1990’lı yıllarda işçi eylemleri ve sendikal mücadele

1980 sonrasında işçi sınıfı mücadelesi ve sendikal hareket pek çok yönden köşe sıkıştırılmış, anti-demokratik yasalarla ezilmeye çalışılmıştır. Çıkarılan yasalar ve fiili baskıların yaşandığı yılların ardından, işçi hareketinin ve sendikal mücadelenin yeniden ivme kazanması açısından en belirgin dönem 1989 Bahar Eylemleri sonrasında yaşananlar olmuştur. 1990’lı yılların başı, dünya çapında “soğuk savaş”ın sona ererek “tek kutuplu” dünya tartışmalarının yapıldığı, Yeni Dünya Düzeni propagandası eşliğinde “Tarihin sonu” tezlerinin gündemde olduğu, “Elveda proletarya” söyleminin popüler olduğu bir dönem olarak bilinmektedir. Ancak aynı dönemde, dünyada yaşanan gelişmelere ters bir şekilde, Türkiye işçi sınıfının ana gövdesi, çoğu zaman mevcut sendikal yapıları da aşan bir şekilde, İstanbul başta olmak üzere, tüm ülkeyi sarsan yaygın ve kitlesel eylemlere girişmiştir.
1987’de başlayan 1989 Bahar Eylemleri ile hızlı bir yükselişe geçen işçi sınıfı mücadelesi, 1990’lı yılların başından itibaren bir taraftan sendikal harekette yeni bir dönemin kapılarını aralarken, diğer taraftan sermayenin giderek yoğunlaşan siyasal-ideolojik saldırısına karşı güçlü ve etkili bir yanıt olmuştur.
Türkiye işçi sınıfının 1980’li yılların bitimiyle birlikte geçmiş yılların telafisi temelinde bir “hesap sorma” mücadelesi içine girdiği bilinmektedir. 12 Eylül askeri darbesi ve ANAP Hükümetlerinin, örgütlü işçi mücadelesinin ve sendikaların sendikal yasalar aracılığıyla ve fiilen tasfiyesine dayanan bir ekonomik-toplumsal yapı yaratma girişimleri, işçi sınıfının istikrarsız, ancak zaman zaman etkili ve açık direnmeleri sonucunda başarısızlığa uğramıştır.
Kuşkusuz 1980’li yıllar boyunca sermaye güçlerinin işçi haklarına yönelik saldırılarına karşı baştan sona örgütlü ve açıktan bir direnme tablosundan bahsetmek mümkün değildir. Bu dönemde işçi hareketinin aşırı yasakçı yasal düzenlemelerle kuşatıldığı, fiili olarak ciddi anlamda baskı altında tutulduğu görülmüştür. Yıllar içinde işçi sınıfı saflarında biriken öfke patlaması, ANAP Hükümetlerinin uyguladığı özelleştirme ve diğer işçi düşmanı uygulamalara paralel olarak, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren kendisini göstermeye başlamış, ’80’li yılların sonu, ’90’lı yılların başından itibaren farklı bir yol izlemiştir. Bu noktada NETAŞ Grevi’ni özel olarak vurgulamak gerekir. Çünkü, sendika bürokrasisinin “mevcut yasalarla grev yapılamaz” gerekçesini çöpe atan ve Bahar Eylemleri de dahil olmak üzere sonraki pek çok grev, direniş ve eyleme bir anlamda ilham veren bir özellik taşır NETAŞ Grevi. TİS anlaşmazlığı nedeniyle 18 Kasım 1986 tarihinde 3150 işçi greve çıkmış, yasanın ancak 4 işçinin grev gözcüsü olarak fabrika önünde kalacağını belirtmesine karşın yüzlerce işçi fiilen grev gözcüsü olarak görev yapmış, bine yakın işçi grevde aktif olarak faaliyet yürütmüştür. 93 gün süren ve kazanımla biten grevin sermayenin dönemsel yönelimlerine indirdiği darbe, işçiler tarafından grev anında söyledikleri “aşk olsun da Netaş (işçileri) sana aşk olsun, iki kaşın arasına taş koydun” şarkısında dile geliyordu.
Türkiye, özellikle 1990’lı yıllarda önemli kitle eylemlerine sahne olmuştur. Bu dönemde zaman, zaman da olsa, işçi sınıfının ana kitlesi eyleme geçebilmiş, hatta bu süreçte sendika bürokrasisinin devletle en çok bütünleşen, en geri kesimlerini bile harekete geçmek zorunda bırakmış olması önemlidir.
Kamu emekçileri hareketinin, Bahar Eylemleri’nin açtığı yoldan ilerleyerek, mücadeleci bir sendikacılık anlayışı temelinde kendi sendikalarını kurmaya girişmesi, sendikal hareketin dünya çapında ciddi bir gerileme yaşandığı bir dönemde, işçi ve kamu emekçileri hareketinin kitle mücadelesi açısından ciddi bir performans göstermiş olması, 1990’lı yılları önemli kılan bir diğer özelliktir.
1990’ların bir diğer dikkat çeken özelliği, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren hareketlenen kamu emekçileri hareketinin, Bahar Eylemleri’nin açtığı yoldan ilerleyerek mücadeleci bir sendikacılık anlayışı temelinde kendi sendikalarını kurmaya girişmesidir. Sendikal hareketin dünya çapında ciddi bir gerileme yaşandığı bir dönemde, işçi ve kamu emekçileri hareketinin kitle mücadelesi acısından ciddi bir performans göstermiş olması, 1990’lı yılları önemli kılan bir diğer özelliktir.
1990’lı yıllar aynı zamanda, sayısı hızla artan sanayi siteleri ve organize sanayi bölgelerindeki genç işçilerin işten çıkarmalar, sendika, sigorta, sekiz saatlik iş günü mücadelesinin de canlanmaya başladığı, KİT’lerde başlatılan özelleştirme süreci ile birlikte, özelleştirme karşıtı mücadelenin yükselişe geçtiği bir dönemi ifade etmektedir.
Sendikalı işçilerin Bahar Eylemleri ile başlattığı sendikal mücadele süreci, kamu emekçilerinin, özelleştirmelere karşı mücadele eden KİT işçilerinin ve her tür haktan yoksun koşullarda çalışmaya zorlanan milyonlarca genç işçinin katılımının yolunu açan gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Bir bütün olarak emek hareketinin temel bileşenlerinin ortak hareket etme iradesini gösterebildiği dönemlerde hükümetlere geri adımlar attırılabilmiş, hatta hükümetlerin devrilmesine kadar giden gelişmeler yaşanmıştır.
Türkiye’de özellikle 1989 Bahar Eylemleri’nden 1990’lı yılların sonuna kadar gelişen sendikal mücadele deneyimleri, grevler ve grev dışı işçi eylemleri, işçi sınıfının temel mücadele araçlarından birisi olan sendikalar olmadan, sayıları sürekli artan işçilerin sendikalar aracılığıyla örgütlenmeden, sınıf mücadelesinde ileriye yönelik somut adımlar atılmasının çok zor olduğunu göstermiştir.

BÜYÜK MADENCİ YÜRÜYÜŞÜ
1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte bütün dünyada işçi sınıfının bittiği, “radikal demokrasi” söylemlerinin ve “yeni toplumsal hareketler”in popüler olduğu, işçi sınıfı merkezli sınıf siyasetinin küçümsendiği bir dönemde Türkiye işçi sınıfının önce Bahar Eylemleri, hemen ardından Zonguldak Madenci Yürüyüşü bütün bu iddialara meydan okurcasına sahneye çıkmıştır.
Zonguldak’taki Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) ve Maden Tetkik ve Arama (MTA) işyerlerinde örgütlü olan Türk-İş’e bağlı Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) ile işveren arasında 48 bin işçi için sürdürülen toplusözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine sendika 30 Kasım 1990’da başlamak üzere grev kararı almıştır. Grev, 30 Kasım günü çeşitli siyasi partiler, meslek ve kitle örgütlerinin desteğiyle başlamış, Zonguldaklılar ilk gününden itibaren greve aktif bir biçimde katılmışlardır.
Hükümetin kamu açıklarını kapama gerekçesiyle kamuya ait işletmeleri özelleştirerek tasfiye etmek istemesi ve genel olarak işçi ücretleri konusundaki tutumu, Zonguldak’ta maden işçileri ile yapılan toplusözleşme uyuşmazlığının boyutlarını genişletmiştir. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, yıllardır savunduğu ekonomik politikalar ve greve karşı tutumu nedeniyle o dönem işçi eylemlerinin temel hedefi haline gelmiştir.
4 Ocak 1991’de başlayan Ankara Yürüyüşü’ne işçilerle birlikte bütün Zonguldak halkı katılmış, 100 bin kişinin katıldığı madencilerin Ankara Yürüyüşü büyük bir coşkuyla başlamıştır. Yürüyüş sırasında Hürriyet gazetesinin sekiz sütuna manşetten “Adım, adım geliyorlar!” ifadesini kullanması, yürüyüşün ne kadar ciddi bir etki yarattığını görmek açısından önemlidir. İşçi sınıfının bu mücadeleci tutumu, sadece işçi hareketinin somut hakları bakımından dayanaklar sağlamakla kalmamış; aydınlara, gençliğe ve geniş halk kesimlerine yeni bir moral, güç ve kararlılık aşılamıştır.
4 Ocak’ta madenci yürüyüşü başladığında dönemin hükümeti o kadar çok korkmuştur ki, daha işçiler yürüyüşe başladığında Çankaya Köşkü’ne çıkan bütün yolları kapatmışlar, yürüyüş güzergahı boyunca askeri araçlarla ve iş makineleri ile yollara barikatlar kurulmuştur. Dönemin DGM savcısının yürüyüşü yönlendiren sendikacıların gözaltına alınacağını açıklaması dikkat çekicidir. Yürüyüşün sürdüğü 5 gün boyunca Türk-İş içinde yürüyüşü destekleyen mücadeleci sendikacılarla, derhal bitirilmesi için çabalayan sendika bürokratları arasında yoğun tartışmalar yaşanmış, ancak hiçbir tedbir işçilerin yürüyüşünü engelleyememiştir.
Yürüyüş boyunca geçtikleri yerlerde büyük destek alan maden işçilerinin kitlesel eyleminin etkisi bütün Türkiye’ye yayılmış ve Zonguldak Madenci Yürüyüşü ülkenin bir numaralı gündemi haline gelmiştir. Madencilere verilen toplumsal destekten çekinen ANAP Hükümeti ile yeniden görüşmeler yapılmış ve 8 Ocak’ta, Hükümet’in talepleri kabul edeceği yönündeki beklentilerle birlikte yürüyüş sona erdirilmiştir.

İŞÇİ EYLEMLERİNİN KARAKTERİ
Bahar Eylemleri, işçi sınıfının mücadelesinin 12 Eylül 1980’den sonra yaşanan bütün olumsuz gelişmeler ve baskılara rağmen, emek hareketi açısından güçlü ve etkili bir yükselişin en somut ifadesi olmuştur. Yaklaşık üç yıllık bir dönemi kapsayan bu mücadele sürecinde işçi eylemleri tek tek işyerlerinden başlayarak yaygınlaşmış, yapılan grevlerin sayısı artmış, işçiler ve kamu emekçilerinin katılımıyla ülke çapına yayılan genel eylemler, hatta genel grevlere kadar uzanan geniş bir içerik ve kapsayıcılıkla işçi eylemleri hayata geçirilmiştir.
Bu dönemde yapılan işçi eylemlerinin, sınıfın en geri ve örgütsüz kesimlerini de içine alarak işçi sınıfının o tarihe kadar en yaygın ve kitlesel katılımı ile gerçekleştirilmiş olması kuşkusuz tesadüf değildir. İşçi hareketini yasal olarak boğma ve etkisizleştirmekten başka bir işe yaramayan dönemin 2821-2822 sayılı sendikal yasalarına, hükümet ve patronların “düşük ücret, yüksek verimlilik” dayatmalarına rağmen işçiler hakları için eylemler yapmaktan geri durmamıştır.
İşçilerin çalışma ve yaşam koşullarının zorluğu, işçilerin eyleme geçerken tek meşruiyet olarak taleplerinin haklılığını görmelerini beraberinde getirmiş, bunun sonucunda, işçi eylemlerinde “yasallık” ya da “yasa dışılık” gibi kalıpların dışına çıkılması sağlanmıştır. Bu durum, kısa süre içinde işyeri temsilcilikleri üzerinden sendikaları da fiili olarak harekete geçmeye zorlamış, özellikle toplusözleşme dönemlerinde, gerçekleştirilen işçi eylemleri çoğu zaman yasal sınırları zorlayan bir biçimde hayata geçirilerek, işçiler arasında fiili anlamda mücadele ortaklığının sağlanmasını kolaylaştırmıştır.
Bahar Eylemleri sürecine sendikalı-sendikasız 1,5 milyonu aşkın işçinin katıldığı tahmin edilmektedir. Kamuda çalışan ve büyük bölümü Türk-İş’e bağlı sendikalara üye olan işçiler, diğer işçileri de peşlerinden sürüklemiş, bu süreçte eylemlerin kitleselleşmesi ve yaygınlaşmasında belirleyici olmuşlardır.
İşçiler, geçmiş deneyimlerinden hareketle, sendika bürokrasisinin grev kırıcı ve kendiliğinden başlayan işçi eylemlerini etkisizleştiren rollerini çok iyi bildiklerinden, kendi aralarında fiili olarak işyeri ve eylem komiteleri kurmuşlar, doğrudan işçilerin tepkilerini örgütleyerek dönemin sendika yönetimlerini harekete geçmeye zorlamışlardır.
Sendikal eylem kararlarının sendikaların gerçek sahipleri olan işçiler tarafından alınmaya başlamasıyla birlikte, alınan eylem kararlarının büyük bölümü bütün engelleme girişimlerine rağmen hayata geçirilmiş ve işçilerin eylem kararlarına katıldığı işyerlerinde sendika içindeki bürokratik ilişkiler büyük ölçüde işlemez hale getirilebilmiştir.
Bahar Eylemleri’nin toplumsal anlamda ciddi bir meşruiyet üzerinden yükselmesi, örgütlü ya da örgütsüz binlerce işçinin şu ya da bu biçimde bu eylemler içinde fiilen yer almasını sağlamıştır. Yapılan eylemlerin meşruluğu yasalardan değil, sınıfın kendi özgüveninden ve dinamikliğinden kaynaklanmıştır. 1989’da başlayan ve sonraki yıllarda devam eden grev dışı işçi eylemleri çeşitlenerek artmıştır.
Saç ve bıyık kesme, sakal bırakma, siyah gömlek giyme, siyah çelenk bırakma, telgraf çekme, yalınayak yürüme, açlık grevi yapma, servis araçlarına binmeme, yemek boykotu, tüketici boykotu gibi üretimi doğrudan etkilemeyen eylemlerden, toplu viziteye çıkma, işe geç başlama, vezne önünde kuyruk oluşturma, iş yavaşlatma gibi üretimi doğrudan etkiler nitelikte eylemlere kadar, miting ve hemen her gün yapılan yürüyüşlerle hayata geçirilen çok çeşitli eylem ve direnişler, işçi sınıfının günlük mücadelesinin önemli bir parçası olmuştur.
’89 Bahar Eylemleri sürecinden itibaren, işçi sınıfı mücadelesinin önündeki en ciddi engellerden birisi olan sendikal bürokrasiyi aşmak ve işçilerin taleplerini savunmak için çeşitli düzeyler ve biçimlerde yerel sendikal platformlar kurulmuştur. Konfederasyon ve sendika merkezlerinin dışında, bizzat mücadeleci işçi sendika şubelerinin inisiyatifi ile kurulan bu platformlarda yer alan sendikacılar ve işçi temsilcileri, sendikal mücadeleyi, yerel sendikal platformlar üzerinden ayakları üzerine dikerek, sendika yönetimlerini ve konfederasyonları ciddi anlamda harekete geçmeye zorlamışlardır. Özellikle 2000’li yıllara kadar etkili bir işlev gören İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu, başta İstanbul olmak üzere, ülkenin dört bir yanında yerel düzeyde birleşik mücadelenin ilerletilmesi açısından örnek bir yerel sendikal platform olarak dikkat çekmiştir.
İşçi sınıfı mücadelesi içinde defalarca karşılaşıldığı gibi, 1989 Bahar Eylemleri ve sonrasındaki eylemlerin kitleselleşerek yaygınlaşmasında belirleyici olan, işçilerin ağırlıklı olarak ekonomik talepleri olmuştur. Başlangıçta ekonomik taleplerle başlayan mücadele, bir süre sonra politik taleplerin de duyulduğu, dönemin siyasi iktidarını hedef alan bir hareketlenmeye dönüşmüştür. Örneğin ’89 Bahar Eylemleri dönemin ANAP Hükümeti’ne ciddi bir darbe vurmuş, 1989 Mart’ındaki yerel seçimlerde ANAP’ın oyları belirgin bir şekilde azalmış, 1991’de yapılan genel seçimler ise ANAP Hükümeti’nin sonu olmuştur.

İŞÇİ HAREKETİ VE GREVLER
1990’lı yıllar boyunca, Türkiye işçi sınıfının istikrarsız da olsa, ciddi bir kitlesellikle eylemlere başvurduğu, sınıfın ana kitlesinin hareketlendiği bir sendikal eylem döneminin yaşandığını söylemek mümkündür. Bu dönemde yapılan sendikal eylemler, geçmiş dönemlerden farklı olarak, sadece sendikalarda örgütlü işçilerin eylemleriyle sınırlı kalmamış, sayıları hızla artan sanayi sitelerinde çalışan işçilerin de içinde bulunduğu farklı işçi kesimleri de, sınırlı da olsa çeşitli eylemlerle hak alma mücadelesine katılmıştır.
1990 yılında 200 bini aşkın işçinin, metal, tekstil, gıda, kâğıt, petro-kimya ve maden işkollarında greve çıktığı bilinmektedir. İşçi sınıfının kendi inisiyatifi ile başlatıp geliştirdiği eylemler sayesinde sendikal bürokrasinin, hükümet ve patronların işçileri bölme oyunları ve karşılarına çıkardığı engeller aşılabilmiştir. Bahar Eylemleri ile başlayan bu sürecin somut bir sonucu olarak, 1990’lı yılların başında Türk-İş’e bağlı sendikaların yönetiminde önemli kadro değişiklikleri meydana gelmiştir. Bu dönemde 900’e yakın sendikacı, işçilerin aşağıdan başlayan mücadelesine ve basıncına daha fazla dayanamamış ve yerlerini daha muhalif sendikacılara bırakmak zorunda kalmış, Türk-İş’e bağlı 35 sendikanın yarıya yakınında yönetim değişiklikleri yaşanmıştır.
1991 sonrasında işçi eylemleri, kimi zaman toplu sözleşmelerle bağlantılı, kimi zaman özelleştirme uygulamalarını engelleme amaçlı, kimi zaman da daha küçük kapsamlı işçi kıyımlarına karşı ve sendikalaşma amaçlı olarak yaşanmıştır. Özellikle kamu işçilerinin toplusözleşme görüşmeleri gündeme geldiğinde, sayıları yüz binlerle ifade edilen büyük işçi kitleleri, Türkiye çapında ve Ankara merkezli olarak büyük kitle gösterileri yapmıştır.
1991 yılı “3 Ocak Genel Eylemi” ile başlamış, Zonguldak madenlerindeki grev ile sürmüştür. Toplu pazarlık görüşmelerindeki tıkanıklığı aşmak için, Türk-İş merkezi bir kararla, 3 Ocak’ta yurt çapında “üretimden gelen gücü kullanmak” amacıyla işe gitmeme kararı almıştır. Bir günlük olarak planlanan bu eylemin etkisi büyük olmuştur. Genel Eylem kararı, halkın günlük yaşamını doğrudan etkileyen belediye hizmetleri, sağlık, eğitim, ulaşım alanları ile enerji, bankacılık ve haberleşme alanlarında etkisini hissettirmiş ve etkili olmuştur.
1990 yılında olduğu gibi 1991 yılında da, hem kamu kesiminde hem özel kesimde grev eğilimi sürmüştür. Kamu kesiminde greve katılım belirgin bir şekilde artarken, özel sektörde yapılan grev sayısında bir düşüş meydana gelmesine rağmen grev başına katılım sayısında bir artış yaşanmıştır. Daha öncesinde olduğu gibi, 1991 yılında da grevler yoğun olarak işçilerin grev dışı eylemleri ile desteklenmiş, toplu pazarlık dönemlerinde işçiler pasif eylemler yapmayı sürdürmüşlerdir.
Türkiye’de, 1995 yılı ile birlikte, hem işyeri, hem de katılan işçi sayısı açısından tüm zamanların en büyük grevleri gerçekleştirilmiştir. IMF’nin direktifler doğrultusunda hareket eden dönemin hükümeti işçi ücretlerine zam yapmamayı hedeflemiştir.
Dönemin hükümeti, ekonomik kriz gerekçesiyle “sıfır zam” kararını medyanın da desteğini arkasına alarak işçilere kabul ettirmeye çalışmıştır. Türk-İş ile hükümet arasındaki toplu pazarlık süreci, dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in sendikalar için söylediği “mutlu azınlık”, “kan içiciler” gibi suçlamalarının ardından doruğa çıkmıştır. Başbakan’ın işçileri hedef alan sözleri üzerinde Türk-İş, bini aşkın sendika yöneticisi ile Ankara’da toplanarak oybirliği ile eylem kararı almış ve 5 Ağustos 1995’te Ankara’da büyük bir miting gerçekleştirmiştir.
1990’ların ikinci yarısından itibaren işçi sınıfı hareketinin ikinci unsuru özelleştirmeye, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması gibi bütün bir sınıfa yönelik saldırılara karşı mücadeleler dönemi olmuştur. İşçiler, zaman zaman işyerini terk etmemeye, hatta “işgal etmeye” varan eylemlere başvurmuştur.
1980 sonrasında yaşanan grevlerin yaklaşık yüzde 70’i 1990’lı yıllarda meydana gelmiştir. Toplam grev sayısı içinde kamu kesiminin payının düşük olmasına rağmen, greve katılan işçi ve grevde kaybolan işgünü sayısı dikkate alındığında, kamunun payı daha yüksektir. Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, metal, petrol-kimya ve lastik ile çimento-toprak ve cam işkolları grev eğiliminin yüksek olduğu iş kolları olarak dikkat çekmiştir. Dış pazarlara dönük üretim yapan sektörlerde grev eğilimi düşükken, iç pazara yönelik üretim yapan sektörlerde grev eğilimi daha yüksek olmuştur. Dönem boyunca alınan her dört grev kararından sadece birisi uygulanmıştır. Bütün grevler hayata geçirilememiş, dönem dönem “grev ertelemesi” uygulaması nedeniyle yasal grevlerin fiilen yasaklandığı görülmüştür.
İşçi sınıfı ve sendikal hareketin en kitlesel, en yaygın eylemleri ve grevleri 1990’lı yılların ortalarında gerçekleşmiştir. Sadece 1995 yılında yaşanan grevler bunun en açık göstergesidir. Bu dönemde işçiler ve kamu emekçileri, örgütlü güçleri ve yaptıkları kitlesel eylemlerle hem sermaye hükümetleri üzerinde baskı oluşturmuş, hem de ülke siyasetinin gündemine yerleşmiştir. Ancak, işçi sınıfı ve sendikal hareketin  başta toplu sözleşme talepleri olmak üzere çok sayıda talebin dönemin hükümetine kabul ettirilmesi mümkün olmamıştır. Bu durumun temel nedeni, mücadelenin toplu sözleşmelerle istenen ekonomik taleplerle sınırlı kalması; sadece sendikalı işçileri kapsaması, nesnel koşullar uygun olmasına rağmen birleşik bir sınıf hareketinin yaratılamamasıdır.
İşçiler; özelleştirmenin, düşük ücret dayatmasının, sosyal güvencesizliğin, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesinin, tarım ve hayvancılığın çökertilmesinin hep aynı merkezlerden; arkasına uluslararası sermayeyi alan IMF, hükümetler ve büyük patronlar tarafından belirlendiğini ve uygulandığını içine girdikleri eylemlilik süreci içinde daha net olarak görmüşlerdir. Türkiye işçi sınıfının ileri kesimi; bu dönemde sadece Türkiyeli emekçilerle de değil, Yunanistan’dan Amerika’ya, Güney Kore’den Latin Amerika’ya kadar bütün dünyanın işçileriyle aynı talepler için mücadele ettiğinin de farkına varmaya başlamıştır.
Türkiye’de işçi ve sendika hareketinin geniş kesimi bakımından, siyasal alanda kendilerine güven veren, somut çözümün ne olduğu konusunda yeterli açıklığa kavuşmalarını sağlayacak koşullar 1990’lı yıllar içinde gittikçe belirginleşmeye başlamış, bu dönemde sendikal hareketin giderek genişleyen bir kesiminin siyasal arayışları artarak devam etmiştir.
Bu dönemde gerçekleştirilen işçi eylemleri üzerinden özellikle genç işçi kuşakları arasında küçümsenemeyecek bir birikim ve deneyim kazanmış bir işçi kesimi oluşmaya başlamıştır. Bu dönemde kamu işçileri ağırlıklı olarak gelişen işçi hareketi, Türkiye’nin çeşitli illerinde sendika, sigorta, 8 saat işgünü talepleriyle yapılan işçi eylemlerine de sahne olmuştur. Örneğin Gaziantep Ünaldı’da sigortasız çalışmaya mahkum edilen binlerce dokuma işçisinin sigorta ve insanca yaşayacak ücret mücadelesi, o dönem sendikalı işçilerin eylemleri arasında kendisine yer edinmiş ve ülke gündemine girmeyi başarmıştır.
1990’lı yıllarda kamu emekçilerinin bütün yasal ve idari baskılara rağmen kendi sendikalarını kurması ve “fiili-meşru mücadele” anlayışıyla o dönem yüzde 20-25’lik bir kesimi fiilen kurdukları sendikalarda örgütlemiş olmaları önemlidir. Bu dönemde işçi hareketi, kamu emekçilerinin yükselen sendikal hak ve özgürlükler mücadelesiyle birlikte, geçmiş yıllarda bulunmayan çok önemli bir müttefik kazanmıştır.

KAMU EMEKÇİLERİ SENDİKAL HAREKETİ
1980’li yılların son çeyreğinde başlayan ve 1989 Bahar Eylemleri ile doruk noktasına ulaşan kamu işçilerinin eylemlerine paralel olarak, önce eğitim emekçileri ile başlayan, ardından hızla diğer alanlara yayılan kamu emekçileri hareketi önemli bir çıkış gerçekleştirmiştir.
1990’lı yıllar, acil ve somut talepleri üzerinden binlerce kamu emekçisinin mücadeleye çekildiği, ekonomik, sosyal ve sendikal hakları için alanlara çıktığı ve siyasi iktidarla karşı karşıya geldiği bir dönem olması açısından ayrıca önemlidir. Bu dönemde kamu emekçileri fiilen işyerlerinden başlayarak örgütlenmeye başlamışlar ve daha sonra KESK’i oluşturacak olan işkolu sendikalarını kurmaya yönelmişlerdir.
Kamu emekçileri sendikaları kurma ve yaşatma yılı olarak bilinen 1990-91 yılları arasında sendikalar ilk baskılarla karşılaşmaya başlamıştır. Bu dönemlerde sendikaların tümü hakkında kapatma davaları açılmış, bazı yöneticiler geçici sürelerle görevden uzaklaştırılmış ve sendikalar mühürlenmiştir. Baskılar sonucunda sendikalar bir yandan hukuksal alanda girişimlerini sürdürürken, diğer yandan fili ve meşru temelde mücadelelerine devam etmiş, o güne kadar “kapı kulu” olarak görülen kamu emekçileri sendikalarına vurulan mühürleri birer birer sökerek “fiili sendikacılık” fikrine uygun bir tutum sergilemiştir. Devletin mührünü sökmek ciddi bir suç olmasına rağmen, kamu emekçileri hareketinin dayandığı toplumsal meşruiyet, o dönem gündeme gelen soruşturma, sürgün ve cezaların fiilen işlevsiz hale gelmesini sağlamıştır.
Kamu emekçileri, yüz yıllık mücadele deneyimlerine dayanarak, hiçbir makamdan icazet almadan tek tek işyerlerinde fiilen sendikalarını kurmuştur. Bahar Eylemleri’yle birlikte mücadelelerini işçi sınıfı ile dayanışma içinde, omuz omuza veren kamu emekçileri, sınıf mücadelesi içinde yürüttüğü fiili-meşru mücadele anlayışı ile 1990’lı yıllarda sendikal hareket içinde saygı durulan bir yer edinmiştir.
Kamu emekçileri, sendikalarını kurmadan önce Kamu Çalışanları Platformu’nu (KÇP) oluşturmuş, sendikalar kurulduktan sonra, aralarındaki koordinasyon ve güç birliğini sağlamak amacıyla Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu (KÇSP) kurulmuştur. KÇSP öncülüğünde geniş katılımlı çok sayıda iş bırakma eylemi, kitlesel ve yaygın basın açıklamaları ve Ankara yürüyüşleri yapılmıştır.
8 Aralık 1995 yılında KESK’in kurulmasının ardından emek hareketi içinde kamu emekçilerinin ağırlığı artmaya başlamıştır. Eğitim Sen başta olmak üzere, KESK’e bağlı sendikaların hem kendi işkollarına yönelik hem de genel ülke sorunlarına yönelik olarak yapmış olduğu eylem ve etkinlikler kamu emekçileri sendikaları hareketinin kitlesel ve coşkulu eylemler yapmasını beraberinde getirmiştir.
KESK ve bağlı sendikalar, 1990’lardan itibaren başta grevli-toplusözleşmeli sendika hakkı olmak üzere, kamu emekçilerinin ekonomik, sosyal, demokratik ve siyasal taleplerinin savunucusu olmuştur. KESK ve bağlı sendikalar, bu dönemde ekonomik-sosyal sorunlar kadar ülke sorunları, demokratikleşme, düşünce ve ifade özgürlüğü, Kürt sorunu vb gibi, çoğu sendikanın tartışmaktan bile geri durduğu konularda ileri atılmış, hatta bu özelliği nedeniyle pek çok kez hedef haline getirilmiştir. 1990’lı yıllarda bütün dünyada sendikalar üye ve itibar kaybederken KESK’in Türkiye’nin kendine özgü koşullarında doğup gelişen mücadeleci bir sendika merkezi olarak ortaya çıkmış olması önemlidir.

SONSÖZ
Türkiye işçi sınıfı, son 30 yıl içinde bütün tarihinde görülenden çok daha kitlesel, çok daha radikal ve siyaset yapmaya elverişli taleplerle harekete geçmiştir. Ama şu da bir gerçektir ki, bütün bu eylemlerde, 1989-1991 ve 1994-1996 yılları arasındaki eylemleri bir yana bırakırsak, belirli bir istikrarın yakalanamamış olduğu görülmektedir. Zaman zaman alevlenip kitleselleşen eylemler yaşanırken, hemen ardından uzun sessizlik dönemlerine girildiği görülmüştür.
1989 Bahar Eylemleri ve sonrasında yaşanan işçi eylemleri içinde genç bir sendikacı kuşağı ortaya çıkmış; bu kuşak 1992 ve 1994’te olmak üzere iki kez tırpanlanmıştır. İleri işçiler ve mücadeleci sendikacılar, her dönem olduğu gibi, kitlesel işten çıkarmaların başlıca hedefi olmuş, sendika bürokrasisi tarafından işçi mücadelesi üzeriden geldikleri sendika yönetimlerinden çeşitli müdahalelerle tasfiye edilmeye çalışılmıştır.
Sendikal bürokrasinin bütün girişimlere rağmen, geçmiş dönemin mücadele deneyimlerini kendilerinden sonraki kuşaklara taşımakta kararlı olan 1990’lı yılların ileri işçi kuşağı ve az sayıda mücadeleci sendikacılar sınıf hareketinin önünde yer alarak mevcut konumlarını 1990’lı yılların sonuna kadar koruyabilmiştir. Özellikle mücadelenin kabardığı dönemlerde mücadeleci, ileri işçileri ve sendikacıları çıkaran bu kuşak, sendikal hareketin içinde önemli bir rol oynamış, kimi zaman şube yönetimleri üzerinden, kimi zaman işyeri temsilcilikleri üzerinden işçilerin mücadele enerjisinin canlı tutulmasında etkili olmuştur.
2000’li yıllarda çok daha belirgin bir şekilde görüleceği gibi, 1990’lı yılların sonunda her sendikal eylem, ne kadar büyük ve kitlesel olursa olsun, sendikal hareketin belli bir mücadele stratejisinin olmamasının kaçınılmaz bir sonucu olarak adeta kendi başına bir amaç olarak ortaya çıkıp sonra birden bire bitebilmiştir.
İşçi ve sendika hareketinde asıl olarak eknomik taleplerle sınırlılığın ürünü olarak ortaya çıkan istikrarsızlık, mücadelenin sürekliliğinin olmaması, sonraki yıllarda sınıfın kitlesel olarak yeni ögelerinin öne çıkmasını zorlaştırmış, sadece işçi sınıfı açısından değil, kamu emekçileri açısından da mücadelesinin birleşik bir karakter kazanarak genişlemesini ve güçlenmesini büyük ölçüde engellemiştir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑