Bir mücadele biçimi olarak gösteriler

Gösteriler, kitlelerin belirli talepler için giriştiği ve böylece toplumsal duruma müdahale ettiği hareketlerdir. Sınıf mücadeleleri tarihi, gösterilerin çok farklı türlerine sahne olmuştur. Dünya emekçi sınıflarının bu alanda birikmiş tecrübesi, bugünkü ve gelecek mücadeleler bakımından büyük önem taşır. Toplumun ezilen kesimleri, iktidar kavramında somutlaşmış bütün baskı ve sömürü mekanizmalarını elinde bulunduran egemen güçlere karşı, kitlesel ve kolektif bir biçimde karşı koyarak mücadele etmiş, ezilen çoğunluğun ezen azınlığa karşı özlem ve taleplerini dile getirerek toplumsal karşı koyusun bir biçimini, ama en güçlü biçimlerinden birini, bir toplumsal muhalefet aracı olarak kullanmışlardır. Bu anlamıyla gösteri, politikaya doğrudan katılmanın da bir aracı olmuştur.

GÖSTERİLERİN ORTAYA ÇIKIŞI VE GELİŞİMİ
Bugün, zaman zaman (en son Cenova örneğinde ve savaş karşıtı eylemlerde görüldüğü gibi), gösteriler şiddetle karşılansa da, gösteri yapma hakkı, demokrasinin gereklerinden sayılmaktadır. Ama bu hakkın yasalaşmasının gerisinde uzun ve kanlı bir mücadeleler dönemi olduğu unutulmamalıdır.
Gösteri yapma hakkının tarihte ilk defa yasalarla güvence altına alınmasının izlerine İngiltere’de rastlıyoruz. Ama kitlesel hareket etme ve söz hakkının kitlesel olarak ifade edilmesinin yasalarca tanınıp ayrıntılarla tarif edilmesine, Amerika’da (1791) ve Fransız Devrimi sırasında Fransa’da (1791, 1793) tanık oluyoruz. Buradan, gösterilerin, asıl olarak kentlerin özel bir önem kazandığı, kitlelerin daha geniş topluluklar halinde üretime katıldığı kapitalizm döneminin karakteristik bir olgusu olduğu anlamı çıkarılabilir.
Avrupa’daki en büyük gösteri, 1789 yılında Fransız Devrimi sırasında gerçekleştirilmiştir. Ayaklanan Paris halkı meydanları kuşatmıştır ve sokaklardan insan seli akmaktadır. “Barış, Kardeşlik ve özgürlük” sloganlarıyla yürüyen ve her gün giderek büyüyen bu insan seli, monarşik yönetimin direnişini kırıp yenilgiyi kabul ettirene kadar devam edecektir. Feodal ayrıcalıklara, krala ve kiliseye karşı harekete geçen radikal burjuvazi, kitlesel gösterilerin gücünün farkında olarak, tüm halkı bu gösterilere katmak için özel bir çaba harcamış, sahneye “tüm halkın temsilcisi” sıfatıyla çıkmıştır. Gösterilerin temel insan kaynağını oluşturan işçiler, zanaatkârlar ve köylüler, monarşiye karşı burjuvazi ile birlikte hareket etmiştir.
Proletarya, ilerde bağımsız bayrağı altında yapacağı gösterilerin ilk eğitimini, burjuvazinin bayrağı altında, ama zaman zaman bağımsız hamleler yaparak aldı. Çok geçmeden jakobenlerin elindeki bayrak işçilerin eline geçti. Artık bütün o devrim Fransa’sının üzerinde dalgalanan üç renkli bayrağın yerini tek renkli (kızıl) bayrak almış, üç renkli bayrak ise gösterilere karşı saldırının simgesi haline gelmiştir.
Toplumsal adalet ve özgürlük istemlerinin işlendiği, kolektif toplumsal mücadelenin temel araçlarından biri durumuna gelen gösteriler, sanayi devrimiyle birlikte gelen çok ağır sömürü şartlarında, artık bütünüyle proletaryanın ve diğer ezilen kesimlerin devamlı başvurduğu etkili ve denenmiş bir protesto, direniş ve hak kazanma aracı olur. Burjuvazinin “devrimci barutu” tükenmiştir artık. İşçi sınıfının deney ve tecrübeleri artmış, artık kendisi için sınıf olmanın bilinci, sınıf örgütleri kurmayı dayatmıştır. Gösteriler, artık sadece kriz dönemlerinde ya da ihtiyaç halinde “çaresiz” kalmış emekçilerce başvurulan dönemsel, geçici bir araç değil, bir sınıf “hareketi”nin örgütlü olarak başvurduğu kalıcı ve sürekli bir mücadele biçimidir, işçiler, artık bir önceki seferde olduğu gibi kolayca kandırılabildikleri bir süreci geride bırakmış, kolektif bir temelde, örgütlü ve uzun süreli olan, hedefi ve bakış açısı belli gösteriler örgütlemektedirler.
Ve o gün bugündür, dünyanın işçileri ve emekçileri çeşitli düzeydeki talepleri için sermayeye, iktidara ve uygulamalarına karşı gösteriler yapıyorlar. Kimi kanla bastırılan, kimi barışçıl, kimi ekonomik talepler için, kimi doğrudan iktidar için, kimi binlerin, kimi yüz binlerin katılımıyla gerçekleşen gösteriler, 200 yıllık tarihin en belirgin görüntüsünü oluşturur.

ETKİLİ BİR MÜCADELE BİÇİMİ OLARAK GÖSTERİ
Gösterilerin toplumsal mücadelede böylesine yaygın başvurulan, zaman zaman tayin edici bir önem kazanan bir eylem biçimi olarak öne çıkması, rastlantı değildir. Belli bir talebi veya talepleri ifade etmenin, tüm topluma duyurmanın en doğrudan biçimi olan gösteri, -burjuva medyanın yok sayıcı ve saptırıcı rolünü hesaba katmak kaydıyla- bu talebin toplumun tümüne görece kolaylıkla iletilmesini de sağlar. Çoğunlukla barışçıl bir mücadele gibi gelişse de, bir güç sınama biçimi, böylece toplumsal bölünmenin karşıt sınıfları arasındaki güç ilişkilerinin bir göstergesi, bu güç ilişkilerinin değiştirilmesinin de aracıdır. Gösteriler, toplumun tümünde bir tutum belirlemeye, yanında ya da karşısında yer almaya çağrı içeriği de taşır.
Yani “yollar yürümekle aşınmaz” sözü demagojiden ibarettir, sermaye ve iktidarın emekçi eylemlerinden duyduğu korkuyu bir küçümseme görüntüsüyle örtmenin nafile çabasıdır. Ne kadar küçümsese, önemsemiyormuş görünse, demokrasinin vazgeçilmez bir koşulu ilan etse de, emekçilerin kendi talepleri doğrultusundaki eylemleri, sermaye ve iktidarını daima korkutmuştur. Çok deneyimli bir sınıf olarak burjuvazinin bu korkusunu bir paranoya saymak mümkün değildir. Burjuvazi, gösterilerin gerçek etkisini ve yol açacağı sonuçları, gösterilere katılan emekçilerden çok daha iyi bilir.
Gösteriler, emekçi sınıfları daha ileri mücadele biçimlerine hazırlayan mücadele okullarıdır.
Gösterilere katılan işçiler, kendilerine dayatılan “kader”in ancak kendilerinin enerjik bir biçimde mücadele etmeleriyle değişebileceğini görmeye başlar ve kişi olarak mücadeleye katılmanın vazgeçilmez bir gereklilik olduğunu kavrama eğilimi gösterirler.
Özellikle büyük mücadele anlarında sokaklara dökülen emekçiler, kolektif mücadele deneyimi elde ederler. Kitlesel olarak üretilen direniş ruhu ve kararlılık, gelişmelere karşı edilgen ve atıl tutumların terk edilmesini sağlarken, kolektif toplumsal gücün ve dayanışmanın farkının görülmesine ve morallerin yükselmesine yol açar. Bu durum aynı zamanda sistemin özel çabalar sarf ederek emekçileri sürüklediği ya da sürüklemek istediği bireysellik ve atıl kalmanın ya da boyun eğmenin, bir arada haklarını savunma ve sahip çıkma bilinciyle kırılmasını sağlar. Sırt sırta vermiş emekçiler, aynı amaç ve talepler için mücadele etmenin geliştirdiği duygularla, kendilerini aşarak, birlikte mücadele ettikleri kitlenin ayrılmaz ama aynı zamanda enerjik bir parçası olduklarını yaşayarak görürler.
Bu bilinç ve kitleselleşme, toplumsal gücün görülmesine ve kararlılığa yol açarken; gösterici, hedefe ulaşmanın bir rüya olmadığını ve gerçekleşmesinin mümkün olduğu gerçeğini nesnel bir ortam içinde kendi deney ve tecrübelerinin de yardımıyla kavramaya başlar. Kendisini, toplumsal bir varlık olmanın getirdiği görevlerle donatması ve sorumluluğunu üstlenmesi gerektiği gerçeği, işçi ve emekçilerde, toplumsal yaşama ve örgütlenmesine ilişkin sorunlara karşı duyarsız kalınamayacağı bilincinin şekillenmesine yol açar. Haksızlık ve sömürüye, yalanlara, işsizliğe, rüşvet ve hırsızlığa duyulan öfke ve tepkiler, sokak ve meydanları doldururken işçilerin yönetimden, politikadan anlayamayacağı, bunun politikacıların işi olduğu şeklindeki egemen sınıf propagandaları göstericinin ayakları altında ezilir. Ortak bir hedef için hep bir ağızdan atılan sloganlar ve dile getirilen talepler, toplumsal bir görevi yerine getiriyor olmanın verdiği sorumlulukla birleşerek, egemenlerin çizdiği sınırların dışına çıkan ve tehlikeli boyutlara ulaşan “bilinçli bir kitleye”, dolayısıyla da maddi bir güce dönüşmüş olur.

EGEMEN SINIFLARIN GÖSTERİ KORKUSU
Egemen sınıflar, “tehlikeli boyutlara ulaşan” gösterileri engellemek için polisi, orduyu, açık ve gizli güçlerini devreye sokarak şiddet ve değişik terör yöntemleriyle engellemeye ya da dağıtmaya çalışarak tepkisini ortaya koyar. Gerekçeler hazırdır. Çünkü yüzyıllardan beri aynı gerekçeleri, içinde bulunulan ortamı da göz önünde bulundurarak, değişik biçimler altında kullanmakta uzmanlaşmışlardır. “Kışkırtmacıların örgütlediği, kontrolden çıkan, yasalara aykırı, birlik ve bütünlüğü tehdit eden” vb… Onlara göre, sokaklara dökülen yüz binlerce insan aslında ne istediğini bilmeyen, gözü dönmüş, tehlikeli bir kalabalıktır ve “demokrasi” bu ne yaptığını bilmez mantıksız insanların tehdidi altındadır! Politikaysa, onu zaten “yüce meclis” yapmaktadır… Sorun varsa hükümet çözecektir… O zaman sokakları ve meydanları doldurmanın gereği yoktur, hükümet bu “kendini bilmez”, “cahil insanlar”ın istediği politikayı uygulayamaz. Zaten her şeyi abartarak, her an tahriklere açık olan ve kutuplaşmalar yaratarak krizlere yol açan kesimler gösterilere başvurmaktadır!
Kitle hareketleri üzerine “araştırma” yapıp kitaplar yazan burjuva sosyolog ve psikologları, kitlelerin toplumsal değişim ve dönüşüm mücadelelerine kaynaklık eden sınıf çelişkilerini ve toplumsal eşitsizlikleri özenle gizlemeye çalışmış, kitlesel hareketleri “toplumsal huzuru” tehdit eden bir anlık ya da genel bir psikolojik dengesizlikle açıklamaya çalışmışlardır. Maddi yaşamı üretenlerin toplumsal yaşamın örgütlenmesini de başaracakları, alanlara çıkan kitlelerin bilinçli maddi bir güç oldukları gerçeği, onlar için saklanması veya çarpıtılması gereken olgular olmuştur. İleri sürdükleri tezler, sınıflı toplumlarda meydana gelmesi kaçınılmaz çalkantıların neden ve sonuçlarının egemen sınıflar lehine çarpıtılmasından başka hiçbir anlama gelmemektedir.

GÖSTERİLERİN GERİCİ AMAÇLARLA KULLANILIŞI
Gustav Le Bon “Kitlelerin Psikolojisi” (1895) adlı eserinde egemen sınıfların kitleler karşısında duyduğu korku ve düşmanlığı teorileştirir. Bireylerin özgürlük istemlerine karşı çıkan Le Bon, bu taleplerin kolektif biçimde dile getirilmesini ise “tehlikeli” olarak değerlendirir:
“Gözleri körleşmiş kitlenin gücü tarihin tek felsefesi durumuna gelir. Kitle içinde yer alan kişi artık kendisi değildir ve istemleri dışında hareket eden bir robota dönüşür. Kişinin ruhuna egemen olan özgürlük ihtiyacı değil bir iş yapma ihtiyacıdır ve kendilerini eyleme sürükleyenleri patronlarını dinler gibi dinlerler,”
Le Bon’un bu görüşleri çok geçmeden egemenler ve sermaye tarafından benimsendi. Kitlelerin kendi talepleri doğrultusunda sermaye ve iktidarlara karşı mücadeleleri “cahil kalabalıkların kör tepkisi” olarak aşağılanırken, emekçilerin eylemlerinin gerçek amaçlarından saptırılması, sermayenin çıkarları doğrultusunda gerici ve provokatif eylemlere sürüklenmesi için ise sürekli bir çaba harcanıyor. Tüm zamanları fabrikanın ağır çalışma koşullarında patronlar sömürülerini kat kat artırsın diye ellerinden alınan işçileri, bir de cahil diye aşağılamak, sermayeye özgü aşağılık bir tutum olsa gerek. Haklı bir talebin yüksek bilinçle veya sezgiyle dile getirilmesi, haklılığını ortadan kaldırmaz. Ama işçi gösterilerine kara çalan sermaye ve gericiliğin, emekçilerin geri bilincinden yararlanarak, onları emekçinin hiçbir çıkarının olmadığı gerici savaşlara, milliyetçi kampanyalara, dinci gösterilere sürüklemeye çalışması, emekçiden “gözleri körleşmiş” bir kalabalık olarak yararlanma çabasının apaçık ifadesidir.
Genel olarak tüm gericilik bu taktiği uygulamıştır. Naziler ve diğer faşist partiler, emekçilerin yakıcı taleplerine sahip çıkarmış gibi görünerek, işsizlerin ve giderek çalışan emekçilerin desteğini aldılar, provokasyonlarla, mücadele eden emekçi örgütlerinin sindirilmesi çabalarıyla, iktidara geldiler. Nazi profesörleri, faşist yönetimin bürolarında gece gündüz kitleleri nasıl etkileyerek düzene bağlayacakları üzerinde planlar yaptılar. Emekçilerin büyük bedeller ödediği, dünyanın kana bulanmasıyla sonuçlanan bu süreç, gericiliğin sahte halk dostu tutumunun teşhir edilmesinin, emekçilerin böylesi demagojiler karşısında uyarılmasının taşıdığı büyük önemi ortaya koyuyor.
Gösterilerde ortaya çıkan halkın gücünün farkına varan sermaye yüzüne halkçı maskesi geçirerek alanlarda gözü dönmüş faşist diktatörlerin, emperyalizm uşaklarının ve cunta adaylarının kitle tabanı ile ayakta durmasına çalıştı.
Hâkim sınıflar, başta ulusal, dini vb. önyargılar olmak üzere, toplumun özellikle de geri kesimlerini kolayca aldatabilecekleri değerleri kullanarak, kitleleri, faşist ve gerici propagandaların malzemesi durumuna getirebilmelerine bağlı olarak, toplumda askeri birlik ve disiplin sağlamaya çalışmaktadır. Mekanik bir tarzda işler duruma getirilerek, üstten verilen emirlerle hareket ettirilen kitleler, bütünüyle sistem tarafından kontrol edilmekte ve yapay bir birlik ve beraberlik etrafında sistemin ihtiyaç duyduğu biçim ve tarzda kullanılmaktadırlar. (Yakın tarihimiz bunun çok sayıda örnekleriyle doludur. 6–7 Eylül olayları, Maraş katliamı, Sivas olayları, cenaze törenleri, İtalya ve Fransız elçilikleri önündeki gösteriler vb). Sistemin güvence ve kontrolü altındaki gösteriler, hâkim sınıfların izlediği baskı ve sömürü politikalarını meşrulaştırmaya yönelik olduğu gibi, sokağın terörize edilmesinde ve diğer kesimler üzerinde terör estirilmesinde de sık sık başvurulan bir yöntemdir. Gerek ülkemizde gerekse de dünyanın değişik bölgelerinde hakim sınıfların bir provokasyon ve toplumsal baskı aracı olarak başvurduğu kitlesel terörün, büyük katliamlara ve yıkımlara kadar vardığını biliyoruz. CIA birçok ülkede gerici ve faşist yönetimlerin iş başına getirilmesinde diğer birçok yöntemle beraber bu yöntemi de kullanmıştır.
Güvenlik ve huzurun sağlanması adı altında, haklı talepler, gerici ve faşist yasalara sığınılarak kanla bastırılmış; hâkim sınıflar futbol maçlarından ulusal bayramlara kadar birçok alan ve ortamda “milli birlik ve bütünlük” izlenimi yaratarak gerici gösterileri teşvik etmiştir. Özellikle bunalımlı dönemlerde “milletin bölünmez bütünlüğü” üzerine yapılan demagoji ve propagandalar, kitlelerin, özellikle de işçi ve emekçilerin yoğun baskılarla karşı karşıya oldukları dönemlerde yoğunlaşmış, buna paralel olarak da “sipariş” gösterilere ağırlık verilmiştir.
Toplumsal mücadeleler tarihi, sömürülen ve ezilen yığınların, haksızlık ve sömürüye karşı, bir başka sınıfın değil ama kendi talep ve çıkarları için politik ortama müdahale etmesiyle, tarihin akışının değiştiği yönündeki örneklerle de doludur. Kitleler bu değişikliklerin mimarları olmanın sevinç ve mutluluğunu yaşamış, tüm kuşaklara zengin deney ve tecrübeleri miras olarak bırakmışlardır. Hâkim sınıfların kendi gelecek ve çıkarları için kitleleri kullanarak yapmış olduğu değişiklikler ise, tarihe, insanlığın karanlık sayfaları olarak geçmiş, halklar ağır bedeller ödemişlerdir. Buna en iyi örnek, Nazi Almanyası’dır.
Kitlelerin kendi taleplerine sahip çıkarak, kolektif bir biçimde değişik içerik ve tarzda geliştirerek gerçekleştirdikleri gösterilerle toplumsal gelişmelere müdahale etmeleri sonucu, eşitlik, özgürlük, dayanışma ve adalet gibi yüksek toplumsal değerler oluşmuştur. Kitlesel gösteriler, toplumsal müdahale olduğu ve siyaset kitlelerin içine indiği ve halka kapalı düzen bürolarının ve bürokratlarının dışında geliştiği için hâkim sınıfların şimşeklerini üzerlerine çeker ve saldırılarına hedef olurlar. Sermaye, işçi ve emekçinin toplumsal gelişmeler içinde yer alarak aktif bir gösterici olmaması için, kitleleri gelişmelerden uzak tutacak ya da kayıtsız bırakacak her türlü askeri, politik, kültürel saldırı önlemlerini almaya çalışır. Vurdumduymazlığı, topluma yabancılaşmayı ve kişisel çıkarları teşvik ederek geliştirir. Sistemi ve ondan kaynaklanan sistem ilişkilerini ve yıkıcı sonuçlarını kader olarak göstererek, emekçileri baskı ve sömürülerine razı etmeye çalışır. “Toplumsal huzuru sağlamak” adına kitlelerin ortak hareket etmesini ve düşünce hakkını ağır cezaları öngören yasalarla kısıtlamanın ya da cezalandırmanın kendisi, toplumu güvencelerden yoksun etmekten başka bir şey değildir. Tersine, bu yasalar toplumsal huzur ve düzen karşıtıdır.
Kitlelerin toplumsal gelişmelere müdahale etme aracı olan gösterileri düzenin sınırları içinde tutarak hâkim sınıflara ve politikalarına karşı bir tehdit aracı olmaktan çıkarmak da bir düzen politikasıdır.

GÖSTERİLER VE ÖTEKİ MÜCADELE BİÇİMLERİ
İşçi sınıfının iktidar mücadelesi bakımından gösterilerin önemi açıktır. Ama gösterilerin kendi başına, her derde deva bir mücadele biçimi olduğu da düşünülmemelidir. Gösterilerin sınıf mücadelesinde gerçek işlevini görmesi, en başta, mücadele araçları bütünü içinde doğru bir yere oturtulmasına bağlıdır.
Gösteri, üretim sürecinde, mahalle hayatında mayalanan sorunların sokağa taşmasıdır. Bir gösteride bir araya gelen insanlar, gösteriden sonra aynı veya farklı üretim birimlerine, farklı mahallelere dağılırlar. Bu nedenle gösteri, üretim ve yerleşim birimleriyle bağı içinde ele alınmalıdır. Sırf sokağa yapılmış çağrılarla yığınların gösterilere çekilmesi kolay değildir. Gösteri, mahalledeki küçük toplantılarla, işyerindeki öfkeli tartışmalarla birleşmediği zaman kitleselleşemez.
Emekçinin gerçek gücü, yaşamı yaratma ve durdurma özelliğinde yatar. Bu nedenle de üretimi aksatmaya yönelmeyen bir eylemin başarı şansı daha baştan azalır. Bu da, işçi sınıfının en az gösteriler kadar etkili, en az gösteriler kadar yaygın bir mücadele biçimi olarak grevlerle gösterilerin birleştirilmesi, bunların birbirini karşılıklı olarak destekleyen eylemler olarak görülmesinin gereğini ortaya koyar.
Demek oluyor ki, gösteri, toplumun emekçi sınıflarından destek talep etmeli, üretim birimlerindeki, mahallelerdeki olabilir tüm mücadele biçimleriyle bir arada ele alınmalıdır.
Ama aynı zamanda gösterilerin sınıf mücadelesinin daha yüksek ve daha geri mücadele biçimleriyle ilişkisi de gözetilmelidir. Gösteri genel kavramı ile ifade edilen eylemler de, kendi içinde birçok farklılıklar gösterir. Patronun baskısını protesto etmek üzere sokağa çıkan işçinin eylemi de gösteridir, demokratik cumhuriyet ya da sosyalizm talebiyle sokağa dökülen yığınların eylemi de. Gösteri, farklı düzeyde talepler için girişilmiş kimi yerde barışçıl, kimi yerde sert ve çatışmak eylemleri kapsayan bir genelliği ifade eder. Bu bakımdan yığınların bilinçlenme seviyelerine, ruh durumlarına uygun olarak taleplerin genişletilmesi, gösterinin daha ileri biçimlerine doğru ilerlemesinin gözetilmesi gerekir. Mücadelenin bastırılması durumunda daha geri, mücadelenin yükselmesi ile daha ileri eylem biçimlerine hızlı bir geçiş, gösteriyi kendi başına bir protesto olmaktan çıkaracaktır.
Gösterinin zamanlaması da büyük önem taşır. Genel bir kural olarak, karşı tarafın dağınık, kararsız, şaşkın olduğu, buna karşılık emek güçlerinin moral düzeyinin yüksek, hazırlığın yeterli olduğu an, en uygun eylem anıdır. Özellikle ileri talepleri hareket noktası alan politik gösterileri ülkedeki genel koşullardan soyutlayarak, yol açacağı sonuçları hesap etmeden yapmak, telafisi uzun zaman alan gerilemelere yol açabilir.
Buna, 1917 Rusyası’ndaki 34 Temmuz gösterileri örnek gösterilebilir. Çarlık devrilmiş, emekçiler umuda kapılmış ama geçici Hükümet emekçilerin taleplerine sırtını dönmüştür. Bu durum işçiler ve askerlerde büyük bir tepki uyandırmakta, Bolşeviklerin kitleler içindeki gücünü artırmaktadır. Ama Lenin’in saptamasına göre, henüz erkendir. Olası bir gösteri, gericiliğe Bolşevik karşıtı bir saldırı imkânı tanıyacaktır. Bolşeviklerin tüm çabaları, öfkeli işçilerin bir silahlı gösteri yapmasını engelleyemez. Bunu bahane yapan gericilik Bolşeviklerin tüm yasal kurumlarına saldırır, tutuklamalar yapar, Bolşevikleri yeraltına çekilmek zorunda bırakır. Gösteri zamansız yapılmış, ağır sonuçlar doğurmuştur.
Gösteriyi, hem tüm mücadele biçimleriyle birbirini destekler tarzda ele almak, hem de hareketin yükselişi ve gerileyişini hesap ederek örgütlemek zorunludur.

SONUÇ: SOSYAL PATLAMA KORKUSU VE EMEKÇİLERİN KRİZE YANITI
Gösteriler, tüm güncelliğiyle, bugünün Türkiye’sinin de bir yanıyla gerçeği, gelişme dinamiği bakımından, yığınsallığı ve diğer mücadele biçimleriyle bağlantısı içinde bir diğer yanıyla da yakıcı bir ihtiyacı durumundadır.
Ülkemizin yakın tarihinde geri, ileri, ekonomik, politik -ve hatta egemenlerin kullandığı gerici- çeşitli biçimleriyle gösteriler yaşanmamış değildir. 1980 öncesi yaygın olarak başvurulan politik gösterilerle sonrasında Zonguldak’tan Ankara’ya büyük madenci yürüyüşü, en son bu yıl Emek Platformu tarafından düzenlenen 14 Nisan gösterileri, ilk akla gelenlerdendir.
Ve şimdi, emperyalistler ve işbirlikçilerinin işçi ve emekçilere, halka yönelik ağır saldırı koşullarında, IMF/DB Programı doğrultusunda ülkenin, sanayisi ve tarımıyla, işçisi, köylüsü ve esnafıyla tamamen çökertilmesi, işsizlik, sefalet ve açlığa mahkûm edilmesi, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının talanıyla Türkiye’nin bir “açık pazar”a dönüştürülmesi ve sömürgeleştirilmesinin tamamlanması “küresel” politikalarının uygulanma alanı haline getirildiği bugün, görece geri biçimlerden daha ileri olanlarına gelişmesi içinde gösteriler, yaşamsal bir önem kazanmaktadır. Yine aynı şekilde ABD’nin saldırılarının teşhir edilmesi ve ülkemizi savaşa sürme planlarının geri püskürtülmesi bakımından da gösteriler büyük önem taşıyor. “Sosyal patlama tehlikesi”nin egemenlerin, tekellerin temsilcilerinin en bilmişlerinden gizli servis raporlarına kadar herkesçe dile getirilmesi, bu öneme yapılacak her vurguyu haklı kılacak bir “işaret” sayılmalıdır. Milyonlarca emekçiyi, zaten yaşaya-geldikleri sefaletin ötesinde, önce işsizliğin ve ardından açlığın pençesine atan bir avuç tekelci ve sözcüleri, “sosyal patlama” ihtimalini bunca dillerine dolarken kuşkusuz bir korkuyu dışa vuruyorlar. Ama bir yandan da taleplerini doğru dürüst saptayamamış, yeterince ya da hemen hemen hiç birleşememiş, merkezileşememiş örgütsüz “patlama” beklentisiyle ellerini ovuşturanlar da yok değil.
İşçi ve emekçilerin ileri kesimlerine, şöyle ya da böyle örgütlü unsurlarına, örneğin sendikalara vb. tam da bugün bir rol düşmektedir. Taleplerin haklılığını ve ortaklığını hareket noktası edinecek işçi, emekçi ve işsiz kitlelerin gösterileri, bugün gündem edinilmeyecekse, görece olağan günlerde yasak savmacılıkla “gündem” ediniliyor gibi yapılması tamamen gereksizdir.
Önemli olan “sosyal patlama”nın “tehlikesi” üzerine konuşup yazıp çizmek değildir. Bunu egemenlerin sözcüleri yetirince yapıyorlar. Bu “tehlike”nin tekeller ve egemenlikleri için gerçeğe dönüşmesi bakımından asıl gerekli olan, onu bir “tehlike” olmaktan da çıkaracak tek temelin, bir “sosyal hareket’in gelişmesi için üzerine düşeni yapmaktır. Emperyalistler ve işbirlikçilerinin IMF/DB Programı’nın maddelerine ve emperyalist savaşa karşı ve kuşkusuz işçi sınıfı ile emekçi tabakaları, işsizler ve açlık çekmeye şimdiden başlayanlarla bir araya toplayacak ortak talepleri kalkış noktası edinecek gösteriler, bu sosyal hareketin hem bileşeni olacak hem de gelişmesinin yolunu açacaktır.
Şimdi egemenlerin ve saldırı programlarının karşısında yer alacak sosyal harekete ihtiyacın yakıcılığı kadar, bu hareketin biçimlerinden olan gösterilere olan ihtiyacın yakıcılığı tartışmasızdır. Sorun, her ikisinin de örgütlenmesindedir. Bu örgütlenmenin birbirini geliştirerek ilerleyeceğinden ve ileriye doğru çeşitli biçimler alarak gelişeceğinden kuşku duyulamaz. Yoksa “tehlike”, tehlike olarak kalacak ve “patlayınca” da emekçilere pek bir yararı olmayacaktır.

Kasım 2001

EK:

DÜNYADAN ÖNEMLİ GÖSTERİ ÖRNEKLERİ
1890’lı yıllarda 1 Mayıs kutlamaları ve diğer gösteriler sırasında işçiler, 8 saatlik işgünü taleplerini ifade edenlerle beraber şu sloganları atıyorlardı: “Savaşlarla değil emeğimizle yaşıyoruz (Chicago), “Çocuk emeği sömürüsüne son”, “Çocuklar okula fabrikaya değil”, (Chicago), “Kadınların gece vardiyalarında çalışması yasaklansın”, “Beyaz ve zenci işçilere eşit haklar” (Havana).
Bir yıl sonraki gösterilerde bunlara ek olarak başka sloganlar da atılır. Örnek olarak “Kumaşı diken de biziz çıplak gezen de”; “Ekmeği biz pişiriyoruz, ekmeğimiz yok”; “Politik tutuklulara özgürlük”.
1905 yılında Taşkent’te Rus işçiler çarlığın kışlık sarayı önünde gösteriler yapar ve ekmek talep ederler. Rus-Japon savaşı ve ağır sömürü koşulları nedeniyle insanlar açlık çekmektedirler. Ve Çar göstericilere ekmek değil Kazaklar’dan oluşturduğu katiller sürüsünü gönderir. Aynı yıl Varşova’da yapılan gösteriye aynı Kazak birlikleri vahşice saldırır ve 30’un üzerinde gösterici katledilir,
1909 yılında göstericiler “sosyal güvenlik”, “sağlık hizmetleri”, “sakatlık durumunda emeklilik”, “ölüm cezalarının kaldırılması”, “kadınlara oy hakkı”, “savaşa hayır”, “silahlanmaya hayır” ve “barış” sloganlarını tüm gösterilerde ön plana çıkarırlar.
1. Dünya Savaşı’nın daha ilk yıllarında emperyalist savaşın ürkütücülüğü ortaya çıkmıştır. 1916 yılının Şubat ayına kadar savaşta ölen Alman askerlerinin sayısı 670 bindir, yaralı sayısı ise 1 milyonun üzerindedir. 1916 yılının Nisan ayında işçiler Spartakus grubunun savaşa karşı çıkıp mücadele etme çağrısına uyarak sokaklara dökülürler.
“Yoldaşlar” diye başlayan Spartakus grubunun bildirileri, Karl Liebknecht ve yoldaşlarının emperyalist savaşa karşı tutumlarını dile getirmektedir. “Savaşa hayır. Emperyalizmin katliamlarına hayır. Kardeşlik ellerimizi Fransız, Belçika, İngiliz ve Sırp halkına ve dünyanın tüm halklarına uzatıyoruz. Düşmanımız Fransız, Rus ve İngiliz halkı değil emperyalizmdir. Bizim düşmanımız Alman kapitalistleri ve yönetimidir.”
Kari Liebknecht, Rosa Lüksemburg ve Clara Zetkin gibi komünist önderler halklara yönelik çağrılarında, silahların, çıkarları için dünyayı kana bulayan egemen sınıflara çevrilmesi gerektiğinin altını özellikle çizerler.
1 Mayıs 1916’da Spartakus Grubu Berlin’in Postdam Meydanı’nda bir gösteri örgütler. Akşamüstü saat sekizde başlayan gösteriye on binlerce insan katılır, Liebknecht’in barış, ekmek ve özgürlük taleplerini içeren konuşması coşkuyla karşılanır. Konuşmanın sonuna doğru “Kahrolsun emperyalist savaş, kahrolsun hükümet” deyince polis ve askerlerin saldırısına uğrar ve şiddet kullanılarak kürsüden indirilir. Tutuklanan Liebnecht öldürmeye teşebbüs etmek, devlet ve hükümete hakaret etmek ve yasalara uymamak iddialarından dolayı suçlu bulunur. Milletvekilliğinden atılan ve 2,5 yıl hapis cezası alan Liebknecht Yargıtay’a başvurur. Yargıtay cezayı az bularak 4,5 yıla çıkarır. (Phillip Foner, 1 Mayıs işçi Bayramı, sf 106,107, yunanca baskısı)
Yıl 1936. Amerika’da 1 Mayıs’ın 50. yıldönümü kutlamalarına 150 bin, Mexico’da ise 60 bin kişi katılır. 3. Enternasyonalin 1 Mayıs kutlamaları için yayınladığı bildiride ise dünya halkları, işçi ve emekçiler şu sloganlar etrafında gösterilere çağrılır. “Kahrolsun faşist saldırılar ve savaşa neden olanlar, kahrolsun savaş kışkırtıcı Alman faşizmi”, “Japon orduları Çin’den dışarı”, “İşgalci İtalya Etiyopya’dan dışarı”, “Yaşasın İtalya halkının faşizme karşı mücadelesi”,
“Kahrolsun faşizm, kahrolsun emperyalizm”.
1937 yılında New York’ta düzenlenen gösterinin en çok atılan sloganları ise şunlardır: “Kahrolsun Hitler ve Mussolini”, “Yasal İspanya’ya yardım”. Chicago’da ise göstericiler Franko’ya karşı mücadele eden İspanya halkının desteklenmesi çağrıları yaparlar.
1938 yılında İngiltere’de 500 binden fazla işçi Hyde Park’ta gösteri yaparlar. “İspanya’ya silah yardımı, barışa yardım demektir”; “İrlandalı demokratlar İspanyalı demokratları selamlar” sloganlarıyla İspanya halkının yanında olduklarını dile getirirler. Aynı yıl Paris’te yapılan kitlesel gösterilerde de “Silahlar İspanya’ya” sloganı atılırken, illegaliteye geçmiş olan Almanya Komünist Partisi, Almanya’da kitleleri Nazizme karşı mücadeleye çağıran bildiriler dağıtır.
1943 yılının 24 Şubat’ında Yunanistan Kurtuluş Cephesi (EAM)’nin çağrısı üzerine binlerce Yunanlı merkezi meydanları doldurur. İşçi Merkezi ve Çalışma Bakanlığı’na doğru yürüyüşe geçilir. Yol boyunca Alman ve İtalyan askerleriyle çatışmalar olur. Göstericilerin bir bölümü bakanlığa girmeyi başarır ve işgal ordularına ait yiyecek maddeleriyle belgeleri tahrip ederler. 24 Şubat büyük gösterilerin başlangıcı olur. 5 Mart’a kadar yapılan gösterilerde onlarca gösterici katledilir. Her cenaze töreni on binlerce insanın işgal ordularına karşı direniş eylemine dönüşür.
Yıl 1953. New York’ta 1 Mayıs gösterileri yasaklanır. Buna rağmen 25 bin işçi “Kore’deki savaşı durdurun”; “Rosenbergler’e özgürlük”, “Kahrolsun McCartizm” ve “Nijeryalılar ve Portorikolular üzerindeki polis baskısına son” taleplerini 1 Mayıs talepleriyle birleştirirler. 1955 yılında Küba’da Batista’nın yasaklamalarına rağmen on binlerce işçi demokrasi, ekmek, özgürlük ve barış sloganlarıyla yürür. Polis azgınca saldırır ve yüzlerce işçi tutuklanır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑