Pentagon’a ve Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine uçaklarla yapılan saldırı, yeni bir emperyalist saldırganlık dalgasını da ateşledi. Dünya halklarının, özgürlük ve demokrasinin, halklarının egemenlik ve bağımsızlığının baş düşmanı Amerikan emperyalizmi, olayın hemen ardından tüm dünya halklarını ilgilendirecek denli kapsamlı bir “savaş” ilan etti. Washington ve New York saldırısının kitlesel bir katliama yol açmasını kazanca tahvil ederek, güç gösterisi ve tahakküme dönüştürmekte acele eden Amerika’nın dünyaya ilan ettiği “savaş”ta, ilk hedef olarak gösterdiği merkez ise ilginçti. Terörizm, ilkellik, barbarlık gibi kavramların yüklendiği, kin ve nefretin yöneltildiği hedef tahtası yapılan Afganistan; “modern dünya’nın yüz karası” olarak, diğer emperyalist güçler bakımından da ezilip yok edilmeyi hak etmişti! Tümü, el konulma ve yeniden paylaşılma konusu olan Afganistan ve çevresindeki stratejik bölgeden yağlı bir kuyruk kapmak, en azından bölgeyi tek başına ABD’nin eline terk etmemek amacıyla, hızla oluşan “terörizme karşı koalisyon’^ katıldılar. Rusya 1979’da işgal ettiği Afganistan topraklarından özür dileyerek yıllar sonra çıkmış olmakla beraber, acı hatıralarını muhafaza ediyordu. Almanya, küçük de olsa bir köprübaşı tutmak niyetindeydi, vb.
Gelişmiş silahlarını, füze ve toplarını, görünmez ve pilotsuz savaş uçaklarını Afgan halkının üzerine yönelten ABD’nin, tüm yerleşim yerlerini, yiyecek depolarını, hastaneleri bombalayarak yakıp, yıkarak yaratmak istediği etki; katledilen Afganistan halkının nezdinde tüm dünya halklarının baskılanarak teslim alınması ve köleleştirilmesidir. Emperyalist müdahale, şimdiden bir katliama dönüşmüştür. Biyolojik ve kimyasal silahların denendiği laboratuar olarak sonsuz vadiler, dağ ve ovalardan oluşan Afganistan’da halk ise, yeni silahların derecesini ve gücünü ölçen kobaylar olarak seçiliyor.
Rusya’nın Afganistan işgali kadar haksız ve halkların iradesini ayaklar altına alan bu havadan ve karadan saldırganlık, tüm dünya halklarının nefretini daha şimdiden kazanmış durumdadır.
Halkın “sosyalist” maskeli Rus işgalcilere karşı direniş tutumunu da yedekleyerek kendisine bağlamış ve Taliban’ı siyasi temsilci düzeyine çıkararak halkı köleleştirmiş olan ABD, dün onları halklara özgürlük savaşçıları olarak sunmuştu. Sosyalizmi karalamak ve anti-komünizmi güçlendirmek için bu durumu değerlendiren gerici uluslararası emperyalist güçler, bu defa aynı mihrakların, “kapitalist uygarlık karşıtı” olduklarına ve ölümü hak ettiklerine halkları inandırmaya çalışmaktadırlar.
Ancak Rus ve Amerikan emperyalizminin ortak karakteri, yirmi yıl arayla bir coğrafyaya yansıyarak halkların bilincinde bir aydınlanmaya da işaret etmiş bulunmaktadır. Bu ortak tutumlarının, onlar arasında bir kapışmanın olmayacağı anlamına gelmediğini de belirtmek gerek. Aksine, esaslı kapışmalara süreç içinde sahne olacak bölgede tüm emperyalistler şimdilik pozisyon alarak ilerliyorlar. Sağlanan “ittifakın kapışmanın unsurlarını biriktirerek sürdüğü bilinmez değildir.
11 Eylül olayını ülke içerisinde ırkçı ve şoven propagandanın malzemesi yapan ABD; arttırdığı kısıtlama ve baskıların mazur görülmesi gerektiği yönünde propaganda yapmakta, hatta “olayın faili olarak yakaladıklarımız bilgi vermiyorlar” gerekçesiyle işkenceye toplumsal meşruluk kazandırmayı amaçlayarak tüm dünya diktatörlüklerine cesaret vermektedir. Emperyalist güçler, tüm propaganda unsurlarını değerlendirerek, halkları birbirine karşı kışkırtıyor, yeni savaş senaryoları hazırlayarak, bölgesel ve iç karışıklıkların zeminini hazırlıyorlar. Bölgeler düzeyinde etnik ve dinsel savaşların kışkırtıldığı, komşu ülkeler arasında yeni itilaf nedenlerinin bulunduğu ve kaşındığı bir süreç işletilmektedir. Tüm komşu ülkelerin, ulus ve azınlıkların, din ve mezhep ayrılıklarının yeniden gündeme getirildiği bu gidişatın, halklar ve emekçiler için yıkım olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
Bu gidişatı kırmak, birbirine karşı savaş haline doğru sürüklenen halkların emperyalist odakların gösterdiği güzergâhtan yol almasına müdahale etmek, halkları uyarmak ve süreci terse çevirmek için mücadele görevi, başta işçi sınıfının ve ezilen halkların partilerine düşmektedir. Bilimsel sosyalizmin öğretici geçmişinden çıkarılabilecek fazlasıyla sonuç vardır.
Bugün halkların yeniden bilimsel sosyalizmle buluşmaları ve devrimci politik tutum etrafında birleşmelerinin olanakları zenginleşerek güçlenmektedir. “Yeni Dünya Düzeni” aldatmacasının ekonomik, politik ve ideolojik etkisinden kurtulan geniş emekçi, aydın ve akademisyen çevrelerin kendilerine gelmelerinin, bölünmüş ve parçalanmış bulunan işçi ve emekçi hareketinin toparlanmasının olanakları genişlemektedir. “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin!” çağrısının, somut gelişme karşısında pratik politika bakımından yeniden kazandığı önemi anlamak ve atağa geçmek gerekmektedir. Tüm emekçi yığınların emperyalizm ve gericilik karşıtı bir platformda birleşmesinin olanaklarını da sağlayan koşullar, dünya ölçeğinde; bağımsızlık, demokratik halk iktidarı, devrim ve sosyalizm davasının savunucularına büyük görevler yüklemiş bulunmaktadır. Tarihsel olayları ve kavgaları, gerici ve ırkçı duygu, ihtilaf ve itirazları, yeni pazarlar elde etme emellerine dönüştüren emperyalist güç odaklarının saldırganlığı karşısında halkların birliği ve kardeşliği büyük önemdedir. Tüm ulus ve devletler için gündeme getirilen emperyalist (ve gerici) kapışma zemini yönetici güç odaklarınca taraf buluyor ve güçleniyor olmakla birlikte, halklar arasında öfkeyle karşılanıyor.
EMPERYALİST HEGEMONYADA YENİ BİR SÜREÇ
YDD’nin yıllar önce ilan ettiği tüm amaçları iflas etmiş durumda. Dünya proletaryası ve ezilen halkları nezdinde örgütlenme erozyonu, sosyal hak gaspları, daha fazla işsizlik, yoksulluk, açlık ve düşkünlük olarak büyük tahribatlar yaratan küreselleşme politikalarının ve onun ideolojik hegemonyasının sarsılmaya ve yıkılmaya yüz tuttuğu, küreselleşmeye karşı gösteri ve protestoların gelişmiş ülkeleri tedirgin edecek düzeye yükseldiği bir tarihsel süreçte; “uçaklı saldırı” manivela olarak kullanılarak, çökmüş YDD konseptinin “barış” maskesi fırlatılıp atılmıştır. Ne Ortadoğu ne de Balkanlar’da “yeni düzen”ini yerleştirebilen haydut Amerika’nın, bir anda tüm “insani normları”ndan sıyrılarak ve YDD’nin demagojik argümanlarını ayakları altında ezerek saldırıya geçmiş olması, dünya jandarması olarak pozisyonunu güçlendirme ve bunun için gözünü budaktan esirgememe yöneliminin bir start işaretidir.
Bush’un olayın hemen ardından “silah başına” çağrısı yapması, dünya halkları nezdinde “dünyanın yeni bir emperyalist paylaşım savaşına doğru sürüklendiği” yönlü değerlendirmelere neden olmaktadır. ABD’nin olaydan hemen sonra “kanıt” “belge”,”bilgi” ihtiyacı duymadan, tüm uluslararası kurum ve hukuk normlarını tepeleyerek, daha önce dikkatini yönelttiği Orta Asya’yı ve Afganistan’ı işaret etmesi, ardından Ortadoğu’yu ve Irak’ı göstererek “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” yönlü açıklamalar yapması; halklara yönelik bir savaş dalgasının başlatıldığı ve “dünyanın yeniden yıkılması ve düzenlenmesi isteği” olarak algılanmaktadır. Nitekim bölge büyük bir kapışmaya dönük olarak savaş unsurlarıyla tahkim ediliyor. Bölgedeki halk düşmanı baskıcı uşak rejimleri yeniden derleyip toparlayan Amerika; hizaya geçmemiş olanları da hedefe koymuş bulunmaktadır. Amerika’nın her dediğine “evet” dememiş olan birçok ülke yönetimi de, ABD’nin her an kendi ülkesine saldıracağı endişesiyle beklemektedir. Irak, İran, Suriye, Libya, Yemen, Kuzey Kore, Küba gibi ülkeler atış çemberi içerisinde bulunmakta ve “haydut devletler” olarak bu ülkelere saldırının dünya kamuoyu tarafından benimsenmesine çaba sarf edilmektedir. Yine de ABD’nin, halklarının İslami kaygılarını göz ardı edemeyen Suudiler ve Mübarek gibi eski müttefiklerini net biçimde ardında toplayamadığı görülmektedir.
HALKLARA YÖNELİK SALDIRGANLIK SÜREKLİ KILINMAK İSTENİYOR
11 Eylül olayı tüm gelişmiş kapitalist merkezleri sarsmakla kalmadı, askeri karargâhları da hareketlendirdi: Savaş uzmanları, generaller harekete geçti. Savaş arşivleri ve haritalar açıldı, hazır tutulan krokiler çekmecelerden çıkarıldı. Önceden kırmızı kalemle işaretlenmiş stratejik bölgeler, petrol, doğalgaz rezervleri barındıran bölgeler, ulaşım ve geçiş bölgeleri askerlerin postallarına açıldı. Halkların açlık, işsizlik ve zorbalık altında inlediği koşullarda, Amerikan emperyalizminin savaş uzmanları; dünya haritası üzerinde dolaştırdıkları çubuğu, Orta Asya’ya yönelterek Afganistan’ı işaret ettiler. Tesadüf değildi. Etnik çatışmaların işçi dayanağından, devrimci ve bağımsızlıkçı karakterden yoksun olduğu, bitkin, aç ve sefil halkların yaşadığı bu alanda, Orta Asya’da sağlanmış askeri, politik ve ekonomik üstünlüğün dünya egemenliği açısından da önemli olduğu bilinmektedir.
Üstelik bu, Orta Asya üzerindeki “150 yıllık Çin ve Rusya hegemonyasının kırılması” için “isabetli” bir seçimdi. Ancak ABD, her şeye rağmen bölgenin at koşturmakta boş olmadığını, Rusya ve Çin faktörünün önemli olduğunu bilmektedir. Ve karşılık olarak, hiçbir emperyalist güç ABD’nin Bin Ladin’i alıp gitmekle sınırlı kalacağını düşünmemektedir. ABD’nin Balkanlardaki Müslüman-Hıristiyan, Hırvat-Sırp-Boşnak çatışmasını Asya’da da yaratmak isteyeceği, bölgenin, özellikle Kafkasların buna uygun olduğu da bilinmektedir. Ayrıca, ABD Orta Asya’daki konsensüse itiraz etmiştir ve onu dağıtmayı amaçlamaktadır. Böylece, duruma ve soruna göre değişen ittifaklara da müdahale etmiş olmaktadır. Bu “kapsamlı” ve “on yıllarca sürecek savaş” aynı zamanda, Alman-Rus, Rus-Çin, Rus-Çin-İran birlikteliğine denk gidişata bir itirazdır. Ortadoğu’da ise, İsrail sorunundan dolayı güçlenen İslam-Arap halklarının birleşme eğilimine karşı duyulan rahatsızlık, Saddam’ın “nifak unsuru” olarak varlığını sürdürmesi ve Amerikan karşıtlığından dolayı Arap halklarında sempati yaratması gibi sorunları “çözmeyi” kapsayacak gelişmeler, bölgede Kürt sorununu da gündeme getirecektir.
Evet, saldırı ve savaş uzun sürecektir; çünkü amaçları, ne Bin Ladin ne de Taliban’ın derdest edilmesiyle sınırlıdır.
YENİ GERİCİLİK DALGASI HALKLARIN EMPERYALİZME KARŞI YENİDEN AYAĞA KALKMASINI ENGELLEYEMEZ
Asya’nın mazlum ve yoksul halklarının zulme ve sömürüye karşı her geçen gün büyüyen öfkesi, demokrasi ve özgürlük özlemi, emperyalistler tarafından çarpıtılmakta ve ters yüz edilerek halklar birbirlerine düşman edilmek istenmektedir.
Emperyalizmin uşağı gerici, dinci, faşist ve ırkçı baskıcı ve sömürücü bölge ülke yönetimleri bir kez daha kutsanarak, dünya ölçeğinde ezilen ve sömürülen tüm halklara gözdağı verilmek, gerici cephe için ise karşılıklı güven tazelenmek isteniyor. Bu sürece uyum sağlayamayan bazı gerici uşak yönetimlerin “elden geçirilmesi”ni de kapsayan operasyon, tıpkı 1990’ların başında ilan edilen küreselleşme-YDD süreci gibi, önümüzdeki uzun yıllara yayılmış bir süreç olarak tasarlanmaktadır. Demokrasi ve özgürlük mücadelesi veren güçler, ulusal demokratik ve halkçı hareketler, sosyal kurtuluş mücadelesi veren örgütler, işçi sınıfının devrimci parti ve örgütleri, dahası, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, demokratik cepheler ve birlikler, üzerlerinde “terör” estirilerek mahkûm edilmek, yalnızlaştırılmak, etkisizleştirilmek, bastırılıp yok edilmek istenmektedir.
Tüm ülke gerici egemen sınıfları, emperyalist dünya gericiliğinin yaydığı rüzgârın etkisiyle, yarım kalmış işlerini tamamlamaya, işçi sınıfının ve ezilen halkların bilincinde devrim ve sosyalizm fikrini yok etmek için, kin ve nefret kusarak kapitalist kölelik zincirlerini güçlendirmeye yönlendirilmektedirler. Ekonomik buhranın derin etkisi ve siyasi köleliğin çekilmez baskısından kurtulmak için silkinip, politik talepler ve siyasi iktidar için ayağa kalkacak halklar, korkutulmak istenmektedir.
Bunun için tüm ülkelerde hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar da tırmandırılmaktadır.
YDD VE KÜRESELLEŞME YALANI BİTTİ Mİ?
Bundan on yıl kadar önce, Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasının hemen ardından, kapitalist demagoji merkezleri, “artık savaşların son bulduğu” nu vaaz ederek “Yeni Dünya Düzeni”ni ilan etmişler ve “globalleşmenin” startını vermişlerdi. Özgürlük, demokrasi, barış gibi halkların özlem duyduğu kavramlar, vahşi kapitalizmin sömürü ve zulmünü gizleyen perde olarak kullanıldı. Bunlar, parıldayan kavramlar olarak göz kamaştırdı! Ya bundan yana olmak, ya da karşı olmak vardı. Tıpkı günümüzdeki gibi: “Yeni bir savaş başlatılmıştır. Bu terörizme karşı bir savaştır. Ya bu savaştan yana olunacak ya da karşısında olunacaktır!” Ancak YDD’nin ilanından hemen sonraki sürecin aynı zamanda dünya ölçeğinde bir bölünme ve parçalanmaya denk düştüğü ve bu dönemin bir savaşlar dönemi olduğu bilinmektedir. Dönem, emek ve sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkinin daha da derinleştiği, kazanılmış ekonomik, sosyal ve siyasal hakların budandığı bir sürece de karşılık geldi.
Bu yıllar, aynı zamanda kapitalizmin altın çağı oldu. Sömürü ve yağma ideolojik saldırıyla at başı yol aldı. Batı kapitalizmi ve burjuva demokrasisi hayranlığı aydın tavrı olarak güç topladı. Birey olma özgürlüğü keşfedilirken, devrim ve sosyalizm fikrine karşı kin ve nefretle, emperyalist odakların emir erleri gibi “örgütlenmiş” olarak hareket edildi. Emek kavram olarak bile yadsındı. Birçok parti ve örgüt yalpalayarak “Yeni Dünya”da bir yer edinme telaşına kapıldı ve eriyip tasfiye oldu. Öyle ki, devrim ve kurtuluş düşüncesi ve eylemi, emperyalistlerin dayatmasıyla, burjuva kulüp ve birliklerce kabul edilebilir olduğu oranda savunulur ve uğruna mücadele edilir bir düzeye çekildi.
Emperyalist kapitalistlerin, “insanlığın; barış ve güvenlik, özgürlük ve hukukun üstünlüğü gibi evresel özlemlerini gerçekleştirme” görevinde samimi olduğu kabul edildi. Bu yöndeki “tarihi açıklamalar” fazlasıyla önemsenerek ümit beslenip, beklentiye girildi. Oysa emperyalistler ve işbirlikçilerince, Filistin halkı kendi topraklarında katledilirken; Kürtler, Ortadoğu coğrafyasında bölünüp parçalanmış, esarete mahkûm edilmiş, inkâr ve asimilasyonla eritilip yok edilmek istenir ve demokratik hak talepleri kanla bastırılırken, bölgede birçok etnik grup ve halk kışkırtılarak, örneğin Bin Ladin “özgürlük savaşçısı” olarak desteklenmekteydi. Ancak sonuç orta yerdedir; emperyalist odaklar ürkütülmeden mücadele edilebileceği ve hak ve özgürlüklerin sahiplenilebileceği yanılgısı halklara pahalıya mal olmuştur.
Ancak tüm olup bitenler gerçeği su yüzüne çıkarmış, durumu ters yüz etmiştir. YDD iflas etmiştir. Dünya proletaryası ve ezilen halklar, emperyalizme ve gericiliğe karşı yeniden harekete geçme olanaklarını elde etmiş durumdalar. Bunu, tekelci kapitalistler, kendileri de görmeye ve itiraf etmeye başlamışlardır. Dünya devi Daimler Benz tekelinin eski başkanı Edzard Reuter İstanbul’da Sabancı Üniversitesi’nde, ‘Küreselleşmenin Nedenleri, Etkileri ve Sonuçları’ konulu konferansta tüm dünya tekellerini şu sözlerle uyardı:
“Karl Marx ile Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’daki kehanetlerinin bir gün gerçekleşmelerini istemiyorsak, (…), para kazanma özgürlüğünü sınırlayacak, ekonomik faktörleri toplumsal ihtiyaçlara, ahlaki değerlere saygı göstermeye zorlayacak uluslararası planda geçerli kurallar koymaya çalışmaktan başka seçeneğimiz yok.(…) Küreselleşmenin herkesçe saygı gösterilecek bir takım kurallar altına alınmadığı takdirde dünyanın kültürel zenginliğinin ve insanlığın değerlerinin tehlikeye düşebileceğini, küreselleşmenin yarattığı bütün zenginliğe rağmen yoksulluğu ortadan kaldırmadığını, hatta zenginle yoksul arasındaki uçurumun daha da genişlemesine yol açtığını görmeliyiz.” (Milliyet, 18 Ekim 2001)
YENİ SALDIRGANLIK DÖNEMİNDE TÜRKİYE VE KÜRT SORUNU
ABD emperyalizminin yeni bir paylaşım savaşına kapı aralayan saldırgan tutumu dünya ölçeğinde ilgi ve kaygıyla izleniyor. Tüm gerici ülke egemenleri gibi Türkiye egemen sınıfları da durumdan faydalanma hesabındadır. Bağımsız bir ekonomi ve siyasi güce sahip olmayan, emperyalizme bağımlı kapitalist egemen sınıf, içinde bulunduğu derin ekonomik ve siyasi bunalımın tahrip edici sonuçlarının üstesinden gelebilmek için durumu vesile etmek istemektedir. Yıllardır devam eden baskı ve zorbalık koşullarına karşı yükselen tepki ve güçlenen demokratikleşme talebini, AB aday üyeliği kriterlerine dair formaliteleri yerine getirmek üzere rötuşlayarak karşılamaya yönelen egemen sınıflar; bir yandan da, etnik farklılıklarıyla tüm Türkiye halkını ezen ekonomik ve siyasi baskılara karşı gelişen toplumsal tepkiyi dağıtmak, “sosyal patlama” potansiyelini paralize etmek için baskıcı uygulamaları artırıyor. Amerika hapşırsa hasta olacak işbirlikçilik düzeyindeki yönetici güç odakları; Körfez Krizi’nin 30–40 milyar dolarlık savaş faturasını halka yıkmanın üzerinden daha bir kaç yıl geçmişken, yeniden, halka rağmen, ABD’nin savaş arabasına bağlanarak halkı savaşa sürüklemektedirler. Ambargo nedeniyle uğranılan kayıplar ve bölge ülkeleriyle ‘Amerika istiyor’ diye süren “düşman komşu” ilişkilerinin yarattığı diğer büyük kayıplar da cabası. Yine Kürt sorunundan kaynaklı olarak yıllardır süren savaş ortamının yarattığı tahribatları onarmak, bölgenin kalkınması ve halkın demokratik taleplerinin karşılanması yerine, bölge halkını derinden etkileyecek bir savaşa endeksli politika izlenmektedir. Kürt sorunundaki bildik tutum devam ediyor. Kürt sorunu “terör” sorunu olarak anılıyor ve bastırılarak “çözülmüş” sayılmak isteniyor. Üstelik 11 Eylül saldırısından sonra Amerika ve İngiltere’nin estirdiği rüzgâra yelken açmış gerici, ırkçı ve şoven yönetici güç odakları, baskı ve terörü yaymada “bulunmaz bir ortam” elde ettiklerini düşünmektedirler. AB ülkelerine serzenişte bulunarak, bugüne kadar yapılan katliamları, faili meçhul cinayetleri meşru ve anlaşılır kılmak istemektedirler. Yakılan ormanlar, tahrip edilen doğa, boşaltılan köyler ve yerinden edilmiş milyonlarca Kürde yönelik uygulamaların meşru ve yerinde bir tutum olarak değerlendirilmesi amacıyla, Kürt sorununun “terör” kapsamında değerlendirilmesi için atağa geçmiş bulunmaktadırlar. Kürt sorununda çözüme dair hiç bir adım atmamış olan egemenler, bu sorun dolayısıyla dünya kamuoyu ve ezilen halklar nezdinde haksız görülmekten ve yargılanmaktan kurtulmak için kılı kırk yarıyorlar!
Ancak, bölge halkının karşılanmamış talepleri canlılığını koruyor. Egemen sınıfların ANAP vasıtasıyla yaptığı ve umut yayan açıklamalar ömrünü doldurmuş durumda. PKK’nin bu mesajları abartarak ve bazen somut kazanımlara denk düşeceğine dair mesajlara dönüştürerek yarattığı beklenti ortamı da boşa çıkmış bulunuyor. Kürtlerin iki yılı aşkın süredir gösterdikleri sabırlı bekleyiş yerini homurtulara bırakıyor. Beklentinin süresiz olmayacağı dillendiriliyor. Ancak egemen sınıflar oyalama ve burun sürtüp teslim almak için değerlendirdikleri ANAP’a “yeter” diyerek, dur işareti vermiş oldular. Nihayet, ANAP Abant Toplantısı’nda “arabulucu” rolünün bittiğini ilan etti.
11 Eylül saldırısının ardından Afganistan’a yönelik saldırı ve süren katliamlar, birçok ülke yönetimlerinde olduğu gibi her ülkedeki politik mihrakların pozisyonunda değişikliklere neden oldu. Bu pozisyon edinme süreci devam edecektir. Özellikle ırkçı ve saldırgan, inkârcı ve imhacı ABD yandaşı yönetimler, bu süreci güçlenme ve ayak bağlarını ayıklama açısından değerlendireceklerdir.
Kürt sorununa dair gelişmelerin olabileceğine yönelik beklentiler de gözlenmektedir! Egemen sınıfın mevcut politikasını ağırlaştırarak sürdürme tutumuyla değerlendirilmek istediği süreçten; PKK ve işbirlikçi Kürt burjuva politik çevreleri tarafından ise, “iyiye” yorumlanacak gelişmeler beklenmektedir.
Bölge halkının demokratik haklarının “terör” kapsamına alınması uğruna gerici egemen sınıflar, emperyalist merkezlere her türlü tavizi vermeye hazır durumdalar. Ve bunun böyle olacağına dair fazlasıyla veri bulunmaktadır. Bir halkın toptan “terörist” ilan edilmesinin mümkün olmadığını bilen egemen sınıflar, hak ve özgürlük istemiyle ortaya çıkmış örgütlenmeleri bu kategoride değerlendirmek ve mahkûm etmek için atağa geçmiş bulunmaktadır. Diğer yandan Ortadoğu’daki diğer Kürt coğrafyalarıyla da yakından ilgileniyorlar. Irak Kürdistan’ındaki gelişmeleri yakinen takip eden Türkiye’nin yönetici güç odakları, bölgede ABD jandarması rolünü üstlenen İsrail’den geri kalmamaya çalışırken, ABD’nin hesapları kapsamında olduğu varsayılan Kuzey Irak’ta olası bir Kürt Devleti’ne ise endişeyle bakmaktadır. Bir yandan ABD’ye mahkûmiyet, diğer yanda kaygı ve endişe! ABD politikalarının ve çıkarlarının gereklerini yerine getirmeye mecbur edilmiş bir ekonomik ve siyasi bağımlılık içindeki egemen sınıflar, onun savaş politikasına da mahkûm durumdadır. Egemen sınıfın Afganistan’a yönelik saldırı ve savaşa bu denli gönüllü “asker” yazılmasında, Meclis’in asker gönderilmesine dair kanunun çıkarılmasında acele etmesinde, üslerin ve tüm olanakların hazır hale getirilmesinde, ekonomik ve politik mahkûmiyetin payı yadsınamaz.
Egemen sınıflar ekonomik ve siyasi çözümsüzlük içerisinde her gün daha çok çaresizliğe doğru yuvarlanırken, Irak’a saldırıyla yeniden gündeme gelmiş bulunan Kuzey Irak’ta bir Kürt oluşumu onları hepten çileden çıkarmaktadır. Ayrıca, K. Irak’ta bir oluşumun sağlanması, bunun ABD tarafından desteklenip silahlandırılarak kurumlaştırılması ve Saddam’a karşı dirayet gösterebilecek bir güç haline getirilmesi olasılığı; gerici Türkiye egemen sınıflarını son derece rahatsız etmektedir. Böylesi bir durumun bölgedeki dengelerde yaratacağı “sarsıntı”, bölge ülkelerindeki devasa Kürt nüfusu “kışkırtma” tehlikesi, tüm bölge gerici iktidarlarını korkutmakla beraber; Türkiye gerici egemen sınıfları, en fazla kaygı duyan taraf olarak, “uluslararası diplomasiyi” harekete geçirdi. Bu gelişmenin, kendi kaderini eline almak bakımından “emsal” olacağı korkusu, uykuları kaçıracak türdendir. Gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceği bir yana, bu yerinde bir kaygıdır! Hak ve özgürlük talep eden Kürtlerin her durumu kendi lehlerine değerlendirmek istemelerinden daha doğal bir şey olamaz. Üstelik böyle bir gelişmenin Türk işçi ve emekçileri tarafından desteklenmesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesiyle bütünleşmesinin olanakları da oldukça fazladır.
ABD’nin Irak, İran ve Suriye devletleriyle süregelen problemlerini böylesi bir dönemde gündeme getirmek istemesi ve bunun Kürtler için yeni bir konjonktür yaratması olasıdır. Ancak bunun, Kürtler ve onların politik temsilcileri tarafından nasıl değerlendirileceği önemlidir. İsrail’in büyük destekçisi olmaktan dolayı Arap halkının tepkisini üzerine çekmiş bulunan Amerika, manevra alanı daralmış İsrail’in yanına, Kürt işbirlikçilerini katmak istemektedir. Bölgede organize bir Kürt gücünün Saddam’a karşı değerlendirilebileceği hesaplanmaktadır. Yıllardır Irak halkına yönelik saldırı ve ambargolarla bir buçuk milyon Iraklının ölümüne neden olan Amerikan emperyalizmi, 11 Eylül olayı vesilesiyle açmış olduğu yolu genişletmek ve saldırganlığı yaygınlaştırıp tüm petrol bölgesini, doğalgaz, maden ve enerji yataklarını, ulaşım ve taşıma yollarını kendisine bağlamak ve sorunsuz yıllar yaşamak için, Afganistan benzeri bir saldırıyı Irak’a yöneltmek ve yeni bir Irak yönetimi atamak istediğini açıklamaktadır. “Terörizm” merkezlerine saldırmanın benimsenmiş olduğu böylesi bir dönemde, bu, yapılmak istenecektir. Tüm kapitalist kurumlar yüzlerindeki “bağımsız” maskesini sıyırıp atmış durumdayken, bunu yapmak daha da kolay olacaktır. Tüm “hümanist”, “sivil ve bağımsız” örgüt ve kurumların gerçek yüzleriyle savaş yanlısı olarak dünya halklarına karşı açılmış saldırıda yer aldığı böylesi koşullar, buna müsait görünmektedir. Amerika; BM, NATO, AB, AK, AGİT, VATİKAN, KIZILHAÇ ve bilumum uluslararası “tarafsız” kurumu tarafına çekmiş ve savaş destekçisi olarak onlardan açık çek almışken, önümüzdeki süreçte, başta Irak olmak üzere, bazı merkezlere yüklenebilmenin koşullarını oluşturmaya çalışacaktır. Gerçi, Afganistan’dan Irak’a ve dolayısıyla Ortadoğu’ya döndüğünde, bölge açısından gelenekselleşme eğilimi gösteren çıkar farklılıkları nedeniyle, ABD’nin şimdi kendisine destek sunan güçleri ardında bulması beklenemez, hatta bir kısmını karşısında da bulacaktır. Yine de pürüzlü durumları taviz alış-verişiyle düzenlemeye yönelebilecek ABD’nin, Irak’ı sıraya koyması az olası değildir.
Ancak, Irak’a güçlü bir saldırı hareketiyle yüklenecek olan ABD’nin, Barzani ve Talabani kuvvetlerine bölgede yeni bir rol biçeceğinden korkmakta olan Türkiye gericiliği, Kürt sorununu “terör” sorunu olarak göstermede istediği sonucu elde edememiş olmakla hayıflanmaktadır. Bugün sıkça vurgulanan “haklı çıktık” söylemi de, bir züğürt tesellisi olarak boşlukta kalmaktadır. Bütün dünya kamuoyu bilmektedir ki, tüm göz boyama, yasak savma ve göstermelik düzenlemelere rağmen, bir süre önce Anayasada yapılan değişiklerin bir bölümü, Kürt sorunu kaynaklıdır. Demokratik hak ve özgürlük taleplerini baskı ve darbelerle bertaraf etmiş, idam işkence, cezaevi, kayıplar ve katliamlarla anılan egemen sınıflar, kötü bir sicile sahiptir. Türkiye egemen sınıfları, darbelerle anılan bir ülkenin yöneticileri olarak uluslararası sözleşmelerdeki insan hak ve özgürlüklerine dair yükümlülüklerini bile yerine getirmemektedir. “Türkçeden başka dilden yayın yapılamaz” yasağı hala devam etmektedir. Kültür ve dil üzerindeki yasaklar sürmektedir. Gerici, ırkçı ve şoven tutumda ısrar eden egemen sınıfların “şark kurnazlığıyla Meclis’ten alelacele geçirdikleri yasal düzenlemeler ne genel olarak ne de bölge işçi ve emekçileri tarafından demokratikleşmede bir aşama olarak değerlendirilmediği gibi, AB’nin ilgili komisyonlarınca da “gayri ciddi” bulunmuştur. Günlük yaşamda baskı ve yasaklar, gözaltında ölümler, gözaltı ve tutuklamalar, düşünceye baskı devam etmektedir.
Ancak, Amerika’nın Afganistan’a saldırısı üzerinden kendi yerini ve konumunu yeniden “önemli” olarak belirlemiş bulunan egemen sınıflar, kendi büyüklüğünü ve önemini ABD çıkarları üzerinden, onun için oynayacağı rol üzerinden hesaplayarak dile getirmektedir. Yönetici güç odakları, ABD’nin “güvencelerine” rağmen Kürt sorununda rahat edememektedir. Kürt sorunundaki olası gelişmeler ve bunun bölgede ve Türkiye’de yapacağı etki, sömürü ve baskıyla yönetmeyi tarz haline getirmiş bulunan egemen sınıfları kaygılandırmaktadır. Onların “Türkiye’nin Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının merkezi yerinde olması, Boğazlar ve Akdeniz’e hâkimiyeti ile stratejik ulaştırma yollarını kontrol etmesi, dünyanın en önemli enerji kaynaklarının bulunduğu bölgeye yakınlığı, jeopolitik ve jeostratejik önemine” dair açıklamalarına rağmen, Kürt sorunu ağır bir ayak bağı durumundadır. Böyle kaldıkça, egemen sınıfların, “NATO açısından dünün kanat ülkesi Türkiye, bugün bir cephe ülkesi durumuna dönüşmüştür” türü böbürlenmeleri de, bir şey ifade etmeyecektir. ABD ve AB, Kürt sorununu bir zaaf olarak değerlendirecek ve bu sorun üzerinden egemen sınıfları kendine mahkûm etmeyi sürdürecektir. Çekiç Güç’ün dinleme, gözetleme, istihbarat ve diğer gelişmeleri izlemek üzere kurulan bir Amerikan üssü/karakolu olduğu, başta Irak’a yönelik olmak üzere bölgedeki ABD çıkarları için konuşlandığı bilinirken, onun bir düşman kuvveti gibi telaffuz edilmesindeki neden, Kürt sorununa ilişkin tutumdan kaynaklanmaktadır. ABD’nin, Irak’a ve Saddam’a kin kusan politikalarının aracı ve destekçisi olarak, İncirlik üssünden Irak’ın topa tutulmasına ve katliamlara onay veren, ambargoyu destekleyen gerici egemen sınıfların, Afganistan’a yönelik savaştan sonra, ikide bir “Irak’ın toprak bütünlüğüne” dikkat çekmeleri, aynı zamanda, Amerika’nın başlattığı savaşın Afganistan ile sınırlı olmayacağını da göstermektedir. Kürt sorununda Saddam ile aynı tutumu yıllardır sürdürmüş bulunan egemenler, Saddam’ın ABD tarafından devrilmesiyle kurulacak yeni bir kukla yönetimden bile endişelenmektedir. Kürtlere statü sorununda, süregelen tutumun devamını ve onlara Saddam gibi davranılmasını istemektedirler. Bunun için diplomatik görüşmeler başlamış durumda. Barzani üst düzey yetkililerini Türkiye’ye göndererek, uşaklıkta oynamak istedikleri role Türkiye’nin taş koymamasını rica etmektedir. “Biz de Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız” kapsamında açıklamalar yapmaktadır. Ayrıca PKK’ye karşı mücadelede Türkiye ile işbirliğine devam edeceklerine dair yemin etmektedir. Ancak tüm taraflar Amerika’ya mahkûmdur ve son sözü Amerika söyleyecektir.
PKK’NİN EMPERYALİZM KARŞITI TUTUMUNDAKİ İKİRCİKLİK TEHLİKELİDİR
PKK durumun vahametini anlayamamış gözükmektedir. PKK yetkililerinden Duran Kalkan, Yedinci Gündem’deki röportajından Eylül olayını değerlendirirken, “Ortadoğu ve Kafkasya’da ABD çıkarları doğrultusunda yeniden düzenleme yapılacaktır” tespitini yapmakla beraber, aynı zamanda bir kafa karışıklığı içerisinde olduklarını da açığa vurmaktadır:
“Burada Kürtlere yönelik direkt bir yönelimin olacağını sanmıyorum. Kürtlerden yararlanma durumu, ancak sonrasında düzenlemeye katmama durumu olabilir. Yani yeni konseptin uygulanmasının ardından yapılacak düzenlemede yer verilmeyebilir. Dolayısıyla Kürtleri yakından ilgilendirecek yeni gelişmelerin yaşanacağı açıktır. Burada Kürtlerin aleyhine de lehine de olabilecek durumların gelişmesi söz konusudur. Biz artık askeri, siyasi, diplomatik, sosyal ve toplumsal açıdan aktif dinamik bir gücüz. Uluslararası güçler Kürtlerin bu gücünü görmek zorundadırlar. Görülmemesi durumunda, bölgedeki istikrarın ve güvenliğin sağlanamayacağını bilmek zorundadırlar. Geleceğe bu perspektifle yaklaşarak kendimizi daha iyi etkili bir güç haline getirmemiz doğrultusunda mücadeleyi derinleştirmek durumundayız.”
Irak’a müdahale ve şiddet uygulayarak bir halkın iradesini ayaklar altına almaya kalkışan ABD’nin bu girişimine karşı durulmalıdır. Kürt işbirlikçilerinin açılacak cephede öne sürülmesine de karşı çıkılmalıdır. ABD için hayati önemdeki bir işbirliği halkların yararına olamaz. Irak halkına yönelik bir saldırıda Kürtler koçbaşı olarak kullanılamaz. Kaderini emperyalist saldırganlarla birleştirmemiş, ihanet içerisinde olmayan hiç kimse ve örgüt bu tutumu benimseyemez. Bu halklara ihanet, emperyalizme teslimiyet ve işbirliğidir. Üstelik gönüllü bir işbirliği! Diğer yandan; bir bütün olarak ülke ve bölge halkının iradesini temsil etmeyen, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal taleplerini hiçe sayan, ulusal ve demokratik talepleri ve egemenlik haklarını ayakaltı edenlerin, beyleri karşısında kıymetleri ve güçleri yoktur. Varlığını ve iktidarını ABD’ye uşaklığa bağlamış bir avuç egemen güç odağının, Amerika’nın bölgedeki çıkarlarına aykırı tutum alması da olası değildir. Dolayısıyla, Türkiye egemen sınıflarıyla ABD arasında bu kapsamda yaşanacak sorunun boyutu bir çatışmaya dönüşmeyecektir. Türkiye egemen sınıfının ABD’ye direnmesi güç olmakla birlikte, bir kapışmanın yaşanacağını düşünmek de yanlıştır. Bu hesapların yürütüldüğü süre boyunca, PKK gelişmelerin yönünü algılamış ve değerlendirmeler yapmış olmakla beraber henüz sağlıklı sonuçlara varamamıştır. Ayrıca PKK’nin ABD’nin politikalarını olumlayan yaklaşımı yanlış ve tehlikelidir. Osman Öcalan ile yapılan bir röportajda durum şöyle değerlendirilmektedir:
“Türkiye bu konuda ABD ile zaman zaman ciddi sorunlar yaşamaktadır. Bir türlü esnek bir tutuma girmeyen Türkiye, ABD’nin de bölge politikalarının başarısını tehlikeye düşürür. Savaşın Afganistan’da başlayarak Ortadoğu’ya yoğunlaştığı dönemde Türkiye’nin daha fazla çözümsüzlükte diretemeyeceğini belirtebiliriz. O belli bir çözüm noktasına gelmek zorundadır. Çözümü sınırlandırabilir, ama çözümü kabul edecektir. Çözümü kabul etmezse ABD ve diğer uluslararası güçler Türkiye ile karşı karşıya geleceklerdir. Bu karşı karşıya gelişler, belki bir silahlı çatışma biçiminde olmaz. Türkiye’ye yönelik baskılar ve çeşitli yaptırımlar biçiminde görülecektir. Son derece ağır sorunlar yaşayan Türkiye rejimi bu baskılar karşısında fazla diretemeyecek, bir yere kadar çözüme evet diyecektir. Türkiye’nin söz konusu politikasının doğuracağı sonuç, Kürtlerin Güney Kürdistan’da devlet olmasını önleyebilir. Ama devlet olması önlenirken de Kürtlerin statü kazanmasını da kaçınılmaz olarak kabul edecektir.” (Yedinci Gündem 20–26 Ekim 2001)
Türkiye’nin yakın coğrafyasındaki her gelişme ve çatışma ortamı, yönetici güç odaklarını ABD’ye daha çok mahkûm edecektir. Ancak, Türkiye egemen sınıfları ABD ile bir çatışmaya girmeyeceklerdir. 5 milyar dolarlık askeri kredinin silinmesi ve tekstil kotalarının genişletilmesi yemi takılı oltanın peşinde koşturan egemen sınıfların, emperyalizmin askeri, siyasi ve stratejik bölge politikalarına karşı koyamayacağı görülmelidir. Ayrıca, ABD böylesi bir ortamı yaratmayacak kadar hesaplıdır! Zira Orta Asya’nın bir kapışma merkezi olarak seçilmesi tesadüf değildir. Bölgede ABD ve emperyalistler için stratejik, ekonomik ve askeri olarak daha önemli merkezler bulunmaktadır. Ve ABD bütünlüklü düşünüp bir çok unsuru göz önünde bulundurarak dengeyi lehine çevirmeyi hesaplayacaktır. ABD için Kürt sorunu sadece bir unsurdur.
PKK’nin ABD’den bir çözüm beklentisi içinde olduğu görülmektedir. Türkiye’nin “evet” demek zorunda kalacağı “çözüm”ün ne olduğu tarif edilmese de, PKK’nin bu süreç içerisinde, Kürtlere dair bir statü beklentisi içinde olduğu anlaşılmaktadır. Bugün hemen tüm bölge halklarının ABD’nin bölge politikalarına karşı mücadele etme eğiliminde olması gerçeğine rağmen, ABD’nin politikasından Kürtler lehine medet aramak boşunadır ve halkları yanıltıcı bir tutumdur. Süreç ve gidişat halk ile Türkiye egemen sınıfları arasındaki mesafeyi daha çok açacak ve ABD politikalarına itiraz, ezilen ve sömürülen halklardan gelecektir. Kürtlerin kazanımları da, bu karşı çıkış ve mücadele kapsamında olabilir. Emperyalizme, onun çıkarlarına hizmet eden her oluşum ve yönetime ve savaşlara karşı çıkacak ve çıkmakta olan, işçiler ve emekçi halktır. Egemen güç odaklarıyla emekçi halkların daha çok karşı karşıya geleceği bir süreç olarak ilerleyen gelişmeler sağlıklı değerlendirilmeli ve halkların emperyalist güçlere dair iyi duygular beslemelerine neden olabilecek eğilimlerden uzak durulmalıdır.
Bölge ve Kürtler bakımından bu süreç, PKK’nin ABD’den statü uman eğilimine ve emperyalizme karşı duruşundaki ikircikli tutumuna rağmen böyle işleyecektir. Halk demokratik talepleri için, Kürt sorununun barışçı, demokratik ve halkçı çözümü için mücadele etme isteğindedir. Bu süreç, Kürt sorununun çözümünde yeni olanaklar yaratabilir. Ancak bu, aynı zamanda gericiliği, emperyalizmi ve özellikle ABD emperyalizmini hedefleyen bir mücadeleyle gerçekleşebilir. Bu anlaşılmalıdır. Bu mücadelenin başarılması için ortaya çıkabilecek durumu çok yönlü kazanıma dönüştürecek araçlar yaratılmalıdır. Buna uygun eğitim, aydınlatma, örgütlenme mücadelesi yürütülmelidir.
ABD’nin Ortadoğu petrolleri ve Körfez üzerindeki egemenlik savaşında Saddam engelini bertaraf etmek için Kürtleri değerlendirmek veya kullanmak istemesi, sessizce ya da sevinçle karşılanacak bir durum olmamalıdır. Bu tutum Kürtlerin hayrına bir gelişme yaratmaz. Kürtler, ABD askeri olarak cepheye sürülerek bağımsızlık ya da statü sahibi olamazlar. Ve ayrıca, dışımızdaki gelişmelerin ortaya böyle bir sonuç çıkaracağını düşünmek ve bundan dolayı etkisiz kalmak ya da tutum belirlememek de, yanlış olacaktır.
Bugün tüm ezilen halklar ABD saldırganlığı karşısında tutum almak ve uluslararası dayanışma ve mücadele içinde olmak gibi bir görevle karşı karşıyadırlar. Öyle de olmaktadır. ABD, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere tüm kıtalardan, savaşa, küreselleşmenin yarattığı sefalete, eşitsizliğe ve işsizliğe karşı gelişen yeni bir emekçi dalgasından söz etmek olasıdır.
Yakın bölgemiz bakımından halklar daha somut bir mücadele sorumluluğuyla karşı karşıyadırlar. ”Terörizme karşı savaş” demagojisi ve saldırı dalgası karşısında Kürtlerin boyun eğmesi için bir neden bulunmamaktadır. Ezilen ve sömürülen halkların, inkâr edilen ve asimilasyona tabi tutularak eritilmek ve yok edilmek istenen ulusların edilgin kalmaları beklenmemelidir. Bölgedeki tüm diktatörlükler ve baskıcı rejimlerin devrilmesi ve halkların özgürlük, demokrasi ve iyi bir yaşama kavuşmaları ancak kendi birleşik mücadeleleriyle olanaklıdır.
Bilinmez değildir; bu saldırının amaçlarından biri de, halkların ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini boğmak, dağıtmak ve yok etmektir. İşçi ve emekçilerin kapitalist güç karşısında dize gelip, teslim olmasını sağlamaktır. Amerikan saldırganlığını protesto eden iki Filistinlinin FKÖ askerlerince kurşunlanarak öldürülmesi, Arafat yönetiminin geleceği bakımından da öğreticidir ve bu politikanın etkisini göstermektedir. Bölgenin bir savaş alanına çevrilmesi ve ateşe verilmesi karşısında, bugün halklar tutum almaz ve mücadele etmezlerse; kamplaşma, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, egemen sınıf ile işçi sınıfı ve emekçiler arasında bir ayrışmaya ve mücadeleye denk düşmezse; yarın ortaya çıkabilecek boşluk ya da pozisyonlarda halklar lehine sonuçlar elde etmek olası değildir.
Konjonktürel olan dengeleri stratejik hesaplarla karıştırmayacak kadar köklü bir deneye sahip olan gerici Türkiye egemen sınıflan ve ABD emperyalizmi arasında, bölgede Kürtlerin statüsü üzerinden bir kapışma yaşanabileceğini ummak ve beklemek bir yanılgı olacaktır. Üstelik böyle bir ihtimalin varlığı bile, halklara emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele görevini yükler.
Emperyalizmin bir halkı boğazlamasına seyirci kalmak, hatta Barzani ve Talabani gibi bunu istemek, halk düşmanlığı ve emperyalizme uşaklıktır. ABD’nin Irak’a yönelik saldırısını meşru ve kabul edilebilir olarak değerlendiren ve bekleyen Barzani ve Talabani gerici güçlerinin bölgede oynayacakları hiçbir rol ve etkinlik, Kürtlerin kazanımına ve demokratik hak ve özgürlüklerine hizmet etmeyecektir. Irak’a yönelik bir saldırıda, bugüne kadar olduğu gibi halk ezilecek ve katledilecektir. Irak halkının emperyalist Amerika tarafından boğazlanmasına onay veren hiçbir yönetim, tarih karşısında suçlu olmaktan kurtulamayacaktır. Barzani ve Talabani’nin emperyalist güçler safında asker olarak görev alması, Saddam diktatörlüğünün Kürtlere yönelik katliamlarına rağmen, haklı ve meşru görülemez ve kabul edilemez.
Bölgesel savaşlarda, gerici güçler ve emperyalistler arasındaki savaş ve kapışmalarda, halkların hak ve özgürlüklerini elde ettikleri durumlar olmuştur. Emperyalistler ve gericiler arasındaki kapışma ve savaşlardan halklar lehine sonuçlara varmak olasıdır. Ancak bu, halkların örgütlü mücadelesi ve önderliklerin doğru ve kararlı tutumları sonucu olmuştur. Emperyalistler ve gericileri hedef almak şartıyla, onlar arasındaki çelişkilerden yararlanılabilir ve bu, davaya hizmet edebilir; ancak onlardan birinin peşine takılarak halkların kazanacağı hiçbir şey olamaz. Barzani ve Talabani gibi işbirlikçilikte tescilli, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin karşısındaki düşman güçlerle kader birliği etmiş, bölge gerici ve baskıcı diktatörlükleriyle işbirliği yapmış temsilcilerin ise, Kürtlere sunacakları gelecek, olsa olsa, kölelik, baskı ve zulümdür. Saddam ile yeniden masaya oturmaları da beklenebilir olan bu işbirlikçilerin, politik bir tutarlılığı bulunmamaktadır. Bölgedeki muhaliflerini, emperyalist ve gerici ordularla el ele vererek ezmeye girişmeleri kuvvetle muhtemel olan bu işbirlikçi odakların, dün olduğu gibi yarın da, Kürtlerin hedefleri arasında olduğu açıktır. Emperyalizme ve Türkiye gericiliğine uşaklıkta kusur etmeyecek bu oluşum ve yönetimlerin bir kapışmaya gerek bırakmayacak kadar teslim olmuşlukları göz ardı edilmemelidir. Kuklaların bugün sahip bulundukları statü, Kürtlerin yaşamında ve geleceğinde bir ilerlemeye denk düşmemektedir.
Diğer tarafta, Türkiye’yi yöneten egemen güç odaklarının Kürtlerin statüsüne ilişkin klasik tutumu sürmektedir. Ancak, böyle giderse, güçlü bir halk hareketi ve karşı koyusunun ortaya çıkacağına ve demokratik taleplerin birleşik ve güçlü bir mücadeleyle gündeme geleceğine dair veriler de bulunmaktadır. Açlık ve sefalet koşullarına mahkûm edilmiş, işsizliğin, eğitimsizliğin girdabına sürüklenmiş, sağlık ve beslenme sorunları karşısında çaresiz kalan ve sürünerek ölüm dayatılan, kültürel ve siyasal bakımdan dışlanmış, geleceği ve kaderi konusunda endişe içerisinde bulunan, göç ve sürgün yaşamının acılarını yaşayan büyük halk kitlelerinin egemen sınıfların bu dayatmalarına daha fazla boyun eğmeleri beklenemez.
Türkiye egemen sınıflarının ve işbirlikçi Kürt çevrelerinin barikatlarını aşacak ve güçlü bir halk hareketi olarak gelişecek potansiyele sahip bulunan bölge halkının durumu ve içerisinde bulunduğu koşullar iyi değerlendirilmelidir. Yaygın bir aydınlatma ve örgütlenme çabası yürütülerek, içinde bulunduğumuz koşulların önemi anlatılmalıdır. Sistem partilerinin dalavereleri ve yeni tuzakların boşa çıkarılması, yürütülecek çalışmayla başarılabilir. Bağımsız ve demokratik bir emekçi halk hareketinin gelişimi için koşullar yaratılmalıdır.
Barzani ve Talabani’nin çizgisinin Türkiye temsilcileri olarak, önümüzdeki süreçte rol almak isteyenlerin hesapları boşa çıkarılmalıdır. Ezilen ve sömürülen halkın kölelik koşullarının değişmesi mücadelesinin önünde engel olan bu gerici güçler, hangi sıfat ve maskeyle ortaya çıkarlarsa çıksınlar, oynayacakları rol işbirlikçiliktir. Ancak direniş ve mücadele tutumunu benimseyenler ve halkın demokratik hak ve özgürlüklerini kazanma mücadelesini sürdürenlerin yapması gereken; 11 Eylül saldırısını vesile ederek, halklara, “teröre karşı savaş” adına saldırı başlatmış olan ABD’ye karşı mücadele yolunu seçmektir.
ABD çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapacak olan Türkiye egemen sınıflarının, şiddete daha fazla başvuracakları önümüzdeki süreçte, buna uygun bir tutum geliştirilmelidir. Emek ve demokrasi yanlısı, hak ve özgürlük uğruna mücadele eden devrim ve sosyalizm güçleri bu dönemi değerlendirmede yetenek göstermelidirler. Mücadeleden başka bir yol yoktur ve halkın kaderini eline almasının koşulları da buradan geçmektedir. PKK’yi ezmeyi de hedefleyen bölgedeki ABD-Türkiye ve Barzani/Talabani planı, tüm bölgede halkın demokratik taleplerinin suiistimal edilerek ezilmesini hedeflemektedir. “Kürt entelijansiyası”nın, işbirlikçi Kürt diasporasının ve rant peşinde koşan kesimlerin, Amerikan saldırganlığı ve Afganistan’a yönelik “teröre karşı savaş” gerekçeli katliamlar karşısında sessiz kalmaları irdelenmelidir. Bu sessiz geçiştirmede Kürtlerin hayrına yorumlanacak bir durum yoktur. Kürt işbirlikçi çevreler PDK ve YNK, Amerika’nın vereceği görev bir yana, durumdan vazife çıkararak, bölgedeki Cund el İslam (İslam’ın Askerleri) örgütüne savaş açtıklarını ilan etmekle, Amerikan uşaklığında oynayacakları rolü göstermişlerdir. Ancak bu, ezilen ve sömürülen, yüzyıllardır emperyalizmin ve bölge gericiliklerinin boyunduruğu altında yaşayan özgürlük tutkununun olmadığı gibi, hiçbir halkın tutumu olamaz.
Kasım 2001