Bağımlı dış politikanın sonuçları ve zinciri jeostratejik halkadan kırmanın önemi

Türkiye dış politikasında içinde yaşanılan süreç, dışa bağımlı politikanın iflasının tesciline işaret ediyor. Aşağı yukarı son yarım yüzyıldır -elbette ki bu süreç bir bıçakla kesilir gibi tam elli yıl öncesinden başlamıyor- Türkiye burjuvazisinin kullandığı politik tercihler, bugün onları, dış politikada dışarıdan belirlenen politik hedefler arasında seçenek aramaktan başka hiçbir çıkışı olmayan bir noktaya getirmiştir.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı takiben kapitalist bloğun en büyük gücü durumuna gelen ABD’nin şekillendirdiği egemenlik ilişkileri içinde kendilerine “fırsat” arayan Türkiye egemenlerinin işbirlikçi tutumları nedeniyle, Türkiye, NATO’ya üyelikle birlikte, dış politikası ağırlıklı olarak ABD emperyalizmi tarafından belirlenen, onun tarafından yönlendirilen ilişkiler yumağının içine çekilmiştir.
Türkiye’yi ABD emperyalizmi ve diğer emperyalistler açısından cazibe merkezi haline getiren temel faktör ise, bulunduğu bölgede temsil ettiği jeopolitik konumdur. Ortadoğu, Orta Asya, Kafkaslar ve Balkanlar’ı birbirine bağlayan hattaki köprü konumu, bu hattaki politik dengeler değiştiğinde de Türkiye’ye yeni jeopolitik özellikler kazandırmış, jeostratejik önem de buna bağlı olarak sürmüştür. Bulunduğu bölgenin en güçlü NATO ordusuna sahip olmak ve çevresindeki coğrafyada bulunan halklarla, dinsel, etnik ve tarihi ortaklıklara sahip bulunmak da, bu jeostratejik önemi daha da belirginleştiren, güçlendiren faktörlerdir.
Şöyle bir bakıldığında, hem Türkiye’nin üzerinde hegemonya mücadelesi veren güçler, hem onlarla işbirliği halindeki Türkiye egemenleri, hem onların uşak ruhlu siyasi temsilcileri temel stratejilerini, Türkiye’nin sahip olduğu bu jeopolitik konumun temsil ettiği dengelere göre kurmaktadır. Ancak içinde yaşadığımız süreç iyi izlendiğinde, Türkiye’nin jeopolitik konumu üzerine gerici hesaplar yapanların emperyalistler ve onların işbirlikçileri ile sınırlı olmadığı, onlara Kürt siyasi çevrelerinden, kendini “sol”da tanımlayan, ancak sosyal-şoven politikalar üzerinden pirim toplamaya çalışan kimi partilerin de katıldığı görülecektir.

EMPERYALİSTLERİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINI BELİRLEMEDEKİ ETKİSİ
Biraz açarsak, Türkiye’nin jeostratejik manzarası bakımından durum şöyledir. Türkiye’yi bir Truva atı olarak gören ABD, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’daki emperyalist hesaplan içinde Türkiye’ye “öncü taşeron” rolünü biçmektedir. Hem ABD Başkanı Bush, hem de ABD’li bakanlar Afganistan’a müdahale sırasında bunu sık sık dile getiren açıklamalar yapmış ve Türkiye’nin Müslüman bir ülke olarak ABD operasyonuna verdiği desteğin, bölgenin diğer Müslüman devletlerarasında bölünme yaratacağı ve bunun, söz konusu olan savaşın Hıristiyanlıkla İslam’ın değil, “uygarlık”la “terörizmin” savaşı olduğu kanısını destekleyerek bölgenin Müslüman halklarının ABD’nin çıkarlarına yedeklenmesinde önemli bir rol oynayacağını dile getirmişlerdir. İngiltere’nin de Türkiye’nin jeopolitik konumuna, dış politikasına biçtiği rol bu yöndedir.
ABD, Türkiye’yi bulunduğu bölgedeki hesapları açısından bir Truva atı olarak kullanmak için, kritik bir koz olarak ülke ekonomisinin geldiği durumu da değerlendirmektedir. Türkiye işbirlikçi iktidarlarının ülkeyi musallat ettiği IMF ve DB kredilerinin ipi büyük ölçüde ABD ve AB egemenlerinin elindedir. Bir oranlama yapıldığında ABD bu açıdan daha avantajlı bir konumdadır. Şu an hükümet eden Ecevit-Bahçeli-Yılmaz kabinesi ve onların ABD’li ekonomi bakanı Kemal Derviş, 11 Eylül sonrasında Türkiye’nin “fırsatı” iyi değerlendirerek ABD’ye aktif destek verip yeni IMF kredisini almayı başardığı propagandası ile halkı aldatmaya çalışsalar da, aslında söz konusu olan, Türkiye’yi IMF’ye en borçlu ülke haline getirecek adım için ABD yönetiminin onay vermesi ve bunu Türkiye’yi Ortadoğu batağına çekmek için bir şantaj olarak kullanmış olmasıdır.
ABD yönetimi bununla da yetinmemiş, verilmesini sağladığı yeni IMF borcunu ve aynı dönemde AB’nin Ankara’ya çektiği restleri de kendisi için bir avantaja dönüştürerek, karşılığında, Irak’a müdahale için Türkiye’nin açık desteğini istemiştir. Milli Savunma Bakanı Çakmakoğlu’nun, “yeni durumlar, yeni değerlendirmeler yapmayı gerekli kılabilir” sözleri, hem iç kamuoyunda, hem de emperyalist merkezlerde Türkiye’nin Irak konusundaki çekincesinden geri adım attığı biçiminde değerlendirilmiştir.
Başbakan Bülent Ecevit’in 16 Ocak 2002’de gerçekleşecek olan Washington ziyaretinin önemli konularından birini de Irak’a müdahale oluşturacaktır. Ecevit’in, ABD Başkanı Bush’la yapacağı görüşmede, Irak konusunu gündeme getirmeyeceğini, Bush’un gündeme getirmesi halinde Ankara’nın konuyla ilgili görüşünü belirteceğini söylemiş olmasının, “kişilikli dış politika” görüntüsünü vererek, iç kamuoyunda hükümetin itibar erozyonunu gidermeye yönelik bir taktikten öte değeri ve anlamı yoktur. Irak’a müdahale konusu zaten ABD’nin en yetkili ağızlarından, üzerinde düşünülen bir olasılık olarak bütün dünyaya ilan edilmiş durumdadır. Ve ABD yönetimi bu konuda en çok Türkiye’nin rolüne güvendiğini açıkça ifade etmiş, böylesi bir destek karşılığında Türkiye’ye rüşvet olarak Kerkük petrollerinden pay verileceği bile belirtilmiştir. En azından görüntü düzeyinde “kişilikli dış politika” bile, bu ülkenin Başbakan’ın, böylesi bir müdahaleye Türkiye’nin yardım ve yataklık etmeyeceğini açıktan ilan etmesini gerektirirdi. Ancak, yönetimde olan, gelmiş geçmiş hükümetler arasında en Amerikancılarından birisi olduğunu zaten defalarca kanıtlamış olan bir hükümet olduğu için, ondan böylesi bir tutum ve yetenek beklemek saflık olur.
Ayrıca Türkiye’nin Irak’a yönelik bir ABD müdahalesine destek vereceğine ilişkin haberler de basına yansımıştır. New York Times gazetesi 19 Aralık 2001 tarihinde yayınladığı haberde, ABD’nin Bağdat’a yönelik bir saldırıda Türkiye’nin üslerini kullanabileceğini yazdı. Ayrıca ABD Dışişleri Bakanı Powell da Aralık ayı ortasında yaptığı bir açıklamada, Kuzey Irak’a giden ABD heyetinin görevinin, “Irak içinde silahlı bir ayaklanma gerçekleştirme olasılıklarını incelemek” olduğunu ima etmişti. Kuzey Irak’ta, olası ABD saldırısı için zemin yoklayan bu heyet, Türkiyeli yetkililerle de konuyla ilgili görüşmeler yaptı.
Türkiye dış politikasında ABD’nin belirleyici olduğu diğer önemli hat, Orta Asya ve Kafkaslar’dır. 2001 Ocak ayında Türkiye ile Gürcistan arasında askeri konularda işbirliği anlaşması imzalanması ve ülkedeki Rus askerleri yerine Türk ordusunun görev alması, ayrıca geçen Haziran ayında Gürcistan’da, Türkiye ve ABD askerlerinin katılımıyla gerçekleşen NATO tatbikatı bu kapsamdaki gelişmelerdendir. ABD’nin, Kafkaslar ve Orta Asya’da Rusya’nın denetimine son vererek, bölgeye yerleşme planı çerçevesi içinde gerçekleşen bu gelişmeler, Rusya’yı fazlasıyla endişelendirmekte ve Moskova ile Ankara’ya karşı karşıya göstermektedir. Türkiye medyasına da yansıyan güncel bir gelişme olarak, Rusya iç istihbarat servisi FSB’nin son günlerde, Türkiye’nin Rusya’da casusluk faaliyetleri yürüttüğü iddialarını içeren yeni bir kampanya başlatması, aynı bağlamdaki gelişmelerdendir.
Bu sürece paralel olarak değerlendirilebilecek diğer bir güncel gelişme de, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP), bilinen adıyla da Avrupa ordusu ile ilgilidir. Bilindiği gibi, Ecevit hükümeti ve konu hakkında irade ortaya koyan askeri yetkililer, AGSP konusundaki çekincelerinden vazgeçtiklerini açıkladılar. Buna gerekçe olarak ise, gerek Başbakan’ın, gerek Dışişleri Bakanı’nın, gerekse Genelkurmay Başkanı’nın ağzından, ABD ve İngiltere’nin araya girmesiyle Türkiye’nin güvenlik konusundaki endişelerinin giderildiği açıklandı. Yapılan açıklamaya göre, Türkiye’ye, “iki NATO üyesi ülkeyi ilgilendiren soruna AGSP’nin müdahale edemeyeceği” ya da “bir NATO ülkesinin müdahale ettiği soruna AGSP’nin karışamayacağı” yolunda güvenceler verilmişti.
Siyasi ve askeri yetkililer, Türkiye’nin Yunanistan’la ilişkiler ve buna paralel olarak Ege’deki olası gelişmelerle ilgili endişelerinin böylelikle giderilmiş olduğunu öne sürdüler. Bununla eş zamanlı olarak da, yine ABD ve onun AB içindeki Truva atı İngiltere’nin devreye girmesiyle, AGSP’deki çekinceden vazgeçilmesine paralel Kıbrıs’taki çekincelerden de vazgeçildiğini gösteren hızlı gelişmeler yaşandı. Bugüne kadar, “çözümsüzlük çözümdür” politikasının “başarılı kurmayı” olarak görülen Denktaş, herkesi şaşırtan bir hamle ile Klerides’e görüşme teklif etti ve Kıbrıs konusunda iki taraf arasındaki doğrudan görüşmelerin önü de böylelikle açılmış oldu.
Oysa tüm bu gelişmelerin tercümesi, Türkiye’nin işbirlikçi egemenlerinin, Kıbrıs, Ege, Kafkaslar, Orta Asya, Balkanlar ve Ortadoğu’da, ABD’nin, Avrupa’yı da yeniden düzenleme politikasının bir unsuru olarak davranmış olmasından başka bir şey değildir. Türkiye egemenleri, bu adımla ABD’nin NATO içinde eriyen bir AGSP tercihinin Truva atı olma yönünde davranmıştır.
2002’nin Haziran ayında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tam üyelik açısından önünün açılacak ve 2004 yılında da tam üyeliğe kabul edileceğinin ilan edilmiş olması, Türkiye yönetenlerinin açmazlarını derinleştiren ve ABD ile İngiltere’nin böylesi bir “itmesi” karşısında adım atmaya mahkûm eden diğer bir etkendir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik konuma AB’nin yüklediği stratejik değer ve bu bakımdan gerçekleşen güncel gelişmeler olarak da şunların altı çizilebilir. Kıbrıs vb. konular, AB açısından, Türkiye egemenlerinin burnunu sürterek, bulunduğu jeopolitik dengeler içinde Türkiye’nin dış politikasında etki kazanabilmek açısından birer manivela niteliğindedir. Yoksa ne Türkiye egemenleri Kıbrıs için AB’den vazgeçebilir, ne de AB egemenleri Türkiye’siz bir AB’yi uzun vadeli çıkarları bakımından uygun bulabilir. Üstelik AB egemenlerinin Türkiye’ye AB’ye üyelik adaylığı verirken, göz önünde bulundurdukları jeopolitik ve jeostratejik gerekçelerin önemi, 11 Eylül sonrası dengeler içinde daha fazla önem kazanmıştır. ABD’nin yanına İngiltere’yi de alarak Afganistan’a yönelik olarak başlattığı operasyon, bölgedeki hâkimiyeti tek başına ABD’ye kaptırmak istemeyen AB egemenleri için elbette ki endişe vericidir. Böylesi bir süreçte, kendi emperyalist taleplerine sırt çevirip tamamen ABD’nin yörüngesinde hareket eden bir Türkiye, Avrupalı emperyalistleri endişelendirmektedir. Türkiye hükümet sözcülerinin bir süre öncesinde, 11 Eylül sonrası dengelerde ABD’nin kendilerine biçtiği role yaslanarak AB’ye tavır göstermeleri karşısında; AB’nin Türkiye’nin tam üyelik için sunduğu sözde “ulusal rapor”a zayıf not vermesi ve Kıbrıs Rum yönetimi çatısı altında Kıbrıs’ın, Türkiye’ye rağmen de olsa, AB’ye alınacağını açıklaması bunun bir kanıtıydı. Ardından Laeken’de düzenlenen zirvede, Türkiye’nin iki yıl boyunca birliğin geleceğini belirleyecek olan ve “Konvansiyon” adı verilen AB platformuna dâhil edilerek Ankara’nın gönlünü alınması da, yine aynı dengelerin bir sonucudur. AB egemenleri, bir yandan ABD karşısında kendi çıkarlarına açık bir Türkiye için ellerindeki kozlarını kullanmakta, bu açıdan kendilerine kozlar yaratmaya çalışmakta, bunu yaparken, diğer yandan da Türkiye’yi kendilerinden koparıp tamamen ABD’nin kucağına düşürecek tür ve ölçekte gelişmelere izin vermemek için, ona “küçük” jestler yapmaktadırlar. Nitekim Laeken’den çıkan sonuç, AB yolunda somut bir sıçramayı ifade etmese de, hükümetin AB’den sorumlu bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, bunu, Türkiye’yi en geç 2010 yılında AB’ye tam üye yapacak önemli bir adım olarak öve öve bitirememiştir.
Kendi içinde de yekpare bir görüntü oluşturmayan ve emperyalistler arası çekişmeye sahne olan AB’nin Türkiye ile ilgili iniş çıkışları da, diğer bir dizi gelişme ile birlikte, hem AB’nin kendi içindeki hegemonya mücadelesi, hem de Türkiye’yi AB içindeki Truva atı olarak kullanmak isteyen ABD ile AB egemenleri arasındaki rekabetin o anki düzeyi tarafından belirlenecektir.

JEOPOLİTİĞİ PAZARLAMA ÜZERİNE KURULU İŞBİRLİKÇİLİK
Türkiye egemenlerinin bu gelişmeler karşısındaki pozisyonu ise, işbirlikçi bir hatta ortaklaşmakla birlikte, hangi emperyalist gücün politikalarına uyarlı olarak hareket edileceği konusunda yer yer farklılıklar göstermektedir. Örneğin, Başbakan Bülent Ecevit, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve askeri yetkililerle, TÜSİAD ile Yılmaz’ın Kıbrıs konusunda karşı karşıya gelmesi, bu konuda yapılan “AB mi daha stratejik, yoksa Kıbrıs mı?” tartışması, bunun bir işaretidir. Bu konuda, bazı yorumcuların ve kendini “sol”da tanımlayan kimi çevrelerin, Türkiye egemenlerini AB’ci ve ABD’ci iki ayrı blok olarak bıçakla keser gibi birbirinden ayırmaları ve bunun üzerinden politika kurmaları ise, hayatın doğruluk şansı tanımadığı açık olan bir şaşılıktır. Kıbrıs konusunda ya da değişik zamanlarda Kürt sorunu konusunda atılması gereken adımlar ve bu adımların zamanlaması bakımından karşı karşıya geldiği görülen egemen sınıf fraksiyonlarının, başka bir dizi temel konuda da birleştiği bilinmektedir. Örneğin, Türkiye’nin bir NATO üyesi olarak, Balkanlar’dan Irak’a ve son olarak Afganistan’a yönelik operasyonlarda aktif rol alması konusunda, hem TÜSİAD’çıların, hem de onlara göre daha “geleneksel” tutum aldıkları düşünülenlerin tutumu aynı olmuştur. Aradaki fark olarak ise, bugün TÜSİAD’ta temsilini bulan egemen sınıf fraksiyonunun -bu Türkiye sermayesi içindeki en etkili itici gücü oluşturan grup olarak öne çıkmaktadır- Kıbrıs vb. konularda, “Türkiye eğer Kafkaslar’dan Orta Asya’ya, oradan Ortadoğu’ya kadar içinde bulunduğu bölgede güçlü bir pozisyon edinmek istiyorsa, o zaman Kıbrıs, Kürt sorunu gibi kritik konulardaki ayak bağlarından bir an önce kurtulmalıdır. Bu sorunlarını çözmüş bir Türkiye, içinde bulunduğu bölgede daha aktif bir aktör olma şansını yakalayacaktır” tezini savunmaktadır. Daha “dinozor” olarak adlandırılan ve çoğu durumda etkin konumda olan taraf ise, yıllardır iç politikaya da tahvil edilen, sistemi tahkim için bir malzeme olarak kullanılan konularda atılacak adımlarda temkinli olunması ve acele edilmemesi gerektiğini öne sürerek ayak sürçer görünmektedir. Bu aslında Türkiye burjuvazisinin, yıllardır Kıbrıs, Kürt sorunu vb. kritik konularda savunduğu şovenist politikaların bugün kendi ayağına dolanır hale geldiğini göstermektedir. Ürettiği şoven politikalar bugün Türkiye burjuvazisini kendi içinde itiş kakış yaşamadan adım atamayacak bir duruma düşürmüştür.
Ancak bu noktada gözden ırak tutulmaması gereken temel gerçek, Türkiye egemen sınıflarının, değişik konular üzerinden zaman zaman karşı karşıya gelen hiçbir fraksiyonunun bağımsız bir ulusal politikayı temsil etmediğidir. Onlarca yıldır savundukları ve uyguladıkları işbirlikçi politikalar içinde, bugün dışarıdan, şu ya da bu emperyalist güç tarafından önlerine konulan politikalar dışında hiçbir politika belirleyememektedirler. Ne Kıbrıs’ta, ne Kuzey Irak konusunda, ne Balkanlar’da, ne Kafkaslar’da ne başka bir noktada bağımsız bir Türk dış politikasından bahsedilebilir. Türkiye egemen sınıfları ve onların siyasi sözcülerinin, halka dönüp “jeopolitik konumumuzu yine iyi kullanma başarısı gösterdik ve bu sayede hem IMF’den yeni kredi aldık, hem öncesine göre daha etkin bölgesel roller üstlendik, hem de AB’de yolumuz açıldı” demeleri, bu işbirlikçi konumlarını örterek, uşaklıktan halk desteği çıkarmak için başvurulan yalanlardan başka bir şey değildir.

TÜRK VE KÜRT MİLLİYETÇİ ‘SOLU’NUN JEOPOLİTİK HESAPLARI
Gerek değişik emperyalist güçlerin, jeopolitik ve jeostratejik öneminden kalkarak Türkiye üzerinde hesaplar yapması, Türkiye’nin “ulusal çıkarlarını” kendi bölgesel çıkarlarında eriterek Türkiye’nin dış politikasına yön vermeye çalışmaları, gerekse Türkiye egemen sınıflarının “jeopolitiği pazarlama” üzerine uşak bir emlakçı tavrıyla ülkenin dış politikasının rotasını emperyalistlere teslim etmelerinin yeni bir olgu olmadığı bilinmektedir. Onlarca yıldır, bu “geminin” rotasının tayini bakımından tüm bunlar oluyor. Bu konuda öncesine göre yeni olan şey, egemen sınıflara karşı halk kesimlerinin çıkarlarını savunur görünen kimi siyasi odakların tutumudur. Örneğin burjuva Kürt milliyetçiliği, uzunca bir süredir, Kürt sorunun sözde çözümü için ABD ve AB emperyalistlerinin tercihleri arasında salınıp durmaktadır. Bu konuda son gelinen nokta, AB’nin tam üyelik için Türkiye’nin önüne koyduğu Kopenhag kriterlerinden medet ummak ve Türkiye egemenlerine Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu’da daha etkin bir bölge gücü olabilmek için Kürt sorunu çözmeyi önermektir. Türkiye’nin jeopolitiği üzerine TÜSlAD’tan temelde ayrılmayan bir hesapla yaklaşmayı ifade eden bu tutumun, Kürt sorununda bağımsız ve halkçı bir politikayı ifade etmediği çok açıktır. Aynı çevrenin 11 Eylül sonrası süreçte izlediği siyasetse, bölgede oluşacak yeni dengeler içerisinde kendilerinin de tanınacağı bir biçimde Kürt sorununun yine ABD’nin başını çektiği güçlerin belirlediği politikalar etrafında “çözülmesi”ni ummak olmuştur. Bugünse bir yandan, Irak’a düzenlenecek bir ABD operasyonunda Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahalesinin kendi varlık koşullarını tehdit edeceği endişesini taşımakta, diğer yandan da kendilerinin dâhil edileceğini şu ya da bu biçimdeki bir “çözüm”ün olanakları konusunda zemin yoklamaktadırlar.
Diğer taraftan, ülkenin dış politikasına ve Türkiye’nin jeopolitik konumuna yaklaşımda, egemen sınıf fraksiyonlarından biri ile aynı politikaları savunan İP’in tutumu söz konusudur. İP Genel Başkanı Doğu Perinçek, kendisine açılan televizyon ekranlarından, Kıbrıs ve Kürt sorunu konusunda şoven politikaları savunarak Genelkurmay’a mesajlar göndermekte, hatta yükseliş döneminde iken eteklerine yapışarak güçleneceğini umduğu Kürt siyasi çevrelerini ve Kıbrıs’ta egemen siyasetten farklı çözümler önerenleri Genelkurmay’a şikâyet etme işgüzarlığını bile göstermektedir.
Ermeni meselesi gibi yıllardır, halkın şoven politikalarla şekillendirilmeye çalışıldığı konularda aynı şoven politikaları kullanarak, hem bu geri eğilimleri kendisine yedeklemeye çalışması, hem de Genelkurmay’ın, egemenlerin desteğini arkasına almaya uğraşması da cabasıdır. Bu konuda kraldan çok kralcı davranan Perinçek, Genelkurmay’a övgüler düzmekle de kalmamakta, ona taktikler önererek mihmandarlık da yapmaktadır. MHP’nin yıllardır savunduğu politikaları “sol” bir maske altında savunma anlayışını esas alan bu tutumun, seçimlerde MHP gibi bir “yükselişi” hesapladığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu tutumun kendini “milli” bir söylemle ifade etmesi, elbette bir maskeden ibarettir ve bu tutum; bağımsız, işçi ve emekçilerin çıkarlarını esas alan ve bölge halkları ile kardeşliği gözeten bir dış politikaya da karşıdır.
Kendisini “sol”da tanımlayan ÖDP’nin de, emperyalizme karşı olmayı ABD’ye karşı olmakla sınırladığı, AB’ye karşı tavır alamadığı bilinmektedir. (Ortaya atılan “akçeli” sorunlara ilişkin iddialar ise, bu noktada, somut bir yanıtı gerekli kılmaktadır.) Sistemin net bir tercihi olan AB’ye tavır almayarak, sistemin solunu toparlayacağını düşünen ve böylelikle önünü açmaya çalışan bir partinin, tutarlı bir anti-emperyalizme dayalı bir dış politikayı savunabileceği düşünülemez.

AYDINLAR VE EMEKÇİ ÖRGÜTLERİ ŞOVENİZME DEĞİL, KIBRISLI EMEKÇİLERE DESTEK OLMALIDIR
Türk dış politikasını ilgilendiren konularda, aydınların önemli bir bölümünün aldığı tutumun da devletin resmi dış politikası ile paralellik gösterdiği, onu meşrulaştırma üzerine kurulduğu bilinmektedir. Son süreçte Türk dış politikasının, iç politik dengelerde de gerilime yol açan Kıbrıs sorunu konusunda bir grup aydının takındığı tutum benzer olmuştur. Bir dönem Denktaş’ın danışmanlığını yapan Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın da aralarında bulunduğu 50’yi aşkın öğretim üyesi yayınladıkları ortak bildiri ile Kıbrıs sorunu konusunda geleneksel tutumu eleştiren bazı kurumları, Yunanistan’ın yanında yer almakla suçlamıştır. Bu aydın grubunun tutumu, Kıbrıs sorununun çözümünü Ankara dâhil tüm dış müdahalelerden bağımsız olarak Kıbrıs’ta yaşayan her iki halkın kendi iradeleri ile belirlemesini savunması gereken aydın tutumuna tam karşı bir tutumdur. Bu aydınların tutumu, yıllardır “enosis” vb. politikaları savunarak, Kıbrıs sorununda kendi devletinin politikasını meşrulaştıran, ancak sorunun çözümünü de tıkayan Yunanistanlı benzer aydın gruplarından, farksızdır. Aynı biçimde, ABD’nin Kıbrıs’a emperyalist müdahalelerine meşruiyet kazandırmak için Beyaz Saray’ın Kıbrıs politikasını savunan ABD’li aydınların, ya da benzer tutumu kendi emperyalist devletinin tutumunu desteklemek için yapan AB’li aydınların tutumu da, nitelik olarak aynıdır.
Aydın sorumluluğu bakımından tartışıldığında, Türkiyeli bir aydın, dünyanın Türkiye’ye uzak bir bölgesindeki bir ulusal soruna karşı gösterdiği mesafeyi, Kıbrıs söz konusu olduğunda da korumayı bilmelidir. Şoven politikalara ya da herhangi bir emperyalist gücün politikalarına ideolojik memuriyet yapan aydınlar, ne Kıbrıs halkının ne de dünyanın başka bir halkının dostu olabilirler.
Kıbrıs sorununun devletin zirvesinde tartışmaya neden olduğu dönemde, benzer bir tutum da, bir işçi sendikası olan Türk-Metal’den geldi. Türk-Metal sendikası, Kıbrıs’ta şoven politikaların kurmayı Denktaş’a “Yılın Devlet Adamı Ödülü”nü verdi. Ödülü Denktaş’a takdim eden Türk-İş Başkanı Bayram Meral’in, Denktaş’ı öven, Kıbrıs ve Ermeni sorunları konusunda şoven politikalara katkıda bulunan sözleri, bir işçi sendikaları konfederasyonunun başkanı açısından hiçbir biçimde kabul edilemez. Çünkü işçi ve emekçilerin çıkarları, halkları birbirine kırdıran, onları birbirine düşman hale getiren, işçi ve emekçileri uyutmak için kullanılan şoven politikaları savunmaktan değil, halkların kardeşliğini ve kendi kaderlerini tayin hakkını savunmaktan geçer. Kıbrıslı işçi ve emekçilerin çıkarı, nasıl başta emperyalist güçler olmak üzere tüm dış müdahalelerden bağımsız olarak kendi kaderlerini belirlemekten geçiyorsa, Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin çıkarı da, bağımsız ve demokratik, federatif bir Kıbrıs’ı savunmayı gerektirmektedir. Çünkü böyle bir Kıbrıs, artık sadece ada halkı açısından değil, Yunanistan ve Türkiyeli işçi ve emekçiler açısından da, sürekli onları birbirine karşı düşman hale getirmek için kullanılan bir sorundan kurtulmak anlamına gelecektir. Türkiye’deki işçi, emekçi örgütlerinin, işçi ve emekçileri şoven politikalar aracılığıyla sömürücü ve işbirlikçi egemen sınıflara yedeklemek değil, onları bu politikalara karşı uyanık tutmak gibi bir görevi vardır. Kıbrıs sorununda kendi işbirlikçi egemen sınıflarını değil, Kıbrıs’ın Rum ve Türk emekçilerinin özgür tercihlerini savunan, onların iradelerine ipotek konulmasına karşı çıkan bir tutum, onlar için büyük bir moral ve maddi güç kaynağı olacaktır. Dolayısıyla Türkiye’deki işçi ve emekçi örgütlerinin, sendikalarının, kitle örgütlerinin, tüm demokratik kurum ve aydınlarının tutumu da bu yönde olmalıdır.

ZİNCİRİ JEOSTRATEJİK HALKASINDAN KIRMAK
Yazının önceki bölümlerinde, Türkiye’nin jeopolitik konumunun, emperyalistleri Türkiye’nin dış politikasını belirlemek için birbiri ile yarışa soktuğu, Türkiye’nin işbirlikçi egemenlerinin ise, bu jeopolitik konumu, uşak bir “komisyoncu” zihniyeti ile ele aldıkları, kendilerinin alacağı “nema” için ülkenin kaderini ve geleceğini pazarlamaktan çekinmedikleri belirtildi. Ancak, elbette burada problem olan şey, Türkiye’nin jeopolitik konumu değil, işbirlikçi egemenlerin onu ele alış şeklidir. Bilindiği gibi Türkiye, diğer birçok zenginlikle birlikte, aynı zamanda, hem tarım hem de bulunduğu bölgede giderek stratejik bir unsura dönüşen büyük bir su potansiyeline sahiptir. Tüm bunlar iyi değerlendirildiğinde, Türkiye için birer imkân durumundadırlar. Ancak girilen emperyalist ilişkiler ve uygulanan IMF direktifleri, DB programları, hem ülke tarımını çökerten hem de ülkenin tüm zenginliklerini emperyalistlere peşkeş çeken bir süreci de beraberinde getirmiştir. Türkiye sahip olduğu potansiyel zenginlikler bakımından bile dışa bağımlı bir hale getirilmiş, bu dışa bağımlılık, dış politikadaki dışa bağımlılığı da derinleştirmiştir. Dışa bağımlılıktan kurtulmadan, bağımsız bir dış politika savunmadan, Türkiye’nin kendi doğal zenginliklerini toplumsal bir refah unsuruna dönüştürmesi de mümkün olmayacaktır.
Ayrıca Türkiye’nin jeopolitik bakımdan, bulunduğu bölgedeki birçok dengeyi değiştirme potansiyeline sahip olduğu da doğrudur. Ancak bu potansiyel, emperyalist müdahaleler ve ülkenin ulusal çıkarlarını emperyalist güçlerin çıkarları içinde eriten işbirlikçi egemen sınıflar ve onların siyasi temsilcilerinin elinde, hem Türkiye’nin işçi ve emekçilerine, hem de komşu halklara karşıt hale getirilmiştir. Bu gerçeğin değişmesi, Türkiye’nin bu potansiyelinin hem Türkiye’nin işçi ve emekçileri, hem de komşu halklar açısından bir avantaja dönüşmesi için de, antiemperyalist, tüm dış müdahalelerden bağımsız bir dış politikanın benimsenmesi ve savunulması zorunludur. Bunun için yaslanılacak yegâne güç ise, bu ülkenin işçi ve emekçileridir.
Bağımsız bir dış politika savunma yeteneğini kazanmış demokratik bir Türkiye, bölgenin tüm komşu halkları açısından da, emperyalistlerin oyuncağı olmuş jeopolitik bir tehdit unsuru olmaktan çıkacak ve bir umuda dönüşecektir. Ve giderek emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmuş bir Türkiye, Kafkaslar, Orta Asya, Ortadoğu ve Balkan halkları arasında emperyalizmden kurtuluş umudunu da kamçılayacaktır. Bu aynı zamanda, dünyanın, emperyalizmin tahakkümü altında yaşayan diğer bölgelerinde de, dengeleri halklar lehine değişmeye zorlayacak bir gelişme olacaktır. Çünkü Türkiye temsil ettiği konumla, emperyalizmin zincirinin jeostratejik bir halkasıdır.

Ocak 2002

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑