Dünyanın maddiliği ve gelişiminin yasaları

(“Neue Welt”, sayı 24, 1951’de yayımlanmış aslından Olcay Geridönmez tarafından çevrilmiştir. İlk bölümüne bu sayımızda yer verdiğimiz makalenin ikinci bölümünü gelecek sayımızda yayımlayacağız. “)

Dünyanın maddiliği ve gelişiminin yasaları sorununun Marksizm-Leninizm’de kazandığı anlam, Marksist felsefi materyalizmin hareket noktasıdır.
İdealist felsefenin tüm uydurmalarının aksine, Marksist felsefi materyalizm, maddi dünyanın, nesnel olarak gerçek ve bilinçten bağımsız olarak var olduğunu kanıtlar. Doğa ve toplum yasalarının nesnel karakterde olduğunu, güvenilir bir biçimde saptanabildiğini ve böylece doğa üzerinde egemenlik kurmaya ve çevrenin devrimci dönüştürülmesine varılabileceğini saptar.
Diyalektik materyalizmin dünyanın maddiliği ve gelişiminin yasalarına ilişkin öğretisini geliştiren ve ileriye götüren, yeni koşullar altında proleter sınıf mücadelesinin yeni deneyimlerine, sosyalizmin ve komünizmin muzaffer inşasının deneyimlerine, Marx, Engels ve Lenin’in ölümlerinden sonraki süreçte doğa bilimlerinin kazanımlarına dayanarak yeni tezler ve sonuçlarla yaratıcı bir biçimde zenginleştiren Stalin, bu öğretinin özünün dâhiyane bir tanımını vermektedir. İdealizmin tersine, diyor Stalin, “Marx’ın felsefi materyalizmi, dünyanın nitelik itibariyle maddi olduğu; dünyadaki çok çeşitli görüngülerin, hareket halindeki maddenin farklı biçimlerini oluşturduğu, diyalektik yöntemin saptadığı görüngüler arasındaki karşılıklı bağlılığın ve karşılıklı koşullamanın hareket halindeki maddenin gelişme yasalarını oluşturduğu, dünyanın maddenin hareket yasalarına uygun olarak geliştiği ve hiçbir ‘evrensel ruha’ gerek duymadığından hareket eder”. (1)
Felsefi sözcük dağarcığında, felsefe tarihinin tüm seyrinde, madde kavramı kadar üzerinde tartışılan ve uğruna bu kadar şiddetli bir mücadele yürütülen herhalde başka bir kavram yoktur.
Materyalist filozof için madde, bilincin dışında ve ondan bağımsız olarak var olan nesnel bir gerçek, doğadaki sonsuz çeşitlilikteki şeylerin, görüngülerin ve süreçlerin tamamının biricik temelidir.
İdealist filozof için madde, yalnızca bilincimizde, duyumlarımızda, tasavvurlarımızda ve kavramlarımızda var olan sanal bir şeydir.
İki büyük felsefi kamp -materyalizm ve idealizm- arasındaki uzlaşmaz mücadele; insan toplumu, iki düşman, karşıt sınıfa bölündüğünden beri, toplum tarihinin tümüne damgasını vuran sömürücüler ile sömürülenler arasındaki uzlaşmaz ve kesintisiz sınıf mücadelesinin bir yansıması ve ifadesidir.
Materyalizm bilimsel ilerleme için mücadele eder ve emekçilerin faydalanması için, dünyanın ve yasalarının giderek daha derinleşen ve tamamlanan bilgisine ulaşma çabasındadır. İdealizm, dünyayı ve yasalarını kavrayamayacağımızı öne sürer. Bunu, emekçi kitleleri daha rahat aldatabilmek için ve sömüren ve ezen sınıfın kaçınılmaz yok oluşunu geciktirebilmek umuduyla yapar.
Komünizmin inşasına katılan tüm bilinçli insanların en önemli görevi, diyalektik materyalizmi pratik yaşamda, politikada burjuva ideolojisine ve insanların bilincindeki kalıntılarına karşı bir mücadele aracı olarak kullanmak için öğrenmektir.

* * *
Materyalist dünya görüşü, miladi takvime göre iki bin beş yüz yılı aşan bir süre önce doğdu.
Leukippos, Demokrit ve Epikür’ün maddenin atom yapısı kuramı, Heraklit’in maddenin sonsuz hareket ve değişkenliği kuramı, antik materyalizmin önemli kazanımlarındandı.
Toplum tarihinde ortaçağda kilisenin ve dini dünya görüşünün egemenliği, materyalizmi yok edememekle birlikte gelişmesi önünde ciddi bir engel oluşturuyordu.
Materyalizmin yeniden parlaması, kapitalist üretim biçiminin olgunlaşması ve zaferiyle başlar. Yeni sınıfın ideolojisi, feodalizmin ideolojisine -dine ve idealist felsefeye- karşı enerjik bir mücadele yürüttü.
İngiliz materyalistleri Bacon, Hobbes, Toland, Priestley ve diğerleri, var olan her şeyin temeli olarak madde ve hareket öğretisini ve bütün bilgiyi, ilahi vahiyler ya da doğuştan düşüncelerin değil, tersine maddi deneyimlerin oluşturduğu öğretisini geliştirdiler.
17. yüzyılda yaşayan Hollandalı materyalist Baruch Spinoza, biricik gerçeğin başlangıçsız ve sonsuz doğa olduğunu kanıtladı. 18. yüzyıl Fransız materyalistleri -o dönemin devrimci Fransız burjuvazisinin ideologları olan Lamettrie, Diderot, Holbach, Helvetius-, cesaretle dine ve idealist felsefeye karşı çıkarak materyalist dünya görüşünü savundular.
19. yüzyılda, Almanya’da idealizmin egemen olduğu bir dönemde Hegelci felsefeyi kararlılıkla ve cesaretle eleştiren materyalist filozof, Ludwig Feuerbach’tı.
Materyalizm, biricik gerçek olarak, madde öğretisini geliştirdi ve temellendirdi. Birincil olanın madde, ikincil olanın ise bilinç olduğunu kanıtladı ve bilinci maddenin özelliklerinin bir sonucu olarak gördü.
Ancak eski, Marksizm öncesi materyalizm, mekanik bir materyalizmdi. Bütün yaşamı, tek bir bilim yardımıyla, mekanik yardımıyla açıklamaya çalışıyordu.
Doğada geçişler ve dönüşümler görmüyor, çelişkilerin ve karşıtlıkların gelişme için önemini kavramıyor ve gelişmenin tamamını, kesintisiz bir büyümeye ve döngüsel harekete bağlıyordu. Gelişmenin, şeylerin niteliksel, sıçramalı değişimi yoluyla gerçekleştiğini ve alttan üste, eskiden yeniye geçtiğini görmüyordu.
Buradan, Marksizm öncesi materyalizmin ikinci zaafının, diyalektik olmayan, metafizik bir özellik taşıması olduğu sonucu çıkar. Eski materyalistler, doğanın, birbirine bağlı, bütünlüklü bir bütün oluşturduğunu kavramıyorlardı. Doğadaki şeyleri ve görüngüleri yalıtık olarak, aralarındaki büyük, genel bağıntıdan kopuk olarak ele alıyorlardı.
Mekanik materyalizm, materyalizmin ilkelerini toplumu açıklamada kullanmaktan acizdi. Toplum söz konusu olduğunda, eski materyalistlerin tamamının idealist olduğu ortaya çıktı.
Mekanik materyalizm, insan pratiğinin dönüştürücü etkisini anlamadı. Feuerbachçı materyalizm de dahil eski, Marksizm öncesi materyalizmin tamamı insanın içine dönüktür, düşünsellikle, tasarımcılıkla karakterizedir.
Proletaryanın bilimsel dünya görüşü olarak Marksizm’in doğusuyla birlikte, felsefe tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Marx ve Engels’in diyalektik materyalizmi, A. A. Jdanov’un dediği gibi, “birkaç seçkin düşünce aristokratının uğraşısı olan eski felsefenin aşılması ve felsefe tarihinin tamamen yeni, felsefenin, kapitalizmden kurtuluş mücadelesi veren proleter kitlelerin elinde bilimsel bir silah haline geldiği bir dönemin başlangıcıdır.”(2)
Marx ve Engels’in ortaya koyduğu diyalektik materyalizm felsefesi, materyalist felsefenin gelişiminin parlak bir sonucu, Marx ve Engels’in ortaya çıkardığı toplumsal gelişme yasalarının genelleştirilmesi ve doğa biliminin bütün kazanımlarına dayanan yeni bir doğa anlayışının geliştirilmesiydi.

* * *
Marksist-Leninist felsefe, günlük yaşamımızda, her pratik eylemimizde, üretimde ya da bilimsel laboratuarda ilişki halinde olduğumuz her şeyin, bizi çevreleyen her şeyin, nesnel, bilincimizden bağımsız olarak var olan maddi cisimler, maddi şeyler olduğunu ve bu maddi şeylerin duyu organlarımıza, beynimize etki etmesi sonucu bilincimize yansıdığını öğretir.
Üzerinde yaşadığımız yeryüzü, soluduğumuz hava, besin maddelerimiz, giyim eşyası hazırlamak, evler inşa etmek, makinalar yapmak için kullandığımız maddeler, gübre, boyalar, ilaçlar ve biz insanlar -bütün bunlar maddenin değişik biçimleridir.
Bütün bu nesnel, reel, gerçekte var olan şeylerin ortak niteliğini belirtmek için materyalist felsefe, madde kavramını geliştirmiştir. “Madde”, diyor Lenin, “insana duyumları tarafından verilen, duyumlarımız tarafından kopya edilen, resmedilen ve yansıtılan ve duyumlarımızdan bağımsız olarak var olan nesnel gerçekliği gösteren felsefi bir kategoridir.”(3)
Maddenin tek tek türlerinin somut araştırılmasını ele alacak olursak, öncelikle onun çeşitliliği bizi şaşırtacaktır. Doğada bütün maddi cisimler ve onları oluşturan kimyasal maddeler sonsuz türdeki bileşimlerde ve çeşitlilikte görülür.
Bilinen kimyasal maddelerin sayısı olağanüstü yüksektir. Bugün bilgimiz dâhilinde olanların sayısı 750 bindir. Bunlardan bir kısmı inorganik doğada geniş bir yaygınlığa sahiptir ve inorganik madde olarak tanımlanırlar. Diğerleri bitkilerin, hayvanların öğeleridirler ve onların yaşamsal eylemlerinin ürünleridirler ya da yapay yollarla üretilmektedirler; bunlara organik maddeler denir. Bütün bu kimyasal maddeler, iki farklı büyük gruba bölünebilir. Birinci gruba, artık hiçbir biçimde parçalanamayan maddeler dâhildir. Bunlar, basit maddeler ya da kimyasal elementler olarak adlandırılır.(4) Bunların birçoğuna günlük yaşantımızda yakından tanığız. Kimyasal elementler, demir, bakır, nikel vb. bütün metaller (ama metal alaşımlar değil), kükürt, fosfor, karbon, oksijen, azot vb. gibi bir dizi metal olmayan ve ametal olarak adlandırılan elementlerdir. Geriye kalan bütün diğer kimyasal maddeler ise, bu kimyasal elementlerin değişik oranlardaki birleşimlerinden oluşurlar.
19. yüzyılın sonunda, doğada 92 elementin var olduğu saptandı. Büyük Rus bilgini D. I. Mendeleyev, kimyasal elementlerin periyodik ilkesini buldu ve onların kendi aralarındaki iç ilişkileri tespit etti.
Bugün, atom fiziğinde kaydedilen devasa ilerlemeler sayesinde, gezegenimizde gerçekte var olan 92 kimyasal elementin dışında, atom ağırlıkları, Mendeleyev Tablosu’nun en altında yer alan uranyumdan daha yüksek olan kimyasal elementlerin var olabileceği kesinleşti. Deneysel fizik, laboratuarda, uranyumun ötesinde yer alan elementler üretti (plütonyum, neptünyum, amerikyum vb.).
Görece az sayıdaki basit maddeler ya da elementler, birbirleriyle birleşerek, gezegenimizin yer kabuğunu ve içini meydana getiren o sonsuz çeşitlilikteki mineraller ve taşları oluştururlar.
Hücrelerin protoplazmasını ve bitkisel ve hayvansal organizmaların dokularını oluşturan, nişasta, şeker, selüloz, yağ, albümin vb. bütün organik maddeler, doğanın geri kalanında bulduğumuz aynı kimyasal elementlerin değişik bileşiklerinden oluşmaktadırlar. Organik maddeler, karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen gibi elementler içerdiği gibi, daha az oranda da metaller (örneğin demir), kükürt, fosfor ve başka kimyasal elementler içerir. Organik maddelerde, doğanın geri kalanında bulunmayan özel elementler yoktur ve olmaları da mümkün değildir.
Bu gerçeği ret edemeyen idealistler, Vitalistler olarak anıldıkları biyolojide, bilim tarafından kesin olarak çürütülen, organik maddelerin yalnızca bitki ve hayvanların organizmalarında oluşturulduğu ve bunun için maddi olmayan bir yaşam gücüne (Latincede: vis vitalis) ihtiyaç olduğu savını öne sürerler.
Bu türden tüm görüşlerin geçersizliği, bilimsel deney ve sentetik kimyada organik maddelerin yapay yollarla yaratılmasıyla çoktan kanıtlanmıştır.
Yüzyılı aşkın bir süre önce, 1828 yılında kimyacı Wöhler, ısı ve elektrik gibi fiziksel etkenler kullanılarak, inorganik maddelerden organik bir madde (albümin ayrışmasının ürünü olan üre) elde etmeyi başardığında, Vitalizme ölümcül bir darbe indirilmiş oldu.
Engels’in yaşadığı sırada, organik kimya, Engels’in “Doğanın Diyalektiği”nde de dediği gibi, bileşimini tam olarak bildiği her organik maddeyi yapay olarak yaratabilecek durumdaydı. Örneğin albümin zerrelerinin bileşimleri bir kez saptandıktan sonra kimya, hayvansal albümini yaratmaya girişebilir.
Organik kimya, o tarihten beri devasa ilerlemeler kaydetmiştir. Organik veya sentetik kimya bugün, bitkilerin ve hayvanların hücrelerinde ve dokularında oluşturulan bütün maddeleri -nişasta, şeker, yağlar ve albümin bileşkeleri- yaratabilecek durumdadır.
Gezegenimizde organik maddelerin oluşumu, yeryüzünde canlıların doğmasının önkoşuluydu.
Gök cisimlerinin, gezegenlerin, yıldızların ve nebulaların maddiliği söz konusu edilirse, bu maddilik yalnızca, bütün maddi cisimleri bağlayan ve daha 17. yüzyılda bulunan, kesin olarak saptanan bir yasaya göre etkili olan genel çekimle kanıtlanmakla kalmamıştır.
19. yüzyılın ortalarında bulunan tayf analizi, gök cisimlerinin kimyasal elementlerinin bizim gezegenimizinkileriyle örtüştüğünü kanıtladı ve günümüzde kozmik ışınların keşfi, evrenin maddi birliğinin yeni, parlak bir doğrulanmasıdır.
Dünyanın maddi birliği, felsefe ve doğa bilimlerinin gelişiminin ileriye doğru attığı her yeni adımla doğrulanmaktadır. “Dünyanın gerçek birliği”, diyor Engels, “maddiliğine dayanır ve bu maddilik, yalnızca birkaç hokkabaz tekerlemesiyle değil, tersine felsefe ve doğa biliminin uzun erimli ve zorlu gelişimi tarafından kanıtlanmıştır.”(5)
Madde yaratılamaz ve yok edilemez. Uzayın sonsuzluğunda, gezegenimizin üstünde ve içinde maddi cisimlerde olagelen bütün değişimler, maddenin tek tek biçimlerinin sonsuz sayıdaki dönüşümleri ve başkalaşmalarıdır. Maddenin en ufak parçacığı dahi yoktan var olmaz veya vardan yok olamaz.
İdealist felsefenin “maddenin yok oluşuna” ilişkin bütün uydurmalarını, Lenin, maddenin en ufak olsa dahi hiçbir parçacığının yok olmadığını, yalnızca madde bilgimizin eriştiği sınırın kaybolduğunu çürütülemez bir biçimde kanıtlandığı dâhiyane kitabı “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”de teşhir etmiştir. Her yeni bulguyla birlikte madde hakkındaki bilgimiz derinleşmektedir.
İdealist felsefe bugün, fiziksel görüngüler dünyasında, mikro-kozmosta maddenin “imhasının” ya da yok oluşunun gerçekleştiğini öne sürerek, fizikçilerin zihinlerinde yeni bir kargaşa yaratmaya çalışıyor. Gerçekte deneysel fizik, maddenin yok oluşunun söz konusu olmadığını ya da olamayacağını, tersine ancak maddi hareketin herhangi bazı biçimlerinin başka biçimlere dönüştüğünü saptamıştır. Joliot-Curie çifti, gözle görülmeyen gama ışınlarının elektronlara ve pozitronlara dönüşebildiklerini ve tersine, elektronlar ve pozitronların çarpışma sırasında gama fotonlarına ya da ışık parçacıklarına dönüşebildiklerini saptadılar.
Madde, uzay ve zaman içinde sonsuzdur. Maddenin uzay içindeki sonsuzluğu düşüncesi daha antik çağın filozoflarınca ifade ediliyordu. Ancak bu ifade, ancak yeni çağın bilimi tarafından temellendirilebildi. Çünkü toplumun üretici güçlerinin ancak daha sonraki gelişimi, bilimsel araştırmaları, uzayın derinliklerini araştırma yeteneğimizi olağanüstü artıran aletlerle donatabildi.
Teleskopun icadından, tayf analizinin bulunuşundan, ışığın yayılma hızının saptanmasından önce bilim, gökcisimlerinin büyüklüğüne ya da bizimle onlar arasındaki mesafeye ilişkin sağlıklı veriler elde edemiyordu.
Modern astronomi, çevremiz hakkındaki bilgimizi olağanüstü ölçüde genişletmiştir.
Devasa mesafeler hakkında bir fikir edinmek için, astronominin bize sağladığı bazı verilerden söz etmek gerekir.
Bilindiği gibi ışık, sıradan hiçbir cismin hareket hızının yaklaşamadığı büyük bir hızla yayılır. Saniyede 300 bin kilometre kat eder. Güneş ışığı, gezegenimize sekiz dakika içinde ulaşır. Bu, dünyanın güneşe olan uzaklığının ortalama 149 milyon kilometre olduğu anlamına gelmektedir.
Ama bu mesafenin, ışığı dünyaya 4,3 ışık yılında ulaşan en yakın yıldız (Alpha Cephei) ile gezegenimiz arasındaki uzaklıkla karşılaştırıldığında hiç de büyük olmadığı ortaya çıkar.
Güneş sistemimizin de dâhil olduğu ve Samanyolu ya da galaksi olarak andığımız yıldız kümesinin çapı 100 bin ışık yılı olarak hesaplanıyor.
Bugün gözlemlenebilen en uzak galaksiler, yarım milyar ışık yılı uzağımızda bulunuyor.
Bütün bu veriler, gözlem olanaklarımızın sınırlarının sürekli olarak genişlediğini gösteriyor ve böylece evrenin sonsuzluğu ve tükenmezliği pratikte saptanmış oluyor.
Burjuva bilim adamlarının, evrenin sınırlarını saptama, evrenin uzay ve zaman içindeki sonluluğunu ispat etme girişimleri, obskürantların(6), aydınlanma karşıtlarının bilime karşı giriştiği bir saldırıdır.
Gerçek bilimsel diyalektik materyalist dünya görüşüyle donanmış Sovyet astronomisi, burjuva “fizikçi” ve “gökbilimci” idealistlerin bilimi sürüklemeye çalıştıkları “çıkmazlar”dan çıkış yolunu göstermiştir.
Amerikalı bir gökbilimcisinin, dünyanın yaratılışına ve yok oluşuna dair dini masalları, sözüm ona evrenin tam iki milyar yıl önce yoktan var olduğu sonucuna ulaşan “evrenin büyüyen genişlemesi” hipoteziyle temellendirme girişimi, bilimin elde ettiği bulguların nasıl tahrif edildiğinin bir örneğidir. Dini bir obskürantizmin argümanlarını desteklemek için bilimin güçlüklerinden yararlanmaya çalışan bu türden “fizikçi” ve “gökbilimci” idealistler fiyaskoya uğramaya mahkûmdurlar. Çünkü bilimin her yeni bulgusuyla birlikte, sonsuz evrenin bizler tarafından keşfedilen bölümünün sınırları genişlemektedir.
Engels döneminde, diyalektik materyalizmin öğretisinin tamamının mantıksal bir sonucu olan şeyler, günümüzde doğabiliminin gelişiminin ileriye attığı her bir adımla birlikte, yeni bilimsel bir temele kavuşmaktadır.
Madde, sonsuz derinliğe ve genişliğe sahiptir.
Maddenin uzaydaki sonsuzluğu, yalnızca, evrenin bir sonu ve sınırları olmadığı anlamına gelmekle kalmaz, aynı zamanda, maddenin en ufak parçacığının derinliğine, atomun ya da onu oluşturan sonsuz daha küçük parçacıkların boyutuna inersek, herhangi bir sınırına, son ve değişmez bir parçacığına ulaşamayacağımız anlamına da gelir.
Maddenin zaman içindeki sonsuzluğu, uzay içindeki sonsuzluğuyla yakından ilişkilidir. Uzay ve zaman, sonsuz hareket, değişim ve gelişme içindeki sonsuz evrenin varlık biçimleridir.

* * *
İdealist felsefe var oldukça, yalnızca maddenin, insan bilincinin dışındaki ve ondan bağımsız nesnel varlığını yalanlamakla kalmadı, aynı zamanda doğanın geçici ve bir süreliğine varlığını kabul etmek durumunda kaldığı durumlarda da, maddenin hareket yeteneğini reddetti. Maddeyi, yalnızca dışsal, madde üstü bir gücün, tanrısal bir “ilk itilim”in etkisiyle harekete geçebilen cansız, her zaman için hareketsiz bir kütle olarak gördü.
Metafizik mekanik materyalizm, hareketi, maddenin ayrılmaz bir parçası olarak görüyor, ancak daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, hareketi çok dar anlamda, salt bir yer değişimi olarak kabul ediyordu. Bu yüzden de, maddenin mekanik yer değişiminden, gerçekte var olan doğa görüngüleri ve nesnelerinin sonsuz nitelikteki çeşitliliğinin nasıl ortaya çıktığını açıklayamıyordu.
Engels’in “utangaç materyalistler” olarak tanımladığı tipteki bilinemezciler, madde ve hareket arasındaki ilişkiyi kavramakta güçlük çekiyor, bu ilişkiyi kavranamaz olarak ilan ediyor ve bu sorunun çözümünü deneyim alanında değil, herhangi bir var olmayan “öteki dünya”da aramayı öneriyorlardı (Dubois-Raymond).
Oysa mesele, Engels’in dediği gibi, yeterince basittir. “Hareket, maddenin var olma biçimidir. Hiçbir zaman ve hiçbir yerde hareketsiz madde olmamıştır ve olamaz da… Tüm durağanlık, tüm denge yalnızca görelidir ve şu ya da bu belirli hareket biçimi ile ilişkili olarak bir anlama sahiptir… Hareketsiz madde, tıpkı maddesiz hareket kadar düşünülemezdir.”(7)
Yalnızca kilise obskürantizmi tarafından desteklenen, dünyanın evrenin odak noktası olduğuna ilişkin yanlış görüş, çoktan uzak bir geçmişte kalmıştır.
Modern astronomi, dünyanın saniyede 30 km’lik bir hızla güneş etrafında döndüğü ve güneşin de kendisinin olağanüstü bir hızla evrenin sonsuz boşluğunda hareket ettiğini saptamıştır.
Dünyanın, tüm kıtalar dâhil yer kabuğunda sürekli kaymalar ve değişmeler olagelmektedir.
Dünyanın yüzeyindeki ve içindeki tüm cisimler, sürekli salınım, hareket halinde bulunan molekül öbekleşmelerinden oluşmaktadır. Molekülleri oluşturan atomlar, birbirine bağlı ve olağanüstü bir hızla devamlı hareket halinde bulunan elementer parçacıklardan meydana gelir.
Fakat hareket, bir yer değiştirme, bir dönme, bir salınım ya da bir dalgalı hareket biçiminde uzaydaki bir konum değiştirme değildir yalnızca.
Hareket, aynı zamanda bir değişim, bir durumdan başka bir duruma geçiştir de; cismin niteliksel bir değişimidir.
Hareketin araştırılmasına, onun en basit biçimleri ile (yer çekimi etkisiyle cisimlerin düşmesi, cisimlerin yeryüzü yüzeyinde yer değiştirmesi, top mermilerinin uçuşu ve sonra da gezegenlerin güneş etrafındaki hareketi ile) başlanması sonucunda, öncelikle katı cisimlerin hareketi en iyi araştırılan alan oldu. Bu nedenle, katı cisimler mekaniği, henüz 17. yüzyılın ikinci yarısında yüksek bir gelişme düzeyine ulaşmıştı. Bu dönemde Newton, mekanik hareketin temel yasalarını saptadı ve tüm evren için geçerli çekim yasasını buldu. Aynı dönemde matematikte kaydedilen ilerlemeleri (analitik geometri -Descartes; sonsuz küçüklükteki büyüklüklerin analizi ya da diferansiyel ve entegral hesapları- Newton ve Leibnitz) anmak gerekir. Bu bilim adamları materyalist dünya anlayışının mekanik biçiminin temelini de yarattılar.
Doğa araştırmacıları, her hareketi en basit mekanik hareketle özdeşleştirmeye başladılar ve tüm hareketin üst biçimlerini, büyük kütlelerin ya da moleküler parçacıkların mekanik hareketine indirgemeye çalıştılar. Hareketin böyle bir mekanik kavranışının kaçınılmaz sonucu, karmaşık süreçlerin kabalaştırılmış yanlış bir kavranışı oldu.
Bizi çevreleyen evrenin incelenmesi ise, ısı, ışık, elektrik, manyetizma gibi, ancak kendilerine özgü özelliklerine ve kendilerine özgü yasalarına dayanarak anlaşılabilen görüngülerin saptanmasını sağladı. Isının, sıcak bir cisimden daha soğuk bir cisme geçişi gibi; ışığın, havadaki ışından daha yoğun saydam bir ortama geçişi sırasında kırılması gibi ya da telin elektrik akımının geçişiyle birlikte ısınması gibi olgular, basitçe sabit ve değişmez parçacıkların yer değiştirmesine dayandırılamaz.
Kimyasal görüngülerin ise daha da karmaşık oldukları ortaya çıkmaktadır. Bunlar, Engels’in, hareketin başlı başına değişim olduğu tezini büyük bir açıklıkla kanıtlamaktadırlar. Kimyasal birleşme ve ayrışma reaksiyonları, basit madde ya da elementlerden karmaşık maddelerin oluşumu, doğadaki bitkisel ve hayvansal organizmalardan organik maddelerin oluşumu – bütün bunlar, maddenin değişik hareket ve değişme biçimleridir.
Daha üst, yeni nitelikteki bir hareket biçimi, en önemli faktörü canlı organizma ve onu çevreleyen dış dünya arasındaki kesintisiz özümleme olan yaşam sürecidir. Engels’in “Doğanın Diyalektiği”nde dediği gibi, organizma, mekanik, fizik ve kimya üçlüsünün bir daha bölünemeyecek şekilde bir bütün halinde birleştiği en üst birliktir.
Maddenin her hareket biçimi, böylece, özel bilimlerin -mekanik, fizik, kimya, biyoloji- araştırma konularını oluşturan kendine özgü yasalara sahiptir.
Bu arada bu, hareketin daha üst biçimleri ile alt, basit biçimleri arasında bir bağ bulunmadığı anlamına gelmez. Gerçekten de, fiziksel süreçler, mekanik hareket (yer değişimi veya moleküler hareket) halinde olan maddi cisimlerde gerçekleşirler; kimyasal süreçlerin meydana gelmesi, ısıdaki, elektrik durumundaki bir değişim olmaksızın olanaksızdır; biyolojik hareket ya da organizmanın yaşamı, kimyasal, fiziksel ve mekanik hareketlerin var olmasını şart koşar. Ama bu yan biçimlerin varlığı, Engels’in dediği gibi, gözlenen her ayrı durumdaki ana biçiminin karakterini, özünü ortaya çıkarmaz.
Maddenin en üst hareket biçimleri arasında en karmaşık olanı, insan toplumunun gelişme sürecidir. Bu, Marx ve Engels’in kurduğu materyalist tarih anlayışına dayanan toplum biliminin araştırma konusudur.
Maddi hareketin bütün türleri arasında doğrudan bir bağ vardır ve bu biçimler birbirlerine geçebilirler.
Engels’in de söylediği üzere; madde gibi onun hareketi de, var edilemez ve yok edilemez bir şey olarak karşımızda durur.
Materyalist felsefe ve doğabilimleri hareketin yaratılamayacağı ve yok olamayacağı sonucuna çoktan ulaşmış bulunuyor.
Bu sonuç, daha 18. yüzyılda, üstün bir Rus âlimi olan Rus doğabilimlerinin kurucusu M. V. Lomonossov tarafından çıkarılmıştır. Lomonossov, bu sonuca, bu doğa yasası bulunmadan ve 19. yüzyıl ortalarında, teknik gelişmelere dayanarak deneysel olarak kanıtlanmadan yaklaşık 100 yıl önce varmıştır.
Enerjinin korunumu ve dönüşümü yasasının bulunuşu, maddenin hareketinin yok olmazlığına ve sürekliliğine ilişkin doğabilimsel kanıtlar sağlamıştır.
Enerjinin korunumu ve dönüşümü yasası, maddenin korunumu yasasıyla birlikte diyalektik materyalizmin sarsılmaz bir temel dayanağını oluşturmaktadır. “Fiziksel idealizmin” bu yasayı reddetme ve onunla çelişen süreçler bulma çabaları, kaçınılmaz olarak fiyaskoyla sonuçlandı.

Dipnotlar:
(1) “Geschichte der KPdSU (B), Kurzer Lehrgang” (“SBKP (B) Tarihi, Kısa Ders”), Dietz Verlag, Berlin 1950, sf. 139)
(2) A. A. Jdanov, “Kritische Bemerkungen zu dem Buch G.F. Alexandrows ‘Geschichte der westeuropäischen Philosophie”‘ (“G. F. Aleksandrov’un ‘Batı Avrupa Felsefesi Tarihi’ Kitabına İlişkin Eleştirel Notlar”), Dietz Verlag, Berlin 1950, sf. 10–11.)
(3) V. 1. Lenin, “Materialismus und Empiriokritizismus” (“Materyalizm ve Ampiryokritisizm”), Dietz Verlag, Berlin 1949, sf. 119)
(4) Editörün Notu: Yazar, “parçalanamayan maddeler” tanımını yaparken, kuşkusuz, yazının yazıldığı tarihte bilgisine sahip olunmakla kalmayan ama pratik olarak da gerçekleştirilen atomun parçalanmasını gözden kaçıran bir yaklaşım içinde değildir. Kimyasal maddeleri sınıflandırırken, artık parçalandığında ortaya farklı elementlerin çıkmadığı/çıkmayacağı maddeler (elementler) ile parçalandığında farklı elementleri veren bileşikleri birbirinden ayırmak üzere kimyasal parçalanamazlıktan söz etmektedir.
(5) Friedrich Engels, “Anti-Dühring” Moskova 1946, sf. 51
(6) Obskürantlar: obskürantizm savunucuları, karanlık yanlıları, gericiler.
(7) Friedrich Engels, “Anti-Dühring”, Moskova 1946, sf. 70–71

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑