Devletin küçülmesi ya da ucuz devlet

Önde gelen argümanlarından biri de özelleştirmecilik olan küreselleşmeci neoliberal ideolojik akımın yükselişe geçtiği ‘70’Ii yılların ortalarından bu yana, devletin küçültülmesi, uluslararası sermayenin ideolog ve sözcüleri tarafından, giderek dozu artmak üzere gündeme getirilmektedir. Başta işçi sınıfı olmak üzere emeğin tüm katmanlarını, temel ihtiyaçlarını karşılamakta olan üretim ve hizmetler bakımından olduğu kadar, kazanılmış hakları bakımından da “topun ağzına” süren bu önerme, hızla, bir ideolojik tutum olmanın ötesine geçerek, pratik politikanın bir unsuruna dönüşmeye başlamıştır. Artık devletin küçültülmesine ilişkin zaruri ihtiyaç, burjuva politikacıların dilinde ve uygulanmak üzere gündemlerindedir.
Sorun, Türkiye benzeri ülkelerin, yuvarlandıkları ve bir türlü içinden çıkamadıkları kriz koşullarında dayatılmış (IMF ve DB gibi mali kuruluşlarıyla uluslararası sermaye, emperyalistler) ve kabul edilmiş (ekonomi ve mali bürokrasisi başta olmak üzere tüm bürokrasisi ve parlamentosuyla yerli tekelci sermaye, işbirlikçileri) borç sarmalı çerçevesinde, yeni borçlarla borç ödeme nafile uğraşı içinde tamamen güncelleşmiştir. 2002 Bütçesi çatılırken, şimdi temel sorun, borç yönetimini gerçekleştirmek (iç ve dış borçları döndürmek) ve eksiği tamamlamaya yönelik olarak yüksek bir faiz dışı fazla oluşturmak yanında, bunu da mümkün kılmak üzere, başlıca personel harcamaları ve yatırımlardan oluşan devlet harcamalarını kısmak şeklinde şekillenmektedir. Ve çözüm; bugüne kadar ülkenin tüm kaynaklarına, “deve yüküyle” el koymuş ve hâlâ da koymakta olan, son derece küçük bir kesimi oluşturan, büyük bir ciddiyetle spekülasyona yönelmiş, tüm “dar boğazlara” rağmen hâlâ “hortumculuk” ve naylon faturalandırma, “kara-para” operasyonları gibi “yasadışı” ve “görev zararı”, “borçların dövize endekslenmesi”, bilanço oyunları, vergi kolaylıkları, otomotiv ve beyaz eşyada KDV indirimi gibi “yasal” türlü dalaverelerle devlet olanaklarını “iç eden”, rantiye niteliği belirgin tekelci ve işbirlikçi sermayeye aktarılan kaynaklarla, doğal ki yabancı sermaye ve emperyalist ülkelere aktarılan kaynakların ve -halkın olup bitene razı edilmesi, olmuyorsa ses çıkaramaz kılınması, yine olmuyorsa sesinin kısılması, kısacası emperyalizme kul-köle sermaye düzeninin korunup kollanması da içinde olmak üzere- bu kaynak aktarımı mekanizmasının “küçültülmesi”nde, kuşkusuz bu aktarımdan ve mekanizmasından vazgeçilmesinde aranmamaktadır. Çözüm açısından, tüm bu kaynak aktarımı ve kaynakların sermaye grupları arasında paylaşımı için gerekli rüşvet alış-verişinin olanaksızlaştırılması ve onun gerçekleşme aygıtı da dâhil devlet aygıtının genel ve kesin bir ucuzlamasını hedefleyen demokratikleştirilmesi akla bile gelmemektedir.
Kapitalist sistem ve sermaye egemenliği koşullarında, burjuva devlet çerçevesinde ve hele emperyalizme kölece bağımlılık ilişkileri geçerliyse, “devletin küçültülmesi” dendiğinde, devlet harcamalarında tasarruf söz konusu olduğunda, ilk ağızda gündeme getirilen ve getirilmesi doğal olan, sermaye ve temsilcilerinin bugünkü dayatmaları olmaktadır. İşçi ve memur ücret ve maaşları, ikramiyeleri, kıdem tazminatları vb. kalemlerinde tasarruf; bu tasarrufun, resen emeklilik, ücretsiz izin, işten atma ve görevine son verme yoluyla işçi ve memur sayısının azaltılmasıyla göreceliliğin ötesinde mutlak miktarlarıyla sağlanması; tarıma yönelik destekleme alımı türünden sübvansiyonların kaldırılması; devletin, özelleştirmelerle sağlık ve eğitim gibi temel hizmet alanlarından çekilmesi; temel tüketim maddeleri üretimi ve alt yapı da içinde olmak üzere temel hizmetlere yönelik devlet yatırımlarının durması; sadece bunlar da değil, 2002 Bütçesi açısından son olarak gündeme sokulan, devletin köy işleri, karayolları, DSİ gibi temel hizmet birimlerinin büsbütün kapatılması… Bunlar, bugün burjuva “tasarrufçuluğu”nun, emeği ve zorunlu ihtiyaçlarını hedef alan başlıca önlemleri durumundadır.
Burjuvazinin geliştirmekte ve uygulamakta olduğu bu tutumda anlaşılmaz bir yön bulunmuyor. Ne denli aldatıcı propagandayla cilalanmaya çalışılırsa çalışılsın -ki, emekçilerin yalnızca haklarına değil, yaşamına, varlığına yönelik önlemler cila tutmamaktadır-, sayılan “tasarrufçu” uygulamaların gerçek içeriği; sanayi, tarım ve hizmet sektöründe emeğiyle geçinenlerin sırtından yerli ve yabana tekelci sermayeye kaynak aktarılması, ülke ekonomisinin tarihinin en derin batağında, kriz ve borçlar çıkmazında, en pervasız ve hayâsız yöntemlerle sermaye birikiminin olanaklarının genişletilmesidir.
Ancak bütün bu uygulamalar ve bizatihi “devletin küçültülmesi” sorunun burjuvaca gündeme alınması ve tartışılmasının kendisi, aynı sorunun, dolayısıyla bizzat devlet ve iktidar sorununun, emeğin talepleri ve emekçi bakış açısından ele alınması, tartışılması ve tutum belirlenmesi bakımından işçi ve emekçilere çıkarılmış bir çağrı niteliği taşımaktadır.
“Devletin küçültülmesi” mi, ucuz devlet mi? Evet, işçi sınıfı ve bütün emekçilerin çıkarı, durmadan yetkinleştirilmiş dev bir devlet aygıtında değildir, işçi ve emekçilerin çıkarı, tamamen ucuz devletten yanadır. Üstelik burjuvazi lafı ne denli dolandırırsa dolandırsın, ucuz devletten yana olmadığı gibi onu gerçekleştirme olanağına sahip de değildir. O, “devletin küçültülmesi” adına ne gerçek bir tasarruf ve ucuzluktan söz etmektedir ne de bu sözü edebilir. Yaptığı yapacağı, emeğin haklarına ve varlığına daha çok saldırmak ve zamanında emeğe verdiği tavizleri geri alarak, daha da ilerisine geçerek, yaşamı tüm emeğiyle geçinenlere bütünüyle zindan etmektir.
Dolayısıyla, “devletin küçültülmesi” adına burjuvazinin, ideologları, sözcüleri ve siyasi temsilci aracılıklarıyla dile getirdiği ve 2002 Bütçesi dolayımıyla pratiğe uygulamaya soyunduğu yaklaşım ve önlemler, iktisadi açıdan karşılanmak ve gereği yapılmak yanında politik açıdan da karşılanmak ve gereği yerine getirilmek zorunluluğu hâsıl olmaktadır. “Devletin küçültülmesi” tez ya da talebi, onun gerçekleşme olanağının tartışılmasını, kaçınılmaz olarak politik bir tartışmayı zorunlu kılmaktadır.
Artık, işçi ve emekçiler haklarını yalnızca iktisaden savunmakla yetinebilmeyi kabul edebilecekleri sınırın ötesine itilmektedirler. Artık ücret ve maaşlar, kıdem tazminatları, sosyal haklar, destekleme alımları, taban fiyatları, yatırım ve istihdam sorunu salt iktisadi bir tartışma ve kavganın sorunları olmaktan, hükümetten hak talep etme sorunları olmaktan bizzat burjuvazinin kendisi tarafından mutlak olarak çıkarılmaktadır. Bu sorunların tartışılması ve çözümleri, öteden beri salt iktisadi değil ama aynı zamanda politik alanı ve tutumları ilgilendirmektedir.
Yakın zamana kadar özellikle sendikal bürokrasi, işçi ve emekçilerin hemen tüm sorunlarını -politik alanı ilgilendirdiğini reddedemediği durumlarda- hükümet ve hükümet üyeleriyle görüşme ve pazarlıkların konusu haline getirmeye yönelerek içeriğini ve elde edilme koşullarının en başında emeğin gücü ve mücadelesinin geldiği gerçeğini bozuşturmaya girişmiş; ama aynı zamanda bu sorunların politik niteliğini üstü örtülü ve çarpıtılmış haliyle de olsa kabul etmiş olmaktan kaçınamamıştır. Bu tutum, özellikle B. Meral eliyle sürdürülmektedir. Ancak, artık sendikal bürokrasi ve benzeri yaklaşıma sahip olanların, emekçilerin sorun ve taleplerini hükümetle pazarlıkların konusu, dolayısıyla sistem-içi sorunlar olarak görüp politik alanı, kendilerinin -ve sözcülüğünü yaptıkları işçi sınıfı ve emekçilerin- hükümetten hak talep etmeyle yetindikleri bir alan olarak, burjuvazi ve politik yosmalarına terk ettikleri koşullar, bizzat burjuvazi tarafından kökünden dinamitlenmektedir. Sorunun, koca koca hizmet alanlarının -kuşkusuz tüm işçi ve hizmetlileriyle birlikte- tasfiyesi noktasına vardırılmış ve doğrudan “devletin küçültülmesi” olarak tanımlanmış ortaya konulusu; artık hükümetle “al gülüm-ver gülüm” öpüşüp koklaşmalarını ve politik alanın burjuvazi ve politik temsilcilerine, düzen parti ve sözcülerine, parlamenter hokkabazlıklara bırakılmasını, geniş işçi ve emekçi yığınların gözünde geçersizleştirmektedir.
TÜSİAD ve benzeri sermaye örgütlerinin -kuşkusuz sadece kendi taleplerinin karşılanması bakımından hükümetten yakındıkları için değil ama- bu tehlikeyi görerek, politikacıların yetersizlik ve yeteneksizliklerini, “lider sultası”nın sözde politik alternatifler oluşturulmasının önünü kesiyor olmasını, dolayısıyla partiler ve seçim yasasının değiştirilmesini, hükümet bakımından “güven sorunumun ve parlamentonun itibarsızlaşmasının aşılması hesaplarıyla bir erken seçimi dillerine dolamaları, hatta daha ileriye giderek, sorunlarını politik boyutuyla ele alıp tartışmaya ve politika yapmaya mecbur olan ve böyle de yapmaya yönelen işçi ve emekçileri “içeriden” etkilemek üzere Emek Platformu’na katılma isteği göstermeleri, bu nedenle anlaşılmaz değildir. TÜSİAD Başkanı, Radikal’de yayınlanan söyleşisinde (26 Kasım, sf. 12), EP’ye katılımını da izah etmek üzere, hükümete ve genel olarak siyasetçilere yönelik eleştirilerinin özünü şu sözlerle ortaya koyuyor: “Ancak bir noktaya geldikten sonra da yanlış olduğunu düşündüklerimizi kamuoyunun önünde söylememizde fayda var. Bu da bir nevi supap yani. Tansiyonu indiriyoruz.”
TÜSİAD, TOBB ve benzeri sermaye örgütlerinin, politika alanına müdahale etme ve bizzat politika yapma, sorunlarını politik yönüyle ele alma ve tutum geliştirme yönelimindeki işçi ve emekçilere yeniden burjuva politikasını dayatma, onları burjuva partileri, parti ve seçim yasaları, erken seçim ve parlamentonun yenilenerek “iyileştirilmesi” ile meşgul etme, sonuç olarak düzen içinde oyalayarak düzeni politik bakımdan sorgulamaktan alıkoyma yönünde doğrudan çaba içine girmeleri; sermaye cephesi ile emek cephesinin giderek gerginleşen karşı karşıya gelişinin, emekçileri sermayenin politik etki ve kontrolü dışına çıkmaya yöneltmesinin dolaysız sonucudur. Devlete ve “küçültülmesi”ne dair başlatılan tartışmaların son derece pratik bir hal almasının, sermayenin topyekûn hayâsız saldırılarıyla köşeye sıkıştırılmış işçi ve emekçiler üzerinde burjuva politikasının ve onun politik egemenlik aygıtının denetimi ve bu denetimin geleceği bakımından tahrip edici etkide bulunabilme olasılığının ciddiyeti, sermayenin en rafine örgütlerini duruma canhıraş müdahale etmeye yöneltmiştir. TÜSİAD ve TOBB gibi örgütleriyle sermaye, sanki Emek Platformu tamamen kendisini ve egemenliğini hedef almayı öngörmüyormuş gibi, bu platforma katılma peşine düşmüş, partiler ve seçim yasası değişikliği, erken seçim vb. gibi önerilerle bütünüyle burjuva parlamenter hayallerin yayılmasına, emekçiler bakımından hiçbir inandırıcılığı kalmamış hükümetin değiştirilmesini de kapsayan burjuva politikasının sistem içi top zıplatmalarına bizzat girişmiştir. Yine sermayenin rafine sözcülerinden birinin kendi oğul ve kızlarını politika yapmaya çağırmasıyla birlikte ele alındığında, sermayenin politika alanındaki iflasının, politik temsilci ve hükümetlerinin aldatıcı yeteneklerinin sonuna geldiğinin, dolayısıyla durumun vahametinin bizzat kendi sözcüleri tarafından da görülmekte olduğunu ve tedbir alınmak üzere çaba içine girildiğini söyleyebiliriz. Ancak sermayenin, temsilcilerini yeterli görmeyerek, politikaya bu doğrudan müdahalesi de; işçi ve emekçiler bakımından, kendilerinin politika yapmak, aynı anlama gelmek üzere devlet işlerinin yürütülmesine, ülkenin yönetilmesine kafa yormak ve katılmak, bu durumda kuşkusuz devletin ne olup ne olmadığının yanında, iktidar olmanın ve kendi iktidarlarının ne anlama geldiğini düşünmek ve buna uygun davranmak zorunda olduklarını bir kez daha hatırlatacak yeni bir etken olmaktadır.
İşçi ve emekçilerin analarından emdiği sütü hayatın her alanı ve her adımında burnundan getiren, işten atan, ikramiyelere ve kıdem tazminatına el koyma peşindeki, hortumcu, spekülatör, kâr, faiz ve ranttan başka gözü bir şey görmeyen kapitalistler politikaya bunca ilgi gösteriyorsa işçi ve emekçi neden göstermesin, neden politikayı can düşmanı olduğu her adımda apaçık ortada olan kapitalistlere ve adamlarına bıraksın da, kendisi, kendi ekmeğinin, işinin, özgürlüğünün politikasını yapmaya, kendisinin ve ülkesinin kaderini eline almaya girişmesin? Bu zorunluluk, emek-sermaye cepheleşmesinin giderek sertleşmesi yanında, burjuvazinin politika yapmaya doğrudan heves etmesiyle de giderek daha çok sayıda işçi ve emekçi tarafından benimsenme eğilimindedir.
Bugünkü küreselci neoliberal burjuva “tasarrufçuluğu”nun bir unsuru olarak “devletin küçültülmesi” teori ve pratiği, dolaysız olarak emeği hedef almaktadır; bu yaklaşıma göre, emek yine bir taraftır, ancak, haklarına ve doğrudan kendisine saldırılmakla birlikte, edilgen, tam köleleşmeye mahkûm edilen ve elinde avucunda olanın en son derecesine kadar gasp edilmeye ve sırtından sermayeye yeni kaynaklar oluşturulmaya çalışılan, ihtiyaçlarıyla, sesi ve soluğuyla dışlanan bir taraf. Oysa taraf olan, gereğince taraf olmalıdır. Sırtından kaynaklar aktarılarak taraf oluşu teslim edilen emek, toplumsal bir kategori olarak işçi sınıfı ve emekçiler, kendi nesnel çıkarları bakımından, devletin küçültülmesi sorunu karşısında bir tutum almak durumundadırlar. Bu tutum ne olmalıdır? Ya da bir başka söyleyişle, kapitalistler ve sözcülerinin devletçiliği suçlarken her türden devletçiliği sosyalizme eşitleyerek göstermeye çalıştıkları gibi, sosyalizm ya da bilinçli işçi veya nesnel çıkarları itibarıyla işçi ve emekçiler, ağır, hantal, arpalıklar toplamı haline getirilmiş devasa bir devlet aygıtından mı yanadırlar yoksa basit ve ucuz bir devletten yana mı? Hangi tür devlet kimin devletidir? Ucuzluğu ileri sürülerek gerekçelendirilen “küçük” devlet aslında kimindir? Politik bakımdan hangi devlet demokratiktir, işçi ve emekçiler demokrasi mücadelelerini hangi devletle taçlandırmak, nasıl bir devlet iktidarı için mücadele etmek zorundadırlar?
Laf kalabalığı ve çarpıtmalar ortamında demokrasi sorunuyla birlikte devlet ve iktidar sorununun da, “devletin küçültülmesi” tartışmaları çerçevesinde yerli yerine oturması için uygun bir fırsat doğmuştur. Bu yerli yerine oturuş, gerekli olduğu kadar artık geniş çoğunluk açısından mümkün hale de gelmiştir. Bu, aynı zamanda, emeği dışlayarak tartışma ve uygulamalarının edilgen tarafı olarak kontrol altında tutma çabasında olan neoliberal “devlet küçültücülüğü”nün tersine, sermaye karşısında emeğin, kapitalistler karşısında işçi sınıfının, tüm inisiyatifi ve kendi politikasını yapan olanca pratik katılımıyla devlet ve iktidar sorununu tartışmakla kalmaması ama dışlandığı devlet işlerinin yürütülmesinde gerçek bir taraf olarak sorumluluk üstlenmesinin önünün açılması anlamına da gelecektir.

TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİ YA DA KAPİTALİSTLER HER ZAMAN “KÜÇÜK” DEVLETTEN YANA DEĞİLDİR
Devletin küçültülmesi tezi burjuva liberalizminin kendi kavlince öteden beri savuna-geldiği bir tez olmakla birlikte, bu, kapitalistler nezdinde her daim itibar sahibi bir tez olmadı. Kapitalizmin yaşanmış pratiği de bunu gösteriyor.
19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başlarında kapitalist devlet, ekonomiye ileri düzeyde müdahalede bulunan devletti. Bu müdahalecilik, azalıp çoğalarak ‘70’lerin ortalarına kadar devam etti. 2. Emperyalist savaşın yaklaştığı yıllar ve savaş sonrası kapitalist devletin ekonomiye müdahalesinin belirgin bir yükseliş gösterdiği yıllar oldu.
Başlangıçta, tekellerin ekonomide egemenliklerini sağladığı 19. yüzyılın 20. yüzyıla evrilme yıllarında, üretimin ve sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesine bağlı olarak dev hisse senetli şirketler ve tröstler ortaya çıkarken aynı zamanda devlet, kolektif kapitalist olarak, bu işletmelerin bile güç yetiremediği yatırımları yapmak üzere ekonomiye müdahale etti. Devletin, küçüklüğü ya da büyüklüğü tartışmasına hiç yer bırakmadan yöneldiği yatırımlar, kapitalizmin gelişmesi bakımından zorunluluk olarak gerçekleşti. Özellikle büyük sermayelere ihtiyaç gösteren ve tek tek ya da birkaçı bir arada kapitalistlerin, birikimlerinin üstesinden gelmekte yetersiz kaldığı, kısa dönemde büyük kârlar vaat etmeyen “verimsiz” demiryolları, posta vb. haberleşme gibi sektörlere ilişkin yatırımlar, hemen tüm gelişmiş ülkelerde devlet tarafından yapıldı. Almanya ve Japonya gibi bazı ülkeler ise, devletin ekonomiye müdahalesi bakımından çok daha ileri gittiler ve bu ülkelerde hemen tüm büyük yatırımlar devlet eliyle gerçekleştirildi. Tekeller, banka ve sanayi alanındaki yoğunlaşma ve merkezileşmenin ürünü olmalarının ve birbirine paralel bu iki süreci daha da ilerletmelerinin yanında, devletle içice geçtiler; tekelci kapitalistlerle devlet yöneticileri arasında kişisel birlik de sağlandı. Liberalizm kalenin burçlarından atılmış görünüyordu ve istisnasız tüm emperyalist ülkeler, peşlerinden kendilerine bağladıkları geri ülkeleri de sürükleyerek, tekelci devlet kapitalizmine yöneldiler. Ekonominin askerileştirilmesi, devletin ekonomiye büyük çapta müdahale ettiği bu kapitalizmin, önemli bir dinamiği oldu.
Üretimin ve emeğin olduğu kadar ekonomi yönetiminin ve ekonomiye ilişkin kararların da en yüksek düzeyde merkezileşmesi anlamına gelen tekelci devlet kapitalizmi, kaynakların, yer yer tek tek kapitalistlerin çıkarlarıyla çelişse bile, kapitalist sınıfın, askeri yönelimlerini de kapsayarak ülke ve dünya çapındaki çıkarlarının ihtiyacı olan en elverişli dağılımının gerçekleştiricisi olarak, özellikle arkadan gelip hızla gelişmekte olan ve yeni paylaşım talep eden emperyalist ülkeler bakımından cezp ediciydi.
Tekellerin devlet olanaklarından (devlet ihaleleri, vergi kolaylıkları, ihracat ve yatırım teşvikleri, devlet borçlanmaları vb.) sınırsızca yararlanmalarını da garanti altına alan bu yöneliş, bir başka nedenle daha teşvik edildi. 1. Emperyalist Savaş içinde gerçekleşen işçi iktidarı, Sovyetler Birliği’nin kurulması ve sosyalizmin kapitalizmin varlığını tehdit eden bir örnek olarak sağladığı başarılı ilerleme, kapitalist ülkeleri, özellikle yakın tehdit altındaki Avrupa ülkelerini “devletin sosyalizasyonuma yönelmek zorunda bıraktı. ABD gibi birkaç istisna bir yana, kapitalist ülkeler, “sosyal devlet” görüntüsü vermeye, emeklilik, işsizlik, sağlık ve eğitim gibi temel hizmet alanları başta olmak üzere devletin, toplumsal içerikli yatırımlara önemli fonlar ayırıp yatırımlar yapmasına yöneldiler. Kendi işçi ve emekçilerine verilmiş, S.B.’nin sunduğu “kötü örnek”in peşinden gitmelerini önleyecek bir tavizdi bu. Ancak devletin ekonomiye müdahalesinin düzeyi bu nedenle de yükselmiş oldu.
Dolayısıyla, uluslararası sermayenin, kapitalist emperyalizmin, burjuvazinin, ekonomiye devlet müdahalesi bakımından, kural olarak negatif bir tutuma sahip olduğu doğru değildir. Bu yönüyle burjuvazi ve kapitalizm, “küçük” ya da ucuz devletten yana olagelmemiştir.
Ancak sorun bundan ibaret değildir. Ya da doğrusu, sorun bu değildir. Devletin “küçüklüğü” sorunu ya da ucuz devlet, ekonomiye devlet müdahalesi ile bağlantısızdır. Devlet yatırımlarının, devletçiliğin pahalı devlet nedeni olarak gösterilmesi ya da yatırımcı devletin ön kabul olarak pahalı devlet varsayılması, tamamen liberal bir çarpıtmadan ibarettir. Bu, küreselci neoliberalizmin gemi azıya aldığı koşullarda, vurgusunu iyice üst perdeden yapmaya giriştiği dolandırıcılıktan başka bir şey değildir. Devletin ucuzluğu ya da pahalılığı, onun ekonomiye müdahalesinin boyutuyla değil ama dolaysız olarak sınıf niteliği ile ilgilidir.

DEVLET NEDİR?
Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserindeki çok bilinen tarihsel çözümleme özeti şöyledir:
“Öyleyse devlet, topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir; Hegel’in ileri sürdüğü gibi, ‘ahlak fikrinin gerçekliği’, ‘aklın imgesi ve gerçekliği’ de değildir. Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki ürünüdür; bu, toplumun, önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.” (sf 175, Sol yay. 10. baskı)
Bu güç, gelişim süreci ilerledikçe, ürünü ve ifadesi olduğu toplumsal karşıtlıklar derinleştikçe, topluma iyiden iyiye yabancılaşmıştır, yabancılaşmaktadır; tekelci kapitalizmde, tekellerin egemenlik döneminde, sınıf niteliği aynı kalmakla birlikte, dizginleri, burjuvazi içinde de bir zümre oluşturan mali oligarşinin eline geçen burjuva kapitalist devlet, topluma neredeyse tamamen yabancı bir ur gibidir.
Engels’in sözlerinden anlamamız gereken, en başta, devletin toplum dışı ve üstü, toplumsal gelişme ve ayırt edici olarak uzlaşmaz sınıf karşılıklarıyla ilgisiz bir kutsallık, önünde her sınıftan kişinin diz çöktüğü ve çökmek zorunda olduğu sınıflar-üstü bir “hakem” kuruluş olmadığıdır. Devlet, toplumun, ancak sınıf karşılıklarıyla bölünmeye uğradığı özel bir aşamasında tarih sahnesine çıkmıştır, varoluş koşulları, bu uzlaşmaz karşıtlıkların varlığıyla çerçevelenir.
Devletin temel işlevi, Engels’in de vurguladığı gibi, uzlaşmaz karşıtlar arasındaki kaçınılmaz çatışmayı aldatma ve bastırma aracılığıyla “düzen” sınırları içinde tutmak ve düzenin selametini gözetmek, bizdeki amiyane tabiriyle düzeni koruyup kollamaktır. Bu nedenle, düzenin bekçiliğinin örgütlenişidir, düzenin ve kuşkusuz düzenin egemen sınıf ya da sınıflarının siyasal egemenlik aygıtıdır. Egemen sınıfın egemenliğinin koşullarını garanti altına alan bir şiddet aleti. Tek tek köle sahipleri, soylular ya da patronlar, köleleri, serfleri ve ücretli emeği sömürebilirler, kuşkusuz sömürürler; ancak sömürünün dış koşullarını, sömürünün sürdürülebilmesi için gerekli olan toplumsal siyasal ortamı, karşı çıkışların yatıştırılmasını, bastırılmasını ve ortamın sömürücülerin ekonomik egemenliklerinin gerçekleşebilmesi bakımından uygunlaştırılması ve bunun sürekli kılınmasını tek başlarına garanti edemezler; devlet, bu görevi üstlenmiştir.
Toplumdan ve toplumsal uzlaşmaz karşıtlıklardan doğduğu ve toplumsal bir siyasal güç ve makina olduğu kadar, aldatıcılığın yanı sıra baskı ve zorla topluma, en başta toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan sömürülen yığınlara sömürü koşullarını ve bunun gereklerini dayatan bir örgüt olarak, devlet, toplumun üstünde bir yer tutan özerk bir karakter kazanır.
Bu ne anlama gelir?
Bu, toplumun; örneğin, insanların, sınıflı toplumlarda kuşkusuz sınıfların, sömürüye dayalı toplumlarda yine kuşkusuz emekçilerin değil ama “şeylerin idaresi” türünden toplumsal işleri yürütmek üzere kendisini örgütlemesinden ya da örneğin bir dış saldırıyı göğüslemek üzere (ilkel komünal toplum örneklerinde olduğu türden) toplum-içi bir baskılama ile ilişkisiz bir toplumsal örgütlenmesinden farklı olarak, toplumsal çatışma ortamında, bu çatışmanın iktisaden egemen sömürücü tarafının egemenliğinin ve bunun devamının gözetilmesi ihtiyacından doğan, ama tam da doğumuna yol açan bu nedenle, toplumun baskı altında tutulmasının örgütlenmesi olan özel bir kamu gücü ile karşı karşıyayız demektir. Bu, tamamen sömürücü sınıfların çıkarlarının gerçekleşme düzenini, kendi düzeni olarak ve kendi adına sahiplenip koruyan özel kamusal güç, hâlâ toplumsal bir örgütlenmedir; ancak, şüphesiz toplumdan, halkın genel çıkarlarından kopmuş, ona yabancılaşmış ve kendisini topluma ve genel toplumsal çıkarlara dayatmıştır.
Bu, toplumun bağrında, artık halkın kendi kendisini örgütlemesinden farklı olarak ve bütünsel bir aygıt oluşturmak üzere özerk özel örgütlerin varlığını gereksinir. Devlet, tarih sahnesine bu tür özel örgütlerin kendilerini örgütlemeleriyle çıkmış ve kendisini sürekli olarak yetkinleştirmiştir.
Bu özel kamu gücünün kuruluşunun belirgin ve ayırt edici özelliği, en başta, halkın genel silahlanmasının yerine ve karşıtı olarak, özel silahlı bir güç olarak örgütlenmesidir. Halka kendi çıkarlarına karşıt çıkarların (iktisaden egemen sınıfın çıkarlarının) ve gerçekleşme düzeninin kabul ettirilmesi zora ihtiyaç gösterir ve bu tür bir zor, silahlar olmadan ya da halkın genel silahlanmasıyla sağlanamaz, ama ancak özel silahlı birliklerin varlığıyla kullanılabilir. Engels’ten özetlemeye devam edersek.
“İkinci olarak, bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücünün kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur: çünkü sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi olanaksız duruma gelmiştir. (…) Bu kamu gücü, her devlette vardır; yalnızca silahlı adamlardan değil, ama maddi eklentilerden de, gentilice toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından da bileşir. Bu güç, sınıf karşıtlıklarının henüz gelişmemiş bulunduğu toplumlarda ve ücra bölgelerde, hemen hemen yok denecek derecede önemsiz olabilir; Amerika Birleşik Devletleri’nde bazen ve bazı yerlerde olduğu gibi. Ama devlet içindeki sınıf çelişkileri belirginleştiği ve sınırdaş devletler daha büyük ve daha kalabalık bir duruma geldiği ölçüde, onun da gücü artırılır; -daha çok, sınıf savaşımları ve fetih rekabetinin, kamu gücünü, bütün toplumu, hatta devleti yutmakla tehdit edecek derecede artırmış bulunduğu bugünkü Avrupa’mızı düşünelim.” (Age, sf.176)
“Silahlı adamlar”dan oluşan özel bir güç. “Özel” oluşu, toplum karşısındaki yabancılığını, halkın dolaysız bir örgütü olmayışını ifade eden, ama bu “özel güç”ün “özel harp daireleri”, “özel tim” ve sair “özel güvenlik” birimleri gibi kendi uzmanlaşmış örgütlenmelerinin “özel’liğiyle sınırlı olmayan bir özel silahlı güç. “Millet”in ya da “halk”ın örgütleri olduğu ileri sürülen, ama kuşkusuz millet ya da halkın silahlanmasıyla aynı şey olmayan ordu, polis, jandarma- iç ve dış “güvenlik”i sağlayıcısı militer örgütler.
Ve zorun hapishaneler türü ceza kurumlarını kapsayan maddi eklentileriyle, silahlı personelleri.
Ayrıca büyük örtülü ödenekleri yutan gizli istihbarat örgütleri ve başka özel bastırma birlikleri ve çok sayıda görevlileri.
Bu özel kamu gücü, toplumun üstünde yer aldığı kadar, üretim süreçlerinin de üstündedir, üretmez ve kendilerini dolaysızca finanse edemezler; ancak var olabilmek için, dayatıcı güçlerini kullanarak, kendilerini topluma finanse ettirmeleri zorunludur:
“Bu kamu gücünü yaşatmak için, devletin yurttaşlarının katkıda bulunması gerekir -vergiler. Bu vergiler, gentilice toplumda hiç bilinmeyen şeylerdi. Ama bugün vergiler üzerine enine boyuna konuşabiliyoruz. Uygarlığın ilerlemeleri ile, artık onlar da yetmez; devlet, gelecek üzerine poliçe çeker, ödünç paralar alır,- devlet borçları.” (Age, sf. 176)
O halde, bu özel kamu gücü, silahlı adamlar ve ceza kurumlarının ötesinde örgütlenmelere de ihtiyaç duyacaktır: Vergi tahsildarlığının, kamu borçlanmalarının ve harcamalarının örgütlenmesi ve yönetilmesi… Modern devlette kamu maliyesi, genel olarak maliye, hazine, merkez bankası vb. türü kurumlaşmalar ve görevlileri… Maliye bürokrasisi…
“Kamu gücünü ve vergileri ödetmek hakkını kullanan görevliler, toplumun organları olarak, toplumun üzerinde yer alırlar. Gentilice örgütlenme organlarına gösterilen içten gelme saygı, görevlilere karşı da bu saygının gösterildiğini varsaysak bile, onlara yetmez; topluma yabancılaşan bir gücün dayanakları olarak, onların otoritesini, onlara bir kutsallık ve özel bir dokunulmazlık kazandıran olağanüstü yasalarla sağlama bağlamak gerekir. Uygar devletin en bayağı polis memuru, gentilice toplumdaki bütün organizmaların bir arada sahip olduklarından çok ‘otorite’ sahibidir; ama en güçlü prens, en büyük devlet adamı ya da uygarlığın en büyük askeri şefi, en küçük gentilice şefin mazhar olduğu içten gelme ve söz götürmez saygıyı kıskanabilir. Bunun böyle oluşu, biri toplumun bağrında yaşarken, öbürünün, toplumun dışında ve üstünde bir şeyi temsil etme durumunda bulunmasındandır.” (Age, sf. 176)
Ve hukuk… Yasalar. Bu kamu gücü, kendisinin ve görevlilerinin otoritesini olumlar ve garantiye bağlamak, meşruluk edinmek üzere özel yasalara ihtiyaç duyar. Bu yasalar, kuşkusuz her toplumsal gelişme aşamasında egemen olan sınıf, çıkarları ve düzeninin olumlanması ve garanti altına alınmasını yansıtan hukuk ve yasal sistemlerin bir parçası ve bileşenidir. Yasaları, anayasal çerçevesi ve çeşitli türden yargı organlarıyla hukuk, bu kamu gücünün bir unsuru olduğu kadar, onun ve düzenin meşruiyet kılıfını sağlar. O halde, bu kamu gücü, mahkemeleri ve çeşitli düzeyde yargıç, savcı, noter vb. türü resmi görevlileri de kapsamaktadır. Çeşitli kurumların hukuki temsilciliği ve danışmanlığı yanında, toplumun üstünde yer alan görevlileri, ağdalı dolayımlı dili ve uygulamaları karşısında başlıca “çevirmenlik” işlevini üstlenerek temsilciliğini yaptığı halkın hukuk sistem ve anlayışlarının dişlileri arasında öğütülmesine katılan avukatlar, barolarıyla birlikte, bu yasallık zırhı sağlayıcı aygıtı tamamlarlar. Avukatlık kurumu gibi zorunlu eklentileriyle bir arada düzene kutsallık sağlayan “adalet terazisinin “kılıçlı” bürokrasisi, özellikle modern devletin bir dayanağıdır.
Ve kuşkusuz kutsallığın yalnızca hukuk aracılığıyla edinilmesiyle yetinilmez. Egemenlerin hizmetine koşulabilecek tüm toplumsal ideolojik, ahlaki vb. alanların bu yönüyle örgütlenmesine girişilmiştir. Özel kamu gücü bu alanlardaki eklentilerini de yaratır: Dinin kutsayıcılığının düzene bağlanması ve kamu gücünün hizmetine koşulması, diyanet işleri… Bürokrasi, bu alanda da kaçınılmazdır. Buna kültürel alan da eklenir.
Genellikle “milli” sıfatı eklenen eğitim, ciddi bir bürokrasi yığınağı yapılan alana dönüştürülür; egemenler düzeni ve özel kamu gücü, geleceğini de garanti altına almaya yönelir.
Öte yandan, uluslararası ilişkilerin giderek artan önemi, egemenler ve özel kamu gücü açısından da bu alanın önemini artırır; dışişleri görevlileri ağı giderek büyür. Valiler ve kaymakamlar, mal müdürleri, tapu görevlileri vb. gibi “içişleri” bürokrasisinin yanında ülke içinde ve dışında görevli diplomatlardan oluşan bir bürokrasi giderek şişer.
Bu böyle gider.
Bütün bakanlık kadroları, müsteşarlar, müşavirler, yardımcıları, danışmanlar vb. ile tıka basa doludur.
Tüm modern devletlerde devlet yönetimine ilişkin kararlar bu görevliler tarafından alınır; işler onlar aracılığıyla yürütülür.
Yanı sıra, modern devlet, temsili bir devlet olarak sunulur; görünüş olarak, istisnalar dışında, böyledir de. Parlamenter demokrasi, bu devletin örgütlenme biçimidir.
Emekçilerden, parlamentarizm adına, kendi kendilerini yönettiklerine inanmaları istenir. Emekçiler her dört ya da beş yılda bir parlamento sıralarını dolduracak olanların belirlenmesi için oy kullanırlar, evet, ancak, bu, belirli bir süre için kapitalist egemen sınıfın hangi üyesi ve politik fraksiyonunun parlamentoda kendisini temsil edeceği ve dolayısıyla ezilmesine katkıda bulunacağına “karar vermek”ten başka bir şey değildir. Ayrıcalıkların ötesinde bunca zenginlik, iktisadi eşitsizlik ve sonuçlarına rağmen, ezilen kitlelerin politikaya (yani, devlet işlerinin kararlaştırılmasına ve yürütülmesine) katılımını önlemek için adım başı binlerce engel dikilmişken, emekçilerin seçimler ve parlamento aracılığıyla, M. Yılmaz yerine Çiller’e, Ecevit yerine Baykal ya da İnönü’ye, Bahçeli yerine Tayyip Erdoğan’a vekâlet vererek, işsizlik, yoksulluk ve sefaletlerine son verebileceklerine, barışa ve özgürlüğe kavuşabileceklerine iman etmeleri beklenir.
Ve bu arada, devlet işleri, bürokrasi tarafından yürütülür. Kararlar, kurmay odalarında, bakanlık kulis ve özel kalemlerinde vb. alınır; askeri ve sivil bürokrasi, rütbeliler, valiler, müsteşarlar vb. tarafından gereği yerine getirilir. Bir başçavuş, milletvekillerini -üstelik hiçbir yasal dayanağı olmadan- “yasak” diyerek belli bir yöreye sokmaz, herhangi bir vali ya da kaymakam bir toplantı ya da gösteriye keyfine uymadığı için izin vermez, yurtdışına asker göndermek gibi hayati bir sorunda bile parlamentoya ancak alınmış kararı onaylama işi kalırken, emekçilerin parlamentarist hayallerin peşine düşmesi kuşkusuz mantığa sığmaz.
Parlamentonun devlet yönetimi bakımından işlevsizliği, özellikle sınıf çelişkilerinin sertleştiği ve parlamento yerine devlet işlerinin asıl yürütücüleri olan görevlilerin, bürokrasi ve militarizmin ona atfedilen işlevleri daha doğrudan ve görünür biçimiyle üstlenmekten kaçınamadıkları koşullarda giderek daha geniş emekçi kitlelerce görülmeye başlanmıştır. Bu, aynı zamanda parlamentonun itibarının olağanüstü azalışına yol açan bir süreç olarak gelişmektedir.
Yine de parlamentoya hiç iş düşmüyor değildir. Bu kuruma şimdi düşmekte olan işler, onun aslında genel olarak sahip olduğu işlevselliğe denk düşen işlerdir. Şimdi artık ciddi bir işlev kaybına uğrasa da, ezilen kitleleri politikanın dışında tutmak üzere, bir düzen partileri kayıkçı doğuşunun laklakçılığı içinde olabildiğince avutmak, bunlardan birincisidir. İkincisi ise, burjuva demokrasisi ne kadar gelişmişse borsa ve bankacılarla müteahhitler ve genel olarak holding patronlarının o kadar çok ve derinden egemenlikleri altına aldıkları burjuva parlamentonun rüşvetlerle iş bitirme mekanizması olarak hizmet vermesidir, ihale komisyonculuğu ve iş takipçiliğinin neredeyse düğümlendiği kurum artık burasıdır. Batakçı çapaçul spekülatörlerin, rantiyenin önem kazandığı son yıllarda öne çıkan kara-para işlemleri üzerinden rüşvetçilik, üstünün olanca örtülme çabalarına karşın özellikle bağımlı ülkeler parlamentolarının asli görevleri arasına girmiştir. Ve parlamenterler, demokrasinin vitrin kurumunun üyeleri olarak, kuşkusuz yüksek maaşlarla doyurulurlar.
Devlet işlerinin asıl karar verici ve yürütücülerinden olmayan, ama temsili demokrasinin katlanılması zorunlu cilveleri kapsamında rüşvet çarkından pay ve yüksek maaşlar alan parlamenterler; hiç kuşku yok ki, bu yönden, devlet işlerini asıl “bitirenler”le yarışamazlar. Modern devletin sermayenin çıkarlarına göre her yeniden yapılanışında düzeyi yükselmek üzere, aşağı kademelerden bürokrasinin doruklarına doğru, rüşvet “kazançları” yanında maaşlar da bollaşır.
Bu, her emekçinin yaşamı içinde tanık olduğu gözle görünür bir gerçektir. Ancak, özellikle rüşvet büyüklüklerinin arttığı üst kademelerde gerçekleşen alış-verişler, rakip ekiplerin paylaşım kavgalarının konusu olmadıkça kolaylıkla ortalığa dökülmez. Ancak yine de pervasızlık ölçeğinin yükseldiği neoliberal uygulamalar koşullarında, rüşvetçilik de, sıradanlaşma ve meşrulaşma eğilimine girmiş, gizlenmesine eskisi kadar önem verilmez olmuş ve daha büyük ölçülerle gözler önüne serilmeye başlamıştır. Bu, ihale pazarlıkları ve takipçiliği, özelleştirme peşkeşçiliği vb. açısından da böyledir.
Her yeni burjuva hükümet değişikliğinde, müsteşarları, müşavirleri, vali, emniyet müdürleri vb. vb. ile bürokrasinin, bakanlık kadrolarının, ekipler halinde, yeni atamalarla değişmesi, ganimet paylaşımının yenilenmesiyle ilgilidir. Her yeni gelen yürütücü “ekip”, karar alma ve yönetme işinin başına geçtiği gibi, rüşvet çarkının da başına kurulur ve çarkın kendi lehine dönüşünü garantiye almak için “subaşlarına” ekibinin “güvenilir” adamlarını getirir. Örneğin Türkiye’de Demirel’in yönetimden ayrılmasıyla “aile fotoğrafı”nda yer alan ekibin başta gelen üyelerinin başlarına türlü haller gelerek ortalıktan çekilmesi ve yine örneğin Yılmaz’ın, “mavi akım projesi”ni gündeme sokarak, ganimete el atması, ganimet paylaşımı çatışmasının önü alınamayarak durmadan enerji bakanı değiştirilmek zorunda kalınması ve yanı sıra Koray Aydın vakası hatırlanmalıdır. Rüşvetlerle iş bitirmecilik, yalnızca Lockheed benzeri yolsuzluklardan ibaret olmadığı gibi, Tütün Yasası için Philippe Morris ya da Şeker Yasası için Cargill’in dağıttığı rüşvetlerle sınırlı anlaşılmamalıdır. Parlamenter sistem ve bürokrasi, rüşvet çarkı üzerine kuruludur.
Rüşvet çarkının temel bir yönünü oluşturduğu özel kamu gücü, kapitalist devlet, dev bir aygıt durumundadır.
Devletin ekonomiye müdahalesi değil, ama işte bu dev aygıt, akla hayale sığmaz harcamaları yutmaktadır. Devletin ekonomiye müdahalesi, üretken bir faaliyetle ilgilidir; bu müdahale ülke halkının çıkarlarına uygun yapıldığında toplumun gelir-gider dengesini, devlet harcamaları lehine bozmayacak, tersine, toplumun gelir ve yaşam düzeyini yükseltecektir. Ancak hiçbir biçimde üretken olmayan ve gelir sağlamayan, ama tümüyle kamu harcamalarını şişiren, üstelik rüşvet çarklarının dönmesini teşvik ederek, toplumsal çıkarlarla kullanılabilecek büyük miktarda fonların bu çarkın dişlileri arasında görevlilerinin ceplerini doldurmasını sağlayan bürokratik militarist aygıt, pahalı devletin ta kendisidir.

KÜÇÜLME İDDİALARINA KARŞIN
Neoliberal ideolog ve politikacılar, devletin küçülmesi adına, devletin ekonomiye müdahaleden elini çekmesini, en başta sosyal hizmet ve yardımlara kaynak ayırmaktan vazgeçmesini önerirler.
Ancak bütün tantanalı propagandaya karşın, kapitalist devletin ekonomiye müdahaleden geri durması olanaksızdır ve zaten neoliberaller de devletin ekonomi alanından tamamen çekilmesini söz konusu etmez, edemezler.
• Burjuva devlet, hâlâ vazgeçemediği yatırımlara sahiptir. Fransa, Çin, Rusya, Almanya gibi bazı kapitalist ülkelerde bugün olduğu gibi devletin doğrudan yatırımlar yönüyle ekonomiye müdahalesi görece yüksek ya da başka bazılarında olduğu gibi düşük düzeyde olabilir ve zamanla her ülkede bu müdahalenin boyutu dalgalanma gösterir. Ama tümüyle son bulmaz, bulmamıştır. Devletin küçültülmesi ve özellikle devlet yatırımlarına son verilmesi tezi, neoliberal küreselcilerce, uluslararası sermayeye tatlı kâr alanları açılması amacıyla özellikle bağımlı geri ülkelere yönelik olarak gündeme getirilmektedir.
Sermayenin uluslararası düzeyde merkezileşmesi sürecinde, emperyalist zincirin parçaları haline dönüşmelerinde kat ettikleri mesafe ölçüsünde, sömürge ve yarı sömürge ülke ekonomilerinin temel yönleriyle sevk ve idaresi büyük oranda uluslararası tekellerin eline geçmektedir. Sömürge ve yarı sömürge ülke devletlerinin iktisadi hayata ilişkin rollerini; MAI, MIGA, Tahkim, Merkez Bankası yerine Para Kurulu’nun geçirilmesi vb. gibi düzenlemelerle, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vb. uluslararası emperyalist kurumlar bir anlamda devralmaktadır. Kapitalist sömürü ve emperyalist yağma düzeninin neoliberal ideologları, bu nedenle, “devlet küçültücü” tezleriyle, bağımlı ülkelere adeta “ekonomiyi temel yönleriyle biz yönetiriz, siz devletlerinizin iktisadi hayat üzerindeki etkinliğini daraltın. Ekonominizin geleceğini bize teslim edin” demiş oluyorlar. İşbirlikçiler de, “buyurun hay hay” diyerek emre itaat ediyorlar. Ancak, bu “küçülme”, devasa görevliler ağı ile DTÖ, IMF vb. örneği yüzlerce ve binlerce yeni “uluslararası kuruluş”un merkez ülkelerde bürokrasiyi şişirerek devleti büyütmesi pahasına gerçekleşmektedir.
Bunun bir görünümü de, ulusal ekonomilerin uluslararası tekellerin yağmasına engelsizce açılmasına yönelik özelleştirmeci emperyalist dayatmalarla, bağımlı ülkelerde devlet işletmeciliğinin hızla yok oluşa sürüklenmesidir. Örneğin bugün Türkiye’de devletin ekonomideki payı yüzde 20’ler düzeyine geriletilmiştir. Ancak neoliberal “devlet küçültmeciliği”nin bir dolandırıcılıktan ibaret olduğunu da göstermek üzere, bu oran, gelişmiş sanayi ülkeleri ortalaması olarak yüzde 50’lere yaklaşmaktadır. Merkez ülkelerinde ekonominin neredeyse yarısının devlet mülkiyetinde oluşuna “katlanan”, kuşkusuz bunda çıkarı olan uluslararası tekeller ve kapitalist emperyalizm, neoliberal borazanları aracılığıyla, “küçültmecilik” havaları çalmaktan kaçınmamaktadır.
• Ayrıntısına girmeye hiç gerek olmayan devletin ekonomiye müdahalesinin temel bir unsuru, vergilerdir. Halktan vergileri dayatarak toplayan kapitalist devlet, bunu “isteğince” dağıtır ya da kullanır. Kapitalist devlette bu kullanımın sermayenin ihtiyaçlarına uygun olacağı kesindir; ama önemli olan, dev bir kaynağın doğrudan devlet eliyle kullanılır ve hiçbir neoliberalin devletin ekonomiye bu müdahalesine ses çıkarmaz olmasıdır.
• Kapitalist devlet, her ülkede, vergilerle topladıklarının yanı sıra çok sayıda fona sahiptir. Bunlar, rantiyeye devlet kefaleti olarak “tasarruf mevduatı sigorta fonu”, ithalattan sağlanan “kaynak kullanımı destekleme fonu” türünden olanların yanında, çeşitli vesilelerle emekçilerin sırtından edinilmiş “Fak-Fuk-Fon” benzeri fonlar olduğu gibi, düpedüz el konulan “sosyal güvenlik” fonları gibi fonlardan bileşir. Kapitalist devlet, bu fonlar aracılığıyla kuşkusuz ekonomiye müdahale eder. Hangi neoliberal “devlet küçültücüsü” bu fonların kaldırılmasına, burjuva devletin bu fonlar ve kullanımından el çekmesine karşı çıkar. Tersine, bunlar, tam da neoliberalizmin devletçiliğinin nişanesi olarak, örneğin Türkiye’de bizzat Özal ve başka ülkelerde benzeri neoliberaller tarafından uygulamaya sokulmuştur. Devletin ekonomiye müdahalesinin kapitalizmde kaçınılmazlığının göstergesi olan bu devasa fonlar, emekçilere yönelik hizmet alanlarına ilişkin olmadıklarından, örneğin köy işleri gibi küçük üreticilerin üretken faaliyetlerini kolaylaştırmayı amaçlamadıklarından “kaldırılsın” fetvasının konusu olmazlar. Sermayeye yarayan, onun hizmetinde olan, kapitalist devlet bakımından da gereklidir ve neoliberaller devletin bu açıdan büyüklüğüne katiyen itiraz etmezler.
• Teşvikler, burjuva devletin ekonomiye müdahalesinin, neoliberal “devlet küçültücülerinin” itiraz etmedikleri bir başka unsurudur. Üniversiteler kendi yağıyla kavrulmaya terk edilir, ortaöğrenim “katkı payları” ve harçlarla kendi kendini finanse etmeye zorlanırken, özel üniversiteler devlet tarafından teşvik edilir. Bunun için ciddi paralar gözden çıkarılır. Aynı şey, devlet hastanelerine bir çivi bile çakılmazken özel hastanelere yönelik teşviklerle ilgili olarak geçerlidir, ihracat teşvikleri, faiz gelirlerinden stopaj alınmayarak rantiyenin teşviki vb. neoliberal “küçültücülerin” karşı olmadıkları türden ekonomiye devlet müdahalesi örnekleridir. Bunlar, kapitalist devlette sadece süregelmez, ama neoliberalizmin egemenliğinin yükselişiyle orantılı olarak artar, artmıştır.
• İç ve dış borçlar, devletin ekonomiye müdahil olmasından başka nedir ki? Ülke kaynakların yönetimi ve en önemlisi aktarımını gerçekleştirmenin, bugün örneğin Arjantin ve Türkiye’de yaşandığı gibi, belkemiğini, iktisatçıların borç yönetimi ya da borçların döndürülmesi dedikleri devletin borçlandırılmasından başka ne oluşturmaktadır? İç ve dış borçlar ve faiz ödemesi olarak sonucu, devletin, ekonomiye, ülke ekonomisinin bütününü ilgilendiren ve ulusal ekonomiyi tümüyle borç ödemelerine bağımlı kılan müdahalesidir. Devlet borçlanmaları, bütün ekonomiyi ve kaynaklarını, yerli tekellere, rantiyeye peşkeş çekmenin yanında, özellikle uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmanın bugünkü başlıca kaldıracıdır. Bu, 2002 bütçesi büyüklüklerinden bellidir. Vergiler, ancak borç ödemelerini karşılamaktadır ve 2001’de faiz ödemeleri, tüm faiz dışı harcamalar toplamını aşmıştır. Kapitalist devletin, devlet borçlanmalarından daha ileri bir ekonomiye müdahalesi, en azından bugünkü koşullarda düşünülemez.
Devlet borçları, borçlu ya da alacaklı tüm kapitalist devletler açısından ekonomiye devlet müdahalesinin en başta gelen yönlerindendir. Spekülasyon ve kapkaççılığın yanında rüşvet vb. çarkı en çok buradan beslenir.
• Krediler, kapitalist devletin ekonomiye müdahalesinin bir başka küçümsenemeyecek unsurudur ve süre-gider. Alınan IMF, DB kredilerinin yönetimi, devletin Hazine ve Merkez Bankaları aracılığıyla özel bankalara sağladığı krediler, devlet bankalarının dağıttığı krediler, devletin ekonomiye sadece müdahale etmesinin değil ama onu güdümlemesinin araçlarıdır. Neoliberaller devletin bankacılık alanından çekilmesini savunsalar bile, bu ancak devlet bankalarının kredi dağıtımının kaldırılmasıyla sınırlıdır; hiçbir neoliberal hazine ve merkez bankalarının kaldırılmasını düşünemez bile. Ancak özerkleştirilmeleriyle “verimlilikleri”ni artırmayı önerebilirler.
• Devletin ekonomiye müdahalesinin temel bir alanı silahlanmaya ilişkin yatırım ve harcamalardır. Bunlar, İsviçre gibi istisnaları bile kucaklayarak tüm kapitalist devletlerde artış gösterir. Doğrudan devlet yatırımlarını da kapsayarak silah üretimine ayrılan pay tüm kapitalist devletler tarafından artırılmakta; ordu, polis ve yeni özel silahlı birliklerin örgütlenmesi de dâhil, militarist aygıt büyütülmektedir. Personel harcamaları da içinde olmak üzere, devletin bu temel alanı, küçülme değil ama büyüme durumundadır. Buna karşı olan hiçbir neoliberal bulunamaz; ama tersine neoliberaller bu büyüme eğilimini -çoğu kez, ekonomiyi canlandırıcı unsur olarak- desteklerler.
Devletin ekonomiye müdahalesinin başka yön ve unsurlarıyla birlikte, bunlar, kapitalist devletin kaynakların dağılımını ve yönetimini sağlama araçlarıdır. Tüm bu araçlarla emekçilerin sırtından sermayeye kaynak artırılır. Ve temel amacı bundan başkası olmayan tekelci neoliberal ideologlar bakımından, burada karşı çıkılacak hiçbir şey bulunmaz.

KAPİTALİST KÜÇÜLMECİLİK
Yerli ve özellikle yabancı tekelci sermayeye üretim ve hizmet alanlarının “yağma Hasan’ın böreği” olarak sunulması amaçlı özelleştirme politikaları doğrultusundaki uygulamalar, kuşkusuz devletin ekonomiye müdahalesinin küçültülmesi kapsamındadır.
Özelleştirmelerle, ekonominin devletin elindeki alanları uluslararası sermayeye aktarılmaktadır.
Başlangıçta “verimsizlik” yaftası asılarak gündeme dayatılan özelleştirmeler, giderek en verimli devlet işletmelerini kapsayarak genelleşmiştir. Kâr hırsı ve bunun üzerinde yükselen ideolojik tutum alış, bu politika ve uygulamaların yön vericisi olmuş; halka ucuza sunulması zorunlu (üstelik çoğu Anayasa emri) olan mal ve hizmetlerin üretimi, tatlı ve büyük kârların kaynağı olarak tekellere teslim edilerek emekçiler tekellerin insafına terkedilmiştir. Bu süreç devam etmektedir.
Enerji, petrol, haberleşme, belediye hizmetleri, sağlık, eğitim başta olmak üzere mal ve hizmet üreten temel sektörlerin devlet elinden neredeyse üstüne ödeme yapılarak çıkarılması; toplumsal çürüme ve çöküntüden bir nebze olsun kaçınılmak isteniyorsa kâr kaygısı gözetilmeden yapılması gereken mal ve hizmet üretimini olanaksızlaştırmaktadır. Tüp gaz, ekmek, telefon, ısınma, eğitim, sağlık, artık emekçilerin tüketemedikleri mal ve hizmetler haline gelmektedir. Şimdi emekliliğe, ikramiyelere vb. göz dikilmektedir.
Eskiden “sosyal devlet” çerçevesinde genellikle devlet yatırımlarının konusu olan ve bir türden sübvanse edilen bu temel tüketim maddeleri ve hizmetleri alanının şimdi doğrudan tekellerin insafına terk edilmesinin birkaç etkeni var.
– Sovyetler Birliği’nin dağılması ve emekçilere sunduğu örneğin tarihe karışması sonrasında, “sosyal devlet” ihtiyacı, kapitalistler ve en başta kapitalist devletler bakımından ortadan kalkmış, gereksiz bir masraf kapısına dönüşmüştür. Eskiden kitlesel tüketimin konusu olan temel mal ve hizmetlerin sübvanse edilerek, halka ucuza sunulması, kapitalistlerin iyi niyeti ya da kapitalist devletin “baba”lığı dolayısıyla değildi ve ezilenlerin yatıştırılmasını amaçlıyor ve maliyetine katlanılıyordu. Nedeni ortadan kalktığında, kapitalist devletin “baba”lığından eser kalmamıştır.
– En başında büyük sermaye yatırımlarını gerektirmesi ve gereken büyük birikimlerin ancak kapitalist devletin elinde bulunması nedeniyle devlet yatırımlarının kaçınılmaz olduğu demiryolları, haberleşme, baraj inşaatı ve enerji üretimi gibi alanlar, artık maliyetleri bakımından tekellerin üstesinden gelebileceği büyüklükler halindedir. Başlangıçta sermaye yetersizliği problemken, tekellerin gelişmesi, yoğunlaşma ve merkezileşmenin ilerleyişiyle birlikte, şimdi artık problem olan, sermaye fazlasıdır. Tekellerin ellerinde dev sermayeler birikmiş ve büyük şirketler tüm yatırımları yapabilecek boyutlara büyümüşlerdir. Artık onlar, yeni yatırımları kendileri üstlenmenin yanında eskiden kendileri adına kapitalist devletin yaptığı yatırımları da devralmak peşindedirler.
– Bunun nedeni açıktır: Eskiden, gerek yatırım maliyetleri gerek “sosyal devlet” politikası ve gerekse kısa vadede büyük ve tatlı kârlar vaat etmemeleri nedeniyle tekellerin uzak durduğu büyük yatırımlar artık tekellere tatlı kâr olanakları sunmaktadır. Gereğinden çok büyüyen tekeller, her alana yüksek kârlar elde etme hırsıyla saldırmaktadır. Yüksek kâr olanağının en çok görüldüğü alanlar ise, eskiden “sosyal devlet” politikasının uygulanma alanları olan temel mal ve hizmetler üretimi olmaktadır. Tekeller eskiden emekçilere verdikleri tavizlere büyük bir aç gözlülükle geri almaya girişmişlerdir. Temel hizmetler alanındaki yatırımların özelleştirilerek, çokuluslu tekellere peşkeş çekilmesi anlamına gelen GATS tipi anlaşmalar da, bu süreci hızlandırmaktadır. Çöpten suya, elektrikten ulaşıma kadar yerel yönetimlerin üstlendiği bu hizmetlerin artık tekeller için önemli bir kar kaynağı olduğu bilinmektedir.
Tekeller açısından tatlı kâr olanağı oluşturmayan bir dizi eski devlet yatırımından ise düpedüz vazgeçilmekte; bu nitelikteki devlet işletmelerinin kapatılması yoluna gidilmektedir. Bu, örneğin Türkiye’de köy hizmetleri birimleri, karayolları ve devlet su işleri birimleri gibi yatırım ve bakım işletmeleri olurken başka kapitalist ülkelerde benzeri işletmeler olmaktadır. Tekeller, kendilerine yüksek kâr olanağı sunmayan ama emekçilerin, örneğin küçük üretici köylülüğün ihtiyaçlarını karşılayan bu yatırımları, gereksiz “masraf kapısı” olarak görmektedir.

DEVLETÇİLİK VE DEVLETİN SINIF NİTELİĞİ
Devletin çeşitli politika ve uygulamaları eleştirilirken ve örneğin hükümet bütçeleri değerlendirilirken, devletin sınıf niteliğinin göz ardı edilmesi ve politika ve uygulamalarının “tercih sorunu” olarak anlaşılıp gösterilmesi temel bir zaaf oluşturmaktadır. Örneğin KESK Genel Başkanı Sami Evren “kamu hizmetlerinin tasfiyesi” konusu bağlamında 2002 Bütçesini değerlendirirken Evrensel gazetesine verdiği demeçte şunları söylemektedir:
“Bütçe yine eğitim, sağlık, yatırım ve personele ayrılan payları kısmış durumda. Vergilerimiz ise yine füze ve silahlanmaya aktarılıyor. Tercih ortadadır. Tercih rantiyeden yanadır, sermayeden yanadır, IMF’den yanadır. Vergisini ödeyen, emeğiyle geçinenler ise, krizin enkazı altında bırakılmaya devam edilmektedir.” (Evrensel, sf. 9, 17 Kasım 2001)
Sorunun böyle konması, kapitalist devlete dair bir şey bilmemektir ya da devleti, sınıflar arasında bir denge aygıtı olarak, belirli bir sınıf niteliği olmayan, bugünkü devleti ise kapitalist olmayan bir devlet olarak algılamaktır.
Bütçe de, vergilerimizin çarçur edilmesi ya da silahlanmaya aktırılması da, eğitim ve sağlığa yeterince pay ayrılmaması da kuşkusuz bir “tercih sorunu” değil, ama kapitalist devletin sınıf niteliği gereği olan politika ve uygulamalarıdır. Kapitalist devletin tercihi, sermaye ve rantiyeden yana değildir; ama o sermayenin devletidir, rantiyenin olduğu kadar, bizzat kendisi rantiye devlettir.
Kapitalist devletin yerli ve yabancı tekellere, uluslararası sermayeye, rantiyeye kaynak aktarmanın başlıca aygıtı olduğunu yeniden öğrenmeye gerek olmamalıdır. Ancak eğer bu gerekiyorsa, 2002 Bütçesi ve köy işlerinin kapatılması, borç ve faiz ödemelerine öncelik verilmesi, ücret ve maaşlara yeterince kaynak ayrılmaması, sağlık ve eğitim ile askeri harcamalar arasındaki dengesizlik gibi kalemleri, yeterince öğreticidir. Devlet, kapitalistçe tasarrufa ya da küçülmeye yöneltilmiştir. Bu, sermayeye kaynak aktarımının başlıca yollarından biridir. Bunu da ancak kapitalist devlet yapar. Olabildiğince hızla özelleştirmeye yönelirken, mümkün her yöntem ve aracı kullanarak sermayeye yeni kaynaklar aktarmak, kendi başına devletin kapitalist niteliğinin ifadesidir. Sermaye açısından zorunlu olan durumlarda katiyen küçülmeye yanaşmayan ama tüm haklarıyla neredeyse tümüyle emeğin var olma hakkını bile gözden çıkaran devlet, “tercih durumundaki” bir devlet değil, ama bütün imkânlarıyla emeğe saldıran kapitalist devlettir.
Ve kapitalist devletin “küçülme” sorunu da dâhil, kaynakların dağılımını yönetme bakımından, yapabileceği ve yapacağı başka bir şey yoktur. Kuşkusuz nüansta farklılıklar içeren bir dizi politika ve uygulama olanaklarından, kapitalist devlet çerçevesinde de söz etmek olanaklıdır; ancak bunlar öze ilişkin olamayacakları gibi, bugünün küreselleşme politikalarının dayatıldığı koşullarda, hele bağımlı bir kapitalist devletin bu nüans farklılıklarını bile tutturması, neredeyse tümüyle olanaksızdır.
O halde, sorun özünden ele alınmalı ve tartışılmalıdır.
Devletin küçültülmesi ve ucuz devlet kapsamında, küçültmeye, neden, örneğin diyanet işleri, Özelleştirme idaresi Başkanlığından, neden ordu ve polisin küçültülmesinden ve silahlanma harcamalarının azaltılmasından ya da sürekli tırmandırılma eğilimi içinde olunan milletvekili maaşlarının makul düzeylere indirilmesinden değil de, köy işlerinin tasfiyesinden, resen emeklilikten, memur sayısının azaltılmasından başlanmaktadır, diye sorabiliriz. Kim bunca kapkaççılığa konu edilen ve bunca tartışılan milletvekili maaşlarının düşürülmesine karşı çıkabilir? Ya da bu kriz ortamında savaş gerekçesiyle artırılan silahlanma harcamalarında indirime gidilmesine, kim itiraz edebilir? Ama bu yaklaşım ve karşı karşıya koyuş da, doğru bir başlama noktası değildir. Kuşkusuz, bu karşı karşıya koyuş bir ajitasyon değeri taşımaktadır ve bu yönüyle kullanılırlığı kabul edilebilir. Ancak hepsi bu. Yoksa bu yaklaşım da, hâlâ, sorunu, “tercih sorunu” olarak anlama zaafıyla malûldür.
Şurasından ya da burasından itirazlar ya da kıyaslamalar değil ama bütünsel bir ele alış, pratik bir ihtiyaç haline gelmektedir.
Sorun, devletin ekonomiye müdahalesi ya da devletçilikle ucuz devlet ilişkisi ve politik olarak ucuz devletin örgütlenmesi olarak iki yönüyle ele alınabilir.

Devletçilik-ucuz devlet ilişkisi
Bugünkü kapitalist devletin arpalıklarıyla, yolsuzlukları, rüşvetçiliği ve plansız çarçurculuğuyla pahalı bir devlet olduğu tartışılmaz. Devletçilik de, kapitalizmde, bu iflah olmaz pahalılık unsurlarını içerir.
Ancak pahalı devletin alternatifi, ekonominin yerli ve yabancı sermaye talanına açılması ve “devletin küçültülmesi” adına kaynakların uluslararası sermaye aktarılması alanının genişletilmesi olamaz.
Sağlık, eğitim, haberleşme gibi hizmetlerle temel tüketim mallarının, halkın ulaşamayacağı ve ihtiyaçlarını gideremeyeceği yüksek kârlılığı kabul edilebilir değildir. Temel mal ve hizmetler halka en ucuz haliyle ve tercihen karşılıksız sunulmalıdır.
Bunun gerçekleştirilmesi, ekonominin, halkın temel tüketim malları ve hizmetlerden en uygun şekilde yararlanmasını kapsayarak örgütlenmesi, her koşulda pahalı devletin ön kabulünü gerektirmez. Pahalı devlet, halkın refahını, haydi diyelim ki, en asgari düzeyde geçimini garanti altına alan devlet değildir.
Kapitalist “sosyal devlet” uygulamaları çerçevesinde halkın geçim ve yaşam düzeyi bir nebze olsun iyileştirilirken, kapitalist devletin büyümesinden kaçınılamamışsa, bu devletin işçi ve emekçiler tarafından örgütlenmeyişi nedeniyledir.
Oysa işçilerin kendilerinin ve ülkelerinin kaderlerini ellerine almaları ve iktidarlarını kurmaları, ekonomiye ilişkin tüm verileri değiştirecek niteliktedir. Bu sorunu değerlendirmeye katmayı sonraya bırakarak şu söylenebilir ki, ekonominin tek elde merkezileştirilmesini sağlamaya yönelik olarak madencilik, sanayi ve tarımda büyük işletmelerin, dış ticaretin ve bankaların devletleştirilmesi ve ekonominin tek bir merkezi plan doğrultusunda yönetilmesi; kaynakların, halkın çıkarına uygun olacağı kadar tamamen verimli dağılım ve yönetimini garanti altına alacaktır. Burada, bir pahalılaşma değil ama ancak ucuzlama söz konusu olabilir. Özel ceplere atılanlar, yolsuzluk, rüşvet ve spekülasyon gibi özel “gider” kalemlerinden sağlanacak tasarruf bir yana, tekellerin ve büyük patron ve toprak sahiplerinin halkın sırtından gasp ettiği tüm artı-değerin ülke ekonomisi ve halkının emrine girmesinin sağlayacağı dev tasarruf, büyük bir ucuzlama faktörü olacaktır. Yoksul halkın, emekçilerin sırtından sağlanan kaynaklarla geri ödenen faizleri anaparayı çoktan ve misliyle aşan iç ve dış borç ödemelerinin iptal edilmesi de, kuşkusuz bu kaynakların emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek üzere ulusal ekonominin ihtiyaçlarına yönlendirilmesi, en büyük harcama kalemini borç ödemelerinin oluşturduğu devleti olağanüstü ucuzlatacaktır. Bu, aynı zamanda tam istihdamı sağlamak üzere yeni yatırımlar için kaynak oluşturulmasının tek yoludur. Tek bir çivi çakmama, yatırımlara hiç kaynak ayırmama pahasına savunulan ve uygulanmaya çalışılan kapitalist küçülmecilik karşısında, tekelci büyük sermayedarların mülksüzleştirilmesi olarak devletçilik, ucuz devletle yatırımcı devletin çakışma noktasıdır.
Küçülmeyse küçülme… Ucuzlamaysa ucuzlama… Devletin gerçek küçülmesi ve ucuzlamasının tek geçerli yolu, küreselci neoliberallerin iddia ve önerilerinin tam tersine, büyük sanayi, madencilik, tarım işletmeleriyle bankacılığın, iç ve ticaretin devletleştirilmesidir.
Ekonominin büyük işletmelerinin, şimdi tekellerin mülkü olan işletmelerin devletleştirilerek ulusallaştırmasının, bu işletmelerin devlet mülkü olarak yönetilme ihtiyacı dolayısıyla, devleti ve harcamalarını büyüteceği ileri sürülebilir. Böyle midir?
Devletin, kapitalist devletten egemen sınıf olarak örgütlenecek işçi sınıfına, işçi iktidarına dönüşümünün, mekanizmalarının basitleştirilmesine dayanacak kesin ucuzlaması üzerinde duracağız. Ancak, salt iktisadi nedenlerle, devletleştirmenin, ulusal ekonominin kaynaklarının verimli kullanımı bakımından, işletmelerin mülkiyetinin kapitalist tekellere ait olduğu ekonomik örgütlenmeyle kıyaslandığında, kesinlikle ucuzlamayı ifade edeceğini söylemeliyiz,
Artı-değer gaspıyla kaynakların özel çıkarlarla heder edilmesi bir yana, kapitalist tekellerin her birinin ayrı ayrı dev yönetsel (idari, mali, araştırma ve geliştirme, planlama, üretim, dağıtım vb. mekanizmalarıyla) aygıtlarının -onların tümünün bir arada, kolektif kapitalist olarak yatırımlar yapma, vergiler ve borçlar aracılığıyla sermayeye kaynak aktarma, sınıfın eylemlerini bastırma, Afganistan’a müdahale vb. gibi genel işlerini yürüten kapitalist devletlerininkiyle birlikte- toplam harcamaları; kuşkusuz tüm büyük ölçekli üretim, finans ve dağıtımı üstlenecek bir işçi iktidarı devletinden çok yüksektir. Tek bir örgütsel mekanizmanın harcamalarının, binlerce tekelin aynı işi yapan binlerce aygıtının her birinin bu aynı işlere fazladan yapmakta olduğu harcamalardan küçük olmasının kaçınılmazlığı, hiç iktisat teorisi okumamış olanlar açısından da, tamamen mantıki olmalıdır. Bir de her sektörde en azından üç-beş tekel tarafından yapılan ayrı ayrı yatırımların savurganlığı ve bunlar devletin tekelinde toplandığında yatırım ve üretim maliyeti bakımından yol açacağı tasarruf düşünüldüğünde, devletçiliğin ucuzluğu, tartışma götürmez.
Neoliberallerin, üstelik küçülme ve ucuzluk adına devlet işletmeciliğine karşı çıkışları, ekonomiye devlet müdahalesine tümden karşı oldukları için değildir. Bunu gördük.
Özellikle gelişmiş sanayi ülkelerinde devletin ekonomideki payı ortalama yüzde 50’lere yakın bir oranda seyrederken, uluslararası tekeller ve neoliberal yosmaları, “devletin küçülme” ihtiyacı içinde olduğu dayatmasıyla, geri ülkeler ekonomilerini tümden teslim almak ve kaynaklarına engelsizce el koymak peşindedirler. Bu birincisi. Ve ikincisi, gelişmiş ve geri bıraktırılmış ülkelerin tümünde, işçi ve emekçilerin bugüne kadarki kazanımlarına göz dikmişlerdir. Eğer sosyal güvenlik kurumları, köy işleri vb. birimler tasfiye edilmeyecek, türlü yeni yöntemlerle işçi ve memur sayısı azaltılmak üzere işten atmalar yaygınlaştırılmayacak, ücret ve maaşlar düşürülerek sermaye birikim alanının genişletilmesine girişilmeyecek, emekçiler ve emekliler, işsizliğin, sefaletin ve giderek açlığın pençesine atılmayacaksa; ulusal kaynakların dağılımı bakımından, işçi ve memurların, aynı ücret ve maaşlarla, devlet işletmelerinde ya da özel işletmelerde çalıştırılması bir farklılık yaratmayacaktır. Farklılık, özelleştirmecilik “taktiği”yle, emekçilerin kazanılmış haklarının gasp edilmesiyle yaratılabilir, yaratılmaktadır. Sendikasız, sigortasız, son derece düşük ücret ve maaşlarla çalıştırılanların kendilerini mutlu sayması istenen, çünkü işsizler ordusunun devasa rakamlara büyütüldüğü bir farklılaşma. Bu, evet, bir küçülme ve ucuzlamadır, insanı yok sayan kapitalistlerin kâr hırsının küçülme ve ucuzlatıcılığı; sokağa ve sefalete atarak ucuzlama. Amaçlanan ve ama emekçiler kadar ulusal ekonominin geleceği bakımından kabul edilemeyecek olan, budur.
Oysa tek bir kişiyi işsiz bırakmamak ve çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini kapsamak üzere, ucuz devlet, ulusal ekonominin kaynaklarının ve dağılımının bütününü açısından ele alındığında, ekonomide devletçilikle olanaklıdır.
O halde, sermayenin neoliberal “devletin küçültülmesi” dayatması, bilinçli işçi ve emekçiler tarafından ekonomide devletçiliğin program edinilmesiyle karşılanmalıdır. Bunun için bugün koşullar, hiç olmadığı kadar elverişlidir.
Peki, bunlara rağmen, hâlâ, devletçiliğin devleti ve harcamalarını büyüteceği mi savunulacak? Savunanlar için, daha söylenecekler de var.

Ucuz devlet işçi iktidarı devletidir
Kapitalizmin küreselleşmeci neoliberal sözcüleri, ekonomiye devlet müdahaleciliğine atıp tutarken, diğerlerinin yanında iki argümanı daha kullanırlar. Birincisi, ekonomik verimlilik önünde engel olduğu ve işleri yokuşa sürdüğü gerekçesiyle bürokrasi karşıtlığı ve ikincisi, rüşvet, yolsuzluk vb. etkeni oluşlarını da en azından ima ederek, partizanlık, adam kayırıcılık, devleti arpalığa dönüştürme vb. suçlamasıyla politikacı ve giderek politika karşıtlığı (Özal’ın başlattığı ekonominin önemi ve önceliğine ilişkin vurgular hatırlansın), aslında neoliberal fanteziler olarak, devlet küçültücülüğünün önde gelen argümanlarındandır.
İçeriklendirilişleri ve sınıf niteliklerinden soyutlanırsa, bunların ikisi de belirli gerçekleri yansıtmakta ve zaten bu nedenle dile dolanmaktadır. Üstelik bürokrasi karşıtlığı, tamamen doğrudur; ancak neoliberal bürokrasi karşıtlığı, yarım-yamalaktır, yetersizdir; bu yetersizlik, onun kapitalist içeriğiyle sınırlı oluşundan kaynaklanmaktadır. Politikacı ve politika karşıtlığı ise; gerçeklerle bağlantılı olmakla birlikte, sınıf içeriğinin boşaltılması aracılığıyla, ucuz devlete olduğu kadar, yalnızca ve yalnızca böyle bir devletin aracılık edebileceği işçi sınıfı ve emekçilerin, işsizlik, yoksulluk ve sefalet gibi sonuçlarıyla birlikte sömürüden kurtuluşuna götürecek tek çıkış yolunun karartılmasına yöneliktir.
Kapitalistlerin hizmetindeki burjuva politikacılar ve genel olarak burjuva politika yeterince iğrençtir; rüşvete batmış ve yolsuzluklara bulanmış oluşuyla, kara-para operasyonları içinde yer alışıyla, -ihaleler, borçlar, krediler vb. içinde olmak üzere- devlet olanakları üzerinde tepinmesi ve devlet ve işletmelerini ganimet sayıp arpalıklara dönüştürmesiyle, adam kayırmacı “partizanlık”ıyla vb. vb. burjuva politikacılar ve burjuva politika, yalnızca bazı yönleriyle değil, ama kuşkusuz, bütünüyle ve parlamenter mekanizmasıyla birlikte, dışlanmalıdır. Burjuva politika erbabına, burjuva politikasına ve bugünkü zemini olan parlamentarizme, ne ucuz devlet ne de genel olarak ekonomi ve toplumsal ilerleme bakımından hiç ihtiyaç olmadığı ortadadır. Ama ucuz devlete ulaşma açısından olduğu kadar, sırtındaki yüklerden kurtularak, ulusal ekonominin, içinde bulunduğu dertler ve bataktan çıkabilmesi ve emekçilerin kurtuluşları yoluna girebilmeleri için de politika ve politikanın ekonomiye müdahale etmesi zorunludur.
Önemli olan, bu politik müdahalenin niteliği ve sınıf içeriğidir. Yoksa neoliberaller ne denli tersini isteyip gösterseler de, her burjuva ülkede politika ekonomiye kumanda etmektedir, edecektir de. En çok bu politikanın yönü ve temsil ettiği eğilim değişebilir. Neoliberalizmin egemenliği koşullarında da, ekonomi-politika ilişkisi bakımından durum farklılaşmamaktadır; ekonomiye, bu kez, neoliberal politikalar yön verecektir, oysa önünde sonunda o da politikadan ibarettir. Dolayısıyla kandırmacaya yer yoktur.
Burjuvazinin, sözde ekonomiyi ve onun gereklerini öne çıkararak ve sözde politikacıları ve politika yapmayı karalayarak, kendi -neoliberal- politikalarını dayatması ve politikayı her halükarda ve yine kendi uhdesinde tutmaya çalışması; kuşkusuz, genel olarak politika ve politika yapmayı değil ama emeğin politikalarını ve işçi ve emekçilerin kendi bağımsız politikalarını yapmalarını yasaklamaya yöneliktir. Bu nedenle olsa gerek, sosyalizmi aşağılamakta sınır tanımayan örneğin T. Çiller gibiler, kapitalist devletçiliği bile sosyalizm olarak suçlamaktadır.
Kesindir ki; ekonomiye ya da yaşamın diğer alanlarına ilişkin başka her türden müdahaleler gibi, ucuz devleti sağlamaya yönelik müdahale de, politik bir müdahale olmak zorundadır. Bu müdahale, kuşkusuz iğrençliği tescilli burjuva politikasının biçimlerinden biriyle yapılamaz ve -laklakçılık ve rüşvet batağı- parlamenter çerçeveye sığmaz. Çözüm, ekonomiye, kendi politikalarıyla işçi ve emekçilerin müdahalesindedir. Bu, ucuz devleti sağlamanın da tek yoludur.
Bu müdahale, özü itibarıyla, emeğin iktidarının kuruluşunda ifadesini bulur. Ve ancak, işçi ve emekçilerin kendi kitlesel iktidar örgütleri içinde birleşmeleriyle gerçekleşebilir.
Çünkü başka şeylerin yanı sıra, ucuz devletin başta gelen gereği olan bürokrasiyi dışlayan, gerçek bir mücadelenin hedefi edinen ve ona dayanmayan/dayanamayacak olan tek iktidar, emeğin iktidarıdır.
İşçi sınıfı -tek başına ya da müttefikleriyle birlikte- iktidara gelinceye kadar, iktidarın sömürücü sınıflar arasında el değiştirdiği tüm iktidar değişiklikleri, devletin yetkinleşmesine, bürokratik-militarist aygıtın tahkim edilmesine yol açmıştır. Her yeni egemen sınıf, hazır bulduğu bürokratik aygıta, onu güçten düşürecek biçimde dokunmamış, kurulduğu iktidar doruklarında eline geçen bu aygıtı ve olanaklarını ganimet bilmiş ve onu, kendi egemenliğini korumanın aracı olarak, yalnızca sağlamlaştırmıştır.
Tarih; kapitalist devletin de, kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde, tüm organlarıyla yetkinleşmekte olduğunu göstermektedir. Modern devlet, sınıf çelişmeleri keskinleştikçe, kendisini yapısal olarak da tahkim etmiştir, eder. Bu tahkim ediş, sınırdaş devletlerin büyüyüp güçlenmesiyle orantılı olarak da artar. Denizaşırı ilişkilerin geliştiği emperyalizm döneminde, özellikle küreselleşme politikalarının izlendiği günümüzde, modern devletlerin kendilerini bu sağlamlaştırması, sınırdaş ülkelerin durumlarıyla oranlanabilir olmaktan da çıkmıştır. Artık önemli olan, dünya çapında ya da en azından bölgesel bir güç olmaktır. Son sınırlarına kadar zorlayarak, modern devlet, kendisini yetkinleştirebildiği kadar yetkinleştirir. Bunun anlamı: militarizm ve bürokrasinin alabildiğince büyümesidir.
Engels’in özel kamu gücünün oluşumu bakımından “son derece önemsiz” bir pozisyonda olduğunu belirterek istisna olarak saydığı ABD’nin, Engels zamanından bu yana sağladığı ilerlemeye bakılarak, bu yetkinleşme hakkında bir fikir sahibi olunabilir. ABD, neredeyse ilkel komünal toplum askeri şeflerini çağrıştırmak üzere, kasaba halkının seçtiği ve görevden aldığı şerifler ve halkın genel silahlanması döneminden, örneğin başkanının yurttaşlarını askeri mahkemelere sevk edebildiği ve bu mahkemelerin vereceği idam kararlarını sadece kendisinin onaylayabildiği, yine bir tek başkanın kararıyla dünyanın dört bir yanında savaşlar çıkarabilen, tüm denizlere ve dünyaya yayılmış binlerce üssünde çok sayıda ve sürekli asker bulunduran, 350 milyar dolarlık silahlanma harcamasına sahip bugünkü dev militarist ve bürokratik aygıta ulaşmıştır. Artık bürokrasi ve militarizmin gelişmesini mümkün olan en üst düzeye vardırmamış hiçbir kapitalist devlet yoktur.
Bu, parlamenter kepazeliğin çürümeye varan gelişmesi açısından da geçerlidir. Temsili parlamenter sisteme sahip her kapitalist ülkede, kapitalizm ne denli gelişmişse, banka ve borsaların o denli egemenliği altına giren burjuva parlamentolar, yiyiciliğin, rüşvetin örgütlenme merkezleri olarak o ölçüde çürümüştür de. Bu, siyasi partileriyle birlikte parlamenterlerin ve kurum olarak parlamentonun hemen her ülkede emekçilerin nezdinde itibarlarını neredeyse tümden yitirmiş olmalarıyla belgelenmiş haldedir.
Dolayısıyla, hem bürokrasi ve militarizm hem de parlamentarizm yönünden, ucuz devlet seçeneğinin kapitalizm ve kapitalist devlet dışında aranması zorunludur. Ucuz devlet, ancak bir işçi -ve emekçi- devleti olabilir. Ancak böyle bir devletin bürokratik ve militarist bir aygıta ihtiyacı yoktur ve tersine, bürokratik-militarist aygıtla bir arada bir işçi-emekçi devleti var olamaz. Ya bürokrasi ve militarizm ya işçi-emekçi devleti bu kadar net ve kesin.
Bürokrasi ve militarizm, sömürücü egemenlerin, halkın geniş çoğunluğunu egemenlikleri altında tutabilmek için gereksindikleri baskı ve zor aygıtının gereğidir. Son derece küçük bir kapitalist azınlık, işi, yönetmek ve zor uygulamak olan asker-sivil görevlilere ve onlardan oluşan bir zor aygıtına dayanmadan yönetemez. Büyük çoğunluğu oluşturan ve ancak küçük azınlığı baskı altında tutmak zorunda olan işçi ve emekçilerin ise, ne işi yönetmek olan görevlilere ne de onlardan bileşen bir aygıta ihtiyacı olacaktır.
Burada devlet dönüşüme uğramaktadır: ücretli emeği (ve geniş emekçi kitleleri) baskı altında tutmak için “özel kamu gücü”nden ya da özel bir baskı aygıtından, sömürücü azınlığın, ezenlerin, halkın çoğunluğunun, işçi ve emekçilerin artık “özel” niteliğini yitirecek olan kamu gücü ya da genel aygıtı tarafından baskı altında tutulmasına dönüşüm. Ve bu dönüşüm en açık ifadesini, işi yönetmekten ibaret görevlilerin, bürokrat ve militerlerin, her türden kazanılmış haklarıyla, temsil ödenekleri ve maddi ayrıcalıklarıyla birlikte kaldırılmasında, tüm devlet memurlarının maaşının ortalama işçi ücreti düzeyine indirilmesinde bulur.
Lenin’den devam edersek:
“Kapitalist kültür büyük çaplı üretimi, fabrikaları, demiryollarını, postayı, telefonu vs. yarattı (şimdi artık bunlara bilimsel ve teknolojik ilerlemenin ürünü olan diğerlerini, elektroniği, televizyonu, bilgisayar ve interneti vb. ekleyebiliriz -K.Y.) ve bu temelde, eski ‘devlet iktidarı’nın fonksiyonlarının çoğu o kadar basitleştirildi ve öylesine basit kayıt, tescil ve denetim operasyonlarına indirgendi ki, okuma yazma bilen herkes bu fonksiyonları icra edebilecek durumda olacak, böylece bu işler normal ‘işçi ücreti’ karşılığında yapılabilecek, bunların ayrıcalıklı, ‘amirane’ bir şey olma halesi onların elinden alınabilecektir (ve alınmak zorundadır).
“İstisnasız tüm memurların tam seçilebilirliği ve her an görevden alınabilirliği, maaşlarının normal ‘işçi ücreti’ düzeyine indirilmesi, bu basit ve ‘kendiliğinden anlaşılır’ demokratik önlemler, işçilerin çıkarlarıyla köylülerin çoğunluğunun (kuşkusuz geri kalan geniş emekçi kitlelerin de -K.Y.) çıkarlarını tamamıyla birleştirir ve aynı zamanda kapitalizmden sosyalizme giden köprü olarak hizmet görür. Bu önlemler, toplumun devletsel, salt politik reorganizasyonuyla ilgilidir, asıl anlam ve önemlerini elbette ancak, gerçekleştirilmekte ya da hazırlık halinde olan ‘mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi’yle, yani üretim araçlarında kapitalist özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete geçişiyle kazanırlar.
‘”Komün -diye yazıyordu Marks- tüm burjuva devrimlerin sloganı olan ucuz hükümeti, iki büyük masraf kaynağını, orduyu ve bürokrasiyi ortadan kaldırarak gerçek haline getirdi.'” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt. 7, sf. 53–54, İnter Yay. 1. Baskı)
Bürokratik ve militer görevlilerin, maddi ayrıcalıkları, “temsil” ödentileri ve makamlarıyla, bu görevli ve makamlarından bileşen aygıtlarıyla birlikte kaldırılması; basit kayıt ve denetim işleri olarak, tüm emekçiler tarafından yapılabilir hale gelmiş olan devlet yönetimi işinin sırayla ve değişerek yürütülebilmesi için, istisnasız tüm “memurların” (bunlar, kapitalist devletin memurlarından kuşkusuz farklılaşmış olacaklardır) seçimle gelmesi ve her an geri alınabilmesi ve memur maaşlarının normal “işçi ücreti” düzeyine indirilmesi- işte işçi-emekçi devletinin bürokratik olmayan dayanakları, işte olanaklı en demokratik devlet. Ve işte gerçekten ucuz devlet
Kuşkusuz, bilinçli işçi, hayal kurmaz, gerçekçi olacaktır. Bürokrasinin her yerde, bir çırpıda ve tamamen ortadan kaldırılması olanaksızdır. Fakat bugünkü kapitalist bürokratik aygıtı, yerine kendi bürokratik olmayan aygıtını koymaya cesaret ederek kaldırıp atmak ve hemen, yavaş yavaş her türlü bürokrasiyi gereksiz hale getiren ve ortadan kaldıran yeni bir aygıtı inşa etmeye başlamak olanaklıdır.
Bunun gerçekleşebilmesi, cesaret ve emek mücadelesinin politik örgütlenmesi yanında, iktidarın alınması sürecinde ve sırasında, işçi ve emekçilerin her kademede, fabrika, işletme, mahalle, köy ve belde, ilçe ve illerde ve merkezi düzeyde, kendi kitlesel iktidar örgütlerini örgütlemelerine bağlıdır.
İşçi ve emekçi komite ya da konseyleri olarak bu örgütlenme, burjuva parlamenter örgütlenmeden farklı olarak, yasama ile yürütmenin birbirinden ayrıldığı bir örgütlenme olamaz. Yasa yapan parlamento ve iktidar aygıtının asıl sahibi olan yürütücü bürokrasi, görevliler örgütü bölünmesi kaldırılmadan, iktidar örgütü olarak, komite ya da konseyler, iktidarı ellerinde toplayamaz ve gerçek iktidar örgütü olamazlar.
“Parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı” (Marks) olacak işçi-emekçi iktidar iktidar örgütleri olarak komite ya da konseyler; parlamentarizmin laklakçılığı ve rüşvetçiliğinin alternatifi olarak, hem rüşvete batmaya, yozlaşma ve çürümeye hem de aldatıcı boşboğazlığa karşı panzehir ve aynı zamanda, ucuz devletin kaçınılmaz gereğidir. Dolayısıyla parlamenterlerin o her vesileyle en üste çekmeye çalıştıkları maaşlarını yalnızca biraz düşürmeyle sınırlı bir devlet “küçültücülüğü” savunusu değil ama parlamenter mekanizmayla birlikte parlamenterliğin de sona erdirilmesinin savunulması ve yasamayla yürütme gücünü birleştiren gerçekten temsili organlar olarak işçi-emekçi iktidar organlarının üyelerinin de normal “işçi ücreti” kadar maaş almaları, ne dokunulmazlık ve ne de başka bir maddi ya da manevi ayrıcalıklarının bulunmaması, seçilmeleri ve her an geri alınabilmeleri, ucuz olduğu kadar demokratik bir devletin olmazsa olmazıdır.
Ucuz devlet, kapitalist olmayan bir devlet olabilir. Bu, mümkündür. Tıpkı kapitalist toplumun, yerini, sömürüye dayanmayan yenisine, sosyalizme ve ona ulaşabilmek üzere bağımsız ve demokratik bir ülkeye bırakmasının mümkün ve üstelik kaçınılmaz olduğu gibi…
Neoliberal şarlatanların halk ve emek düşmanı “küçülme” saldırganlığının ucuzlama açısından tam bir şarlatanlık oluşunun karşısında, emeğin iktidarı devleti olarak tamamen ucuz devlet; işçi ve emekçilerin temel mücadele hedefi olmak zorundadır. Şimdiden insanca yaşayabilecekleri ücret ve maaş, karşılıksız sağlık ve eğitim hizmeti vb. yanında, köy işleri, DSİ, SSK gibi kurumların, küçük üretici köylü ve esnafın desteklenmesini, ulusal bir sanayi politikası izlenmesini, borç ödemelerinin durdurulmasını ve yatırım hamlesine girişilmesini istemek durumunda olan işçi ve emekçilerin örgütlenme ve mücadelelerinin ürünü olacak bu ucuz devlet; ilk elde, köy işleri, DSİ, SSK gibi kurumların desteklenmesini de kapsamak üzere, tüm büyük işletmelerin, sanayinin, tarımın, madenciliğin, dış ticaret ve bankacılığın devletleştirilmesine girişecek, bu, dayanaklarını oluşturmak olduğu kadar, kendi ucuzluğunu garanti altına almak anlamına da gelecektir.
Sermaye saldırıları karşısında, işçi ve emekçilerin mücadelesi bu nedenle iktidar perspektifiyle yürütülmeli ve kendi bağımsız örgütlerine sahip olmalıdır. Böyle bir mücadele şimdi her zamankinden çok zorunlu olduğu gibi, başarı olanağı, hiçbir zaman olmadığı kadar genişlemiştir ve çoktur.

Aralık 2001

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑