Uzlaşmacı sendikal anlayışın yeni adı: “sosyal diyalog”

13 Ekim 1970’te, İstanbul Eyüp’teki Gislaved Lastik ve Kauçuk Sanayii Fabrikası’nda, 15-16 Haziran tarihinde eyleme katılan işçilerin üzerindeki baskının son bulması ve ücretlerin kesilmesine karşı fabrika içinde oturma eylemi başlar. İşveren gün boyunca makine başındaki işçilere baskı yaparak çalışmalarını ister. Tüm baskılara rağmen işçiler taleplerin karşılanması için oturma eylemlerini devam ettirir. Lastik-İş sendikası yöneticileri, işveren çağrılara cevap vermediği ve işçilerin talepleri karşılanmadığı sürece, işçilere çalışmaları yönünde çağrı yapmayacaklarını açıklar.
15 Ekim’de işveren toplum polisleri ve komando desteği ile fabrikaya müdahale eder. İşçiler ilk saldırıyı içerden sıcak su sıkarak püskürtür. Bunun üzerine polisler ve komandolar, fabrikanın kapılarını greyder ile kırdırarak içeri girerler. Çıkan çatışmada bir işçi yaşamını yitirirken, çok sayıda işçi yaralanır. Bu arada fabrikaya çevreden gelebilecek yardıma karşı tüm yollar kapatılır.
1970’li yıllardan 1980’e kadar bu örneğe benzer onlarca direniş ve işgal yaşandı. Çatışmalar, işten atmalar, ölümler işçileri mücadeleden alıkoymadı.
Şimdi bugüne gelelim ve soralım; bu direniş şimdiki süreçte yaşansaydı, sosyal diyalogcu sendikacılar ne yapardı? Önce “direniş nasıl kırılır, fabrika işgalden nasıl kurtulur”un planları yapılırdı. Sonra da işçiler, bu plana uygun olarak, alavere-dalaverelerle direnişten vazgeçirilmeye çalışılır, “sorunların diyalogla çözüleceği, diyalogun önemli olduğu” üzerine nutuklar atılarak, direnişin hakkından gelinirdi.
1980’e gelindiğinde, çalışan işçiler içinde sendikalı işçi sayısı, yaklaşık 2,5 milyondu. Ekonomik ve demokratik talepleri için mücadeleci bir hat izleyen, zaman içinde önemli kazanımlar elde eden işçi hareketi, sınıf dayanışmasını güçlendirerek, “hak verilmez alınır” şiarı etrafında birleşerek, mücadele eden bir sendikacı kuşağı yaratma konusunda önemli mesafe almıştı. O dönemde de sorunlara masa başında çözüm arayan anlayışlar olmakla birlikte, bu anlayışlar günümüzdeki gibi, açıktan sınıf karşıtı bir tutum olarak ortaya çıkamıyordu.

12 EYLÜL, YASALAR VE SENDİKAL HAREKET
12 Eylül askeri darbesinden sonra tek taraflı olarak hazırlanan 1475 Sayılı İş Kanunu, iş yerlerinde çalışma koşulları açısından bütünü ile patronların isteğine uygun, işverenin egemen olduğu bir anlayışı getirdi.
Patronun, istediği işçiyi istediği biçimde çalıştırmasına olanak sağlayan ağırlaştırılmış yasalardan birisi de, tamamen anti demokratik bir içeriğe sahip olan 2821sayılı Sendikalar Kanunu’dur. Noter şartı, yüzde on işkolu barajı, yüzde 51 işyeri barajı ile adeta işçilerin nasıl sendika üyesi olamayacağını ortaya koyan düzenlemelerden ibaret bir kanun. Noter ve baraj şartı aşıldığı taktirde ise, önünüze 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu çıkıyor. Toplu İş Sözleşmesi yapabilmek için; sırat köprüsünden geçmeyi gerektiren, bin bir hile düşünülerek yapılmış olan bu yasalar, işverenlerin her aşamada toplu iş sözleşmesine engel olabilecekleri hükümleri içeriyor. Bütün bu yasal düzenlemeler, 20 yıldır Demoklesin Kılıcı gibi işçilerin tepesinde sallanıyor.
12 Eylül askeri darbesinin ve hukukunun getirdiği uzun bir suskunluk döneminden sonra, ’89 Bahar Eylemleri ile esen mücadele rüzgarı, sendikaları mücadele içinde inşa etmek, yaşamını işçi sınıfı davasına adamış mücadeleci bir sendikacı kuşağı yaratmak için önemli bir olanak sundu. Bu olanak sol, sosyal demokrat sendikal anlayışları yönetimlere taşıdı. Uzun süre ne yapacağını bilemeyen bu anlayış, devletin resmi sendikal anlayışı ile iç içe geçerek, işçilerin açtığı bu önemli yolu yeniden tıkayacak bir noktaya geldi.
Tüm bunlar dünyadaki  gelişmelerden bağımsız olarak ele alınamaz. Dünyanın her tarafında işçi hareketine, mücadeleci sendikacılara yönelik çok yönlü saldırılar devam etti. Mücadele eden işçilerin kendi militan sendikal anlayışını yaratma çabaları sistem tarafından yenilgiye uğratılmak istendi. Sendikaların, işçi hareketleri karşısında dalgakıran rolü oynayan, hak alma örgütleri olmaktan öte uzlaşan, sorunları kazasız-belasız atlatmak için uğraşan, içi boşaltılmış, giderek işçilerden kopan örgütler haline gelmesi hedeflendi.
Son 10 yıllık süreçte daha belirginleşen “çağdaş sendikal anlayış”ın savunucuları ile, işçi sınıfının değiştirici, devrimci gücüne inanan sendikacılar arasında kıyasıya bir tartışma yaşandı. Mücadeleci sendikacılığı savunan kesimler yerel sendikal platformlarda bir araya gelerek, işçi hareketinin ve sendikaların önünü açmak için çaba sarfetti. Ancak bu çaba, uzlaşmacı sendikal anlayışın yarattığı tahribatı ve sendikalardaki egemen konumunu değiştirmeye yetmedi.
Uzlaşmacı sendikal anlayış, “üretim araçlarındaki değişim ve teknolojinin gelişmesi, üretim ilişkilerini etkilemiş, bu nedenle artık eskisi gibi kaba güçle sorunları çözme devri kapanmıştır” safsatasından hareketle, işçinin gücünü küçümseyen, sermayenin bakış açısını kendisine rehber edinerek kaleyi içerden yıkmaya çalışan, düşman kuvvetlerinin birer ajanı olarak sendikalar içindeki rolünü sürdürdü. “Çağdaş sendikal anlayış” olarak ortaya çıkan, işçilerin yaşadığı sorunları, işçilerin iradesinden bağımsız bir şekilde masa başında patronlar ile konuşarak, kavga, gürültü çıkarmadan çözme sevdasının sendikaları getirdiği nokta, uçurumun kenarı olmuştur.
1999 yılında, “Mezarda Emeklilik Yasası”nın hazırlık sürecinde Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral’in oynadığı rolü hepimiz yakından biliyoruz. Bir yanda yasaya karşı çıkar gibi yaptığı işler, diğer yanda kapalı kapılar ardında hükümetle girdiği iğrenç pazarlık… Yüz binlerin alanları doldurduğu, emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı verilen mücadele, Bayram Meral’in hükümetle kurduğu diyalog sonucunda satışla sona ermişti. Bürokratik sendikal anlayış, “vatanın ve milletin bekası için” bir kez daha milyonların talebini bir kenara bırakarak, sorunu hükümetle el ele çözmüştü!
Diğer konfederasyonların belki düşündüğü ama yapamadığını Bayram Meral hepsinin adına yaptı. Bugün artık üç işçi konfederasyonunun yönetimleri, her alanda birlikte hareket ederek, her düzeyde aynı çizgiye gelmiş durumdalar. Konfederasyonların içinde az çok mücadeleci unsurlar ve sendikalar tasfiye edilmek istenirken; iş yeri temsilcileri ve ileri işçiler, patronlar ile işbirliği yapılarak işten attırılmakta ve bütün bunlara “çağdaş, diyalogtan yana sendikacılık” kılıfı giydirilmektedir.

KONFEDERASYONLARIN YAPISI
Türk-İş’in kurulduğu günden beri devletçi anlayışı hep öne çıktı. Kamuda örgütlü olmanın getirdiği rahatlıkla hareket ederek, deyim yerinde ise, sendika ağalığını her düzeyde yapısına sindirdi. İşçilerin haklarının korunması ve ilerletilmesi değil, “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” adı altında sermayeyle kol kola yürümek onun için hep öncelik oldu. Sesini yükselten tek tek sendikacıları ve sendikaları,  yalnızlaştırma ve Türk-İş politikalarına karşı gelebilecek bir pozisyondan çıkarma tutumuyla hareket etti. Ama, Süleyman Demirel’vari bir tutumla, “yaptıklarının hepsini işçiler için yaptığını” söylemekten geri durmadı. Türk-İş içinde mücadeleci sendika ve sendikacıların çabaları dönem dönem etki yaratsa da, Türk-İş’ i değiştirmeye ve mücadeleci bir konfederasyon yapmaya yetmedi. 
DİSK’e gelince. 12 yıllık bir aradan sonra, 12 Eylül öncesi mücadele kuşağından gelmiş ama bir çoğu bu sürede sistemle uzlaşarak ayakta kalmış olan sendikacılar, 90’lı yılların ilk yarısında DİSK’i yeniden sendikal alana sürdüler. DİSK’in sendikal alana çıkmasıyla, “çağdaş sendikal anlayış”; “sadece işçilerin değil patronların da çıkarlarını gözeten, işyeri var olmadan işçi olmaz, öyleyse işyerinin sorunları işçi sorunundan daha önce gelir anlayışı” sendikalar içinde yaygınlık kazandı.
DİSK’in bu çizgisini alkışlarla karşılayan sermeye çevreleri, DİSK’in 12 Eylül öncesi sendikal anlayışının üzerine giderek, tabandan gelecek hareketleri, DİSK yönetiminin de yardımıyla etkisiz kıldılar. DİSK eski Genel Başkanı Rıdvan Budak, “Konfederasyonu devlet ile barıştırdık” diyerek, işçilerin mücadele geleneğini hiçe saymış ve bu tavrıyla sermayeden özür dilemiştir. Bir yandan DİSK’in yeniden sendikal alana çıkmasını umut olarak gören işçiler DİSK’e yönelirken, DİSK’in yöneticileri, savundukları “çağdaş sendikal anlayış”la,  konfederasyonu bitme noktasına getirmişlerdir. 12 Eylül öncesi işçilerin yaratığı mirası yiyerek tüketmişler, DİSK varlık yokluk meselesini tartışır duruma gelmiştir.
Hak-İş ise, DİSK in kapatılmasının yarattığı boşluk ve Türk-İş’e duyulan tepkinin sonucunda, saflarına geçen işçiler sayesinde var olmuştur. Bu noktada bazı eski TKP’lilerin katkısını da hatırlamak gerekir.
Daha çok, dönemin siyasal özelliklerini de dayanak yaparak dini motiflerin ağırlıkta olduğu bir sendikacılıkla kendini tanıtmıştır. Refah Partisi (RP)’nin yerel yönetimleri kazanmasıyla birlikte,  RP’li belediye başkanlarının olanaklarını kullanarak üye sayısını artırmıştır. Başkanlarının keskin söylemleri ile öne çıkmasına rağmen, örgütlendiği iş yerlerinde, işçileri hiçbir karar sürecine katmayan, “işi en iyi sendikacılar ve uzmanlar yapar” anlayışından hareketle, tipik bir bürokratik sendikacılık anlayışının temsilcisi olmuştur.

AYRI KONFEDERASYONLAR, AYNI SENDİKAL ANLAYIŞ
Sonuç olarak, her üç konfederasyon ayrı gibi görünse de özünde birbirinden ayrılamaz yapışık üçüzler gibi sorunları masa başında çözmekten yana anlayışa sahip olarak duruyorlar. Toplu iş sözleşmelerinde, hak gasplarında, genel saldırılarda, öncelikli olan tutum, sorunları mücadeleye mahal vermeden çözmektir. Şüphesiz bu anlayış, sendikaların oturup “biz bu sorunları bundan sonra böyle çözelim” diye düşünüp var ettikleri bir durum değildir.
Sermaye hayatın her alanında kendisini yeniden yapılandırırken, sendikaları da kendi ihtiyaçlarına göre biçimlendiriyor. Yukardan başlayarak aşağıya doğru sermayenin çıkarlarına uygun davranabilecek bir sendikacı kuşağı için tüm güçlerini seferber ediyor. Artık “kimin işçi ya da sendikacı, kimin patron olduğunun bir önemi kalmadı, hepimiz aynı gemideyiz, batarsak beraber batarız, çıkarsak beraber çıkarız” diyerek, işçileri patronun çıkarlarını düşünen, bununla yatıp kalkan bir fikri kuşatma altına alıyor.
İşçiler kürek çekerken aynı gemide olduklarını iddia eden sendikacılar güvertede, “aşağıdaki kürekçilerin durumunu nasıl düzeltsek” diye düşünmüyorlar. “Aman kürekleri iyi çekin. Yoksa birlikte batarız” diye nasihat ediyorlar. “Sosyal diyalog”un içi bu demagojilerle doldurulurken, işçi sınıfının yüz yıllık kazanımlarını bir çırpıda tırpanlayacak kadar gözü kararmış “sosyal diyalog” uzmanı sendikacıların teslimiyetçi çizgisi, 1475 sayılı iş yasa tasarısı hazırlanırken ortaya koydukları tutumla bir kez daha tescil ediliyor.
12 Eylül gerici yasaları elbette değişmelidir. Ancak, değiştirilenin yerine neyin konduğu önemlidir. Bugün fiili olarak uygulanan, esnek çalışma, sigortasız çalışma, iş yerinde keyfi uygulamalar, iş durumunun patronun iki dudağı arasında olduğu koşulları yasal hale getirmeyi hedefleyen, “gelenin gideni arattığı” bir değişikliğin, sermayenin saldırılarını dizginlerinden boşaltmaktan başka bir şey olmadığı açıktır. Yasama, yürütme ve yargı erkinin sermeyenin egemenliğinde olduğu koşullarda hangi “sosyal diyalog”dan bahsedeceksiniz! İş güvencesi yasa tasarısında, işsizlik sigortası yasa tasarısında yaşananlar henüz hafızalardadır. Güdük bir iş güvencesi, asgari ücretin yarısı gibi komik bir işsizlik sigortası üzerinden dağ devirmiş yiğit edası ile, “bakın sizin gücünüze gerek kalmadan bunları alabiliyoruz” diyerek, gözümüzün içine baka baka yalan söyleyen bir sosyal diyalogculuğun, işçi sınıfına, emekçilere ne hayrı olabilir!
1475 sayılı iş yasasına ilişkin değişiklik temelinde ortaya çıkan ihanet belgesine imza atan anlayış da bunun ürünü değil midir?

“BİLİM KURULU” NEYİN KURULU?
En iyi “sosyal diyalogu” bilim insanları gerçekleştirir diye, kalemlerini ve beyinlerini sermayenin hizmetine sunmuş sözde bilim adamlarına hazırlatılan iş yasa tasarısı, bütünüyle sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir içerikte ortaya çıkmıştır.
Oluşturulan “bilim kurulu” kimi patronlara taş çıkartacak ölçüde patrondan çok patroncu kesilmiştir. Hazırladıkları taslağı savunurken, “zaten bu yazdıklarımız fiilen uygulanıyor. Biz bunları yasal güvence altına aldık” diyorlar. Yani, kuralsızlığı yasal güvence altına aldıklarını söylüyorlar. Sayısal temsil noktasında bile eşitliğin olmadığı, yapılacak işin renginin belli olduğu bir “kurul”dan işçiler lehine yasaların çıkmasını beklemek hayalden öteye bir şey değildir. Deyim yerindeyse “sosyal diyalogcu” anlayış, iş yerlerinin taşeronlaşması gibi, yasaların hazırlanmasını da taşerona havale etmiştir.
Şimdi sormak gerekiyor. Ey “bilim insanları”; hayatınızda hiç fabrika veya atölyeye gidip buradaki sıkıntıları, sömürü çarkının dönüşünü yaşayarak gördünüz mü? “Yazdıklarımız ne kadar gerçekçi olacak ve kimin işine yarayacak” diye kendinize sorun ettiniz mi? Her halde patronlar ve “sosyal diyalogcu” sendikacıların anlattıkları size yeterli geldi. Yoksa siz zaten başından beri  “Bilim Kurulu” değil, sermayenin hizmet kurulu olduğunuzu biliyordunuz da, kimsenin bunu anlamayacağını mı düşündünüz?

AVRUPA BİRLİĞİ STANDARTLARINA UYGUN “SOSYAL DİYALOG”
Peki nereden geliyor bu “sosyal diyalog” meselesi. Kırk yıldır aşındırılan Avrupa Birliği (AB) kapısı, AKP hükümeti ile, üyelik için müzakere tarihi alma yolunda hızlandırıldı. Gidip AB kapısında biz şöyle demokratikleştik, böyle demokratikleştik diye günlerce tantanalar koparıldı. Bu süreçte, işçi sendikaları ve bir kısım kamu emekçileri sendikaları tüm umutlarını AB’ye bağlamış, tarih almak için hükümet ile birlikte kırk takla atar oldular. Tam da bu sürece paralel olarak, Avrupa Birliği katkıları ile hazırlanmış programlar gündeme geldi ve ETUC tarafından “sosyal diyalog” anlayışının propagandasının yapıldığı “müfredatlar”la, sendikalara yönelik seminer ve eğitim toplantılarına hız verildi. Bu toplantılara işveren örgütleri çağrılarak, sendikacıların doğrudan söylemeye cesaret edemediği kimi konuları işveren örgütleri temsilcilerine söyleterek, ilerisi için zemin yaratma ve nabız yoklama faaliyetleri gerçekleştirildi. Şüphesiz bunlar, birer tesadüf olarak değerlendirilemez. Hükümet, sermaye ve sendikalar arasında süren görüşmelere yön veren “sosyal diyalog” anlayışının temellerinin atıldığı ve ilerletildiği işler olarak anlam kazanıyorlar. Sermaye cephesinden itiraz edilmediği koşullarda uyumlu olarak devam eden “diyaloglar”ın, hükümet ve sermaye cephesinin isteklerinin kabul edilmesiyle sonuçlanıp, sorun olduğunda tüm kamuoyunun sermaye tarafından bilgilendirilmesinin bir gelenek haline gelmesinde, bu işlerin rolü olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.
Hatırlanacağı gibi, güdük iş güvencesi yasa tasarısı, sendikalar ile mutabakat içerisinde hükümetin çekmecesinde bekletildi. Refik Baydur “tasarıyı 1,5 yıldır bekletiyorum” diye açıklayınca, konfederasyon başkanlarının tavrı, “bu iş hükümetin namusudur” diyerek topu taca atmaktan öteye gitmedi. “Sosyal diyalog” topu, bir işverenin bir konfederasyon başkanlarının elinde gidip gelir oldu. Avrupa Birliği standartlarına uygun bir “sosyal diyalog”dan, işçi sınıfı ve emekçiler için, hep daha fazla hak gaspı, sömürünün yoğunlaşması ve sendikal örgütlülüğün zayıflatılması sonucu çıktı.

ESK VE “SOSYAL DİYALOG”
Ekonomik Sosyal Konsey (ESK)’in ortaya çıkışı ve işleyişinin temeline de, taraflar arasında “sosyal diyalog”un geliştirilmesi ve sorunların bu diyalogla çözüleceği tezi oturtuldu.
ESK’ten medet umanlar, burada eşit koşullarda temsil olduğunda (daha çok DİSK ve Hak-İş tarafından dile getirildi) her sorunu tartışarak çözüme kavuşturabileceklerinin, sorunların çözülemeyişinin nedenin ESK’in yapısından kaynaklandığının, ESK’in yasal bir güvenceye kavuşturulmasıyla bu sorunun aşılacağının propagandasını yaptılar.
Öyle ki DİSK yöneticileri, DİSK Genel Kurulu’nda ESK’e katılmanın reddedilmesine rağmen, delegelerin iradelerini yok sayarak toplantılara katıldılar. Sendikalar açısından görüntüyü tamamlamanın ötesine geçmeyen bu toplantılarda sürdürülen “sosyal diyalog”dan, bugüne kadar işçiler lehine tek bir karar çıkmadı. Yaşanan bu gerçeklik ortada iken, konfederasyonların genel başkanları toplantılara katılmaktan geri durmuyorlar. Tutumlarını da, “biz masadan kaçan taraf olmak istemiyoruz” diyerek gerekçelendiriyorlar. Sonuç ise, işçilerin mücadele ile elde ettiği kazanımların, masalarda birer birer sermayeye teslim edilmesi ve işçilerin sendikalara güveninin azalması oluyor.
ESK yasal statüye kavuşmasına rağmen, sermaye ve hükümet istemeden toplanmıyor. Eğer yapacağı işlerde aksaklıklar ve engeller çıkarsa toplanıp, yeniden ihtiyacın olduğu döneme kadar rafa kaldırılıyor. ESK’in toplantılarında nelerin konuşulduğu, nelerin tartışıldığı soruları cevapsız kalıyor. Ekonomik Sosyal Konsey’in “Emekçilere Saldırı Konseyi” olarak çalışmaktan başka bir işe yaramadığı kendi yaptıklarıyla sabittir.
“Sosyal diyalog” adı altında, işçi ve emekçilerin iradesinden bağımsız kurulan her oluşumun, işçi ve emekçilerin mücadelesinin önüne çıkmış bir engel olarak, sermayeye hizmet ettiğinin en somut örneklerinden biri de ESK olmuştur.

“SOSYAL DİYALOG” VE İŞ YASALARININ DEĞİŞTİRİLMESİ
Sonunun ne olacağı halen belli olmayan İş Güvencesi Yasası’nın, 15 Mart tarihi itibarı ile yürürlüğe girecek olması, patronlar cephesinde “infiale” neden oluyor. Bir an önce 1475 sayılı yasadaki değişikliklerin Meclis’ten geçirilmesi isteniyor. Dost ve düşman biliyor ki, 1475 çıktığında, iş güvencesinin hiçbir anlamı ve yaptırımı kalmayacaktır. Bu nedenle patron takımı, 1475’e ilişkin değişikliklerle İş Güvencesi Yasası’nın eş zamanlı olarak çıkması ve uygulanması için düğmeye basmış durumdalar. Konfederasyon başkanları, “İş Güvencesi Yasası, 1475 sayılı yasaya ilişkin değişikliklerden ayrıdır. Birbirleriyle bağlantı kurulamaz. İş yasasının 15 Mart’a yetişmesi gibi bir acelemiz yok deseler” de, kapalı kapılar ardında birbirleri ile mutabakata vardıkları anlaşılıyor.
Çalışma Bakanı Murat Başeskioğlu, konfederasyonlar 15 Şubat’a kadar aralarında anlaşamazlarsa 1475 Sayılı İş Yasası’na ilişkin değişiklikleri Meclise sevk edeceklerini ilan etti. Yani bir kez daha, sorunu, “sosyal diyalogu” hızlandırarak çözme telkininde bulundu. Yani, bakan ile sendikacılar, sendikacılar ile patronlar, bakan, sendikacılar ve patronlar ikili ve üçlü komisyonlar kuruyor ve “sosyal diyalog”la işleri hallediyorlar. Ve bütün bu işler, çalışmanın “sağlıklı” (!) bir “sosyal diyalog”la sürdürülmesi ve sonuçlandırılması için milyonlarca işçi ve emekçiden gizlenerek kotarılıyor. Genişletilmiş işçi, temsilci ve başkanlar kurulu toplantılarında bu tutumlar yerden yere vurulmasına rağmen, hala cesaret ile satış yapılabiliyor. Bütün bu süreç gösteriyor ki, “sosyal diyalog” diye ortaya atılan anlayış, kapalı kapılar ardında işçilerin, emekçilerin emeği ve başı üzerinden yapılan gizli pazarlıkların sendika piyasasındaki popüler adından başka bir şey değildir.

SONUÇ OLARAK
Bataklıkta yüzenler bataklıkta boğulacaklar. Sendika ağaları sermeyenin sunduğu olanaklardan yararlanarak işçi hareketi ve sendikal örgütlenme üzerinde büyük tahribatlar yarattılar. 2003  yılı, büyük oranda konfederasyonlara bağlı sendikaların kongre yılı olacak. Yukarıda ortaya konan tablo da gösteriyor ki, sınıf bilinçli, ileri işçilerin omuzlarındaki yük daha fazla sorumluluk almayı gerektiriyor. Gelinen yerde, sendikaların üzerine çöreklenmiş uzlaşmacı, “sosyal diyalog”cu anlayışı silkelemek, sendikaları işçi sınıfının mücadele örgütleri, direniş merkezleri olarak yeniden örgütlemek, işçi sınıfının, emekçilerin ekonomik ve demokratik talepleri uğruna mücadele eden bir anlayışı sendikal alana egemen kılmak için ileri, sınıf bilinçli işçilerin seferber olması ve duruma el koymasına olan ihtiyaç hayati düzeydedir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑