Dünyada yeni bir mücadele dalgası yaşanıyor.. ABD’nin Irak saldırısı ile ardından gelen işgal ve bunun altında yatan tüm Ortadoğu’yu hedefleyen egemenlik planlarının karşısına milyonların katıldığı –ve hatta örgütlediği- eylemlerle çıkan işçi ve emekçiler, bu günlerde grevler ve kitlesel eylemlerle mücadeleyi büyütüyorlar. Savaşa karşı ayağa kalkan dünya emekçileri ve halkları hak gasplarına karşı daha büyük adımlarla ilerliyorlar. Hükümetlerin hak gasplarına karşı örgütlenen eylem ve grevler bütün Avrupa’yı sarmış durumda. Henüz Türkiye’de iş yasasına, kamu personel rejimi reformuna karşı yapılan eylemler istenilen düzeye gelmiş ya da örneğin Avrupa düzeyine ulaşmış durumda değil. Ancak görünen o ki, mücadelenin ilerleme olanakları var ve bu olanaklar değerlendirildiğinde kapsayıcılığı da artarak ilerleyebilir.
Kapitalizmin olmazsa olmazları, krizler, sömürü çarkı, hak gaspları, özelleştirmeler ve daha birçok saldırı, tıpkı savaş gibi, dünya emekçilerinin öfkesini çoğaltıyor, biriktiriyor ve düzene karşı ciddi hareketler doğuruyor.
Bu yeni mücadele dalgasının, kitlesellik, sahiplenilen talepler ve eylem biçimleri bakımından önemli bir parçası olan gençlik kesimleri de, bu mücadeleden her gün yeni bir şeyler öğrenerek, mücadelenin içindeki yerini ve üsteleneceği rolü daha yakından görüyorlar. İngiltere, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde savaş karşıtı süreçte hemen her gün sokaklarda olan üniversiteli-liseli gençlerin defalarca örgütlediği boykotlar, Türkiye’de de 20 yılı aşkın bir sürecin genel karakteri olarak istikrarsızlığını koruyan üniversite hareketinde, kitleselliği ve ilk olması bakımından oldukça öğretici deneyimler oldu.
Son 10 yıldır akademik-demokratik ve mesleki talepler çerçevesinde biçimlenen ve çoğu kez de lokallikten kurtulamayan görece düşük düzeyli ve istikrarsız yükseköğrenim gençliği hareketi, 21 Mart boykotlarıyla yeni bir ivme kazandı. Gerek somut nesnel koşulların uygunluğu, gerekse de kararlılık, güven ve dünya emekçileriyle birleşen bir çizgide yer alması nedeniyle, savaş karşıtı mücadele ve 21 Mart boykotu, artık üniversiteleri ve yükseköğrenim gençliğini yeni bir yerden tartışma olanağını yaratıyor, bunu bir zorunluluk olarak dayatıyor.
Sistemin, kendi belkemiğini oluşturmayı umduğu ve bu nedenle ideolojisini yeniden ürettiği alanlar olan/olması beklenen üniversitelerde, yeni bir fikrin ve bu fikre uygun bir gençlik profilinin zemini hızla oluşuyor. Yükseköğrenim gençliğinin halktan ve halkın taleplerinden kopuk, dahası kendi sorun ve taleplerinin dahi farkında olmayan, enerjisini çoğu kez bilinçsizce sistemin devamı için tüketen ve nihayet tükenen bir gençlik kesimi olması için “her şeyiyle” ideolojik bir saldırı da yürüten tekelci burjuvazi artık üniversitelerde eskisi kadar sağlam değil.
90’lı yıllardan itibaren yükseköğrenim gençliğinin kendi talepleri etrafında örülen ve çoğunlukla dar alanlara sıkışan mücadelesi, emekçi sınıfların mücadelesiyle birleşememiş ve bu nedenle bir sonraki adımı bilinmeyen, bir süre sonra sönümlenen ve “bir dönemin anısı” olarak kalan nitelikteydi. Yükseköğrenim gençliğini kültürel, sosyal, ideolojik, akademik vs. yönlerden kıskaca almaya çalışan burjuvazi de, hak gasplarını da kapsayarak politik saldırılarını olduğu kadar ideolojik saldırılarını yoğunlaştırmıştı. Hızla devam eden zamların, özelleştirmelerin yanı sıra, öğrenci derneklerinin, kol, kulüp ve toplulukların sosyal-kültürel ihtiyaçlara cevap vermekten uzak hale gelmesi, üniversitelerin bilimsel üretim merkezleri, toplumun gelişimine katkıda bulunan sosyal yaşam alanları olmak yerine, boş, yararsız ve iş hayatına atılmakta aşılması zorunlu birer basamak olarak görülmesine neden oldu. Bu kapsamda kampüslerde düzenlenen kariyer günleri, şirket tanıtımları, “kendini pazarlama” dersleri gibi zamanla alışılan uygulamalar, yükseköğrenim gençliğinin çekilmek istendiği fikrin, dayatılan yaşam anlayışı ve dünyaya bakışın canlı birer örneğiydi. Az sayıda öğrencinin içinde yer aldığı topluluk ve kulüplerin çoğunun, öğrencilerin paylaşım ve ortak üretim alanları olmaktan çok, öğrenci ve üniversite gündeminden uzak, sınırlı bir kesime hitap eden ve burjuva popüler kültürüne bulanmış etkinlikler örgütleyen organizasyon gruplarına dönüşmesi; üniversitelerin sosyal-kültürel hayatına vurulan en büyük darbeydi. Öğrenci temsilciliklerinin -az sayıdaki olumlu örnekler dışında tutulduğunda- birkaç kişilik grupların ve onlar kanalıyla dekanlık ve rektörlüklerin tekelinde biçimlenmesi, çok sayıda öğrencinin ÖTK’ları bir prosedür gereği olarak tanımasına ve temsilciliklerin gerçek anlam ve işlevinin boşaltılmasına neden oldu.
Bunların yanı sıra üniversite hareketini eylem takvimlerine bağlayan dar küçük burjuva grup ve anlayışların harekete üstten yön verme, öğrencileri küçümseme, kitle hareketinden kopma eğilimleri de yaygınlaşmış ve geriletici bir etkiye sahip olmuşlardı.
Sayılabilecek pek çok örnekle birlikte üniversitelerde yaşanan bu tıkanıklıklar, yükseköğrenim gençliğini, kendisini yeniden üretme ve geliştirme, toplumsal gelişimin etkin bir parçası olabilmede çözümsüz bir noktaya getirmişti. Bu çözümsüzlüğün neden olduğu yabancılaşma, toplumdan uzaklaşma ve bireycilik, yükseköğrenim gençliği içinde yaygınlaşmıştı.
Elbette bu kasvetli tablo kısa bir zaman içinde oluşmadı, bunca tıkanıklık kısa bir dönemin ürünü olarak birdenbire ortaya çıkmadı. Sermayenin üniversitelerde görmek istediği tabloya çok yaklaşmış olan bu görüntü, doğal olarak, onun uzun vadeli planlarına uygun bir tarzda hayat buldu. Düşük miktarda harçlarla başlayan paralı üniversite eğitimi, % 150’leri bulan harç zamları, kayıt masrafları, laboratuar kayıt “bağışları”, vakıf üniversiteleri ve YÖK Yasa Tasarısı’nın kimi maddelerinin gayrı resmi uygulanması ile devam etti/ediyor. Üniversiteleri özelleştirme planları adım adım hayata geçilirken, yükseköğrenim gençliğini hedef alan fikri saldırılar da özerklik, özgürlük, “birey olma”, “hayatı tanıma” gibi parlak ama aslında içi boş isimler altında yürümüş, kapsamlı bir planın, çok yönlü bir kuşatmanın parçası olmuştu.
Uzun bir dönemin ürünü olan bu gerçekler, birkaç ayı kapsayan savaş karşıtı çalışma ya da tek başına 21 Mart Boykotu ve çalışması ile birdenbire tersine dönmedi elbette.
Üniversitelerde yapılan eylemlere en fazla birkaç yüz kişi katılırken ne oldu da boykot sürecinde binlerce öğrenci sınıfların, anfilerin boşaltılmasında aktif rol oynadılar? Formasyon, YÖK, harçlar üzerine değil, dünya çapında yürüyen savaş karşıtı mücadelenin bir parçası olarak, anti-emperyalist taleplerle ve savaşsız bir dünya fikrinin daha fazla tartışıldığı bir dönemde yapılan boykotların örgütlenmesine neden bu kadar çok öğrenci katıldı? Bu süreçte savaş karşıtı hareketin kapsayıcılığı, gelişimi ve uyandırdığı yankı bir etki yaratmış, üniversite öğrencilerini, neredeyse herkesin müdahale ettiği, harekete geçtiği bir konuda geleceğini ve kendi sorumluluklarını hatırlamaya, bir şeyler yapmaya, hiç değilse hareketin bir parçası olmaya zorlamıştır. Kendi geleceği konusundaki kaygılarını bireysel çözümlere ya da çözümsüzlüklere havale etmenin yerine, ülkenin ve dünyanın geleceğine dair ortak bir eylemin içinde bulunma tutumunun geçmesinde bu etmenler önemli bir rol oynamıştır. Zira meselenin bu yanına daha önce de benzer değerlendirmeler yoluyla değinildi.
Ancak, bunlarla birlikte etkili olan ve antiemperyalist hareketin geleceği açısından daha dikkatle incelenmesi gereken bir nokta daha var; süreci örgütleyenlerin kitlelere sesleniş biçimi. Daha önce de belki defalarca yazılan, dağıtılan bildirilerden, kimi fakültelerde duvarda boş yer bırakmamacasına asılan afişlerden farklı ne yapılmıştı da, yüzlerce genç daha önce verdiği tepkiden farklı bir tepki vermişti?
Bir fikrin hayat bulması, ancak onun kitleler tarafından sahiplenilmesine, dolayısıyla onlar tarafından bilinmesine ve doğru biçimde anlaşılmasına bağlıdır. Bu nedenle, fikrin kendisini ortaya atmak ne kadar önemliyse, bu fikri kitlelere doğru biçimde taşımak da bir o kadar hayatidir. Tüm dünyayı etkisi altına alan savaş karşıtı sürecin birçok deneyimi gibi, boykotlar da, bir fikrin kitleler içindeki yansımasıydı.
Üniversitelerde toplulukların, kulüplerin savaş karşıtı etkinliklere yönelmesi, savaş karşıtı platformların kurulmasında kimilerinin bir özne gibi davranmasında, bu alanlardaki birikim ve sabırlı çalışma kadar, boykot sürecinde kampüslerde yaratılan genel etki ve bu alanları da kapsayan ajitasyon çalışması da etkili oldu. Yine onlarca öğrencinin savaş karşıtı platformlarda yer almak istemesi, dağıtılan bildirilere, yapılan sınıf konuşmalarına ilgisi dikkate değer noktalardı.
Çünkü bu defa, her zaman yazılan, söylenen gerçeklerden bambaşka gerçekler yazılıp söylenmiyor olsa da, “başka” bir gerçek, “başka” bir durum vardı. Savaş gibi dünya halklarının tamamını tehdit eden ve neredeyse tamamının karşısında harekete geçtiği bir olay karşısında, üniversite öğrencilerinin de “kendi köşelerinde” sessiz kalamayacakları gerçeği daha yüksek sesle dile getirilmeliydi ve getirildi de. Savaşa karşı bir şey yapılamayacağını ya da savaş karşıtı eylem ve etkinliklere şu veya bu nedenle katılmayacağını düşünenlere verilecek cevap, –hareketin düşüklüğü ve istikrarsızlığının yol açtığı “marjinallik”in beslediği güvensizliğin yerleştirmekte olduğu alışkanlıkla- sessiz sedasız ve alttan alarak değil, inanç ve güvenle, en sağır kulakların bile duyabileceği bir biçimde verildi. Savaş karşıtlarının sınıfları boykota çağırmak için yaptıkları konuşmalara “Ben de savaşa karşıyım, ama bu iş böyle olmaz, bir yere varamazsınız” diyen öğretim üyeleri, fikren mahkum edildi. Kısacası “savaşa hayır” demenin yetmediği, bu savaşı durdurmak için eyleme geçenlerin içinde olunması gerektiği her yerde, en basit gerçeği anlatmanın ve en olağan olanı önermenin verdiği güvenle ve herkesin duyabileceği şekilde anlatıldı.
Üstelik 21 Mart’ın öncesinde de referandumlar yapılmış -ki bu referandumlarda öğrencilerin % 80-90’ı boykotları destekleyeceğini belirtmişti-, savaş tezkeresinin Meclis’te görüşüleceği günden önce sınıflarda, yemekhanelerde bildiriler dağıtılmış, konuşmalar yapılmış, öğrenciler “derse değil Meclis’e” çağrılmıştı. 1 Mart’ta Ankara’da yapılan eyleme çok sayıda üniversite öğrencisi katılmış, ODTÜ topluluklarının ve ÖTK’nın oluşturduğu pankart arkasında 2000 öğrenci yürümüştü. Kısacası, boykot birdenbire ortaya atılmış, hiçbir maddi dayanağı olmaksızın birdenbire ve kitleden kopuk “dayatılarak” yaşanmış değil, tersine hemen hemen tüm üniversite kampüslerinde öğrencilerin tamamına yakınının duyduğu, haberdar olduğu, desteklemeye karar verdiği ve katıldığı bir eylem biçimi olarak hayat buldu. Birçok kampüste, fakültede, bölümde boykot komiteleri kuruldu, 21 Mart boykotu savaşa karşı derslere girilmeyecek bir gün olarak kanıksandı ve benimsendi. Tek başına bunlar bile, artık, emperyalizmin, tekellerin ve düzenlerinin ve saldırılarının kanıksanmasının sonuna gelindiğini,önümüze bambaşka ufukların açılmakta olduğunu gösterir.
21 Mart günü de ODTÜ, Hacettepe, Ege, Dokuz Eylül, İstanbul, Ankara üniversiteleri ve daha birçok üniversitede dersliklere, anfilere ya sessizlik ya da sloganlar hakim oldu. Kimi fakültelerde boykota katılım oranı %100’ü bulurken, birçok öğretim üyesi dersine gelmeyerek ya da sabah saatlerinde derse gelen öğrencileriyle sınıfları boşaltarak boykota destek verdi. Kalabalık öğrenci grupları, fakülteleri, eğitim binalarını tek tek gezerek, sınıflarda konuşmalar yaparak, okulun tamamını boykota çağırdı. Boykota katılmayan birçok öğretim üyesi, sınıf içlerinde boykota katılan öğrencilerle yaptıkları tartışmalarda ikna edildi ya da fazla dayanamayarak vazgeçti. Hatta kimi yerlerde derse ısrarla devam etmek istedikleri ya da konuşmaya gelen öğrencileri kovdukları için, bazı öğretim üyeleri, yüzlerce öğrencinin tepkisini üzerlerine çektiler. Derse girmeyerek boykota katılan öğretim üyeleri okulu dolaşan öğrenci gruplarıyla birlikte yürüdüler, kimi yerlerde, boykotu destekleyeceklerini önceden açıklayan öğretim elemanları dernekleri, boykota pankartlarıyla katıldılar.
Daha birçok yanıyla tarif edilebilecek bu çalışmaların en belirgin ve en önemli özelliklerinin altını çizmek, yeni bir dönemin işaretlerini veren anti-emperyalist gençlik hareketinin geleceği bakımından önemlidir. Çünkü bu özellikler, kendiliğinden ortaya çıkan olmaktan çok, mücadelenin ana karakterini belirleyen ve ona asıl niteliğini veren unsurlardan biri olacaksa -ki olacağı bugünden görülüyor-, herkesçe bilinmeli ve anlaşılmalıdır.
Bir fikrin/olayın/nesnenin varlığına/gerçekliğine/doğruluğuna inanmak, onun somut nesnel koşullarının da var olduğunu bilmekten geçer. Savaşın engellenebileceğine inanmak da, işçi sınıfının ve emekçilerin örgütlü ve üretime dayanan gücünün farkında olmaktan geçer. Dünya işçi ve emekçilerinin savaşa karşı bir günlük genel grev kararının, savaşı durdurmaya bir adım yaklaşmak olduğunu bilenler, elbette bunu başarmak için inançla çalışacaklardır. Genel grev kararının üniversitelerde boykotlarla desteklenmesi için de aynı inanç ve kararlılıkla çalışılmış, inanılan gerçeğin somut temellerine duyulan güven çalışmanın tamamına yansımıştır. Savaşa karşı “bir şeyler yapma” fikri somutlaşmış ve ne yapılacağı belirginleşmiş, “bu işin böyle olacağı, bir yere varılacağı” çok net bir gerçek olarak her fırsatta ifade edilmiştir. Öğrencilerden, öğretim üyelerinden, emekçilerden alınan desteğin her gün arttığının herkesçe bilinmesi sağlanmış, bilimin ve insanlığın mücadele tarafında olduğu, üniversitelerin de bu safta yer alması gerektiği üzerinde ısrarla durulmuştur. Öğretim elemanları dernekleri ya da tek tek öğretim üyeleri, savaşı ancak genel grevin durduracağını, bunun için üniversitelerin yapması gerekenin eğitimi durdurmak olduğunu açıklamış ve bu açıklamalar tüm üniversitelere duyurulmuştur. (Hacettepe Üniversitesi Senatosu’nun savaş karşıtı açıklaması kadar, İstanbul’dan öğretim üyelerinin ve ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği’nin bu konudaki açıklamaları, günlük işçi basını da kullanılarak, birçok kampüse taşındı ve örnek oldu.) Söylenilmesi gerekenler cesaretle söylenmiş, üniversitelilerin mücadelenin bir parçası olması zorunluluğu, kabaca, üstten ve bilgiç bir tavırla değil ama, kesin ve somut bir gerçek olduğu, bu sorumluluğu üstlenmekten kaçınılamayacağı vurgusuyla belirtilmiştir. Öyle ki, savaş karşısında kayıtsız kalmayı seçenler, bir defa daha düşünmek zorunda kalmışlardır.
Dünya ve ülkede yaşanan gerçekleri nedenleri ve sonuçları ile birlikte ortaya koymak önemlidir. Ancak bir o kadar daha önemli olan; bu yaşananlar karşısında üniversite gençliğinin pozisyonunu bütün açıklığıyla gözler önüne seren bir aydınlatma çalışmasıdır. Üniversite öğrencilerinin yaşanan olaylar karşısındaki konumunu sorgulayan-sorgulatan, boş vermiş, bana neci, dışardan izleyen, sorumsuz yaklaşımlarla mücadele eden bir propaganda-ajitasyonun sarsıcılığı, üniversite hareketinin ilerlemesi açısından hayati önemdedir. Bunun gereği yerine getirilmiştir. Dahası, egemen kılınan anlayış ve ruh hali ile, insanlığın ve bilimin itildiği çürüme ve yok oluşun bir parçası konumuna sürüklenmenin vicdani ve politik sorumluluğunu reddetmeye çağıran bir anlayışla aydınlatma çalışmasının sürdürülmesi, bunun üniversite gençliğinin ileri, bilinçli kuşaklarında bir tarz haline gelmesi zorunludur. Toplumun genç aydın kuşağının “aynada kendisini görmesini sağlayacak” sesleniş, açıktır ki, üniversite gençliğinin kendi rolünü kavramasına hizmet edecektir.
21 Mart boykotu ile en belirgin halini alan bu sesleniş tarzı, tüm diğer neden ve etkenlerle birlikte, cesaretin, kararlılığın ve ısrarın somut sonuçlarını gösterdi. Söylenilen hiçbir şey havada kalmadığında, söyleyen tarafından gerçekliği ve doğruluğu bilindiğinde -ve dolayısıyla buna inanıldığında-, yankısını bulacaktır. Cesaretsizce, söyleyenin bile inanmadığının belli olduğu bir biçimde söylenenler, iddia edilenler, boş bir iddia olmaktan öteye geçemez. Bunun en tipik örneği, halka vaat veren burjuva politikacı ya da hükümete tehdit savuran bürokrat sendikacıdır ki, bunların yaptıklarına da yasak savma, “görev icabı” laf etme ya da demagoji denir. Demagojinin yalnızca kısa süreli bir etki yarattığı düşünüldüğünde, cesaret ve inancın sadece içeriğe değil, biçime de yansıması gerektiği görülür. Bu biçim, söylenmek isteneni en doğru ve anlaşılır veren, dili ve üslubu da buna uygun olan, ama klasikleşmiş bilgin ya da “doğrucu” havasından da sıyrılmış bir biçim olmalı. Seslenilen kitlenin bildiklerinin ve gördüklerinin ona bir kez daha anlatılması, istenilen amaçtan uzaklaşmak anlamına gelir. Bunun için, kitlelerle kurulan bağların, sağlam ve yanılgıya düşürmeyecek biçimde geliştirilmesi gerekir. Dışardan, geriden ya da üstten bir tutum takınmak, dile de sesleniş biçimine de yansıyacak, en başta, güven vermeyecektir. Rotasını bilmeyen gemiye hiçbir rüzgar fayda etmez misali, neyin nerede olduğunu ve nerede olması gerektiğini, bir adım sonra nerede olacağını iyi hesap edebilmek, gemiyi ulaşacağı yere götürebilmenin ilk adımıdır.
21 Mart boykotuyla birlikte ileri atılan anti-emperyalist gençlik hareketi, içinde çok ve büyük olanaklar barındırarak devam ediyor. Bu devamlılık, bir yönüyle de, bu mücadele için seferber olanların ısrarlı ve inatçı çabalarına bağlı. Kokuşmuş emperyalizm ve tekelci burjuvazi, dayandığı temeller çürümeye çoktan başladığı halde, her an yeni manevralarla saldırmaya hazırlanıyor. Bu manevraları alt etmenin yolu, anti-emperyalist mücadele ve sosyalizm fikrini her gün daha çok gence ulaştırmak ve bu gençleri mücadeleye seferber etmekten geçiyor. Geleceğin aydın kuşakları olan yükseköğrenim gençliğinin bu seferberlikte hem öğrenen hem de öğreten bir rolü olduğu, deneyimlerle ispat olmuş bir gerçek olarak duruyor. Yüzlerce genç, bu role aday olduğunu boykotlarla gösterdi. Boykotlara rengini veren cesaret ve kararlılık, inanç ve ısrar her adımda daha gür bir seste birleştiğinde, bu başarı, anlık, dönemlik, gelip geçici olmayacak, emperyalizme karşı verilen mücadelenin ana karakteri haline gelecektir.
Burjuvazi, her gün yalanlarını propaganda ederken inandırıcı olmak için türlü hurafelere, bilim adı altında şarlatanlıklara, kiralık kalemlere, inanç ve duygu sömürüsüne dayanıyor. Yalanın karşısına dikilecek gerçek ise, yalnızca gerçekliğine ve onu bilenlere dayanabilir. Onlar tarafından ne kadar sahipleniliyor ve ne kadar inançla savunuluyorsa, yalanın karşısına o kadar güçlü dikilebilir.
Emperyalizm yıkılmadan savaşsız, sömürüsüz bir dünya kurulamayacağını bilmek ve sosyalizm için mücadeleye girişmek, bu gerçeği, bilmesi gerekenlere daha yüksek ve cesur bir sesle duyurma sorumluluğunu da beraberinde getirir. Rüzgar bu yönden esmeye başladı, şimdi rotayı herkese gösterme zamanı.