94 Petrol-İş Yıllığı, İstanbul, s. 123-133.
14.    SÖNMEZ, M. 1992 a. 100 Soruda 1980’lerden 1990’lara “Dışa Açılan” Türkiye Kapitalizmi. Gerçek Yayınevi, İstanbul.
15. SÖNMEZ, M. 1992 b. Türkiye’de Gelir Eşitsizliği. İletişim Yayınları, İstanbul.
16.    SÖNMEZ, M. 2002. “Tarımda 4 Milyon Aile Kriz Kurbanı”. www. ekohaber.net, 4 Haziran.
17.    YELDAN, E. 2001. Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi (Bölüşüm, Birikim ve Büyüme). İletişim Yayınları, İstanbul.
18.    YENAL, N. Z. 2001. “Türkiye’de Tarım ve Gıda Üretiminin Yeniden Yapılanması ve Uluslararasılaşması”. Toplum ve Bilim, Sayı: 88, İstanbul, s. 32-54.
19.    YILDIRIM, A. E. 2002. “Avrupa Tartışmalarında Neden Tarım Yok?”. Dünya, 3 Temmuz.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑