Azgelişmiş diye tanımlanan Türkiye gibi ülkelerin “küreselleşen” dünyada emperyalist çıkarlar doğrultusunda belli bir yörüngeye oturtulmaya çalışıldığı günümüzde tarım da bu sürece uygun bir şekilde dönüştürülmektedir. Bu dönüşümün niteliği sanayi devriminin ardından ‘ikinci büyük ve köklü dönüşüm’ olarak tanımlanabilecek kadar ağır sonuçlar doğuracaktır.
Kapitalist sanayileşmenin ön koşulu olarak, 19. yüzyılda ilkel sermaye birikimi içerisinde mülksüzleştirilerek, kapitalizmin “özgür emek” depolarını oluşturan köylülük, şimdi de, önündeki her türlü engelin kaldırılmasını sağlayarak, tüm alanları kâr amacıyla yağmalamak isteyen küresel sermayenin boy hedefi durumunda, İngiliz köylülüğünün, 19 yüzyılda cebri yöntemlerle mülksüzleştirilerek kısmen kent sanayi proletaryasını, kısmen de tarımda kiracı kapitalistlerin çalıştırdığı tarım işçisini oluşturması sürecinde yaşadıklarının benzerini, hatta çok daha “ağırını” günümüz üreticileri yaşayacak. Günümüz üreticilerine, mülksüzleşmeleri yönünde uluslararası sermaye tarafından uygulanan cebri yöntem ise, emperyalist finans kuruluşlarının, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde, dayattığı tarımda yeniden yapılanma programları. Bu yeniden yapılanmanın iktisadi, demografik, sosyolojik sonuçları olacak: Gelir dağılımındaki uçurum artacak, üreticiler mülksüzleşecek, göçler artacak, bağımlı ülkelerin, onun da ötesinde dünyanın gıda güvenliği tehlikeye girecek.
Süreç “acımasız” ilerleyecek. Ülkelerin bağımsız tarım politikası ve onunla bağlantılı sanayileşme, nüfusun aç bırakılmadan sanayi tarafından emilmesi vb. projelerine izin verilmeyecek. Uluslararası anlaşmalar ile ortaya konan politikalar tavizsiz gerçekleştirilecek. Bunun en somut örneklerinden birini Türkiye’de, 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda görmek mümkün. Planda, tarımda istihdam edilen nüfusun öncelikli olarak yüzde 20’ye sonrasında ise nihai olarak yüzde 10’a düşürülmesinin hedeflendiği vurgulanmakta. Yine Ankara’nın “ulusal program” adı altında Brüksel’e verdiği programda “önümüzdeki 20 yılda Türk tarımındaki nüfusun 20 milyon azaltılacağı” taahhüdünde bulunmaktadır. Bu 20 milyonun nerede istihdam edileceğine dair ise en ufak bir proje sunulmamaktadır.
Böylesi “acımasız” bir süreç, teknoloji çağında bu değişimin kaçınılmaz olduğu gerekçesi ile ve Keynes’in, “Beynimizin tüm kıvrımlarına yerleşmiş eski fikirleri unutmak, yenilerini yaratmaktan daha zordur” sözüne gönderme yapılarak meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Liberal iktisat profesörleri de, “Bilgi çağında yaşayan bir toplumda artık tarımla uğraşmayalım. Yani daha az insan tarımda olsun ve biz buna kafa yormayalım, başka şeylere kafa yoralım” çağrılarıyla sürecin getireceği sonuçları gözden kaçırmaya uğraş vermektedirler. Oysa liberallerin “tartışmayalım” dedikleri tarım Dünya Ticaret Örgütü benzeri toplantıların baş gündem maddelerinden birini oluşturuyor. Uluslararası sermaye ve emperyalist ülkeler, tarıma yönelik ciddi projeler üretiyor. Uruguay Raundu’nda iki sektör anlaşmasından birini tarımın oluşturması bu nedenledir.
ULUSLARARASI SERMAYENİN YÖNELİMİ
Bir dönem sermaye açısından tekstil, gıda gibi tarıma dayalı sanayilere hammadde sağlayan, üretilen sanayi malları için önemli bir pazar olan ve sanayi için işgücü, dolayısıyla ücret seviyesini etkileyen bir faktör olarak işlev gören tarım, uluslararası alanda çok uluslu şirketlerin belirleyici olmaya başladığı 1970’li yıllardan itibaren başka bir boyut kazandı. 1980’li yıllara gelindiğinde Cargill adlı tröstün dünya tahıl ticaretinin yüzde 60’ını tek başına elinde bulundurduğu, sayısı 15’i bulmayan çok uluslu şirketlerin tarım ürünleri dış ticaretinin yüzde 80’ini ele geçirdiği bir durum söz konusuydu. Çok uluslu firmaların dünya ölçeğinde oluşturduğu ilişkiler ağının metaların, sermayenin serbest dolaşımını zorunlu kıldığı, bu firmaların dünya ölçeğinde kaynakları “etkin” kullanmak (sömürmek) için projeler geliştirdiği bu süreçte tarım ürünleri dış ticaretini elinde bulunduran tarım tekelleri de, adına “Küreselleşme” denen bu sürece uyum göstermek amacıyla yeni yönetim stratejileri geliştirdiler.
1980’li yıllarda tarım girdileri üreten sanayi ile tarımın ürettiği metaların dış ticaretiyle uğraşan şirketler birleşmeye gitti. Kimya şirketlerinin sermaye ve yönetimine katılan bu dev ticaret şirketleri devasa bir güce eriştiler. Bu şirketlerin önlerindeki engellerin ortadan kaldırılmasına yönelik baskıları, uluslararası ticaret düzeninde esaslı değişikliklerin yapılması için konferanslar örgütlenmesini beraberinde getirdi. Tarıma ilişkin köklü düzenlemeleri içeren Uruguay Raundu’nun seri toplantılarının ilki, 1986 yılında, Uruguay’da yapıldı. Belli aralıkla yapılan konferanslarla, yıllarca süren ‘Raunt’ görüşmeleri, Nisan 1994’te, Fas’ın Marakeş kentinde, “Marakeş Protokolü” ile noktalandı. Uruguay Raundu her ülkenin tarım korumalarını ve desteklerinin beş veya on senelik sürelerde yürürlükten kaldırılmasını öngörüyordu. Bu öngörülerin yer aldığı Uruguay Raundu toplantılarının meydana getirdiği metin birçok parlamentoda, Türkiye’deki gibi, hemen hemen hiç görüşülmeden kabul edildi.
Sermaye 1980 sonrası tarıma bakışını değiştirmişti ve tarıma artık geçmişten farklı bir önem atfediyordu. Tarım artık uluslararası sermayenin birikim yapmak için kullandığı alanlardan biri haline gelmişti. Uluslararası sermaye, tarıma, üretici sermaye, finans sermayesi, ticari sermaye olarak doğrudan ya da devlet mekanizmalarını kullanarak, ihracatçı, girdi üreticisi ve dağıtıcısı olarak, kırsal kalkınma projesi olarak ve benzeri araçlarla el attı. Uluslararası sermaye, IMF ve Dünya Bankası gibi finans kuruluşlarının özelleştirme, ticarileştirme, liberalizm ve benzeri mekanizmalarıyla; uluslararası anlaşmalarla; çeşitli sermaye örgütleri (Dünya Ticaret Örgütü vb.) aracılığıyla tarımı düzenleyerek, köylünün hangi ürünü hangi miktarda hatta nasıl üretmesi gerektiğini belirleyebilir hale geldi.
DOHA’DA YENİ ‘ZAFER’
Uluslararası sermayenin dünya tarımını çeşitli mekanizmalarla kontrol altına alması, ulusal tarım politikalarının tasfiyesine yönelik saldırıların yoğunlaşmasını da beraberinde getirdi. Artık tarım tekelleri, ulaştıkları “muazzam” güç ve dünya çapında ördükleri ağlarla, dünyaya kendi bahçeleri gözüyle bakıyorlar. Uluslararası ticarete ilişkin anlaşmalarda artık bu tekellerin lobilerinin istekleri hayat buluyor. Hatta dünyanın 11. büyük firması olarak gösterilen ve 65 ülkede tahıldan fındığa, gübreden tuza, et paketlemeden taşımaya, meyve ve sebzeden kahve alanına kadar geniş bir yelpazede üretim yapan Cargill ve benzeri tekeller bizzat müzakerelere yön veriyorlar. Örneğin Uruguay turlarındaki ABD’nin önerisini Cargill’in eski başkan yardımcılarından birinin hazırladığı biliniyor.
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün Katar’ın başkenti Doha’da gerçekleştirdiği son toplantısında tarım tekelleri istedikleri kararların çoğunun alınmasını sağladı. Doha’daki toplantıdan ABD “zafer” ile çıktı. ABD ne istiyordu? Sanayi ürünlerinin pazarlanmasında, tarımda ve hizmet ticaretinde dünya pazarlarının daha fazla liberalize edilmesi ve bu pazarlara girişin önündeki engellerin mümkün olan en alt seviyeye indirilmesi. ABD, Doha deklarasyonunda bu taleplerin hemen hepsine ulaşırken, deklarasyon sonrası dünya tarımsal ürün ve gıda ticaretinin büyük bir bölümünü elinde bulunduran ABD’li tarım tekelleri en kârlı çıkanlar arasında yer aldı.
Doha’da tarımsal desteklerin kaldırılması, korumacı politikaların terk edilmesiyle tarımın serbest pazara açılması en çok tartışma yaratan konuların başında geldi.
Planlanandan uzun süren müzakereler sonrasında desteklerin sadece, milli geliri 20 milyar doların altında, dünya ihracat büyüme payı yüzde 1’in altında olan ülkelerde sürmesi kararlaştırıldı. Bunun dışında kalan ülkelerde desteklerin sürmesi halinde tahkime gidilecek ve desteği sürdüren ülkeler cezalandırılacak.
Doha’da tekellerin istekleri doğrultusunda yapılan anlaşmalardan biri de patent ve telif hakkını içeren TRIPS. Bu anlaşma, “küreselleşme” adı altında uluslararası mal ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesini savunan tekellerin, bilginin “serbest ticaretine” karşı olmalarının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Özellikle tohum üretimi yapan tarım tekellerinin en önemli taleplerinden biri de patent hakkı. 1980 sonrasında biyo-teknoloji alanında yaşanan gelişmeler ve canlıların genlerini değiştirmede atılan büyük adımlara paralel olarak birleşen tarım tekelleri ve kimya şirketleri, bitki ve hayvan tohumunun özellikleriyle oynayarak, onun melezi olan fakat özelikleri tamamen değişik farklı türler ürettiler. Genler her ülkeye ve toprağa uygun bitkisel tohumlar sağlayınca, ülkeler ürün verimliliği yüksek olan bu tohumlara yönlendirildiler. Ardından tohumda bağımlılık yaratmak için Monsanto, Cargill gibi firmalar bir kez ekildikten sonra bir daha tohum üretmeyecek terminatör genler ürettiler.
Şimdi tüm dünyada, patent hakkını aldıkları bu “terminatör” adı verilen tohumlarla üretimin yapılmasını istiyorlar. Tohum çiftçiliğin baş girdisidir. Tohumun biyolojik kontrolü bütün tarımsal üretim sürecinin kontrolü için büyük bir olanak yaratır. Bu nedenle tekeller patentli tohumların kullanılmasını sağlayacak düzenlemelerin yapılması için tüm DTÖ toplantılarında bastırmaktadırlar. Tekellerin bu girişimleri karşılık buldu ve Doha’da “önemsiz” sayılabilecek istisnalar dışında patent ve telif haklarını içeren TRIPS kabul edildi.
KÜÇÜK İŞLETMELERİN TASFİYESİ
Uluslararası sermaye dünyada tarımı ve köylünün hangi ürünü hangi miktarda hatta nasıl üretmesi gerektiğini çeşitli mekanizmalarla kontrol altına almış olmasına rağmen, önündeki tüm engellerin ortadan kalkması için, Doha’da ayrıca şu taleplerinin acilen hayata geçirilmesini istedi. Arazi satın alma, kiralama ve diğer gayrimenkul haklarındaki ulusal kısıtlamaların kaldırılması; su kaynaklarının ve dağıtımının özelleştirilmesi; patentli tohumların kullanılması. Bu talepler de uluslararası sermayeyi hedefine oldukça yaklaştıracak taleplerdir. Peki, uluslararası sermayenin hedefi nedir ve tarımsal üretim içerisinde yer alanlar bu süreçten nasıl etkilenecektir?
Bu soruların cevabına geçmeden önce belirtmek gerekir ki, tarımsal üretim içerisinde yer alanlar sermayenin uluslararası işleyişinden, ilk elde, üretim yaptıkları ülkenin uluslararası sisteme entegre olma biçimlerine göre farklı şekilde etkilenecek olmalarına rağmen, uzun vadede üretici köylülüğü aynı son beklemektedir.
Köylülük homojen değildir. Tarımda, toprak ağası, zengin köylü, orta köylü, yoksul köylü, tarım işçisi ve benzeri sosyal üretim ilişkilerine göre tanımlanabilecek toplumsal tabakalaşma mevcuttur. Türkiye gibi azgelişmiş ve uluslararası sermayenin boyunduruğu altında bulunan ülkelerde ise, yaygın olan; küçük toprak mülkiyetine dayalı, aile emeğinin başat olduğu, pazara yönelik küçük meta üretiminin yapıldığı, köylü işletmeleridir. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün verilerine göre Zengin köylü, toprak ağası ve kapitalist üretim yapanların dışında kalan küçük meta üretimi yapan köylülük, köylü nüfusunun yüzde 90’ından fazlasını oluşturmaktadır.
Türkiye ve benzeri ülkelerde kapitalist bir sosyo-ekonomik bir kuruluş içinde yer alan köylülük ve küçük üreticilik, kapitalist sistemden kaynaklanan piyasa ilişkilerinin, ulusal ve uluslararası ticari ve mali sermayenin çözücü ve farklılaştırıcı ektilerine sürekli maruz kalıyor. Fakat bu maruz kalma sürecinde küçük üreticilik bir yandan tasfiyeye uğrarken bir yandan da kendisini sürekli olarak yeniden üreterek varlığını korumayı başarıyor. Daha doğrusu bu güne kadar başardı. Örneğin Türkiye tarımı böylesi bir maruz kalma nedeniyle bir yandan büyük göçler vermesine rağmen (Özellikle 1950’lerden sonra) bir yandan da dinamik bir gelişme gösterebildi. Bunda bir ölçüde, köylü işletmesinin giderleri kısıtlamak, aile emeğini artırmak, girdi temini için borçlanmak vb. uyum ve savunma mekanizmalarıyla direnmesinin etkisi var (Tabi uyum mekanizmalarıyla ayakta kalma sürecinde de köylülük sürekli borçlanma ve ticari-mali sermayeye bağlanma nedeniyle daima tasfiye tehlikesinin eşiğindeydi). Küçük üreticiliğin varlığını koruyabilmesi, savunma mekanizmaları geliştirmesinin dışında, ulusal ve uluslararası sermayenin tutumuyla da yakından ilgili. Küçük üreticiliğin tasfiye tehdidi altında üretimini sürdürdüğü süreç içerisinde gerek mali, gerekse de ticari sermaye sağladığı birikimi toprak mülkiyetine, kapitalist çiftlikler bünyesinde gerçekleşecek sermaye birikimine dönüştürmeyi hedef almadı. Bunun yerine, tarımda küçük mülkiyetin süre gelmesini; küçük üreticiliğin gerçekleştirdiği verim artışlarının büyük kesimine el koymayı; bunu yaparken de birikimin kaynağı küçük mülkiyeti kurutmamayı; artık ürünü ise esas itibariyle tarım dışı sermaye birikimine dönüştürmeyi yeğledi. Sermayenin 1980’lere kadar, gittikçe azalarak da olsa, sürdürdüğü bu tutum küçük üreticiliğin varlığını sürdürebilmesinin en önemli etkenlerinden biri oldu.
1980’lerden sonra uluslararası sermayenin tarımı birikim yapmak için kullandığı alanlardan biri haline getirmesi ise, küçük üreticiliğin bugünkü haliyle tezat oluşturuyor ve küçük meta üretiminin bu şekilde sürmesi sermayenin önünde engel teşkil ediyor. Sermaye açısından artık küçük üreticiliğin tasfiye edilmesinin vakti gelmiştir.
TEKELLERİN İŞÇİSİ OLMAYA DOĞRU
Gelişmiş ülkelerin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendi sanayilerini ve tüketicilerini beslemek amacıyla tarım üreticisi olarak görmek istedikleri Türkiye gibi ülkeleri, bugün, kendi tarımsal ürün fazlaları için cazip pazarlar olarak gördükleri, kendi üreticilerini günlük milyar dolarla desteklerken, azgelişmiş ülkelere desteklerin tasfiye edilmesi noktasında baskı yaptıkları bilinen bir gerçek. Ama bir kez daha vurgulamak gerekir ki, gelişmiş ülke ve uluslararası finans kuruluşlarının politikalarına damgasını vuran, dünya ölçeğinde yaşanan tekelleşme sürecinin kendi önündeki engelleri ayıklama dürtüşüdür.
Gelinen bu süreçte gelişmiş ülkelerde tarımsal desteklerin kaldırılması tarımsal tekelleri pek etkilemeyecektir. Üretimin girdisinden, üretiminden satışına kadar her türlü aşamasında kurumsallaşmış olan tekeller, destekten ve korumacılıktan yoksun bırakılmış üreticilerin kendisiyle rekabet edemeyeceğini bilmektedirler. Bu nedenle her türlü desteğin kaldırılmasını, gümrüklerin sıfırlanmasını, tarımdaki fiyatların rekabet koşulları içerisinde piyasa tarafından belirlenmesini talep etmektedirler. “Karşılaştırmalı üstünlükler” liberal teorisi ile (Bu teoriye göre her ülke hangi ürünü daha ucuza üretebiliyorsa, hangi ürünü üretmesi halinde diğer ülkelere göre avantaj elde edecekse o ürünü üretmeli) de az gelişmiş ülkeler ikna edilmeye çalışılmaktadır. Oysa küçük üreticilerin eşit koşullarda tekellerle rekabet edebilme şansı yoktur. Küçük üreticiliğin, rekabet edebilmek için milyarlarca dolar harcama şansı da olmadığına güre, tarihe karışması kaçınılmaz olacaktır.
Bu tarihe karışma gelişmiş kapitalist ülkelerin küçük üreticileri için de geçerlidir. Avrupa Birliği (AB) içerisinde tarıma yönelik muazzam bir destek olmasına, ihracat sübvanse edilmesine rağmen tarımdaki liberalizasyona şiddetle karşı çıkan örgütlenmelerin mevcut olmasının kaynağında bu gerçeklik yatmaktadır. AB içerisindeki bu örgütlenmeler incelendiğinde bunların küçük üreticilerden oluştuğu görülmektedir. Bu üreticiler tarımsal alanın liberalleştirilmesi ile birlikte AB ve ABD’li tekellerle rekabet edemeyeceklerini görmektedirler.
Bu gerçekliğin görülmesi şu soruyu beraberinde getirmektedir: Küçük üreticiliğin yani aile tarım işletmeciliğinin tasfiye olmasıyla birlikte boşalan tarımsal alanlar sanayi ve ticaret sermayesi tarafından satın alınıp kapitalist üretim çiftlikleri mi kurulacak? Tabii ki tekellerin kuracakları kapitalist çiftlikler de olacak. Buralarda geçmişin üreticileri ırgatlık yapacak. Ama tekellerin tüm toprakları ailelerden satın alması beklenemez.
Tarımda yaşanacak sosyoekonomik gelişmelerin tahmin edebilmesi noktasında ABD’de yaşanan süreç önemli deneyim sunmaktadır. Bu ülkede tarımın büyük bir kısmı dev tekellerin elinde. Tarımsal üretimin geriye kalan küçük bir kısmı ise bu şirketlere “Sözleşmeli Tarım” denen bir mekanizmayla bağımlı hale getirilmiş durumda olan üreticilerle yapılmaktadır. “Sözleşmeli Tarım” çiftçileri kendi mülkleri üzerinde tekellerin işçileri durumuna düşüren hukuksal bir bağlantı niteliğinde. Buna göre firmayla köylü arasında bir sözleşme imzalanıyor. Bu sözleşmeye göre üretici mülkiyeti kendine ait topraklarda tekel adına, tekelin istediği üretimi, tekelin istediği biçimde gerçekleştiriyor. Aile emeği ve dışarıdan kiralan emek dışında her türlü girdi tekel tarafından sağlanıyor. Üretim süreci tekelin uzmanları tarafından denetleniyor Bunun karşılığında üreticiye sözleşmede yazılı olan toplu bir miktar para veriliyor.
ABD’deki örnekler incelendiğinde üreticinin “Sözleşmeli Tarım” sonucu eline geçen para ile bağımlılığının pekiştirildiği görülmektedir. Üreticinin eline geçen miktar onu yoksulluktan kurtaracak bir miktar değil. Ekip biçebilmek için elinde hiç bir şeyi, en başta da temel üretim girdisi tohumu olmayan üreticinin yeniden sözleşme imzalamaktan başka çaresi yoktur. Burada üretici elinde toprağı olmasına rağmen bir işçi halindedir. Çünkü toprağında hangi ürünü, nasıl ekeceği, hangi gübreyi, ilacı, tohumu kullanacağı tekel tarafından belirlenmektedir. Üreteci, ürününün fiyatı ve ürününü kime satacağı konusunda da bir hakka sahip değil çünkü ürününü direkt sözleşme imzaladığı tekele teslim etmek zorunda.
GAP bölgesinde de başını Koç Holdingin çektiği bir özel kesim gurubunca Sözleşmeli Tarım uygulaması başlatmıştır. Türkiye’de de artık yaşanan sürece barikat kurulmadığı ve aksine bir gelişme yaşanmadığı sürece küçük üreticilerin bir kısmı tasfiye olacak bir kısmı da sözleşmeli tarım işçine “dönüşecek.”
GAP’ta sadece yerli tekeller değil, emperyalist tekellerin de cirit attığı bilinen bir gerçek. 24 Ocak 1980 programı ile birlikte Türkiye tarımına ilgisini artıran ve sağladığı kredilerle tarım politikalarını belirleyen, kamu yönetimi yapısına müdahale eden Dünya Bankası’yla yapılan proje anlaşmaları derinlemesine incelendiğinde, uluslararası tekellerin önünü açmakla birlikte, aynı zamanda tekellere gerekli altyapıyı sağlamaya dönük hedefler güttüğü görülmektedir. Destekleme politikalarından tarımsal pazarlama, tarımsal araştırma ve yayımdan tarımsal altyapı ve sulamaya kadar birçok proje anlaşması imzalanan Dünya Bankası tüm bu anlaşmaları ülke üreticisini kalkındırmak için dayattığı izlenimi yaratılmıştır. Oysa 1986 yılında imzalanan, “Drenaj ve Tarla İçi Geliştirme Projesi”, 1995 yılında imzalanan “Doğu Anadolu Su Havzaları Rehabilitasyon Projesi” ya da 1997 yılında imzalanan Sulama Yönetimi ve Yatırımlarda Katılıcı Özelleştirme” benzeri projelerin tümü uzun vadeli emperyalist tarım politikalarının bir parçası. Ve Doha’da küçük üreticiliğin yok edilmesi ve kendi önünün açılması için bastıran tekellerin, gelecekte üretim yapmayı planladıkları topraklarda üretim için gerekli altyapı hazırlar nitelikte.
Uluslararası tarım tekellerinin, “Arazi satın ama kiralama ve diğer gayrimenkul haklarındaki ulusal kısıtlamaların kaldırılması” talebi bir yanıyla tarımsal üretim ve kapitalist çiftlikler için gerekli toprak ihtiyacından doğmuş olmakla birlikte bir taraftan da başka amaçlar gütmektedir. Tarım sadece üretimle sınırlı bir alan değil, tarımın bir de tamamlayıcı yanı var. Tarımın böcekle, yaban otlarıyla, zararlılarla mücadele ilacı ve benzeri tamamlayıcı malları mevcut. Tekellerin bunları deneme alanlarına ihtiyacı var. Amerikan tarım tekelleri çalışmalarında Türkiye’yi Avrupa’nın Kaliforniya’sı olarak değerlendirmektedirler. ABD’li tekeller iklim koşulları ve toprağın özelliği bakımından Kaliforniya’ya benzettikleri Türkiye’de istedikleri tarım ürünü istedikleri şekilde deneyebileceklerini düşünüyorlar. Tekellerin AB ve ABD’deki güçlü çevre yasaları gereği deneyemedikleri ürünler Türkiye gibi ülkelerin tarımsal toprakları laboratuara çevrilerek denenecek. Çevrenin bu denemeden ne kadar kirlendiği ve halkın bundan ne kadar zarar göreceği ise, doğası gereği, tekellerin sorunu değil.
MİLYONLAR AÇLIĞA MAHKÛM EDİLECEK
Küçük üreticilerin kendi hesabına üretim yapmalarının koşullarının ortadan kaldırmasının ve bir kısım küçük üreticinin de tekeller hesabına üretim yapar hale getirilmesinin yaratacağı ekonomik, toplumsal ve siyasal sonuçların yansımaları önümüzdeki yıllarda açıkça görülecek. Ama şimdiden, tarımda tekelleşmenin yaratacağı sonuçlarını da, tekelleşmenin yoğun olarak yaşandığı ülke örneklerini inceleyerek, kestirmek mümkün.
Tarımsal ülkelerden biri sayılan ve tarımsal ürün ihracatı yoğun olan Brezilya’da verimli toprakların yarısından fazlası nüfusun yüzde 1’inin elinde. Brezilya’da 2000 yılı resmi istatistiklerinde, 32 milyon insan fakir olarak gösterilmektedir. Mısır’da uluslararası sermayenin temsilcileri aracılığıyla tarımdaki küçük üretici hâkimiyetine son verilip büyük işletme birimlerinin ön plana çıkarılmasıyla birlikte yaşananlar bir diğer somut örneği oluşturmaktadır: Verilen dış borçlar karşılığında, uluslararası finans örgütlerinin dayatmalarıyla ticari liberalleştirmeyi, kaynaklan ve dolayısıyla toprağı özelleştirmeyi, sübvansiyonları kaldırmayı hayata geçiren Mısır, ülke genelinde (Bugün Mısır nüfusunun yarısı günlük 1 dolardan az bir gelirle yaşamını sürdürüyor) özellikle de kırsal alanda büyük yoksullukla karşı karşıya. Kırsal alanda açlıktan kırılan insanlar, “toplumsal patlamalara” karşı askeri baskı ve dikta rejimiyle baskılanıyorlar.
Türkiye ve birçok orta ve az gelişmiş diye tanımlanan ülkelerde tarımda zar zor tutunan kitleler iki-üç yıl gibi çok kısa bir zaman dilimi içinde hiçbir önlem alınamadan tarım dışına göçmeye zorlanmalarına yol açacak olan bir tasfiye süreciyle karşı karşıyalar. Bu durum mevcut kırsal göç hızının katlanmasına yol açmakla birlikte, söz konusu ülkelerdeki istihdam olanaklarının düşüklüğü göz önüne alındığında, büyük bir yoksulluk ve açlığı beraberinde getirecek. Göç olgusu gelişmiş kapitalist ülkelerin küçük üreticileri için de geçerli.
Kırdan kente göç olanaklarının olmadığı yani ekonominin durgunluk içinde olduğu ve tarım dışında iş bulma olanağının olmadığı durumlar da (Bahsedilen olumsuz koşullar şu an Türkiye aynen yaşıyor), göç dalgası kırılabilir. Fakat bu durumda göç etmeyen insanlar, tarım-dışı ekonomik faaliyetlerin sınırlı olduğu bir kırsalda yaşıyorlarsa direkt açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar. Yaşanan sürecin doğal sonucu olarak piyasaya dönük üretim yapamayan köylülerden bir kısmı, aile içinde tüketime yönelik bir üretimle açlık tehlikesinin önüne geçebilirler. Bu ortaçağ köylüsünü bile tarif etmeyen üreticilik de, ancak, içe kapandığında yaşamını idame ettirebilecek küçük bir gelire sahip “şanslı” sayılabilecek köylüler için söz konusu olacak.
“Teknoloji”, “verimlilik” ve benzeri soslarla üzeri örtülenin uluslararası sermayenin merkeze kaynak aktarma operasyonu olduğu gayet açık. Bu gerçeği gizleyerek uluslararası sermayenin köylülüğün büyük bir kısmını tasfiye etmesini ve geriye kalan kısmını da “işçi”leştirmesini alkışlayanlar, bunun teknoloji çağının bir gerekliliği ve aynı zamanda ilerici bir adım olduğunu savlamaktadırlar. Oysa süreç sadece üreticileri yoksullaştırmıyor, üretimi kuralsız bir şekilde tekellerin insafına terk ederek, ülkelerin gıda güvenliğini de tehdit ediyor.
Şubat 2002