Çürüyene yeni vitrin: Negri’nin “İmparatorluk”u

Bir yıla yakın bir süredir, üzerine birçok ülkeden çok sayıda entelektüelin değerlendirme yazıları yazıp, neredeyse hepsinin “göklere çıkardığı”, Antonio Negri’nin Michael Hardt’la birlikte yazdığı, “emperyalizmin son aşaması”na işaret eden “İmparatorluk” kitabı Türkiye’de de yayınlandı. John Kraniaskas’ın deyişiyle “…yakın zamana dek Anglo-amerikan özgürlükçü Marksist düşüncenin kıyısında kalmış bir entelektüel olan İtalyan siyaset bilimcisi ve eleştirmen Antonio Negri”nin söz konusu kitabı “büyüleyici bir uğraş”, “müthiş bir entelektüel derinlik”, “dayanılmaz, put kırıcı… Hatta çığır açıcı…” olarak tanıtıldı. Onu “yeni binyılın ilk müthiş kuramsal sentezi” (Jameson); ya da “…çağımız için yazılmış yeni bir Komünist Manifesto” (Zizek) olarak tanıtanlar az değil.
Bu tür övgülerin yoğunluğu nedeniyle “İmparatorluk”, ambalajı sağlamca yapılmış, patenti Harward University Press’e ait ve pazarlama alanı hayli geniş oportünizmin “parlak cilalı” yeni binek otomobiline benziyor. Frederic Jameson ve Sloven Slavoj Zizek gibileri tarafından yere-göğe sığdırılamayan bu “müthiş eser”in, Troçkizmin ve bir tür Kautskizmin “küreselleşme” örtüsüyle “modernleştirilmiş” türevi olduğu görülüyor.
Bir dönemlerin terörist örgütü İtalyan Kızıl Tugaylar’la ilişkili olduğu iddiasıyla ‘başı derde giren’ Antonio Negri, Le Monde Diplomatique Gazetesi için Ocak 2001’de kaleme aldığı makalede, kitabına da ad olan “yeni sistem”i “uluslar üstü, küresel ve top yekûn aygıt” olarak tanımlıyor ve bu aygıta “biz ‘imparatorluk’ adını veriyoruz” diyor.
Negri, uluslararası alanda sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesini “yeni bir olgu” gibi gösterme yanlısıdır. “Emperyalizmden İmparatorluğa ve ulus-devletten küresel piyasanın politik düzenlenmesine, bu tanık olduğumuz şey, tarihsel materyalizm açısından bakılacak olursa, modern tarihteki nitel bir geçiştir” derken Hardt ve Negri özünde bir tür “ultra-emperyalist” yeni sistemden söz etmektedirler, (sf. 251) Onların iddia ve demagojik söylemlerinin daha iyi anlaşılması bakımından düşüncelerini ifade eden “çarpıcı” paragrafları aktarmakta yarar var. Le Monde Diplomatique için kaleme aldıkları makalede şöyle devam ediyorlar: “Dünya piyasası her zaman olduğu gibi egemenlik alametlerini, askeri, mali, iletişimsel kültürel ve dilsel iktidarı kendi çevresinde birleştiriyor. Nükleer silahlar da dâhil olmak üzere askeri iktidar bütün silahlı aygıtı elinde tutan tek bir otoritenin elinde; hegemonik bir paranın mevcudiyeti farklılıklara bölünmüş mali dünyayı kendi egemenliği altına alıyor; eldeki iletişim gücü tek bir kültürel modelin hatta uzun vadede tek bir evrensel dilin zaferiyle sonuçlanıyor. Bu uluslar üstü, küresel ve top yekûn aygıta biz “İmparatorluk” adını veriyoruz.”
Gene Negri ve Hardt, “İmparatorluk”un Türkçe basımı için ‘önsöz’de “Bu kitap” diyorlar, “karşılıklı olarak birbirini ima eden iki kavramın etrafında dönüyor: imparatorluk ve çokluk. Biz imparatorluk terimini çağdaş küresel düzeni adlandırmak için, emperyalizm terimine karşı kullandık.” Onlara göre, “imparatorluk” “artık bir dışarısının olmayışıyla tanımlanır” ve var olan her şeyi, tüm toplumsal alanı kapsar. Negri, kapitalist üretimin her zaman “bir dünya ekonomisi olarak işlediği” yönündeki devrimci Marksist analizlere karşı, kapitalist üretimin ve dünya piyasasının “…kökten yeni bir durum ve önemli bir tarihsel kayma olarak küreselleştiği” düşüncesindedir, (sf. 32–33) Bu “kayma”nın kapitalist emperyalizmi “nitel bir değişime götürdüğü”nü düşünen Negri, “küreselleşme süreçleri”nin “aynı zamanda tek bir ulus-üstü politik iktidar figürü tasarlama”yı olanaklı kıldığını söylemektedir.
“İmparatorluk”ta Negri’nin yaptığı başlıca iki şey var: Birinci olarak Negri, emperyalizmin nitelik değiştirip yeni bir aşamaya ulaştığını, emperyalizm, ulus devlet, sömürgecilik ve sömürge ilişkisinin son bulduğunu: hiçbir ülkede “ulus kaynaklı iktidar kalmadığı”nı, uluslararası alanda bunun yerini bütün ülkelerden bütün tekellerin en üst ve iri olanlarının temsilcilerinin oluşturdukları “kolektif sermaye hâkimiyeti”nin aldığını ileri sürüyor. Böylece O, iktidar mücadelesinde ezilenleri ve işçi sınıfını hedef belirleme sorumluluğundan “kurtarma”ya soyunuyor ve yine bununla ilişkili biçimde emperyalistler arası çelişkilerin “kolektif sermaye iktidarı” tarafından “soğurulduğu”nu ifade ve iddia ederek, kapitalist emperyalizmin özel ve “yeni bir aşaması”nı tarif ediyor. İkinci olarak Negri, proletaryanın değil, “çokluk”un devrimin gücü haline geldiğini iddia ediyor. Negri hayranlarının “müthiş bir çalışma” olarak göklere çıkardıkları “Imparatorluk”un bu iki temel savı dünya gerçeklerine uygun düşmüyor ve ayakları havada asılı ters korkuluklara benziyorlar.
Negri, dünyadaki büyük emperyalist ülkelerin (“hâkim kapitalist ulus devletler”) dünyadaki diğer devletler ve bölgeler üzerinde emperyalist tahakkümlerini sürdürdüklerini ve kapitalist uluslararasılaşmanın yeni bir aşama olmadığı yönündeki görüşlerin “doğru olmadığı” ve “yeni olgu”yu yeterince algılayamadığı “endişesi” içindedir. Bu görüşe karşı çıkarken, “Bir zamanlar tanık olduğumuz” demektedir, “birkaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da rekabetin yerini (bütün bunları üst-belirleyen, bir örnek yapılandıran ve tartışmasız post-kolonyal ve post-emperyalist olan tek bir ortak hak nosyonu altında toplayan) tek bir iktidar fikri almıştır. Bu bizim İmparatorluk çalışmamızın kalkış noktasıdır…” (sf. 33) diye yazmaktadır. Emperyalizmin son aşaması: “İmparatorluk” adlandırmasından başlayarak o, Kautskist ultra-emperyalizm teorisinin deforme edilip bozuşturulmuş yeni bir versiyonuyla karşımıza çıkıyor. “Küresel iktidar”dan söz ederken ve emperyalizmin, ulus devletlerin ve sömürgelerin ortadan kalktığını ileri sürerken, uluslararası iktisadi hareketin gelişmesiyle bütün çelişkilerin üzerinden geçerek, sermayenin “uluslararası kolektif iktidarı”nı yarattığını iddia ediyor. Ama Negri ve Michael Hardt’ın, tezlerini kanıtlamak üzere ileri sürdükleri birçok olgu ve uluslararası gelişme, onların iddialarını boşa çıkaracak ilişki ve sonuçlara işaret ediyor. Berlin duvarının yıkılması, Körfez Savaşı ve Irak’a yeni Amerikan saldırısının kapıda olması, Kosova’ya emperyalist orduların çıkışı ve Yugoslavya’nın parçalanması, Almanya’nın ‘lebensraum’ politikasını yeniden diriltmesi, ordularını uluslararası kara ve deniz sahalarına sürme kararı alarak “barış değil müdahale ordusu haline geldiği”ni açıklaması; Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu’da kızışan emperyalist devletlerarası rekabet ve bu bölgelerin büyük askeri yığınaklara sahne olması, Bush yönetiminde Pentagon’un 400 milyar dolarlık “savunma harcamaları” kararı alması ve Füze Savunma Sistemi projesiyle bütün kıtalardaki bütün ülkeleri tehdit sınırları içine alan bir savaş ve hegemonya stratejisi izlemesi; Rusya, Çin, Fransa ve Almanya’nın politik-askeri ve ekonomik işbirliklerini öngören ilişkilerinin yoğunluk kazanması; bütün bunlar, uluslararası iktisadi hareketin bir “kolektif iktidar” yarattığı ve “İmparatorluk”un “ne Amerikalı, ne Rus, ne de İngiliz olduğu” yönündeki o uhrevi bildirimi yalanlıyor. Negri’nin “göksel” bildirimi, ayakları yere değende, “havarilerin” güçlü haykırışlarına karşın dünyevi emperyalist güçlerin çatışmaları ve keskin rekabeti içinde paralanıp gidiyor. Negri’nin bildirimi ya da “çığır açıcı buluş”u, aksini iddia etmesine karşın, ilhamını Amerikan emperyalizminin elli yıllık dünya jandarmalığından; onun büyük askeri, ekonomik-mali gücü ve uluslararası alandaki etkisinden alıyor. Negri, hegemonik para tanımıyla doları, dil tarifiyle İngilizceyi, ülke olarak ABD’ni işaret ediyor, ama ardından onu “uluslar-üstü küresel ve top yekûn aygıt” olarak çelişkisiz birlik mertebesine çıkararak “sanal” bir gücü, sözüm ona hedef gösteriyor.
Negri, “Artık emperyalizm ve ulus devlet yok” diye buyuruyor, ama emperyalizm ABD başta olmak üzere Avrupa, Amerika ve Asya’nın başlıca emperyalist devletleri kimliğinde işçi sınıfına ve ezilen halklara yaşamı zindan etmeye devam ediyor. Emperyalist ordular Balkanlarda, Ortadoğu ve Kafkasya’da, “kıtalar ve uluslararası emperyalist hiyerarşi” biçiminde örgütlenmiş “kolektif imparatorluk”un uluslar ve kıtalar üstü amaçları için değil ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya ya da Çin gibi ülkelerin emperyalist “bencil” hegemonyaları için bulunuyorlar.
Antonio Negri’nin eserinin en belirgin -ve ‘kötü’ özelliği-, uluslararası alanda ve tek tek ülkelerde çelişkilerin daha keskin biçimler aldığı bir dönemde mali sermeye ve mali oligarşinin uluslararası etkisinden yola çıkarak çelişkisiz bir “kolektif sermaye egemenliği” resmi çizmesi ve işçi sınıfının da eski özeliğini yitirdiğini ilan etmesidir. “İmparatorluk”ta Negri, “ulusal devletin sınırlarından taşan” dünya kapitalist pazarının oluşumu ve mali sermayenin hâkim güç olarak faaliyetinden çıkardığı sonuçlarla “küreselleşme” teorisinin diğer vaizleriyle aynı noktada birleşiyor. “Gene de” diyor Negri, “bu ’emperyal’ egemenlik biçimiyle yüzyıllardır emperyalizm dediğimiz şeyi birbirinden ayırmak gerek.” Emperyalizm bize ulus-devletin sınırlarından taştığını, çoğu kez modernleşme perdesi arkasında kapitalist uygarlığın Avrupa merkezli gelişme süreci dışında kalmış halkların zararına sömürgeci ilişkiler oluşturduğunu; ayrıca güçlü ulusların güçsüz uluslara yönelik siyasal askeri ve ekonomik, hatta ırkçı saldırganlığa başvurduğunu söylüyordu. “Şimdiki ’emperyal’ evredeyse artık emperyalizm yok, ya da varlığını sürdürse bile bu, İmparatorluk değer ve güçlerinin dolaşımına yönelen bir geçiş olgusundan ibaret.” “Artık emperyalizm yok” diye haykıran Negri ve Hardt, “Avrupa merkezli gelişme süreci dışında kalmış halkların zararına sömürgeci ilişkiler”; ya da “güçsüz uluslara yönelik siyasal askeri ve ekonomik, hatta ırkçı saldırganlık” tüm şiddetiyle devam etmesine, Amerikan emperyalizmi Afganistan’da, Ortadoğu ve Orta Asya’da; Körfez Bölgesi ve Hazar Havzasında petrol ve doğalgaz kaynaklarıyla iletim hatlarını kontrol etmek üzere saldırgan politika izlemesine, Irak’ı teslim alma amaçlı ambargo yüz binlerce çocuk ve yaşlının ölümüne yol açmasına karşın, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da yoğunlaştırılan saldırı politikalarını emperyalist karakterde görmeyebiliyorlar ve pazarların güce bağlı paylaşımı için süren kavgayla ilgili değiller. Dünyanın çelişkisiz “global bir köy” haline geldiğini söyleyen “Küreselleşme” teorisyenleri gibi Negri ve Hardt da sermaye ve meta ihracının uluslararası pazardaki akışına bakarak “sınırsız bir emperyal birlik”in (“İmparatorluk”) oluştuğunu vaaz ediyorlar. Oysa sermayenin uluslararası hareketiyle dünya pazarının oluşumu yeni olmadığı gibi bundan söz edenler de az değildir. Diğerleri bir yana Marks ve Lenin’in eserlerinde bu gelişmeye çok belirgin bir biçimde işaret edilmiştir. Marks daha Komünist Manifesto’da “Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesinin itmesiyle, burjuvazi, yeryüzünün dört bir yanına yayılıyor. Her yerde tutunmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır” diye yazarken, bu yönlü gelişmenin kaçınılmazlığına işaret ediyordu. Kuşkusuz uluslararası tekeller o zaman henüz oluşmamıştı, ama sermaye hareketi bu yöndeydi. Tekellerin ortaya çıkışıyla bu gelişme sıçramak bir hal aldı.
Emperyalizmin tek tek ülkelerin ekonomilerini, uluslararası kapitalist sistemin parçaları olarak varlıklarına son vermeksizin ve ulus devletlerin varlığını yadsımaksızın, -sınırların varlığı; gümrükler vb. nedenlerle bazı zorluklar doğurmakla birlikte sermaye hareketini engelleyemez-, bir tek uluslararası ekonomik zincirin halkaları haline getirmesi; temelleri 19. yüzyılın son çeyreğinde atılmış bir gelişmenin devam eden süreci olarak bugün de söz konusudur. Tekellerin ortaya çıkmaları ve meta üretimi ve ihracının sermaye ihracı tarafından yedeklenmesiyle bu sıçramak bir durum aldı. Mali sermaye egemenliği uluslararası alanda yoğunlaşma ve merkezileşmeyle hız kazandı. Tekeller arası birleşme ve büyüklerin küçükleri yutmasıyla büyük uluslararası konsorsiyumların oluştu, tekelci sermaye ihracı ve onunla birlikte meta üretiminin bir tek ülke pazarında üretim sınırlarını aşarak birçok ülkede birden -birçok durumda bir tek kullanım aracının değişik parçalarının farklı bölge, ülke ve işyerlerinde imal edilerek tekelin uygun bulduğu yada onun için daha az maliyete imkan tanıyan bir alanda montajı ve pazara sürümü- yapılmasına geçildi. Bilim ve teknik ilerledi, makinenin teknik yenilenmesi ve iletişim-ulaşım alanında uluslararası hareketin olanakları muazzam genişledi. Bütün bunlar, büyük tekellerin ve büyük emperyalist devletlerin etki alanlarının genişlemesini olanaklı hale getirmiştir. Ancak bu olanaklara sahip olan; tek bir tekel ya da tek bir ülkenin tekelleri, büyük bir emperyalist ülke ya da her şeye hâkim bir üst tekelci “emperyal” birlik değildir. Aralarında güç, olanak ve pazar hâkimiyeti alanlarının genişliği bakımından farklılıklar olmasına ve bu farklılıklar daha güçlüler lehine bir etki olanağı sağlamalarına karşın; bu gelişme, güç ve etki sahibi tekel ve ülkelerin çatışmalarının koşullarını da sürekli oluşturmakta ve olgunlaştırmaktadır.
Emperyalist ekonomik gelişme emperyalizmin politikalarını da belirlemekte, etki alanları mücadelesi kuvvet ve güç araçlarıyla sürdürülmektedir. “Egemenlik için çalışan büyük güçler arasındaki rekabet” daha da kızışmış ve sertleşmiştir. Rakipleri zayıflatma ve etkinlik alanlarını sınırlama herhangi diğer bir emperyalist gücün egemenlik alanını genişletmesi ve sürdürmesi için kaçınılmaz olurken, bu çelişki ve çatışmaları gündeme getiren bir işlev görmekte ve “imparatorluk” oluşumunu olanaksız kılmaktadır. Negri’nin “İmparatorluk”u ise kapitalizmin çelişkilerini açığı çıkarma yerine temel önemde olanlarının bir bölümünü göz ardı etme ve diğer bir bölümünü de “yumuşatma”ya çalışarak Kautsky’nin “ultra-emperyalizm”iyle birleşiyor. “Salt ekonomik bakış açısıyla” diye yazar Kautsky, “kapitalizmin, kartel politikasının dış politikaya taşındığı yeni bir evreye, ultra-emperyalizm evresine ulaşması olanaksız değildir.” (aktaran Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, sf. 124)
Yani süper-emperyalizm evresi, dünyanın bütün emperyalistlerinin kendi aralarındaki mücadeleye son vererek birleştikleri, kapitalizm koşulları altında savaşların son bulacağı bir evre; “dünyanın, uluslararası boyutlarda birleşmiş mali sermaye tarafından hep birlikte sömürülmesi” evresi. (…) “Salt ekonomik açıdan” bir “ultra-emperyalizm” olanaklı mıdır, yoksa bu bir ultra-saçmalık mıdır?
“Salt ekonomik bakış açısından, “salt” bir soyutlama anlaşılıyorsa, bu konuda söylenebilecek her şey şu teze çıkar: Gelişme, tekellere doğru ilerlemektedir, yani tek bir dünya tekeline, tek bir dünya tröstüne. Bundan kuşku yoktur, ama bu, tıpkı “gelişme” besin maddelerinin laboratuarlarda üretilmesine “doğru ilerliyor” açıklaması gibi anlamsızdır. Bu bakımdan, bir “ultra-tarım teorisi” ne kadar saçma olacaksa, ultra-emperyalizm “teorisi” de o kadar saçmadır.”
“Buna karşılık, mali sermaye çağının “salt ekonomik” koşullarından, 20. yüzyılın başlarına denk gelen, tarihsel açıdan somut bir çağ olarak söz edildiğinde, “ultra-emperyalizm”e ilişkin cansız soyutlamalara (bunlar, dikkati var olan çelişkilerin derinliğinden saptırmak gibi en gerici amaçtan başka bir şeye hizmet etmezler) verilecek en iyi yanıt, bunların karşısına modern dünya ekonomisinin somut ekonomik gerçekliklerini koymaktır. Kautsky’nin ultra-emperyalizm üzerine boş konuşmaları, başka şeylerin yanı sıra, emperyalizm savunucularının değirmenine su taşıyan, yanlış bir düşüncem, malî sermaye egemenliğinin dünya ekonomisindeki eşitsizlik ve çelişkileri azalttığı düşüncesini beslemektedir. Oysa gerçekte mali sermaye, bu eşitsizlik ve çelişkileri artırır.” (age, sf. 124–125)
“İmparatorluk”ta Negri, Kautsky’nin 20. yüzyılın başında iktisadi hareketin ultra-emperyalist bir üst aşamaya evrildiği iddiasını yinelemekten -bazı yeni olguları tezlerini güçlendirmek için kullandığı eklenmeli- öte bir şey yapmıyor. O, gerçi devrimden söz etmekten geri kalmıyor; ancak Lenin’in Kautsky’i emperyalistler arası çelişkiyi ve kapitalist rekabeti görmezden gelip reddederek devrimin olanaklarını yadsıma ve devrimi bilinmez bir “sonra”lığa erteleme yönündeki eleştirisi, Negri için daha fazla geçerlidir.
“Uluslararası küresel iktidar” ya da “sermayenin kolektif iktidarı” tanımlamaları, uluslararası gelişmeleri emperyalizm ve mali sermaye yararına yoruma tabi tutarken, bir yandan sermaye ve tekeller arası çelişkilerin sistemi tahrip edici ve yıkıcı sınıf güçlerinin savaş ve zafer olanaklarını genişletici özelliğini reddediyor; diğer yandan “herhangi bir ulusla doğrudan doğruya bağlantılandırılamayacak çokluk” tarifiyle, devrimci sınıf olarak proletaryanın rolünü ortadan kaldırıyor.
Antonio Negri’nin tezleri hem Kautskist ultra-emperyalist teorisini kopya etmekte hem de “küreselleşme”nin emperyalist kapitalizmi çelişkisiz bir yeni sistem haline getirdiğini iddia eden yeni dünya düzenci liberal ekonomist ve ‘analist’lerin tezleriyle birleşmektedir. “Küreselleşme” teorisyenlerinin tümü sermayenin uluslararası hareketinin bir dünya pazarı yaratmış olmasını, “çelişkisiz” dünya tariflerinin dayanağı olarak alıyorlardı. Dünyanın “global bir köye dönüştüğü”; sınıf mücadelelerinin, ideolojilerin, devrim ve savaşların “tarihe karıştığı”; “serbest piyasa ekonomisi”nin en gelişmişinden en yoksuluna bütün dünya ülkeleri ve bu ülkelerin insanları için “güven içinde, daha mutlu bir yaşamı olanaklı hale getirdiği”, bu “global teori”nin ana tezlerinden birini oluşturuyordu. Negri’de bunun adı “İmparatorluk” olarak veriliyor ve Negri’nin “İmparatorluk”u emperyalist değil ama emperyaldir! Negri ve Hardt, kitabın devamında “küresel devrim olanağı”ndan söz etmiş olmalarına karşın, emperyalistler arasındaki ve emperyalistlerle ezilen bağımlı ülke halkları arasındaki çelişkileri toptancı bir görüş açısından bir yana bırakarak devrimi de olanaksız duruma getiriyorlar. Marksist görüş açısından kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin tahlili, oysa, başka şeylerin yanı sıra, devrimin ve proletaryanın öncülüğünde kent ve kır yoksullarının devrimci zaferinin olanaklarını, emperyalistlerin ve sermaye gruplarının kapitalist pazara hakim olma hedefli rekabetlerinde de arar. Ama Negri ve Hardt “post-kolonyal ve post-emperyalist… tek bir iktidar fikri”nden söz edebilmektedirler. Onların “lmparatorluk”u bazen IMF-Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşları kimliğine bürünür, kiminde ise tanımlanamaz ve belirsiz “ulus-üstü küresel güç” ‘sınırsızlığına yükselir. Negri’ye göre, IMF, Dünya Bankası, GATT vb. gibi uluslararası ve “Ulus-üstü korporasyonlar çeşitli piyasalar arasında emek gücünün doğrudan dağıtımını yapıyor, kaynakları işlevsel olarak bölüştürüyor; dünya üretiminin çeşitli sektörlerini hiyerarşik olarak örgütlüyor. Yatırımları seçen, finansman ve para manevralarını yöneten bu karmaşık aygıt dünya piyasasının yeni coğrafyasını, aslında dünyanın yeni biyo-politik yapılaşmasını belirtiyor.” (sf. 57)
“Küreselleşme” teorisyenleri, SSCB’nin dağılmasının da etkisiyle, dünyanın, siyasal ve toplumsal bakımdan, başlıca ideolojik karşıt kutupların ortadan kalkmasıyla, çelişmesiz ve durgun bir döneme; serbest piyasa ekonomisi kurallarının işlediği “barış içinde gelişme” ve “zenginliklerin herkes için kullanımı” dönemine girdiğini söylüyorlardı. Bu teorisyenlerin önemli bir kısmı şimdi “yanıldıkları”nı; dünyanın hızla yeni çatışmalara sürüklendiğini; yeni savaşların, sosyal patlama ve ayaklanmaların gündeme gelebileceğini söylüyorlar. Negri’nin “Imparatorluk”u bu bakımdan “şansız bir dönemde” vitrinlere konmuş durumda. Reklâmı için çok sayıda “tanınmış” entelektüel, siyaset felsefecisi ve teorisyen seferber olmasına karşın, böyle!
Emperyalizmin yerini “emperyal imparatorluğa bıraktığı” iddiasındaki Negri, “Dolayısıyla İmparatorluğa ulus-devlet adına savaş açmak, uluslar üstü düzenin gerçekliğinden, onun emperyal varlığından ve sınıfsal tabiatından tam olarak habersiz olunduğunu gösterir: Bu bir mistifikasyondur. Amerikalı kapitalistler kadar onların Avrupalı muadilleri de, Rusya’nın servetlerini yolsuzluğa borçlu zenginleri kadar Arap ülkelerinin, Asya ya da Afrika’nın çocuklarını Harvard’da okutup paralarını Wall Street’e yatıran zenginleri de ‘kolektif sermaye’ imparatorluğunda yer alırlar” demektedir. (Le Monde Diplomatique Ocak 2001)
Negri böyle olsun istiyor ama emperyalistler ona inat, emperyal politikalarını uygulamaya ve “dünya düzeni”ni bozmaya; “İmparatorluk”un oluşmasını zora sokan politik-askeri eylemlere baş vurmaya; kapitalist pazarı yeniden ve yeniden paylaşmak üzere “stok” yığmaya devam ediyorlar. Negri 11 Eylül sonrasında oluşan “ittifak”ın tezlerini doğruladığını düşünse de, ABD etrafındaki “birlik”, uluslararası ilişkilerde 11 Eylül 2001 “terörist saldırısı” sonrasında ortaya çıkan ‘manzara’nın yalnızca bir yanını -o da geçici olarak-, gösteriyor. Diğer yanda kıyasıya bir rekabet sürüyor. Diğer olgu ve örnekler bir yana, Bush’un “ulusa sesleniş” konuşmasında dile getirdiği emperyalist ve terörist politikaya Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’da gösterilen tepki ve Çin ile Rusya’nın açıklamalardan öteye geçen tutumları, iddianın aksine, “uluslararası bir kolektif sermaye imparatorluğu”nun kurulamadığını göstermektedir. AB’nin uluslararası ilişkilerden sorumlu komisyon başkanı İngiliz Chris Patten’in, Bush’un konuşmasına atıfta bulunarak, Amerikan yöneticilerini “dünyaya karşı tehlikeli bir mutlakıyet ve basitlik sergilemekle suçlaması ve “Guliver bu işi tek başına yapamaz. Biz de bu konuda hiçbir söz söylemeyecek kadar Liliputlu değiliz” diyerek Pentagon’un askeri politikalarına sessizce boyun eğmeyeceklerini belirtmesi, bir “kolektif iktidar”a değil, çıkar dalaşına işaret ediyor. AB üyesi ülkelerin yöneticileri arasında “ABD onaylı politika”yı izleme zorunluluğu olmadığı düşüncesi daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Fransız Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine’nin “sert” eleştirileri ve Almanya’nın Afganistan’da Amerikan savaş karargahı emrinde ‘komutanlık yapma’yı “nazikçe” reddetmesi, çelişki ve farklı çıkarlar tarafından belirlenen politikaların ürünüdür. Rusya ve Çin ise, sınırlarına dek askeri kuvvetlerini “konuşlandırmakta olan” ABD’nin Asya’ya yerleşme ve petrol ve doğalgaz bölgelerini “askeri güvenliğe alma” politikalarını sınırlama ve etkisiz kılma amacıyla Hindistan’ı da aralarına alarak “üçlü ittifak” yönünde somut adımlar attılar. Rusya ve Hindistan arasında imzalanan anlaşmayla Hindistan’a stratejik bombardıman uçakları ve tanklar vermeyi taahhüt etmiş durumda.
Bu somut olaylar, “Askeri, siyasal ve kültürel egemenliğin İmpatorluk’un merkezi güçlerine devri”ni değil, aksine bu egemenliğin ele geçirilmesi için kıyasıya bir rekabet ve kavganın başlıca emperyalist ülkeler arasında sürdüğünü gösteriyor. Emperyalist ülkeler ve devletler arasındaki ilişkilerde görülen gerginlik ve başlıca büyüklerinin oluşturdukları farklı ittifaklar, farklı çıkarların daha sık dile getirilmesi ve giderek artan sertlik tonu, emperyalist büyük devletler bakımından çatışma ve savaş nedenlerinin var olmaya devam ettiğini göstermektedir. Kuşkusuz bunlar, iktisadı hareketin uluslararası gelişmesi ve onun bugünkü düzeyinden bağımsız ve salt politik-askeri karakterde ilişkiler ve gelişmeler değildir. Negri, “İmparatorluk Amerikalı değil” diyor, ama bugün dünya halklarının gördükleri, Amerikan emperyalizminin dünyanın her tarafına “konuşlandırdığı” kara, deniz ve hava saldırı kuvvetleriyle bir dünya gücü olarak sömürgeciliği ve hâkimiyeti dayattığıdır. 11 Eylül sonrası geliştirilen terörist hâkimiyet stratejisi dahi tek başına Negri ve yeni dünya düzeni teorisyenlerinin tezlerini yerle bir etmektedir.
Negri ve “küreselleşme”ci teorisyenler, kapitalizmin 20. yüzyıl devrimleriyle aldığı yaraları, sosyalizme karşı sürdürülen mücadelenin zaferiyle tamir ettiğini ve bilimsel teknik buluşların sağladığı olanakların kullanılmasıyla yüksek teknolojik temel üzerinde ‘kendini yenileme olanağı yakaladığı’nı bağırarak uluslararası denetim mekanizmaları oluşturduğunu, tahkim gibi uluslararası anlaşmalarla gidişatı değiştirdiğini söylüyorlar.

NEGRİ’NİN “ÇOKLUK” TARİFİ VE SINIF MÜCADELESİNİN REDDİ
Negri, “Üretimin belli bir ülke toprağına bağlı olmaktan çıkışı, toplumsal akışkanlık ve esneklikle birlikte gerçekleşmesi, aynı zamanda iktidarın piramitsel yapısını ve şirketlerin toplam denelim gücünü de artırır” diyor ve buradan işçi sınıfının üretim sürecindeki konumu, rolü ve toplumsal yaşamdaki devrimci eylemine ilişkin “geçersizleştirici” sonuçlara varıyor! “Bu süreç” diye devam ediyor Negri, “uluslardan imparatorluğa geçiş, zenginliğin fabrikalarda üretilmesinin yerini şirketlere bırakması, çalışmanın yerini iletişimin alması, disiplinli hükümetlerin yerine denetim süreçlerinin yerleşmesi artık geri dönülmez bir özellik kazanmış görünüyor.” (agy)
Ona göre, “Emeğin ve devrimin öznesinin temelli değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor.” (sf. 77) “Endüstriyel işçi sınıfı neredeyse sahneyi terk etmiştir” ve proletarya artık “eski günlerinde değildir”; gerçi onun işi henüz tam olarak bitmemiştir ama “sömürülen ve kapitalist tahakküme tabi olan herkesi proletarya kategorisi altında toplar”sak, ancak bir şeyler yapabilir!
Negri ve Hardt’ın “İmparatorluğu”nda devrimin devrimci sınıf öznesinin yeri, belirsiz bir “çokluk”un kozmopolit ve heterojen ‘tüm sınıfların dışındaki’ ve “sokaktaki” kesimlerinin oluşturduğu bir yığına veriliyor. Onlar kapitalist üretimin temel süreçleri ve ilişkilerini göz ardı ederek “zenginliğin”, onun kaynağı olarak artı-değerin fabrika ve işletmelerde değil, ama “şirketler”de yaratıldığını ileri sürüyorlar. Üretimin fabrika temelinin göz ardı edilmesi ve şirketler eliyle ve büro türü “işletmeler”de gerçekleştirildiğinin ileri sürülmesi ise proletaryanın üretim sürecindeki yaratıcı rolü ve yine üretim faaliyeti tarafından belirlenen örgütlenme ve mücadele olanağının reddi demektir. Negri, “sanayi üretimi ve toplumunun yerini bilgi üretimi ve bilgi toplumu aldı” diyen liberal burjuva iktisatçılarıyla emperyalizmin yeni tür ‘solcu’ teorisyenlerinin nakaratını biçimsel değişiklikle yineleyerek; “çalışmanın yerini iletişimin aldığı”nı iddia ediyor. Proletaryanın üretici eylemini, en gelişmiş olduğu ABD gibi ülkelerde dahi, tüm üretimin küçük bir bölümünü oluşturan iletişim sektörünün gerisine atan Negri, iletişim ve bilgi üretim alanlarında kullanılan her türden araç ve ileti nesnesinin masa başında tuşlara dokunmak da dahil insan eylemiyle, emek harcayan ve belli bir ücret karşılığı çalışan emekçinin kafa ve kol gücüyle yaratıldığını görmezden geliyor ve onun “Tarih sınıf mücadelelerinin ürünüdür” sözünü tekrarlaması, teorisinin Troçkist ve liberal özünü değiştirmeye yetmiyor.
Bunun en önemli ve temel nedeni sermayenin genişleyen yeniden üretiminin tüm ülkeler ekonomisini uluslararası emperyalist ekonomi zincirine bağlaması ve bir dünya kapitalist pazarının oluşmasının günümüzde yüzyıl ya da elli yıl öncesiyle ölçülemeyecek bir özellik kazanmasıdır. Ancak bu hiçbir biçimde bir nitel değişime bütünüyle yepyeni özellikte ve imparatorluk olarak ifade edilebilecek çelişkisiz bir üst iktidar oluşumu anlamına gelmemektedir. Sermayenin bu türden uluslararası hareketi ve ucuz emek gücüne duyulan ihtiyaç, emek-gücü “ihracı”nı gerekli kılmakta; yasal ve yasadışı yollardan sınırlar aşan emek hareketi gerçekleşmekte; böylece giderek artan bir hızda çeşitli uluslardan gelme emekçiler özellikle kapitalizmin ana ülkelerinde bir araya gelmekte kapitalist emperyalizme karşı proletaryanın uluslararası birliği bu anlamda da gerçekleşmektedir.
Negri, “yerel” ya da “bölgesel ve “ulusal” ölçekteki işçi grev ve mücadelelerinin ‘pek de önemli olmadığı’ düşüncesindedir ve bunun onun teorisinin “iç bütünlüğü” mantığında anlaşılır bir yeri vardır. Şöyle yazıyor Negri; “Paris ve Seul’deki grevler bizi kitlesel fabrika işçileri çağına geri götürmüştü; sanki bunlar ölüm döşeğinde bir işçi sınıfının son nefesleriydi.” (sf. 80)
O, işçi ve emekçi mücadelelerinin “iletişim kuracak bir ortak dilden yoksun oldukları” iddiasındadır ve söylediklerine bakılırsa bu “iletişim bağlantısı ve birliğini” küreselleşme karşıtı çeşitli eylemlerin “öznesinde bulmak ve mutlu olmakla kalmamış, buradan “küresel” sonuçlar çıkarmıştır!
“Ne var ki” diyor o, “bugünkü gibi emperyalist örgütlerin en üst düzeylerine saldıran bir dizi sert ve yıkıcı toplumsal hareketler karşısında kalındığında, artık eski strateji ve taktik ayrımı yararlı olmayabilir.” (sf. 82)
Negri ve Hardt, “İmparatorluğun kuruluşuyla iktidarın ‘dışında bir şey’ kalmamıştır, dolayısıyla -zayıf halkadan küresel gücün eklem yerlerinin kırılgan olduğu dışsal bir noktayı anlıyorsak- artık zayıf halkalar da yoktur” (sf. 82) diyorlar. Negri, diğer yarıdan, tek tek ülkelerde proletarya ve emekçilerin devrim için mücadelelerini olanaklı görmemektedir. “Eski devrimci okulun taktiksel meseleleri artık bir daha su yüzüne çıkamayacak biçimde tarihe gömülmüştür” derken, bundan başka bir şey söylememektedir.
“Emperyal kartalın birinci başı biyo-politik komuta makinesi tarafından kurulmuş, bir tüzel yapı ve kurucu bir iktidardır… Emperyal kartalın öteki başı bu uçsuz bucaksız ummanda gemisini yüzdürmeyi öğrenen küreselleşmenin üretici ve yaratıcı öznelerinden oluşan çokluktur.” (sf. 84) “Çokluk, topraktan bağımsızlaştırıcı” eylemiyle; yani Seattle, Cenova vb. yerlerde yaptığı gibi, ülkelerin işçi-emekçi sınıflarının ana kitlesini dışta bırakan bir anlayış ve pratik tutumla “emperyal uluslararası kuruluşlarca savaşacak ve “küresel çokluk iktidarı kuracak”tır.
Negri ve Hardt şöyle yazıyorlar: “Üretici güçlerle tahakküm sistemi arasındaki diyalektiğin artık belirli bir yeri yoktur. Emek gücünün nitelikleri (fark, ölçü ve belirlenim) artık kavranır olmaktan çıkmıştır. Aynı şekilde sömürü de artık yerelleştirilemez ve nicelleştirilemez. Aslında, sömürü ve tahakkümün nesnesi artık özgün üretici faaliyetler değil, evrensel üretme kapasitesi, yani soyut toplumsal faaliyet ve onun kapsayıcı gücü haline gelmektedir. Bu soyut emek yeri olmayan bir faaliyettir, ama yine de çok güçlüdür; kafaların ve kolların, zihinlerin ve bedenlerin ortaklık düzenidir; hem ait olmamadır hem de canlı emeğin yaratıcı toplumsal yayılışıdır; hareketli ve esnek işçilerden oluşan çokluğun kavgası ve arzusudur; aynı zamanda entelektüel enerjidir ve entelektüel ve duygulanımsal (affective) emekçiler çokluğunun dilsel ve iletişimsel kuruluşudur.” (sf. 223)
Negri, “toplumsal emek örgütlenmesi”ni 1968’lerde “sona” erdirir! Fabrikayı üretimin başlıca mekânı,   emek-gücü sömürüsünün gerçekleştiği yer ve proleter sınıf mücadelesinin doğum odası ve proletaryayı da kapitalizme karşı mücadele gücü olmaktan çıkararak mücadele alanını üretim süreci dışına çıkarır ve proletaryanın rolünü de herhangi bir sınıf temsili olmayan “çokluk”a devreder. Yeni dünya düzenci diğer liberal teorisyenler gibi, bilgi ve iletişim teknolojisindeki değişim ve üretimin teknik örgütlenmesindeki yeni biçimlerden hareketle üretim ve sömürü ilişkilerinin değişim geçirdiğini, emeğin ve emek-gücünün toplumsallaşması olgusunu ve nüfusun yeni kesimlerinin sömürü alanına çekilmesini yeni bir olguymuş gibi göstererek, “sömürü”yü yeniden tanımlamaya girişir ve buradan da “benzeri daha önce görülmemiş bir bilgi, güç ve sevgi bohçası” diye nitelendirdiği “sosyalleşmiş” çalışanlar öznesine ulaşır. Negri, kapitalist üretim sisteminde üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti ve üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişki tarafından belirlenen emek-sermaye temel çelişkisini elastik bir biçimde çekiştirerek, emek-gücü eylemini, içinde gerçekleştiği üretim ilişkilerinden kopararak “emeği sermaye tarafından sömürülen herkesi, işbirliği yapan çokluğun tamamını tanımlayan genel kavramı” içine alır. O’nda proletarya yerini, toprağa bağlı hareket etmeyen “küresel yurttaş”ın “sokaktaki çokluğu”na bırakır.
Negri şöyle yazıyor: “…emperyal kartalın ilk başı hukuki bir yapı ve biyo-politik kumanda makinesi tarafından inşa edilen kurulu iktidarıdır.” “Emperyal kartalın öteki başı küreselleşmenin üretken, yaratıcı özelliklerinden oluşan çoğul çokluktur… Sürekli hareket halindedir ve sistemin kesintisiz küresel biçimlerini dayatan tekliklerden ve olaylardan takımyıldızları oluştururlar. ” (sf. 84)
“Sürekli hareket halindeki” bu “çokluk”, ona göre, “kendi kurucu projelerini besler ve olumlu bir biçimde geliştirir; canlı emeğin kurtuluşu doğrultusunda çalışır.” “Uluslar-üstü ve uluslararası emperyal güç”ün “alternatifi”ni sokaklara dökülen “çokluk” içinde gören Negri şöyle yazar: “Bu geleceğin tohumlarını Seattle ya da Cenova sokaklarından taşan yüzler denizinin içinde görebiliyoruz. Bu hareketlerin en önemli özelliklerinden biri çeşitlilikleri: Sendikaların yanında ekolojistler, onların yanında komünistler ve rahipler. Tek bir kimlikle tanımlanmayan ama ortaklığını çoğulluğunda bulabilecek olan bir çokluğun belirmeye başladığını görüyoruz.”
“İmparatorluk karşısındaki bu yeni alternatifler çokluktan doğacaktır” diyen Negri ve Hardt, “İlk olarak” diyorlar; “çokluk kavramı halk kavramıyla karıştırılmamalıdır. Halk birlik oluşturan bir nüfusu temsil ederken, çokluk indirgenemez ve çok boyutludur. İkinci olarak, çokluk kavramı güruh, kalabalık ve kitleyle de karıştırılmamalıdır. Güruh, kalabalık ve kitle gerçekten de çok boyutluluk özelliği taşır ama üçü de pasif öznedir; aslında, özellikle pasif oldukları ve bu yüzden kolaylıkla güdümlenebildikleri için tehlikeli oldukları düşünülür. Buna karşılık, çokluk aktif birçok boyutluluktur ve bu yüzden otonomiyi ve nihayet demokrasiyi başarma yeteneğine sahiptir.” (Türkçe basıma önsöz) Negri’nin tezlerinin iç bütünlük mantığı taşıdığı söylenebilir. O, “yer temelli hareket ve politikalara reddedip “toplumsal öznelerin ya da ulusal ve bölgesel grupların kimliklerine dayanan direniş”lerin ve buna dayalı politik taktik ve tutumların “artık gerici bir görünüm arz ettiği”ni söylüyor. Negri, “Her halükârda” diyor, “bizi bir biçimde sermaye ve İmparatorluğun küresel akışlarına karsı koruyacak ve bir anlamda dışsal olacak yerel kimlikleri {yeniden) kurabileceğimizi iddia etmek yanlıştır. Yerel direniş stratejisi düşmanı yanlış tarif eder ve böylelikle maskeler. Biz hiçbir şekilde ilişkilerin küreselleşmesine karşı değiliz; düşman daha çok bizim İmparatorluk dediğimiz özgül bir küresel ilişkiler rejimidir. Daha önemlisi, bu yereli savunma stratejisi İmparatorluk içinde var olan gerçek alternatifleri ve potansiyelleri karanlığa gömdüğü ve hatta inkâr ettiği için zararlıdır. Artık bir dışarıyla, politikalarımıza saflık getireceği düşünülen bir duruş noktasıyla hiçbir işimiz olamaz. İmparatorluk sahasına girmek ve analizlerimizi küresel çokluğun gücüne dayandırarak, bütün karmaşıklığıyla birlikte onun homojenleştirici ve heterojenleştirici dalgalarına göğüs germek hem teorik hem de pratik olarak daha doğru bir yoldur.”(sf. 70)
Marks, Engels ve Lenin başta olmak üzere Marksizm’in tüm önemli teorisyenlerinin sermaye ve emek hareketinin uluslararası özelliğine dikkat çektiklerini Negri’nin de içinde yer aldığı tüm liberal “sosyalist” teorisyenler de biliyorlar ve görmezden gelemiyorlar. “Yeni” üzerine sayfalar ve broşürler dolusu yazarlarken “eski”nin maddi-nesnel varlığı ve onun ilişkileri üzerinden geliştirilen tahlilleri bütünüyle reddetmelerinin imkânsızlığını gördükleri her durumda, “eski durum bütünüyle reddedilemez ama, yeni gelişmeler eskinin niteliğini de değiştirmiştir” gerekçesine sığınarak, yüklerinden kurtulmaya çalışıyorlar.
Negri ve aynı düşüncedeki liberal eleştirmenlerin iddialarının aksine, uluslararasılaşma devrimin bir ‘dünya devrimi’ne doğru genişlemesi için olanaklar yaratır ama her bir ülke ya da ülkeler grubunda devrimin gerekliliğini ihtiyaç olmaktan çıkarmaz. Sermayenin genişleyen yeniden üretiminin uluslararasılaşmayı kaçınılmaz kılan özelliği proletarya ve burjuvaziyi uluslararası sınıflar olarak belirginleştirirken, emek-sermaye; proletarya-burjuvazi mücadelesi de kaçınılmaz olarak herhangi bir ülke ya da bölgenin sınırları içinde takılıp kalmayacak kadar “enternasyonal ölçekli bir mücadele” boyutlarına genişler. Bazı Troçkist aydınlar ve grupların spekülatif teorilerine karşın, bu gelişme uluslararası alanda süren mücadeleye bağlanan sermayeye karşı mücadelenin “ulusal ölçekte” yürütülmesi ihtiyacını ortadan kaldırmaz. Yapılmadığı sürece “küresel direniş”ten söz edilemeyecek olan direniş de işte bu “yerel direniş ve mücadele”dir.
Proletaryanın mücadelesinin uluslararası enternasyonalist karakteri hiçbir zaman onun kendi ülkesinde devrim için mücadele temel görevi ve hedefinin önüne geçmez. Kuşkusuz proletarya kendini ve mücadelesini dar ulusçu pratikle hareketinin kendi ülkesinin sınırlarına takılıp kalmasıyla sınırlamaz. O, bütün öteki ülkelerdeki sınıf mücadelesiyle ilgilidir ve enternasyonal dayanışma içindedir, iktisadi hareketin uluslararası gelişmesi, proletarya öncülüğündeki devrimin tüm kapitalist ülkelerde zafere ulaşmasının ve proletarya enternasyonalizmi üzerinden “dünya ulusu”nun oluşmasına doğru gidilmesinin koşullarını olgunlaştım ve sömürü, baskıyla birlikte “ulusal çitlerle çevrili” parçalanmışlıkların da ortadan kalkmasını olanaklı kılar. Marksistlerin azami hedefleri bu yönlü gelişmeyle uygunluk içindedir. Negri gibileri ise kapitalist emperyalizmin iç çelişkisiz bir bütün oluşturmaya yol alıp “imparatorluk aşaması”na ulaştığını, bunun da “ulus devlet’i proletaryanın mücadelesinin hedefi olmaktan çıkardığını düşünüyorlar. Onların mantığıyla hareket edilirse, herhangi bir ülkenin proletaryasının kendi ülkesinde devrim yapmak için örgütlenmek ve tüm emekçileri talepleri etrafında birleştirerek iktidara el koymak üzere ayaklanmak biçiminde tarif edilebilecek devrimci görevlerinden vazgeçmesi gerekmektedir! Negri’nin “kolektif sermaye iktidarı” olarak tanımladığı “kapitalizm” tasarımı, kapitalizmin eşit olmayan ve dengesiz gelişmesi yasasını yok saymakla kalmıyor, bununla ilişkili olarak, emperyalist kapitalist sistemin, zincirin en zayıf halkasından yarılacağı devrimci ve Leninist öngörüsünü de reddediyor. Onun “Imparatorluk”unun mantığında ezilen halkların emperyalizme; sömürgelerin emperyalist gerici hâkimiyete karşı mücadelesini görmek olası değil. Bunlarla birlikte fabrikayı artı-değer üretimi ve emek örgütlenmesinin “merkezi” olmaktan çıkaran “çokluk” fikriyle o, kapitalizmin tasfiyesi için devrimci olanakları da, aksi üzerine parlak değinmelerde bulunmasına karşın yok sayıyor. Negri’nin “göksel” bildirimi, proletaryayı devrimci savaş silahından yoksun kılmanın teorisini oluşturuyor.
Negri bir yandan sermayeye karşı mücadelenin “toprağa bağlı oluşu”na karşı çıkarken diğer yandan “Günümüzde proletarya enternasyonalizmi dönemi tamamen bitmiştir” demektedir, (sf. 75) Bu mantığın sonucu, devrim ve bunun için mücadele olanaksızlığıdır.

* * *
Türkiye’nin “küreselleşmec”i liberalleri Negri’nin anti-Marksist teorisinde “ufuk açıcı yenilikler” buldular. Marksist-Leninist çağ tahlili ve devrim teorisini “20. yüzyıl başlarının iklimi ve sosyal coğrafyası üzerine bina edilmiş varsayımlar” olarak damgalayıp “kapitalizmin küreselleşmesi koşullarında” ancak küresel bir devrimin mümkün olabileceği demagojisiyle Troçkist safsataları yinelemeye devam ediyorlar. Devrim inkarını içeren oportünist tezlerini “kapitalizmin küreselleşmesi olgusu”yla inandırıcı kılmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz onlar da “küreselleşme” adını verdikleri kapitalist uluslararasılaşmanın ve bütün ülkeler ekonomisinin mali sermaye ve tekellerin egemenliği altında emperyalist dünya ekonomisi zincirinin halkalarına dönüşmesinin yeni bir olgu ve gelişme olmadığını biliyorlar. Kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin zincirin zayıf halkası-halkalarından kırılmasıyla gelişecek dünya devrimi fikrinin ilk kez gündeme getirilmediğini de unutmuş olamazlar. Ama kapitalist emperyalizmle uzlaşma ve devrimden vazgeçmenin teorisini inşa eden Troçkist-Kautskist teorisyenlerin tezlerini yinelerlerken, kendilerini bir biçimde ilerici göstermeye de gereksinim duyuyorlar. Negri ve Hardt’ın tezlerine “dört elle” sarılmalarının nedeni budur. Ama bu yol çıkmazdır. Çünkü “İmparatorluk” yazarlarının tezleri yeni dünya düzenci gerici yazar ve iktisatçıların, kapitalizmin emperyalist aşamasından da ötede çelişkisiz ve yıkılamaz yepyeni nitelikte bir başka düzeninin kurulduğu ya da kurulmakta olduğu yönündeki düşünceleriyle birleşmektedir. Negri, Yeni Dünya Düzeni üzerine vaaz veren liberal teorisyenlerden, “İmparatorluk”un yıkılabilir ve onu yıkacak “çokluk”un var olduğu yönündeki düşünceleriyle ayrılsa bile, tanımladığı sistem ve niteliklerine ilişkin iddialarıyla onlarla aynı yere varmaktadır. Kapitalist emperyalizmi, gerçekte olmadığı nitelikte başka bir “sistem” olarak değerlendiren Negri, emeğin de nitelik değiştirdiğini, sanal duruma geçtiğini, giderek daha çok maddi olmayan bir emek haline geldiğini söylemekte (sf. 272), proletaryanın “önemsizleştiğini” ve “çokluk”un tarih değiştirici, tarih yapıcı özne haline geldiğini vaaz etmektedir.
Bu görüşlere her türden liberal ve oportünist sistem muhalifi tarafından ne kadar devrimci etiketi yapıştırılıp övgüye boğulsalar da, proletarya ve işçi sınıfı devrimcileri için sorunun özü, kapitalizm ve sömürünün tasfiyesi ve burjuva siyasal egemenliğinin yıkılarak proletaryanın devrimci iktidarının kurulması olarak var olmaya devam ediyor. Proletarya üretime katıldığı ve yaşadığı topraklara bağlı gelişen sınıf mücadelesine öncü ve devrimci bir nesne olarak katılacak ve ezilenlerin hareketini kurtuluşa kadar götürecek midir; yoksa devrimci sorumluluğundan soyunarak “çokluk”un belirsiz “denizinde” etkisiz kalan tabi bir güç olarak sömürü nesnesi olmaya devam mı edecek, sorun şimdi böyle konmak zorundadır. Bu ise, Negri ve onun görüşlerine benzer görüşleri savunan anti-Marksist teorisyenlerin vaazlarının “elin tersi”yle itilmesini ve devrimci sınıfın iktidarında yeni sömürüsüz toplumun inşası için kararlı mücadeleyi gerektiriyor.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑