Ankara’nın holding bankalarını ‘devletleştirme’ operasyonu

Kılavuzu IMF olanın gündemi ne üretim ne istihdam ne de yatırım olur. 1999 sonundan beri sistemin krizinin bankacılığı kurtarmakla aşılacağı formülüne göre politikalar izlene-geldi, ama ifade edilen sonuca ulaşılamadı. IMF’li politikaların dört yıllık uygulamasının ardından ekonominin ve dolayısıyla kişi başına düşen ulusal gelirin de, 2004’te ancak 2000 düzeyinde kalacak olması ve 1998’in bile gerisinde kalması; öncelikle izlenen politikanın karakterini ve krizin boyutunu ortaya koymaktadır. 2001’de ekonomi, 2000’e göre tam 51 milyar dolar küçülerek 150 milyar dolar düzeyine geriledi. Dış borçlar toplamı da 120 milyar dolar. Her şey ortada.
Politika tercihi; IMF’nin kefaletiyle dış borçların öncelikle ödenmesi ve spekülatif sermayenin konumunu güçlendirmek yerine, üretim, yatırım ve istihdam yönünde yapılmadığı sürece daha nice yıllar kaybedilecektir. Çünkü küresel sermayenin ağababası ABD’de küresel sermayenin örnek kuruluşu Enron’un iflası, ‘al gülüm-ver gülüm kapitalizmi’nin ipliğini pazara çıkarmıştır. Rüşvet ağı, ABD Temsilciler Meclisi ve Beyaz Saray’ın şerifi Bush ile yardımcısına kadar ulaşmış ve Enron’un rüşvet kayıt defterinde isimler tek tek sıralanmıştır.
1950’lerin Başbakanı Menderes’in tabiriyle ‘küçük Amerika’ Türkiye’de ‘al gülüm-ver gülüm kapitalizminde neler sahnelendiğinin bizzat yaşayan şahidiyiz. En son örnek, geçen Şubat ayı içinde Meclis’te yaşandı. Bayındırlık ve İskân Bakanlığındaki rüşvet ağı nedeniyle istifa etmek zorunda kalan eski bakanın Meclis’te soruşturulmasıyla ilgili önerge, öncekiler gibi reddedildi ve Koray Aydın da, Mehmet Ağar, Tansu Çiller, Sedat Bucak gibi ‘dokunulmazlık kalesi’ne sığındı.
Son bankacılık yasası ile dokunulmazlık kalesine sığınanlar daha da arttı. Kamu bankaları ve bankacılık üst kurulu üyelerine, doğrudan yasa güvencesi ile dokunulmazlık zırhı giydirildi. Bakan Derviş’in bu düzenlemeyi “kötü niyetli olmayan bankacıları korumak ve işlerini canla başla yapmalarını sağlamak” amacına bağlayarak gerekçelendirmesi, her şeyi ortaya koymaktadır.
Dokunulmazlık kalesinin en önemli silahı, medyadaki kalemşorları aracılığıyla sür dürülen cephesel psikolojik savaştır. Analizlerini üçkâğıt ekonomisi faiz-borsa döviz’e göre yapan piyasa kalpazanları da, sanki unutmuş oldukları bir şeyi birden bire hatırlamışlar gibi, Derviş’in açıklamasına uygun siper aldılar. Buna göre senaryolar yazılmaya ve dillendirilmeye başlandı: Ya devlet bankalara ortak olacak ya da kriz yeniden gelecek!
Bu kaçıncı ’40 katır mı, 40 satır mı’ zulmü…
19. stand-by anlaşması olarak nitelendirilen para politikaları iki eksende belirginleştirildi; 1- Devlet bankaları özelleştirilecek, 2-Özel sermayeli (holding) bankalara devlet sermaye koyarak ortak olacak. Piyasa kalpazanları böylesine ikiyüzlü ve düzenbazdırlar. Kendi işlerine geldiğinde laf kalabalığı ve teknik bazı ifadelerle, mevcutlarını koruma telaşına düşüyorlar.
“Piyasa ekonomisi” tanımlamasında, yine piyasanın, bu gibi sorunların yaşanması halinde bilinen çözüm mekanizmaları vardır. Bu da, bankaların ya ortaklar bulması ya hisselerini tam olarak satması veyahut iflas etmesidir. Bugüne kadar devlet, iflas noktasına gelen bankaları Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devrederek, yani devletleştirerek, tasfiye sürecine soktu. Daha ödenecekler hariç, bir yılda fon bankalarına 18 milyar doları aşan bir para aktarıldı; ama batık banka sahiplerinin konumunda herhangi bir değişiklik olmazken, devlete fatura edilen zararla ilgili tahsilât için göstermeliğin dışında herhangi bir girişim yapılmadı. İşte Çağlar, davul-zurnayla karşılandı, havasında geziyor, tozuyor!
Bugün bu yöntemden vazgeçilerek, tasfiye etmeden ortak olmak isteniyor. Böylece “piyasa ekonomisi” tanımlamasının, aslında, ne olduğunun bir sahnesi daha oynanmaya çalışılıyor.
Böylece, Kasım 2000 krizi sonrasında, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun 18 Ocak 2001 tarihli açıklamasıyla, bankaların özellikle yurtdışı kredi borçları ve bilânço dışı yükümlülükleri için, tasarruf mevduatı dışında bilânço dışı garanti, taahhüt ve teminat mektubu gibi işlemlere devlet garantisinin getirilmesinden bir yıl sonra, devletin bizzat bankalara sermayesiyle ortak olması öneriliyor.
Yıllarca devlet bankalarının sistemdeki payının büyüklüğünden şikâyet edildi ve özel sermayeli bankaların payının artmasına yönelik politikalar özellikle izlendi. Aralık 2001 tarihli Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu verilerine göre, özel sermayeli bankaların payı, aktif toplamında yüzde 53,6 (kamu bankaların payı yüzde 27,2), kredilerde yüzde 67,2 ve mevduatta yüzde 56,6 olarak gerçekleşti.
Buradan şu sonucu çıkarmak mümkündür: Sistemde devlet bankaların payının azaldığı, holdinglerin para piyasalarındaki uzantısı bankaların etkinliğinin büyüdüğü ve tekelleşme arttığı oranda, devletin şu ya da bu biçimde sisteme verdiği kaynak da arttı (Tablo–1). Piyasa ekonomisi diye diye, devletin hem sisteme garanti vermesi hem de sermaye katılımıyla ortak olması, ‘al gülüm-ver gülüm kapitalizmi’nin Ankara versiyonundan başka bir şey değildir.

Tablo–1
Sistemde yoğunlaşma
5 büyük banka payı. % olarak
Aralık 2000        Haziran 2001           Eylül 2001
Aktiflerde payı        47,8            41,8            47,6   
Kredilerde payı    42,1            41,9            44,8
Mevduatta payı    51,3            48,7            53,5

Kaynak: BDDK

Sistemin 50 katrilyon lira civarında olan bugünkü bankacılık operasyonu, aslında ekonomideki en büyük kara deliğin, ileri sürüldüğü gibi, sosyal güvenlik sübvansiyonu ya da KİT’ler veya tarımsal desteklemeler olmadığını bir kez daha gösterdi. Sosyal nitelikli ödeneğe ve refahı artırmaya yönelik harcamaya, yatırıma kuruş bulamayan Ankara için, söz konusu bankalar olduğunda, akan sular duruyor.

BANKALARIN 14,7 MİLYAR DOLAR DIŞ BORCU VAR
Uluslararası piyasalardan sağlanan borçların tahsil edilmesinin yetkilisi, global çek-senet tahsilatçısı IMF’nin yaklaşımı da aynı Tüm politikalarını piyasa ve özelleştirme esasına göre oluşturmasına rağmen, o da, yine ‘piyasa ekonomisi’ gereği devletleştirmeyi önerebiliyor. Bu da, IMF’nin (dolayısıyla, muhasebecilik ve tahsilâtçılığını yaptığı uluslararası sermayenin) çıkarına ne geliyorsa, onu önerip desteklediğini göstermektedir.
IMF icra Direktörü Willy Kiekens, TCMB eski Başkanı Gazi Erçel’e yaptığı açıklamada, dış borç ödemesini durduran ülkenin ekonomisinin bozulacağını ifade ettikten sonra, Türkiye’deki özel sermaye bankalarıyla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bankaların ödeme gücü ile ilgili en ufak şüpheyi ortadan kaldırmak için, Türk bankaları sermaye yeterliliği kurallarını mutlaka yerine getirmelidirler.” (Dünya Gazetesi eki, 19–20 Ocak 2002)
2001 Eylül itibariyle (BDDK Aralık raporu), özel sermayeli bankaların yurtdışı bankalarına olan borçlarının toplamı, 14 milyar 708 milyon dolardır. Bankalara devletin sermaye koyarak ortak olmasının gerekçeleri arasında, sanıyoruz, ilk sırada, bu yurtdışı bankaların alacakları geliyor. Bu alacaklıların bir kısmının da, parasını yurtdışında tutan yerli sermayedarlar olması, sahnelenen oyunu ortaya koymaktadır. Hatta bu alacaklıların önemli bir kısmı da, içerideki parasını dışarıya kaçıran sermayedarlardır.
İşte tüm laf cambazlığı bunun için yapılıyor. “Elin adamı” alacağını garantiye bağlamanın peşinde. Yerli işbirlikçileri de, bunu, kutsal bir emir gibi sunuyor.

1989’DA ‘SICAK PARA’ MODELİ
Bankalar, yıllardır faiz ve döviz arbitrajına göre oluşturup izledikleri spekülatif kazancı esas olan politika nedeniyle, öncelikli işlevleri olması gereken reel sektöre kredi verme fonksiyonunu ikinci plana attılar. Bankaların bu yönelimi, 1989 yılında yürürlüğe giren 32 sayılı ‘konvertibiliteye geçiş’ kararı sonrasında öncelikli politika haline getirildi. Bu kararla, Türkiye’ye sermaye giriş ve çıkışı serbest bırakıldı. Bunun reel sektöre yatırım için yabancı sermaye girişini artıracağı ve böylece döviz gelir gider dengesini olumlu yönde etkileyeceği ifade edildi. Ama sermaye hareketleri esas olarak portföy yatırımlarında yoğunlaşınca, yaşanılanla ifade edilen bir biriyle örtüşmedi.
“Sıcak para” hareketlerine imkân veren bu kararla, bankalar da, dışardan sağladıkları kaynağı devletin iç borçlanma senetlerinde değerlendirdiler. Yabancı para birimleri karşısında değerlenen Türk Lirası politikasıyla, reel faiz politikası izlendi.
Paradan para kazanma ilişkileri güçlendirildi… Spekülatif sermaye, sistem içinde öncelikli konuma getirilerek, sürekli palazlandırıldı…
Piyasa ekonomisini güçlendirme adına yürürlüğe konulan 1989 kararları; bir yandan döviz gelir gider dengesi sürekli açık veren Türkiye’nin ekonomik sorunlarını artırırken, diğer yandan da ekonomik politikaları faiz-döviz ikilemine soktu ve ayrıca Merkez Bankası’nın manevra alanını sınırlandırdı. Bu da, ekonomideki yapısal sorunları daha da artırdı. 1990’lı yıllarda bir yıl büyüyen ekonomi, diğer bir yıl ciddi oranda küçüldü, enflasyon ise yüzde 70 civarında gerçekleşti.
Özellikle uluslararası spekülatif sermaye istediği gibi ‘at oynattı’ ve bunun sonucunda, esas olarak oluşturulan rantiye tipi sermaye birikimi modeli çerçevesinde, reel sektör diye tanımlanan sanayi sektörü de kârlılığını asıl faaliyeti dışından, ‘diğer faaliyet gelirleri’nden sağladı. İstanbul Sanayi Odası 500 Büyük Sanayi Kuruluşu araştırmasına göre (2000 yılı itibariyle), 1999 yılı öncesinde yüzde 100’ün altında kalan diğer faaliyet gelirlerinin, dönem kârındaki payı 1999’da yüzde 219 ve 2000’de ise yüzde 114,4 olarak gerçekleşti.
Ayrıca, resmi para birimi Türk Lirası yerine yabanca para birimlerinin kullanımının artmasıyla, dolarizasyon olarak nitelendirilen TL’den bir kaçış yaşandı ve bu da Merkez Bankası’nın para politikasındaki etkinliğini sınırlandırdı. Ekonomide dolara endeksli bir yapılanım arttıkça, sistemin krizi de derinleşti. Bu, önemli oranda sıcak paranın yarattığı bir sonuçtu. Yıllar sonrasında ekonomi bürokrasisinin Merkez Bankası Başkanı ile birlikte önde gelen iki liderinden biri olan Hazine Müsteşarı Faik Öztrak’ın, “Artık sıcak parayla büyüme bitti” (Milliyet ve Radikal, 15 Şubat 2002) demek zorunda kalması, iflasın itirafından başka bir şey değildir.
Sıcak para politikasıyla TL alanı gerilerken, dolar alanı hızla genişledi. Holding bankalarının, Eylül 2000’de, aktiflerde yabancı para cinsinden kalemlerin yüzde 44,4 olan payı, bir yıl sonrasında (Eylül 2001’de) tam yüzde 55,1’e yükseldi ve reel olarak TL cinsinden varlıklar yüzde 16,2 oranında gerilerken, yabancı para cinsinden varlıklar yüzde 28,6 oranında arttı (BDDK verileri). Bu, Şubat devalüasyonuna rağmen artan dolarizasyonun en somut göstergesidir. Bu artış, esas olarak, kredilerde TL kredilerin payının gerilemesinde yaşandı.

ÜÇLÜ CEPHE VE ÇAĞLAR’LA BİLGİN’E TAHLİYE
Dışardan sıcak para girişi sağlayan bankaların zamanla hem açık pozisyonu arttı, hem de geçen yılın Şubat ayında olduğu gibi, döviz kurundaki ani hareketlenmeden dış ticaret dengesi, sermaye yapısı ve kambiyo kârları da olumsuz yönde etkilendi. 1994 Nisan ve 2001 Şubat devalüasyonu sonrasında, birçok banka fona devredilirken bir kısmı da tasfiye edildi.
Sıcak para modeliyle birlikte, sisteme hâkim olan holding bankalarının kendi grup şirketlerine aktardığı kredileri tahsil edememesine bağlı olarak, holding bankacılığı krizinin tüm sisteme egemen olmasıyla; bankalar önce fona alındı ve bugün de devlet sermaye koyarak ortak olacak.
Cavit Çağlar’ın İnterbank’ının ve Dinç Bilgin’in Etibank’ının tasfiye edilmesine rağmen, Bilgin ve Çağlar’ın grup yapısının halen korunması ve alacakların tahsil edilmemiş olması, yargılamanın da nasıl ilerlediğini gözler önüne sermesi bakımından önemlidir. Hatta ilgili yasanın ‘katrilyonları götürmek’ için bir çetenin olmasının da gerekmediği yönünde değiştirilmesiyle, Çağlar ve Bilgin’in Kartal Hastanesi’nden tahliye edilmesi, Ankara’nın rengini ortaya koyuyor. Daha öncesi de var. Yakın dönemde, 1980’li yıllarda, altın kaçakçılığı ve hayali ihracat yapan kaçakçılar da, Özal’ın ‘ekonomik suça ekonomik ceza’ içerikli yasal değişikliğiyle ödüllendirilmişti.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu verilerine göre, Etibank’ın, bünyesindeki İnterbank’la birlikte, 30 Kasım 2001 itibariyle birikmiş zararı 4,5 katrilyon lira (3 milyar 7 milyon 686 bin dolar). Açıklanmamasına karşın, bugüne kadar yapılan tahsilâtınsa çok düşük düzeyde kaldığı kolaylıkla tahmin edilebilir. Çünkü fondaki 19 bankayla ilgili tahsilât toplamının 1 katrilyonun altında kaldığı hatırlanırsa, Etibank’tan ne kadar tahsilât yapıldığını daha net olarak anlamak mümkün olacaktır.
Holdinglerin para piyasasındaki uzantıları olan bankalar, bu palazlanmada sermaye gruplarına sermaye aktarımının aracı oldu. Para piyasalarındaki bu durum, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Başkanı Engin Akçakoca tarafından da itiraf edildi: “Bankacılık sistemi, Türkiye’de 50 yıldır aile ve holding sahipliği üzerine kurulu.” (Milliyet, 1 Ocak 2002). Aynı Akçakoca’nın, holding şirketlerine aktarılan kredilerin tahsil edilememesiyle yaşanan krizi göz ardı etmesi de, itirafa rağmen gerçek niyetleri ortaya koyuyor. Demek ki, aynı aile ya da holding görüntüsünde aslında “çete”yi kurtaracaklar.
Ankara’nın icraatı ortada. Bugüne kadar bankaları riskli duruma getirenlerle ilgili herhangi bir şeyin yapılmamış olması ya da ancak göstermelik bazı adımların atılması ama hiçbir sonuç alınamaması, sistemde bir politikacı, bürokrasi ve holding bankaları (tekeller) cepheleşmesinin varlığını gözler önüne seriyor. Bu alanda girift ilişkileriyle bir iç içe geçme yaşanıyor. Cephe, ne olursa olsun kelle vermiyor, çetesini koruyor.

RANTİYEYE VERGİ KIYAĞI
Sıcak para modelinin oluşturduğu sistem gereği, paradan para kazanma politikasına öncelik verildiği için, devletin sürekli artan finansman açığına rağmen, bu alandaki kazanç hiçbir zaman vergilendirilmedi. Açık, borçla karşılandı; böylece, özel kapitaliste sermaye transferi yapıldı.
Devletin yatırım için 4 katrilyon 139 trilyon lira ayırdığı 2001 yılı bütçesinde, iç borç faizi olarak ise, 37 katrilyon 494 trilyon 301 milyar lira ödendi. Bu ödemeye karşın yapılan vergi kesintisi sadece 515 milyar liradır. Yani devletin, anapara hariç, iç borç faizi olarak yaptığı her 100 bin liralık ödemeye karşılık, aldığı vergi, sadece 1,37 liradır.
Asgari ücretten yüzde 15 vergi alan Ankara’nın, iç borç kâğıtlarını sattığı rantiyeden 100 binde 1,37 oranında vergi olması, sisteminin niteliğini tartışmasız olarak ortaya koyuyor.
İşte, bugün devletin kaynaklarının rantiyeye aktarılması üzerinde oluşturulan modelin yaşadığı kriz, yine, devletin bankalara sermaye aktarımıyla aşılmaya çalışılıyor.

İSTANBUL YAKLAŞIMI VE ‘SÜPER PATRONLAR’ LOBİSİ
Reel sektörde egemen durumda olan tekeller ve sözcülerinin de, aynı kaptan yedikleri için, küçük ve orta ölçekli sermayenin aksine, bu “küçüklerle” ilişkilerini gözetmenin yanında bir dizi artı kolaylıklar talep etmekten kaynaklı ve bazen gürültü halini alan sesler çıkarmanın ötesinde bir tavrı olmuyor. Ödenmeyen ve ödenemeyen kredilerle ilgili yaşanan sorunları çözmek amacıyla bankacılarla bir araya gelen reel sektör temsilcilerin, bugün bankalara kaynak aktarımına sessiz kalmaları da bu yüzden olsa gerek.
Çünkü adına “İstanbul Yaklaşımı” denilen toplantılar sonucunda açıklanan karar, devletin holding bankalarına sermaye koyması oldu.
Öncesinde hep ifade edilen, sorunlu kredilere çözüm bulmak ve belli bir ödeme programı tespit etmekti. Bu niyetle yapılan toplantılar sonrasında, paradan para kazanma sisteminde kazanan yine holding bankaları somutunda bankacılık lobisi ve kuşkusuz tekeller oldu. Devletin, sermaye koyarak yöneldiği ortaklıkla, holding bankalarının sermayesinin güçlendirilmesi amaçlanıyor (Tablo.2).

Tablo-2
Sermaye Yeterlilik Rasyosu
(Yüzde Oran)

Eylül 2000    Eylül 2001
Kamu Bankaları        7,9        26,9
Özel Sermayeli        16,6        10,9
Fon Bankaları            -241,7        13,4
Yabancı Bankalar        19,9        25,7
Kalkınma ve Yatırım        32,2        31,3
Sektör                7,7        15,9

Kaynak: BDDK

Yasayı onaylaması için, Ecevit ve Derviş tarafından Cumhurbaşkanı Sezer’e IMF hatırlatmaları bile yapıldı… Hatta yasanın Meclis’te görüşülmesi de, olağan durumun ötesinde gerçekleştirildi…
Bakan Derviş, sürekli tehdit savurdu: Bankalar operasyonu olmazsa, yeni bir kriz gelir. (Sabah, 8 Ocak 2002) Ardından gerçek ses geldi, IMF Avrupa Bölümü Başkanı M. Deppler, “Bankalara destek olunmalı” dedi. (AA, Washington, 14 Ocak 2002) Washington ziyaretinde Ecevit de, IMF Başkanı Köhler’e gerekenin yapılacağı güvencesini verdi. (16 Ocak 2002).
Bankacılık lobisinin gerekçeleri, 1- Krizle sermaye eridi, 2- Takipteki alacaklar arttı, 3-Aktif yapısı bozuldu, şeklindeydi. Operasyonun, krizin sarmal etkisini asgariye indirmek için de gerekli olduğu hemen ekleniyordu. Bunun anlamı, gerek sanayi ve ticaret, gerekse medyada etkinliğe sahip holding bankacılığının sistemle özleştirilme çabasıydı. Böylelikle holding bankacılığı ve çıkarları, tüm ülke ekonomisi ve halkının çıkarlarıyla özdeşleştiriliyor, aslında dayatılıyordu.
Gerçekte bu, sermaye cephesinde, TÜSİAD’daki ‘süper patronlar’ lobisi (Yurtbank eski sahibi Ali Balkaner, ’18 aileli bir lobi’den bahsetmiş ve bazı bilgiler vermişti, mahkemede; -HaberTürk, 22 Ocak 2001-) olarak bilinenlerin konumunu daha da güçlendirmekten başka bir şey değildir. Açıklandığı kadarıyla lobi, sürekli ortak hareket etme eğiliminde oldu. Bu lobi, en son, TOBB’un ev sahipliğinde. Kasım 2001’de bir araya geldi. Bilindiği kadarıyla 7. kez bir araya geldiler. Lobinin has elamanı Sakıp Sabancı niyetlerini özetledi: “Türkiye’yi düzlüğe çıkaracak reçetelerin en iyisini bulmaya çalışıyoruz. (Sabah, 23 Kasım 2001) Yerine göre Sabancı’nın da “farklı” ses çıkarması, iç çelişkilerinin yanı sıra görünüşü kurtarma tutumunu yansıtıyor. Sabancı Holding’in Akbank Genel Müdürü Zafer Kurtul, “Patron değil bankalar kurtarılsın” (Hürriyet, 4 Ocak 2002) derken, Doğuş Holding’in Garanti Bankası Genel Müdürü Ergun Özen de, “Bazı bankalar kazandıkları paraları bankaya koymayıp, başka faaliyetlere aktardılar” (Sabah, 24 Ocak 2002) tespitinde bulundu.
Lobinin içindeki farklılıklara rağmen, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, reel sektör için bulunmayan kaynağın, hemen bankalar için bulunmasını ilk başta eleştirdiyse de (Dünya, 31 Aralık 2002), sonradan memnun olduklarını açıkladı. (Radikal, 12 Ocak 2002) Önemli olan, küçük ve orta ölçekli sermaye değil, tekellerdi ve onlar açısından, “reel sektör-finans sektörü” çekişmesi üzerine koparılan fırtına, ayrıntıdaki çıkar farklılıklarına bile ilişkin değildi, nasıl olsa tümü “diğer faaliyet gelirlerinin yüksekliğiyle finansal politikalardan bugüne kadar yararlana geldikleri gibi operasyondan da kârlı çıkacaklardı.

60 KATRİLYONLUK MALİYET
Her fırsatta “şeffaflık” üzerinde duran Bakan Derviş ve bürokrat kadrosu, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’ndaki bankaların maliyetiyle ilgili, en son Ağustos 2001 itibariyle açıklama yaptı. Ondan sonra, artık ağızlarını bıçak açmaz oldu. Bu nedenle, Ağustos’tan bugüne durmadan artan bankaların gerek dönem gerekse birikmiş zararlarına bağlı olarak, aktarılan kaynağın da arttığını ifade etmek, hiç de abartma olmayacaktır.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu verilerine göre, Ağustos itibariyle “fon bankaları”na aktarılan devlet kaynağı toplamı, 18 katrilyon 517 trilyon liradır. Eylül itibariyle bu bankaların dönem zararı, 6 katrilyon 172 trilyon lira ve birikmiş zarar toplamı (kasım itibariyle) ise, 8 katrilyon 555 trilyon liradır. En iyimser tahminle 30 katrilyonu bulan bir maliyet ortaya çıkıyor.
Devlet bankaları, holdinglere ya da onların bankalarına dolaylı veya doğrudan kaynak aktarımına karşın tahsilât yapamazken, bir başka kamu kuruluşu faaliyeti nedeniyle oluşan “görev zararları” da bir başka bankacılık operasyonu maliyet kalemi olarak sunuldu. Sayıştay raporlarıyla (Sayıştay 2000 Mali Raporu, sayfa 126) tespit edildiği gibi, yüzde 300’lere varan faiz oranı nedeniyle, görev zararı hızla arttırıldı, işte böylesi faiz politikası sonucunda, BDDK verilerine göre, 2000 yılı sonunda 2,9 katrilyon olan görev zararı toplamı, 2001’in Mayıs ayı sonunda 25 katrilyon 955 trilyon liraya yükseldi. Bu hesap da, kapatıldı.
Bu haliyle, fon bankalarının sürekli artan maliyetiyle birlikte, fon ve devlet bankalarının operasyonel maliyeti, en iyimser tahminle 50 katrilyon lirayı aşıyor. Buna, bir de, holding banklarına, ifade edildiği kadarıyla, aktarılacak 7–8 katrilyonluk ek kaynağın da eklenmesi halinde, toplam bankacılık operasyonu maliyeti, 60 katrilyon lirayı bulacaktır.
Ekonominin yüzde 10 küçüldüğü koşullarda, bankalara 60 katrilyonun aktarılması, ‘al gülüm-ver gülüm kapitalizmin’ niteliğini net olarak ortaya koymaktadır.

HOLDİNG BANKALARININ DÖVİZ VURGUNU
Bankacılık sektörünün, devlete, dolayısıyla halka yansıtılan faturası (sermaye ortaklığıyla birlikteki maliyeti), sadece bu 60 katrilyonla da sınırlı değil. Bankaların döviz varlıklarının döviz yükümlülüklerini karşılamaması nedeniyle, devlet, hem dövize endeksli ve döviz cinsinden borçlanma kasıtları ihraç etti, hem de bankaların elindeki 9,3 katrilyonluk iç borçlanma senetlerini, Haziran 2001’de -dolar çok daha pahalıyken- 1 milyon 160 bin liralık dolar kurundan dövize endeksli kâğıtlarla değiştirdi.
Aslında bu takas operasyonunda kurun 960 lira olarak belirlendiği ve bunun sonucunda Ankara’nın elbirliğiyle bankalara 1,6 katrilyonluk takas vurgunu sağlandığı (Yeni Şafak, 9 Aralık 2001) iddiası da, bugüne kadar politik ve bürokratik kurmaylar tarafından görmezden gelindi ve yanıtlanmadı.
Takasın sonucu olarak bankaların açık pozisyonu geriledi, sektörün toplam pozisyon açığı geçen yılın Eylül ayında 1,9 milyar dolar düzeyine indi.
1990’lı yılların ikinci yarısında açık pozisyon hızla artmıştı. Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, 1997 yılında 5 milyar dolar olan açık pozisyon, 2000’in sonunda 17,3 milyar dolara yükseldi. Ancak takas operasyonuyla 2001 Haziran ayında 2 milyar 417 milyon dolara geriledi ve bu Eylül’de de 1 milyar 932 milyon dolar oldu.
Holding bankalarının açık pozisyonu da sistemin geneline benzer bir gelişme gösterdi. 1997’de 4,5 milyar dolar olan holding bankalarının açık pozisyonu, 2000’in sonunda 11,5 milyar dolar, Haziran 2001’de 2,1 milyar dolar ve Eylül ayında da 907 milyon dolar olarak gerçekleşti.
Devlet, takasla holding bankalarını dövizle besledi. Dolar kurunun altında yapılan satışla bu bankalara kaynak aktardığı gibi, onların, doların yükselişinin yol açacağı zararlarını üslenmiş oldu.

1,4 KATRİLYONLUK TAKİPTEKİ ALACAKLAR
Holding bankalarının Eylül 2001’de kredileri toplamı 29 katrilyon 493 trilyon olup, bunun aktiflerdeki payı yüzde 32,4’tür. (BDDK verileri) Fakat bu oran, daha bir yıl öncesinde yüzde 36,4’tü. Aynı dönemde mevduatın pasiflerdeki payı 14 puanlık artışla yüzde 65,6’ya yükselirken, krediler payı 4 puan geriledi. Oysa bağlı menkul kıymetler payı, 6,7 puanlık artışla yüzde 13,7’ye yükseldi.
Kredilerin banka plasmanlarında çok da öncelikli olmadığını ortaya koyan bu BDDK verilerine göre, takipteki alacaklar toplamı ise, hızla artarak, 553,3 trilyon liradan 1 katrilyon 439 trilyon liraya çıktı. 29,5 katrilyonluk holding bankaları kredilerinin 1,4 katrilyonunu (yüzde 4,7’sini) takipteki alacakları oluşturuyor.
Reel sektöre kredi açılması amacına bağlayarak kredilerin tahsilinde sorunlar yaşandığını iddia edenlerin dedikleri doğru olsa bile, bu takipteki alacaklar miktarının (1,4 katrilyon), 7–8 katrilyonluk sermaye aktarımı neden gerekli kıldığını izah etmede yetersiz kalıyor.
Holding bankalarının, bankalar arası para piyasası işlemlerinden alacakları da, Eylül ayı itibariyle, son bir yılda, yüzde 526,6 gibi hızlı bir artışla, 4,8 katrilyona fırladı. TL cinsinden bankalar arası piyasa işlemlerinden alacakları 47,7 trilyondan 2,1 katrilyona, döviz cinsinden alacakları da 719,6 trilyondan 2,7 katrilyona yükseldi.
Belki de devlet, bankaların bir birinden bu alacaklarını karşılamak için, sermaye koyup ortak olacak. Krediler de gerekçe gösteriliyor.
Sistemin kredilendirdiği şirket yapısı da düşünmeye değer. Kredi dağılımında da tekelcilik var. Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ün “Halk Bankası’nın batan kredilerinin yüzde 71 ‘i 81 şirkete ait” (Dünya, 5 Aralık 2001) açıklamasıyla Kamu Bankaları Ortak Yönetim Kurulu Başkanı Vural Akışık’ın “Türkiye’de toplam kredilerin yüzde 40’ını 1200 şirket alıyor” (Dünya, 11 Ocak 2002) açıklaması, kredi dağılımındaki mevcut durumu ortaya koyması ve kimin desteklendiğini netleştirmesi bakımından önemlidir.

11 HOLDİNGİN BANKASINA DEVLET ORTAKLIĞI
Bakan Derviş, TRT 1’deki konuşmasında, dalgalı kurla kambiyo politikasını düzelttiklerini ve sıranın bankacılık sektörüne geldiğini açıkladı (5 Ocak 2002). Sistemle ilgili durum böyle özetlense de, holding bankalarının kendi grubuna kredi vermesiyle ilgili tartışmayı Bakan Derviş’in hem de yanlış bir şekilde başlatması, tartışmayı gölgelemekten başka bir şey değildir. Derviş, grup şirketine kredi vermenin suç olmadığına dikkat çekerek, “Bankaların grup şirketlerine açtıkları kredilerle ilgili geçmişte sınırlama yoktu. Biz yüzde 25 sınır getirdik” dedi. (TRT 1’deki konuşması, aktaran Hürriyet, 6 Ocak 2002)
Derviş’in kafası mı karışık, yoksa kendisini izleyenlerinkini mi karıştırmak istiyor ikilemi bir yana, grup şirketlerine verilecek kredi miktarı sınırlamasıyla ilgili hüküm, 1999 yılında IMF’nin talimatıyla yapılan bankalar kanunundaki değişiklikle kaldırıldı. Son çıkarılan yasada da her hangi bir sınırlama yok. Ancak sınırlanmayla ilgili açıklama yetkisinin, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nda (BDDK) olduğu iddia ediliyor.
Bankacılık yasasında yapılan değişiklikle, sistem payı yüzde 1’in üzerinde olan bankalara, devlet, sermaye desteği vererek ortak olacak. Buna göre, sektördeki payı yüzde 1’i aşan 11 holding bankasının (Garanti Bankası, Osmanlı Bankası’yla ve OYAK Grubuna satılan Sümerbank da, Oyakbank’la, 2001 Eylül ayında birleşmemiş olsa da bugün birleşen ikişer bankadır) ödenmiş sermayeleri toplamı 4 katrilyon 285 trilyon liradır. (Tablo-3)

Tablo-3
Destek Alabilecek Konumdaki 11 Banka

Aktif toplamı     Sistemdeki payı    Grubu (holdingi)
Garanti-Osmanlı        15814        9,3            Doğuş
İş Bankası            14550        8,6            İş Bankası
Akbank            14489        8,5            Sabancı
Yapı ve Kredi            13241        7,8            Çukurova
Pamukbank            8652        5,1            Çukurova
Koçbank            4794        2,8            Koç
Finansbank            3565        2,1            Finans
Oyakbank-Sümerbank    2807        1,6            Oyak
Dışbank            1948        1,1            Doğan
İmar Bankası            1730        1,0            Uzanlar
T. Ekonomi Bankası        1619        1,0            Çolakoğlu
TOPLAM            83209        48,9

Kaynak: BDDK

Karikatürize edecek olursak, medyadan, sanayiye ve finansa kadar büyük oranda bir yoğunlaşmaya sahip olan bu 11 bankanın kredi batağının grup içi ve grup dışı kredilendirme faaliyetinden olduğu varsayılırsa, bu bankalara devletin sermaye vermesi, aslında “süper patronları” koruma faaliyetinden başka bir şey olmayacaktır. Bankaların alacakları sermayenin yüzde 60’ını reel sektöre kredi olarak verecek olmaları ilkesi de, kuşkusuz kredilerin yine grubun şirketlerine verilmesini engelleyecek bir hüküm oluşturmuyor. Bunu engelleyecek bir karşı hüküm bulunmuyor.
Ayrıca, BDDK peş peşe yönetmenlikler yayımlıyor, ama devletin hisse karşılığında verdiği parayı almasının garantisi de yok. Sermaye verildi, Irak’a bir saldırı düzenlendi ya da 19 Şubat gibi bir olay yaşandı diyelim, ardından, önceden verilen parayı almak için, yeni kaynak vermenin de gündeme gelmesi çok muhtemeldir.
Bu 11 banka arasında olan Dışbank (Yönetim Kurulu Murahhas Azası Tayfun Bayazıt, Radikal, 23 Ocak 2002) ve İş Bankası’nın (Genel Müdürü Ersin Özince, Finansal Forum, 28 Ocak 2002) sermaye rasyosunun yüzde 10’un üzerinde olduğu dikkate alınırsa, bugünden 5 milyar dolarlık ek bir kaynağın ifade edilmesi, bir oyun oynandığını gösteriyor. Uzanlar’ın devre dışı bırakıldığı süper patronlar lobisinde ismi olup da, bu 11 banka arasında yer almayan sadece dünün bankacısı ve bugünün Finansbank sermayedarı Hüsnü Özyeğin var.
Yasanın zoraki onaylanmasının ardından, BDDK’nın yönetmeliklerle ilgili yaptığı çalışmanın sürdüğü bu sırada, bankacılık lobisi, medyadaki maşa kalemleriyle, hiçbir bankanın kredi almayacağı propagandasına start verdi. Bunun kredi koşullarını etkilemek için yapıldığı düşünülebilir; yoksa bu yasa çıkarılmak için niye bu kadar gayret gösterilsindi! Tasarının Meclis’teki görüşme tutanakları da, hükümet partilerinden milletvekillerin ne denli cansiperane çalıştıklarını ortaya koyuyor.
Devletin sermaye koyacağı bankalarla ilgili tutumunun bağımsız denetim kuruluşlarının denetimlerine göre belirlenecek olması da, denetim işini baştan savsaklamadan başka bir şey değildir. Düne kadar denetim konusunda bir numara olan Arthur Andersen’in gerçek yüzü, ABD’deki enerji devi Enron’un iflasıyla ortaya çıktı.
Ayrıca batak 19 bankanın her birinin mali tablolarını yine bu tür denetim kuruluşları yapmış ve raporlar hazırlamıştı. Bankalar battı, ama denetim firmalarıyla ilgili herhangi bir işlem yapılamadı. Öte yandan, Derviş, hâlâ oluşturduğu bu denetim modelinin bankacılığı şeffaf hale getireceğini belirtirken (TRT 1,5 Ocak 2002), bugüne kadar sistemin şeffaf olmadığını itiraf etmiş oluyordu.

DEVLET, SİSTEMİN YÜZDE 72’SİNE KEFİL
Devlet, bankacılık sektörünün yüzde 72’sine kefil. Bilânço dışı işlemler dâhil 282,5 katrilyonluk sistemin, 203,4 katrilyonuna devlet garanti vermiş bulunuyor ve bunun da adı, “piyasa ekonomisine uygun bankacılık oluyor. Halka, emekçilere küçük kaynakların ayrılmasına bile popülizm diyerek karşı çıkanlar, böylesi devlet garantörlüğü karşısında hem kör hem de sağır.
Yeni yasal düzenlemeyle, artık devletin holding bankalarına sermaye koyarak ortak olması sağlanacak, böylece sistem tamamen devletleştirilmiş olacak. Oysa diğer yandan, devletçiliğin verimsizliği ve neden olduğu zararlar propagandasıyla kamu bankalarının özelleştirilmesi gündemde. Devletin, sistemdeki operasyonun maliyetini üstlenmesi sağlanırken, batıklarla ilgili işlemlerin hep cek’li ya da cak’lı olması, sistemdeki açmazı ortaya koymaktadır.
“Piyasalar tedirgin”, “piyasalar beklemede”, “piyasalar rahatsız” gibi söylemlerle, faiz-dolar-borsa’dan oluşan üçkâğıt ekonomisinde tam bir piyasa terörü estiriliyor. Yılbaşında aniden gündeme getirilen ve hemen çıkarılan bankacılık yasasıyla, devletin holding bankalarına sermaye vermesinin üç gerekçesini:
1- Özellikle dışardan alınan borçların ödenmesi,
2- Grup içi ve dışına verilen kredinin riskini devletin üstlenmesi,
3- Devletin verdiği kredinin yüzde 60’ının reel sektöre verilecek olması hükmüyle yine grup şirketlerine yeni kredi imkânı sağlanması, oluşturmaktadır.
Hatta bankanın grup şirketinden tahsil edemediği kredileri, sermaye olarak nitelendirip iştirak payının daha da arttırılmasına yönelik düzenlemeler yapılacağı iddia edilmektedir.
Kredi alma koşullarına uyan 11 bankanın hepsi de birer holding bankası. Bu holding bankaları, medyadan, sanayiye ve finansa kadar Türkiye’de önemli oranda bir yoğunlaşmaya ulaşmış, süper patronlar grubunun kalbi durumundadır. (Tablo. 4)

Tablo-4
Sanayi de medya da onların

Medya        Sanayi
Doğan Grubu            +++        +
Sabancı Holding        –        +++
Koç Holding            –        +++
Doğuş Holding        +        ++
Oyak Grubu            –        +++
Uzanlar Grubu            +++        +
Çukurova Holding        +++        +++
SONUÇ            +++        +++

Kaynak: BDDK

19. stand-by anlaşması niyet mektubuna göre, devletin holding bankalarına ortak olmasını öngörürken, bir yandan da özellikle kamu bankalarında şube ve personel tasfiyesi sürecektir. Mavi yakalı kıyımın yanı sıra tam bir beyaz yakalı kıyımı da yaşanmaktadır. BDDK verilerine göre, Aralık 2000-Aralık 2001 döneminde devlet bankalarından 13 bin 616 banka çalışanı işten çıkarıldı ve 96 şube de kapatıldı.
Holding bankalarına ortak olacak devletin Haziran 2001’e kadar kendi bankalarının 800 şubesini daha kapatma planını (IMF’ye verilen mektupta yazıldı) yürürlüğe koyması, özelleştirmeci ve devletleştirmeci Ankara’nın devletçi liberalizminin karakteristik bir özelliğidir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑