Barut, kan ve ölüm. Ardından iş makinaları. Cenin mülteci kampında İzmit Depremi’nden daha yıkıcı bir kıyıcılık. Ramallah’ta, Beytüllahim, Nablus ve toplam 35 Filistin Bölgesi’nde, ardında binlerce ölü ve yaralı bırakan bombalama, tank ve piyade ateşiyle kırım. Teslim alınanlara aşağılık muamele: önce “çıplaklaştırma” ve sonra çoğunun başlarına birer kurşun sıkılarak infaz edilişi. Bebek-yaşlı, kadın-erkek, sivil-fedai dinlemeyen tam bir soykırım.
Siyonist Başbakan Ariel Şaron, 1956’da gönlünden geçeni açıklamış, en büyüğü Lübnan’da Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında olmak üzere bunu uygulamaya koymuştu: “Çocukları dâhil her Filistinliyi yakmalı.” Şimdi önceden yaptıklarını gölgede bırakıyor. İsrail Ordusu, sadece Cenin’de “yüzlerce Filistinlinin öldürüldüğünü” açıkladı. Gerçek rakam binlerle ifade ediliyor. İsrail Ordusu, Kızılay-Kızılhaç dinlemeden “ortada kalan” ölüleri toplu mezarlara gömüyor. Onda birini bile Filistinlilere ya da tarafsız kuruluşlara vermiyor. Ve her yer ceset kokuyor: Bombalar ve iş makinalarıyla yıkılan binaların kaç ölüyü örttüğü bilinmiyor. Siyonist Ordu ne ölülerin toplanmasına izin veriyor ne yaralılara tıbbi yardım ve gıda ulaştırılmasına.
Filistin’de bir soykırım yaşandığı sır değil. “Yüzlerce ölü”den söz eden Ordu, sözde tarafsızlık gösterisiyle “…ama canlı bombalar” diye ortalığı yırtan emperyalizm ve Siyonizm aklayıcısı Türk ve sair gerici tekelci medya, bütün bir gericilik yaşananları gizleyemiyor. Gizlenecek gibi değil. Çarpıtmaya ağırlık veriliyor; “intihar saldırıları” dolayısıyla “Filistin terörizmi” öne çıkarılıyor. “Terörizme karşı mücadele” konsepti üzerinden yürünüyor.
Filistin’de yaşananlara ilişkin “savaş suçu” ve “soykırım” kavramları, sağından solundan gerici uluslararası medya tarafından oluşturulan zırhı delerken Türkiye Başbakanı Ecevit, boş bulunup “soykırım”dan söz ediyor. Söylediğine söyleyeceğine pişman ediliyor. En azından beş kez net olarak özür diliyor, pişmanlık belirtiyor.
Şaron, Sabra ve Şatilla’daki rolü nedeniyle “Uluslararası Adalet Divanı”na, “Savaş Suçları Mahkemesi”ne şikâyet ediliyor. Hakkında açıklamalar yapıp ifade vereceğini belirten Şaron’un suç ortağı Lübnan Falanjistleri’nin bir lideri suikasta kurban gidip öldürülüyor. Ancak 2002 Soykırımında yaptıkları Lübnan’dan kesinlikle daha az değil. Yugoslav eski Devlet Başkanı Sırp lideri Miloşeviç’i milyar dolarlık rüşvetle “savaş suçlusu” olarak uluslararası mahkemeye çıkaranların ve destekçilerinin hiç sesi çıkmıyor. Saddam’ın “gaddarlığı”, “katilliği”, örneğin Kuveyt saldırısı ya da “kitle imha silahlarının denetimine ilişkin BM kararlarını uygulamaması” üzerinde tepinip Irak’a askeri operasyon planlayanların ve yardakçılarının ağzını bıçak açmıyor.
Kosova’da CIA beslemesi UÇK milisleri “bağımsızlık savaşçısı” ilan edilmiş, “teröristler” nitelemesiyle onlara karşı operasyonlar düzenleyen Sırpların başkentleri bombalanır ve Devlet Başkanları “savaş suçlusu” sayılırken; Filistin fedaileri ya da Filistin Kurtuluş örgütü değil sadece bütün Filistin halkı “terörist” damgası yiyor, yaşlı-bebek demeden soykırıma layık görülüyor. Şaron ve generalleri ise, tüm açıklamalarına karşın, “İsrail’in kendisini savunma hakkının” temsilcisi sayılıyor ve katliamları başta ABD yetkilileri tarafından “anlayışla karşılanıyor”.
En yeni örnek Venezüella’dır. Chavez’e karşı düzenlenen gösterilerde 14 kişinin öldürülmesi gerekçe gösterilerek “akan kanın durdurulması” için ona dayatılan istifayı ve gerçekleştirilen darbeyi anında destekleyen yeni dünya düzeni taraftarları, başta Amerikan emperyalistleriyle uşakları; binlercesi katledilen Filistinlilere sıra geldiğinde, hâlâ “Filistin terörizmi”nden söz ediyor, bırakalım İsrail’e karşı bir “barışı kurtarma” operasyonunu, onu anlayışla karşılıyorlar.
“ULUSLARARASI HUKUK”
Liberal kalemşorların kullana kullana bıkmadıkları, ancak artık kullanımını sınırlamak zorunda oldukları “çifte standart” mı? Miloseviç başka Şaron başka mı? UÇK başka FKÖ başka mı? Başka oldukları kesin. Ancak, Belgrat bombalanır ve Miloseviç’e arama kararı çıkarılırken yeni dünya düzeni taraftarlarının kullandıkları argümanlar, bugün Şaron ve yaptıklarıyla karşılaştırıldığında kesinlikle “başkalık”tan söz edilemez. Farklılık, yeni dünya düzeni çerçevesindeki konumlanış ve dünyanın bu “yeniden yapılandırılmasının baş aktörü Amerikan emperyalizmiyle ilişkilerdedir. Bu yönüyle UÇK ile Şaron ve İsrail bir tarafta, FKÖ ile Miloseviç diğer tarafta durmaktadır.
Şimdi artık bu liberal “çifte standartçılık” suçlaması, demokrasi yüceltmesi ile birlikte değerinden çok kaybetmiştir. “Barış”, “insan haklan”, “refah toplumu” gibi küreselleşmeci yeni dünya düzeni taraftarlarının bir dönem kullandıkları müdahaleci ya da “yeni düzen kurucu” argüman ya da kavramlar, tıpkı “demokrasi” gibi, en azından bugün için rafa kaldırılırken, peşlerinden “çifte standartçılık” kavramını da sürüklemişlerdir. Şimdi yeni argümanları belirleyen yeni bir konsept dayatılmıştır dünyaya: “terörizme karşı mücadele”. Yeni konseptle birlikte, “barış”ın yerini savaş ve savaş çığırtkanlığı, “insan hakları”nın yerini “cezalandırma”, demokrasinin yerini “terörizm” ve “teröristler” almış, “refah” ise, “tarihin sonu” olan “krizsiz kapitalizm” kavramıyla birlikte unutulmuştur.
“Uluslararası hukuk” da bu değişimden payına düşeni almamazlık etmemiştir. 11 Eylül’e gelinceye kadar, içi boş kavramlara dönüştürülen demokrasi, barış, insan hakları, görünüşte, saldırmazlık, toprak bütünlüğü, içişlere karışmama, azınlık hakları, çok kültürlülük vb. vb. gibi kavramlarla birlikte “uluslararası hukuk”un hareket noktaları durumundayken; artık mali sermaye egemenliği ve emperyalist çıkarlar (özellikle Amerikan emperyalizmin çıkarları), çok daha çıplak biçimde, “ulusal” olduğu kadar “uluslararası hukuk”un da temellerini vermektedir. Görünüşün bile ihmal edilme eğilimi yükselmektedir. Hakkaniyetin yerini alçaklık, objektifliğin yerini mali sermaye çıkarlarının çırılçıplak sübjektivizmi almış; -kendi genişletilmiş yeniden üretiminin ihtiyaçları ekseninde- sermaye ilişkileri ve ekonomik, -onun tarafından güdülense de- giderek ekonomik gücün önünde ağırlık kazanan siyasal ve askeri güç, görüntünün kurtarılması da bir yana atılarak, maddi süreçlerin yanında hukuku da, tüm kuralsızlığı ve “çifte standartları”yla şekillendiren temel olarak, her geçen gün büyük bir hızla belirginleşmektedir. Sözü edilen “ilişkiler” ve “güç”, kuşkusuz 11 Eylül öncesi ve bütün bir emperyalizm dönemi boyunca hukuku şekillendiren ve onun tarafından onaylanıp meşrulaştırılan temel durumundaydı; ancak burada hâlâ biçimsel “eşitlik”, “hukukun üstünlüğü”, haklar, örneğin azınlık hakları vb. bu temeli örtüleyen ve geçerliliği öne sürülen kavramlar durumundaydı. Artık örtü de neredeyse tümden atılmaktadır. Bizatihi bu durum, Amerikan emperyalizmin saldırganlığı ve pervasızlığının boyutunu vermektedir.
Artık “uluslararası hukuk” denilen şey; bir yandan DTÖ, IMF, DB vb. kararlarıyla sosyal ve iktisadi içeriği tam bir esneklik ve kuralsızlıkla birlikte talan düzeyine ulaştırılan yoğun sömürünün -ve her alanın tam liberalizasyonu ile uluslararası tekellerin sömürüsünün önündeki tüm engellerin kaldırılışının-, diğer yandan Beyaz Saray ve Pentagon başta olmak üzere BM, NATO vb. kararlarıyla yöneltilen siyasal gericilik ve askeri saldırganlığın onaylanmasının ilkeleştirilmesinden başka bir şey değildir.
Günümüzde, başka her şeye olduğu gibi, uluslararası hukuka da damgasını tüm çıplaklığıyla vuran “güç ve ilişkiler”, olağanüstü bir “esnekliği” ya da diğer bir deyişle “çifte standartçılığı” koşullamaktadır. “Esneklik”in başlıca kaynağı, emperyalizm (ve gericilikle) halklar arasındaki karşıtlık ile bu karşıtlığın da asıl olarak üzerinde yükseldiği sermaye (özellikle tekelci sermaye) ile emek arasındaki karşıtlıktır. Üretimin ve çalışmanın esnekleştirilmesinden başlayarak bütün maddi ve manevi yaşam, egemenlik konusu olan hammadde kaynakları ve daralan pazarlar da içinde olmak üzere, günümüzde uluslararası tekeller tarafından yeniden yapılandırılırken bundan hukuk da payını almakta; emekçiler ve tüm dünya halklarının hak yoksunluğu ile tekellerin sınırsız hakları birbirini koşullayarak, şimdi artık başlıca uluslararası ölçekte kurgulanmaya başlanan hukukun temel verisini oluşturmaktadır. “Gücü yetenin yettiğine” ilkesi, bu hukukun başlıca ilkesi durumuna çoktan gelmiştir. Esnekliğin ikinci kaynağı ise, bununla kopmazca bağlanarak, uluslararası sermaye içindeki, emperyalistler ve gericiler arasındaki karşıtlıktır. Bu yönüyle de, giderek “tüm köprülerin atılması”na doğru hızla ilerlenmekte ve halklar karşısındaki dayanışma bile, Afganistan örneğindeki “birleşiklik” görüntüsünün bir daha kolaylıkla sağlanamamacasına, dünya, “gücü yeten yetene” ilkesinin başlıca uluslararası hukuk ölçütü oluşuna doğru sürüklenmektedir.
DTÖ’nün başlıca vurgularından olan uluslararası ticaretin liberalleştirilmesi, nasıl sıra Amerikan çeliğine geldiğinde yükseltilen gümrük duvarlarıyla geçersizleştiriliyorsa; uluslararası hukuk ve karar alıcı kurumları olan BM ve uluslararası mahkemelerin kararları da benzer “esneklik”le uygulanmaktadır. Esneklik kaynağı, “güç ve ilişkiler”dir. En güçlü ve en geniş ilişkiler ağına sahip olan, esnekliği kendi lehine en çok dayatan ve ondan en çok yararlanandır. Dolayısıyla uluslararası hukuk da, öncelikle güç ve ilişkilerle koşullanmakta, özellikle de, en güçlü ve ilişkileri en sağlam ve yaygın olanın çıkarlarını gözetmekte, onaylamakta ve meşrulaştırmaktadır.
Filistin sorunuyla ilgili BM kararları ve geçerlilikleri açısından uluslararası hukukun bu esnekliği, tüm iğrençliği ile gözler önündedir.
BM’nin, İsrail’in, Kudüs’ü de kapsayarak 1967’den itibaren işgal ettiği tüm topraklardan çekilmesini öngören 242 ve 338 sayılı kararları, yıllardır bu esnekliğin göstergesi olarak ortada öylece durmaktadır. Ortada durmakla da kalmamaktadır; 242 sayılı kararın üstüne İsrail defalarca (’73 ve ‘82’de Ürdün, Mısır, Suriye ve Lübnan aleyhine) işgal topraklarını genişlettiği gibi durmaksızın özellikle Doğu’dan gelenlerle Batı Şeria, Gazze ve diğer yerlerde yeni Yerleşim Bölgeleri kurarak işgali hem yaymış hem de kalınlaştırmaya yönelmiştir.
Filistin’e ilişkin BM kararları bu ikisinden ibaret de değildir. BM Güvenlik Konseyi soruna ilişkin tam 69 karar almıştır. Bunların hiçbirine uymayan İsrail’in, -eğer BM uluslararası hukukun bir temsili organı ise-, uluslararası hukuka meydan okuduğu söylenebilir. Ya da uluslararası hukuk, görünür esnekliği içinde dikte edilen bir kuralsızlık yığıntısıdır. Üstelik İsrail, BM Güvenlik Konseyi’nin aleyhine çıkacak 29 kararından da ABD vetosu ile korunmaktadır.
İsrail’in uluslararası hukukun ne tür bir pespayelik olduğunu gösteren kuralsızlığı bunlarla da sınırlı değildir. Siyonist devlet, Nükleer Silahların Yaygınlaşmasının Önlenmesi Antlaşması’nı imzalamayı reddeden Ortadoğu’daki tek, dünyadaki birkaç ülkeden biridir.
Sorun, söylendiği gibi “terör” ve “terörizm” ise, “İsrail’in güvenliğinin sağlanması” gerekçesine bağlanan ve “güvenlik önlemlerinden” sayılan, soykırıma dönüşmüş yaygın ve sistemli terörün yanı sıra, Ebu Cihed başta olmak üzere Filistin önderlerini, üstelik katiller göndererek değişik ülkelerde suikastlarla öldüren İsrail ve onun istihbarat örgütü MOSSAD uluslararası hukukun hangi kategorisinde sayılacaktır? Yine üstelik bizzat kendi yüksek rütbeli subayları silahsız savaş esirlerinin idam edildiğini açıklayan İsrail, sözü edilen işgal ya da terör değil de -ki İsrail kuşkusuz bunları reddediyor- savaşsa, soykırım faili olmanın yanında, savaş suçu işlemiyor da ne yapıyor, en başta Şaron savaş suçlusu değildir de nedir? 1948’den bu yana milyonlarca insanı mülteci olarak yaşamaya mahkûm ederek topraklarından süren İsrail, mültecilerin topraklarına, işlerine ve banka hesaplarına karşılıksız el koyarken kuralsızlığının hukukundan başka hiçbir şeye dayanmamaktadır.
Sadece açık bir soykırım örneği olan ve deprem yaşamış görüntüsü veren Cenin suçları bile, soykırım ve savaş suçu faili olarak Şaron ve Genelkurmay Başkanı Mofaz’ın Uluslararası Adalet Divanı’nda yargılanıp mahkûm olmasına yetecekken, tüm insanlık dışı uygulamalarıyla birlikte “uluslararası hukuk”u defalarca çiğneyen İsrail, Yugoslavya gibi bombalanmayıp Irak gibi “haydut devlet” ilan edilmemesini, bu hukuka asıl içeriğini veren “güç ve ilişkiler “den başka hiçbir şeye borçlu değildir.
“FİLİSTİN TERÖRİZMİ” YA DA “İNTİHAR SALDIRILARI”
İsrail’in hukuk tanımazlığı ve öncekileri de geride bırakarak açık soykırım düzeyine yükselttiği son katliamcılığı, kuşkusuz tüm dünyanın nefretini kazanmış durumdadır. Tüm gerici yönlendirici tutumuna rağmen tekelci medya sayfa ve ekranlarını da delen Filistinlilere reva görülen dram, çocuk ölüleri, kurşuna dizilen esirler, “depremden çıkmış” Cenin görüntüleri vb. her “insanım” diyeni isyan ettirecek düzeydedir. “İsrail’in güvenliği” türünden gerekçeler bu dramın üzerinin örtülmesine yetmemekte, lakabı da “kasap” olan Şaron’un şahsında Siyonist kan içicilik “uluslararası kamuoyu”nda İsrail karşıtı ciddi birikimlere yol açmaktadır. Dünya ölçeğinde İsrail’i “anlayan” ve destekleyen, aslında yönlendiren bir tek Amerikan emperyalistleri kalmıştır ve halkların öfke ve nefreti onu da hedeflemektedir. Özellikle Ortadoğu’da tam bir infial egemendir.
Görüntünün ve tamamen kuralsızlığın hukukuna dönüşen “uluslararası hukuk”un kurtarılması bu noktada önem kazanmaktadır. Bulunan yol; tüm Filistin halkını kapsamadan edemeyecek olan “Filistin terörizmi” vurgusu ve devasa Siyonist terör makinasının suçluluğunun “intihar saldırıları” ya da “canlı bomba eylemleri”nin öne çıkarılmasıyla dengelenmeye çalışılmasıdır, İsrail de içinde olmak üzere tüm dünyada protesto ve barış gösterilerine yol açan Siyonist katliamcılık, yine dünya ölçeğinde, ama en çok da Türkiye gibi halkının yüreğinin ezici çoğunlukla Filistin halkınınkiyle birlikte attığı ülkelerde, “ama” eki kullanılıp, “evet, ama onlar da intihar eylemleri yapıyorlar” yüzsüzlüğüyle örtülenerek; bir sözde “tarafsızlık” politikası geliştirilmeye çalışılmaktadır.
“İntihar eylemleri”nin, kategorik olarak yüceltilmesinin de kaçınılmazlaştığında yadsınmasının da doğru ve gerçekçi olmadığı açıktır. Herhangi bir eylem türü, koşullarından bağımsız olarak ne savunulabilir ne de yerilebilir. Hiçbir eylem türü tümüyle reddedilebilir değildir. Aynı şekilde genel geçerliliği içinde ve hiçbir kayda bağlı olmadan savunulabilir eylem türü de olamaz. Bunlar, Marksizm’in eylem biçimlerine yaklaşımının ABC’sidir.
Öncesiz ve sonrasız konuşmadan, son İsrail saldırısı ve soykırımı koşullarında, halkının yaşamaya mahkûm edildiği acıları yüreklerinde en çok hisseden Filistinlilerin kendilerini “canlı bomba”ya dönüştürmelerini, Bush, Şaron ve benzerleri dışında kim kınayabilir? Kim, bu halkın maruz bırakıldığı soykırıma yönelik şiddetli tepkilerini, yapabilecek hiçbir şeyi kalmadığı koşullarda, tümüyle tüketilen umutlardan arta kalan, geride kalanları rahatlatma umuduyla, kendisini halkı için feda edişini anlamayabilir? Ve buna kim karşı çıkabilir? Kimlerin karşı çıktığı biliniyor. Bir avuç emperyalist ve uşaklarıyla yalakaları.
Bunlar, tam kölelik dışında varolma haklarıyla birlikte karşı çıktıkları Filistinlilerin, tamamen, hedef edildikleri dizginsiz ve orantısız şiddet ve soykırımın bir sonucu ve ürünü olan “intihar eylemleri”ni, bir de, utanmadan Siyonist terörle kıyaslıyorlar. Üstelik tam bir açık terör makinası olan İsrail devletinin uyguladığı, “insanım” diyen herkesi insanlığından utandıran Siyonizm’in terörünü “intihar eylemleri” ya da “Filistin terörü”ne bağlıyorlar. Filistinliler “rahat dursa”, yani tam köleliği kabul etseler, İsrail’in “güvenlik sorunu” olmasa, teröre başvurmayacağı demagojisini yapıyor, dünya halklarının da buna inanmasını bekliyorlar.
Dişinden tırnağına silahlı, Cenin örneğinde olduğu gibi, “güvenlik sorunu”nu, “taş üstünde taş omuz üstünde baş bırakmayarak”, sivil-asker ayrımı yapmadan çözmeye girişen İsrail Siyonizm’i ve destekçilerinin; hele “masum sivilleri hedef alıyor” gerekçesiyle “intihar eylemlerini” suçlamaları ve İsrail terörünün nedeni ilan etmeleri dünya ezilenlerini kesinlikle aldatamamaktadır. Bu “ama Filistin terörü…” edebiyatı, “uluslararası hukuk”un İsrail tarafından ayaklar altında çiğnenişini ve çeşitli ülke gericiliklerinin İsrail’e verdikleri desteği gerekçelendirmenin manivelası olarak kullanılmaktadır; ancak pek işe yaradığı söylenemez.
TÜRKİYE GERİCİLİĞİ
“İki terör” kıyaslamasının en çok kullanıldığı ülkelerden biri Türkiye oldu. Bu, İsrail’in Filistin’e yönelik soykırımından özel koşulları nedeniyle en çok etkilenen ülkelerin başında, Arap ülkeleriyle birlikte Türkiye’nin gelmesi nedeniyledir.
Türkiye, ABD ve İsrail ile birlikte çok yönlü stratejik bir ittifak halindedir. Ortak askeri manevralar, Konya’da askeri eğitim uçuşları vb. yapmaktadır. GAP’ta İsrail önemli toprakları kapatmıştır. Çukurova’dan başlayarak GAP’a kadar uzanacak “Nitelikli Endüstri Bölgesi”, yine üç stratejik müttefikin ortaklığıyla gerçekleşecektir. Uzun süredir tartışılan 170 tankın modernizasyonu ihalesi, hem de İsrail saldırısının başlayıp Arafat’ın Ramallah’taki karargâhında kuşatıldığı gün İsrail’e verilmiştir. Mübarek Mısır’ının ve Ürdün’ün hayırhah tutumu sayılmazsa, İsrail’in bölgedeki tek dünyadaki birkaç iyi dostundan biri Türkiye’dir. Son yıllarda iki ülkenin ilişkileri en üst seviyededir.
Türkiye-İsrail ilişkileri fiili diplomatik ilişkisizlikten stratejik ortaklığa ilerleyen bir süreç yaşamışken, Filistin’le ilişkiler, Ankara’da bir Filistin Büyükelçiliği dışında sürekli gerilemiştir. Oysa iki ülke halkı arasında kesinlikle din bağıyla sınırlı olmayan tarihsel bir yakınlık vardır. Ortak düşman Amerikan emperyalizmi tarafından gadre uğramışlık, iki halkı kardeşleştiren temel bir etkendir, iki halkın yakın tarihi, emperyalizme karşı ortak mücadelenin dayanışmacı örnekleriyle doludur. Bunlar, son İsrail soykırımı nedeniyle Türkiye halkının tüm içtenliğiyle Filistin halkının yanında yer almasının, İsrail’e yoğun ve yaygın tepkisinin nedenleri olmuştur. Bir avuç tekelci işbirlikçi ve köşe yazarı vb. türünden yardakçısı dışında Türkiye’de İsrail’e öfke ve nefret duymayan kimseye kolaylıkla rastlanamaz.
Bu nedenlerle, Türkiye gericiliği, gerçek tutumu tıpkı Amerikan emperyalistleri gibi “anlayışla karşılama ve destekleme” olmasına karşın, İsrail’i, benzer şekilde açıktan destekleyememiş; “iki terör”, “kim haklı-kim haksız”, “Araplar bizi arkadan vurdu” gibi yaklaşımlar “geliştirerek”, açıktan desteklemekten pek de farkı olmayan İsrail yanlısı bir “tarafsızlık”a yönelmiştir.
“ARKADAN VURMA”
Burjuva gerici faşist partilerden daha çok, önceden bu partilerin yürüttüğü işleri üslenen medya, Türkiye’nin İsrail yanlısı tutumunu haklı gösterebilmek için, halkın anlayışla karşıladığı “intihar eylemleri”ne yaptığı vurgunun yetersizliğini gidermek üzere, yüzünü tarihin tozlu yapraklarına döndü. Tarihi çarpıtan milliyetçi “Araplar kaç kez bizi arkadan vurmuştu” kaşımasıyla, İsrail’e sunulan destek haklı çıkarılmaya çalışıldı.
Belli başlı iki örnek olarak, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun, dağılma sürecinde patlak veren Mekke Emiri Şerif Hüseyin ayaklanmasıyla zor durumda bırakılması ve Kıbrıs sorununda Arap ülkelerinin (ve Filistinlilerin) bizi desteklememesi gösteriliyordu.
Kıbrıs sorunu dolayısıyla Türkiye’nin dünya ölçeğindeki tecrit edilmişliği ya da işgal ve kukla yönetim gibi siyasal zorlamalarla kendi kendini tecrit etmesi göz önüne alındığında, ne Araplara ne de özel olarak Filistinlilere söylenecek ciddiyet taşıyacak bir söz olamaz. Ne “Türkî kardeşlerimiz” ne İsrail ne de ABD, Kıbrıs sorununda Türkiye’yi desteklemiştir. Türkiye’yi Türkiye’den başka destekleyen ikinci bir ülke yoktur.
Şerif Hüseyin’in Osmanlı’yı “arkadan vurma” olarak nitelenebilecek ayaklanmasına gelince, burada da, en başta, İttihat ve Terakki ile bir yandan Türkçü milliyetçiliğe diğer yandan da Almanlarla işbirliğine (toplam olarak Alman emperyalizminin emellerine paralel bir Pan-Türkizme) yöneltilen Osmanlı’nın kendi kendini arkadan vurduğu/vurdurttuğu söylenmelidir.
Sorunun bir yanı, Osmanlı İmparatorluğu’nun, parçalanma halinde askeri feodal bir despotluk oluşudur. İttihat Terakki’nin, üzerine Türkçü milliyetçiliği oturtmaya çalıştığı bu yapı, ulusal bir yapı olmadığı gibi, ezici çoğunluğu Batı bölgelerinde patlak veren ulusal ayaklanmalara kaynaklık etmiş ve sarsılmaktadır. Kapitalizmin az çok geliştiği tüm Osmanlı egemenliğindeki ülkeler kendi ulusal devletlerini kurma yoluna girmişlerdir.
Zaten özellikle Balkanlar’da yeni ulusal hareket ve devletlere karşı çatışma içinde örgütlenen İttihat Terakki milliyetçiliği de, bu parçalanmaya bir tepki olarak ve Osmanlı’yı, Türkleri temel alan bir devlete dönüştürmek üzere gelişmektedir. Ama “ulusallığı”, söylendiği gibi Pan-Türkizme yöneliktir ve feodal Osmanlı’nın üzerinden şekillenmenin zaaflarıyla malûldür. Bir yandan otokratik feodal yapıyı ve onun askeri emperyal örgütlenmesini korumayı, diğer yandan diğer uluslardan halkları dışlayarak ve üzerlerinde zor uygulamaya yönelerek bölge Türklerini birleştiren bir devlet olarak “yenilemeyi” amaçlamaktadır. Mısır dışında kapitalizmin görece en az geliştiği bölgelerde yaşayan Araplar da, ümmetçilikten Türkçülüğe bu geçiş sürecinde, ayaklanan Batı ulusları gibi olmasa bile, belirli bir dışlanmanın konusu edilen topluluklardan olmuştur.
Üstelik parçalanma sürecinde, her ulus ve topluluk, çöküntü içinde yitip gitmemek için kendi geleceğini aramaya, başını sokacak bir “yurt parçası” peşine düşmeye nesnel olarak zorlanmaktadır.
Aslında “din kardeşi” efendiden hoşnut kabileler halinde örgütlü Arap toplulukları, ulusal devlet ya da efendi değiştirmek peşinde değillerdir. Ancak bu hoşnutluğa rağmen, yaşadıkları andan ve geleceklerinden hiç de emin olamamakta, alternatif “emniyet”in koşullarını da gözlemekten kaçmamaktadırlar. Koşulları zorlayan, yalnızca Osmanlı’nın parçalanması süreci değil; aynı zamanda, içeriden ve dışarıdan, Osmanlı topraklarının tümüne ilişkin olduğu gibi Arap ülkelerine ilişkin olarak da, birbirlerini çelmeleyip boğazlarına sarılarak her yerde cirit atmakta olan ajanlarıyla birlikte, başlıcaları Almanya, İngiltere ve Fransa olan emperyalist büyük devletlerdir. Bunlar ulusal ayaklanmalar kadar, önlerini açabilecek başka tüm fırsatları tahrik edip geliştirmeye ve değerlendirmeye çalışmaktadır.
Bu Osmanlı İmparatorluğu’nu da paylaşma peşinde keskinleşen emperyalist çatışma içinde taraflar belirginleşmeye başlamış, Osmanlı ve İttihat Terakki Almanlarla işbirliği yoluna girmiştir. Bağdat Demiryolu vb. projeleri gündeme gelmiş, Alman Askeri eğitimi ve yardımları başlamış, Alman altınlarının ucu görünmüştür. Artık, kendisi paylaşım konusu Osmanlı, emperyalist oyuna katılma durumundadır.
Tek Arap ayaklanması durumundaki Şerif Hüseyin ayaklanması, ulusal özellikler gösterse bile, o da, aynı emperyalist oyuna bağlanmıştır. Ayaklanmanın az öncesine kadar İstanbul’da “misafir edilen”, sonra kendi ülkesine gönderilen Şerif Hüseyin de, eskisi gibi baş tacı edilmeyen Arapların temsilcisi olarak, İngiliz (Lawrence’ın faaliyetleri çerçevesinde) altınları ve sair olanakları sunularak ayaklanmaya “ikna” edilmiştir. Üstelik İngilizlerin açtığı yola girmesi bakımından “oyuna geldiği” ortada olmakla birlikte, “kendi ülkesi”ne kavuşmak bakımından daha “anlaşılır” bir pozisyondadır. Ancak şöyle ya da böyle hem Osmanlı’nın hem de Şerif Hüseyin’in, biri Alman birinin de İngilizlerin olmak üzere, büyük emperyalist devletlerin oyununa geldikleri kesindir. Burada, bir ulusun diğer bir ulusa ya da ulusal çıkarlara karşı bir tutumundan değil ama emperyalist oyunlardan ve alet olmalardan söz edilebilir. Ancak bu, Çanakkale’den Sarıkamış’a 1 Emperyalist Savaş’ın tüm Türk mezarlarının, aynı zamanda, Kürtlerin yanı sıra Arapların da kitlesel mezarları olduğu gerçeğini değiştirmez. İsrail yanlısı tutumu haklı çıkarmak üzere kullanıldığı biçimiyle bile, “arkadan vurma”nın genel bir tutum olmadığının temel bir göstergesi, bu mezarlardır. Öte yandan, ulusal bir karşı tavır ya da arkadan vurmadan söz edilecekse, bunu, Şerif Hüseyin’e yakıştırmadan önce, Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda Cezayir’i değil ama Fransız emperyalistlerini desteklemesinin yanı sıra ’67 ve ’73 savaşlarında sözde tarafsızlık politikasıyla İsrail işgallerine karşı çıkmayan Türkiye’nin tutumları açısından ele almak zorunludur.
“Arkadan vurma” sorununa yaklaşım, milliyetçilik girdabında ve emperyalist planlara alet olma sürecinde kimin haklı kimin haksız olduğu ve dolayısıyla kimin kimi arkadan vurduğunu saptama beyhude çabası içine girmek olamaz. Bu, bugünkü gelişkin biçimiyle, olsa olsa, emperyalizm işbirlikçiliğini meşrulaştırmak ve “senin emperyalist efendin kötü benimki iyi” tartışmasını sürdürmek olur. Sorun, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı mücadele ortaklığı ya da bu mücadelenin sekteye uğratılması açısından ele alınmalıdır ki, burada sicili bozuk olan Filistinliler ya da genel olarak Araplar değildir.
Türkiye açısından şimdi alınması gerekli tutum ise, bugün yine benzer emperyalist çıkar ve planlar çerçevesinde politikalar izlemeyi haklı çıkarmak üzere, bozuk sicili daha da bozmak olamaz. Gerekli olan, emperyalizme alet olmanın tarihi örneklerini de eleştirerek, halklar arasında dayanışmayı ve kardeşleşmeyi geliştirecek ortak düşman emperyalizme karşı ortak mücadelenin yükseltilmesi için elden geleni yapmaktır. “Arkadan vurmalar”ın biteceği ve tarihsel temelleri olan kardeşliğin yükseleceği yer burasıdır. Ve hiçbir emperyalizm uşaklığına bağlanan milliyetçi demagoji, bu gerçeği karartmamalıdır. Son Filistin örneğinde karartamamış, yakın tarihteki çok sayıda örnekte olduğu gibi, bir avuç uşak dışında Türkiye halkı Filistinli kardeşlerinin yanında yer almıştır.
AMERİKAN ÇIKAR VE PLANLARI
Dergimizin bu sayısındaki bir başka yazımız Amerikan emperyalizminin bugünkü pozisyonu ile çıkar ve planlarına ilişkin. Bu nedenle, konu üzerinde uzun boylu durmayacağız. Ancak özel olarak konumuzu ilgilendiren yönleriyle sınırlanarak şunlar söylenebilir.
Özellikle dünyanın iktisadi olarak paylaşılması bakımdan zorlanan ve 11 Eylül’le birlikte, “doruk”tan inişe geçişine şiddetle tepki vermeye yönelen Amerikan emperyalizmi, “terörizme karşı mücadele”yi konsept edinerek, dünyanın dört bir yanında iki cephede birden vermekte olduğu kavgayı tırmandırmaya yöneldi. Başını çektiği dünyanın yeniden yapılandırılması, bir yandan yoğunlaşan talan ve zorbalığın nesnesi kılınan halklara karşı yoğun bir iktisadi, politik ve askeri bir saldırganlık olarak gelişirken diğer yandan da, her bakımdan gelişmeleri ve yayılmalarının önünü kesmeye, kuşatmaya ve hatta zamansız bir çatışmaya zorlamaya yöneldiği rakip emperyalist büyük devletlere karşı yine çok yönlü dayatmalar biçimini almaktadır. Nükleer tehditleri de kapsayarak (ABD, en son Rusya ve Çin dâhil pek çok ülkeyi nükleer hedef olarak tanımlamıştır) geliştirilen saldırgan tutum, Balkanlar’dan Kafkasya’ya, oradan Ortadoğu ve Avrasya’ya vahşetin önünü açarak sürdürülmektedir. Bayrağını dalgalandırdığı “doruk”ta tutunabilmesinin elindekini koruma savunmacılığıyla olanaksız olduğunu bilen Amerikan emperyalizminin sözü edilen iki cephede birden geliştirdiği saldırganlık, -olanakları, karşı tepkileri, iki yönlü taktikleri vb. gibi çeşitli yönleriyle- ayrıntılarıyla değerlendirilmeye muhtaçtır, ancak tam bir pervasızlıkla yürütüldüğü de gerçektir.
Ortadoğu’nun bütünüyle Amerikan çıkarları çerçevesinde yeniden örgütlenmesini içeren Amerikancı yeniden yapılandırma, kuşkusuz petrol kaynaklarına tamamen sahip olmayı öngörmekte, siyasal askeri ihtiyaçlarını da karşılamak üzere bölgenin tek başına tam denetimini hedeflemektedir.
Ortadoğu ise, Filistin sorununun yanı sıra başka “çıban başları”nı da barındıran karmaşık ilişkilere sahip oldukça özel bir bölgedir. Bir dizi ulusal rengi de içeren karşı koyuşlar yanında, ABD, İran’da Alman ve Rus, Irak’ta Fransız ve Alman, Çin vb. çıkarlarıyla kendisini sınırlanmış görmektedir. Öncelikle Irak ve ardından İran çoktan “terörist” ya da “haydut” devlet olarak ilan edilmiş bulunmaktadır. Filistin, zaten “terör yuvası”dır!
Bölgeye yönelik Amerikan emelleri, rakip büyük emperyalist devletler tarafından sınırlandığı gibi, halklar kaynaklı olarak ve merkezinde Filistin olan ulusal etkenler ve bölgenin Arap özelliğinin yanında bölge nüfusunun ezici çoğunluğunun Müslüman oluşu nedeniyle dinsel etken dolayısıyla da zora girmektedir.
Filistin görece küçük bir ülke olmakla birlikte, Arap nüfus bakımından ulusal ve dinsel anlamının yanında, Filistinlilerin bütün bir Ortadoğu’ya mülteci olarak sürülmeleri -bir dizi ülkede önemli bir nüfus yoğunluğuna ulaşmaları: örneğin Ürdün’ün yarı nüfusu Filistinlidir, diğer Arap ülkelerinde de ulusal, dinsel vb. yakınlıklar nedeniyle kolaylıkla kaynaştıkları geri kalan Arap halklarını da etkilemeleri hesaba katıldığında-, bu sorunu bir bölgesel sorun yaptığı gibi, aynı zamanda tüm Arap ülkelerinin “iç sorunu” haline de getirmiştir. Gerici Arap rejimleri Filistin sorununu hiçbir zaman görmezden gelememiş, onu iç politika malzemesi olarak kullanırken kendi gerici çıkarları uğruna pazarlık konusu yapmaya da yönelmişlerdir. Ancak kesindir ki, Filistin sorunu, her koşulda, gerici Arap yönetimlerini, işbirlikçi pozisyonlarını iktidarlarıyla birlikte sürdürmek bakımından istikrarsızlaştırıcı bir sorun olma özelliği taşımıştır. Sonuç, bu rejimlerin “Filistin sorunu” konusunda “özgür” olmayışları ve daima dil ucuyla “Filistin”e destek sunan politikalarıyla birlikte bu sorunun oluşturduğu açmazdan kurtulma arzularının ifade ettiği paradoks içinde bulunmaları olmuştur. Ancak bu durumlarıyla gerici Arap rejimleri, ne Filistin’i görmezden gelebilmekte ve Amerikan dayatmalarının -çoktan gönüllü olmalarına karşın- gereğini pervasızca yerine getirebilmekte ne de zaman zaman dozajı değişerek sarf ettikleri laflar dışında Filistin’e destek sunmaktadırlar.
Filistin sorununu kendi ulusal çıkarları yedeğinde “Cihat”ının dayanaklarından sayan Irak ve bu yönüyle ona yakın bir konumda duran, böyle davranmaya hazır İran, çoktan ABD tarafından hedef ilan edilmişlerdir. Bu, kuşkusuz -en azından yalnızca- Filistin sorunundaki tutumlarından kaynaklanmamakta; ancak konumuz açısından, İsrail’in bölgedeki tecrit olmuşluğunu koşullayan etkenler arasında yer almaktadır.
Yeniden yapılandırmaya giriştiği dünyanın bir parçası olarak Ortadoğu’yu da yeniden düzenlemeye girişen Amerikan emperyalizminin, bölgenin bir dizi gerici Arap rejimiyle ilişkileri oldukça gelişkin olmakla birlikte, bunlar, hem Filistin sorunu hem de Arap (ve yanı sıra İslam) karakterleri nedeniyle, bu yenilenmeye katılmakta istekli olmalarına karşın, inisiyatif alamamaktadır. Aynı nedenler, gerici Arap rejimlerinin, bu yenilenmenin bir dayatması olan İsrail’le iyi ilişkiler kurmalarını ve “terör odağı” olan Filistin sorununun Amerikancı çözümü ile şimdi “topun ağzında” görünen Irak’a karşı ABD etrafında bütünleşmeyi benimsemelerini olanaksızlaştırmaktadır.
Bu, on yılların tablosudur. ABD, bu tabloyu “Türkiye kartı”nı oynayarak değiştirmeye yönelmiş; yalnızca olmasa bile başlıca bu nedenle, ABD’nin Türkiye’ye dayatmasıyla, ABD-İsrail-Türkiye stratejik ittifakı oluşturulmuştur. Bu ittifakla Türkiye, bir “kama” gibi İslam ve Arap Ortadoğu’nun kalbini deşmeye yöneltilmiştir. ABD, Camp David vb. ile denemesine karşın herhangi bir Arap ülkesine yaptıramadığı ve yaptıramayacağını Türkiye’ye yaptırarak; bölgede İsrail’i yalnızlıktan kurtarmaya, Türkiye aracılığıyla gerici Arap rejimlerinin Amerika ve giderek İsrail’le ittifakının önünü açmaya ve her türlü operasyonunda bölge gericiliklerini itirazsız etrafında toplamaya yönelmiştir. Yolu açan Türkiye’nin, “ikili” oynamasına ve İsrail yanlısı ” tarafsızlığı”na katlanmak ise, hem ABD hem de İsrail açısından “çocuk oyuncağı” kabilinden olmuştur. Buna rağmen, ABD değilse de İsrail ve kuşkusuz Yahudi sermayesi, görüntüyü kurtarmak üzere ikili oyunda “ileri” gidip “soykırım” sözcüğünü kullanan Ecevit’i doğduğuna pişman etmiştir.
Yolun, Türkiye’ye açtırılmakla birlikte, hâlâ “dikensiz” olmadığı görülmüştür. Düzlenmesi için ek operasyonlar gerektiğini en son Cheney, Ortadoğu gezisinde yerinde görmüştür. “Irak seferi”nin hazırlıkları ve bölgenin son durumunun özeti açısından bir tur atan ABD şefinin, Türkiye dâhil bölge yönetimlerinden aldığı mesaj, “Filistin sorunu ortada dururken Irak’a operasyon düzenlenemeyeceği” (düzenlenirse de kendilerinin destek sağlayamayacağı) olmuştur.
Filistin’i “çıbanbaşı” olmaktan çıkarmanın yanında, son Filistin soykırımının bir nedeni buradadır: Bölgenin tam denetimi için zorunlu olan Irak’a giden yolu açmak. ABD, Irak operasyonu için gerekli desteği sağlamak üzere tüm Arap rejimlerine mesaj yollamıştır: Ya “efendi gibi” yanımda olursunuz ya da dünyayı tepenize yıkarım!
İsrail ve arkasındaki ABD ile savaşı göze almaları mümkün olmayan gerici Arap yönetimleri, “tavırsız” kaldıkları Filistin soykırımının ülkelerini iyice istikrarsızlaştırarak kendi iktidarlarının temellerini kemirmesine katlanma ve “bela”dan ancak tamamen ABD’nin “kucağı”na oturarak kurtulabileceklerini bir kez daha öğrenme “sınavı”ndan geçirildiler. Devrilmeye doğru gitmeyi göze alma ya da Amerikan-İsrail tarafına tam iltihaktan başka yollarının olmadığını görmeliydiler: Bu da ABD’nin mesajıydı. Böylelikle Filistin tam tecrit edilecek ve Irak yolu düzlenecekti. Türkiye’nin “kama” harekâtı artık daha etkili olabilirdi. Suudiler, Mübarek, Abdullah vb. artık “ya sabır” çekseler ve kâğıt üzerinde stratejik ittifak içinde yer almasalar da, çeşitli fiili biçimlerle bu ittifaka katılacaklardır. Zaten uzunca süredir pratik bir destek vermedikleri Filistinlileri, belirli bir süreye yayarak tümden unutmak durumundadırlar. Bu süreci değiştirecek tek dinamik, başta Filistin direnişi olmak üzere bölgenin aşağıdan gelen kaynayışıdır.
İSRAİL’İN ÖZEL KONUMU
Filistin sorununa ilişkin gelişmeler, genel olarak ve son soykırım kapsamında, yalnızca Amerikan emperyalizminin dünya ve Ortadoğu’ya yönelik çıkar ve planlarından hareketle ele alınamaz ve anlaşılamaz. Sorun, aynı zamanda, İsrail’i sıkıştıran hatta varlık/yokluk gerginliğini dayatıcı bir içeriğe de sahiptir.
Her ikili ilişki ve hedefindeki nesne ya da her çok yönlü ilişki bakımından, yönetiminin tüm işbirlikçiliğine karşın, namlunun ucunda Irak’ın bulunduğu Amerikan-Türk ilişkisi örneğinde bile, ilişkinin şekillenişindeki ağırlıkları çok farklı olsa da, iki ya da daha fazla çıkar (dayandıkları ve gözettikleri unsur ve dinamikler) dolayısıyla bakış açısı geçerlidir; zaman ve diğer etkenlerdeki değişikliklere bağlı olarak değişime uğrayan ana doğrultuyu bunların bileşkesi verir. Efendilerle işbirlikçiler arasındaki ilişki açısından dahi doğru olan mutlak tek yanlı, tek etkene dayalı olmayış, daha özel ilişkiler açısından haydi haydi doğrudur.
İsrail özel bir ülkedir; bir yönüyle ABD-İngiltere ilişkisini andıran ama ondan da farklı, dünyada başka benzeri olmayan Amerikan-İsrail ilişkisi de böyledir. Bu ilişki, kesinlikle tek yönlü, kendi çıkarları ve politikalarını dayatan “aktif” ABD ve “pasif” İsrail ilişkisi değildir; İsrail, basitçe Amerikan çıkarları doğrultusunda davranan ve onun işini gören bir “taşeron”a indirgenemez. Hatta zaman zaman ve özellikle Ortadoğu’ya ilişkin bir dizi politikayı ABD’ye İsrail’in dayattığı söylenmelidir. Örneğin Madrid ve Oslo süreciyle geliştirilen Amerikancı barışın yerini bugünkü Şaron katliamcılığının almasında nereye kadar ABD’nin dünya ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye dönük hesaplarının nereye kadar da İsrail’in kan üzerine kurduğu “güvenlik” ve yayılma hesaplarının geçerli olduğu ve ağırlık taşıdığı dijital teraziyle bile ölçülebilir değildir; ama şu kesindir ki, ikisinin çıkar ve hesapları genellikle ve son süreçte tamamen çakışmaktadır.
Bu çakışmanın ardında yatan Yahudi mali sermayesi ve gücüdür. Bu güç odağı, İsrail’i var eden ve bugün de yöneten asıl güç olduğu gibi, Amerikan emperyalizmini yönlendiren en önemli odaklardandır. Finans sektörünü olduğu kadar savaş sanayi kompleksini, petrol üretim ve dağıtımını, otomotiv sanayini vb. kontrol eden başlıca güç durumundaki bu sermaye grubu, ABD ile İsrail arasındaki özel ilişkiyi de koşullamaktadır. “Yahudi Lobisi” denen “baskı grubu”nun etkisi ve yaptırım gücü, kuşkusuz ki, ne ABD’deki Yahudi nüfusun ağırlığından ne de örneğin “sivil toplum kuruluşları”, “yardımlaşma dernekleri” türünden iyi “örgütlenmişliği”nden gelmektedir. Bu güç, bir “lobi” ya da baskı grubu olarak da tanımlanamaz, ama etrafında tümünü örgütleyip ortalığa salan ve ABD’yi de yöneten gücün en rantiye ve saldırgan odağıdır. Bu niteliğiyle, kuşkusuz dünyaya büyük ölçüde yönetimini elinde tuttuğu Amerikan çıkarları “penceresi”nden bakmakta, özel olarak Ortadoğu ve sorunlarına bakışı ise, bunun yanı sıra İsrail “penceresi”nden bakışla tümlenmektedir. Örneğin İsrail’in bir dizi zaaflı durumu ve yol açması kaçınılmaz sorunlar, ABD’nin Türkiye gibi bir ülke ile ilişkisinde olduğu gibi, bu güç odağı açısından, dikkate alınmazlık edilmez ve umursamazlıkla karşılanmaz. Bu nedenle, İsrail, hiçbir zaman ABD tarafından zorlukları nedeniyle ve dayatmalarla “köşeye sıkıştırılma”ya ve “kucağa oturtulmak” için koşullar zorlanmaya çalışılmaz; “müttefik” olarak bile anılmaz, sonuna kadar “güvenilir dost”tur. Neredeyse tek bir gücün koşul değişikliğiyle paralel bir örgütlenmesi görünümündedir, İsrail ve Siyonizm’i.
Bu nedenle, son soykırım da içinde Filistin-İsrail çatışması ve bölge sorunları, tam olarak anlaşılmak üzere, özel olarak İsrail çıkar ve hesapları açısından da analiz edilmelidir. Filistin sorunu ve son soykırım bakımından Amerikan emperyalizmi vurgusu mutlaka gerekli ve zorunludur, ama İsrail Siyonizm’ini göz ardı etmemek koşuluyla.
* * *
Çepeçevre düşman halklarla çevrili, içeride de kendisini emniyette hissetmeyen, cephe gerisine güvenemez durumdaki İsrail’in durmadan yinelediği “güvenlik” sorunu, kuşku yok ki hayati önemdedir.
Yer yer kast yapılanmasına kadar varan Yahudi topluluklarının parçalanmışlığı, bu önemi artırmaktadır. Siyonizm, İsrail’i kendi halkına bile güvenemez kılmıştır. Batı’dan, Doğu’dan ve Afrika’dan gelen Yahudiler, tüm zorlama dinsel açıklama ve çağrılara karşın tek bir topluluk oluşturmamakta, birbirlerini dışlamaktadır. Eşkinozlar diye anılan Batı kökenli Yahudiler, kendilerinin, ülkenin, kurucu inisiyatifine sahip asıl sahipleri olduğu iddiasındadır. Sfardium’lar olarak bilinen Rusya ve Doğu Avrupa kökenli Yahudiler, genel olarak yerleşim bölgelerinde yaşamaktadır ve Batı’dan gelenlerle kaynaşma açısından derin problemleri vardır. Afrika kökenli Yahudiler olan Falaşalar, kesinlikle “ikinci sınıf vatandaş” sayılırlar, hatta daha da aşağı görülür; yaşadıkları toprakları terk etmeyen, aşağılanmaya katlanan tutumları nedeniyle asimilasyon amacıyla İsrail vatandaşlığına kabul edilen “’48 Arapları” ile aşağı yukarı aynı muameleye tabi tutulurlar. Yerli Ortadoğu kökenli Yahudiler diğerlerinin tümünden farklıdır. Üstelik “vaat edilmiş topraklar” edebiyatına dayalı dinsel kutsallığın sağlayacağına inanılan “Yahudilerin birliği” yüceltmesi, tam karşıtı bir sonucu da üreterek, “tek tip” sakal, kara giysi ve şapkalarıyla tamamen asalak, çalışmayan, üretmeyen, askerlik yapmayan hiç de küçümsenemeyecek bir nüfusun, kast ayrımcılığıyla, dinsel bir topluluk olarak kimsenin karışamadığı yaşamlarının ve finanse edilmelerinin benimsenmesini koşullamıştır. Birleşme kaygısının, gerici temele sahip olduğunda, götürdüğü bir bölünme örneğidir bu. Tıpkı tüm birlik görüntüsüne rağmen, Siyonizm’in Batı’lı, Doğu’lu, Afrikalı, Ortadoğulu Yahudiler arasında ayrımcılık ve bölünmeye yol açması gibi. Ve şimdi saldırganlığın finansmanı için dayatılma durumunda olan yeni vergiler “savaş ortasında” genel grev çağrılarına yol açarken, bu dini topluluk bütçeden ciddi bir payı tüketmektedir.
Kudüs’ün statüsü ile birlikte “barış” görüşmelerini çıkmaza götüren temel sorun olan işgalin ve yaygınlaştırılmasının dayanağı “yerleşim bölgeleri”, güvenlik açısından hem zorunlu sayılmakta hem de kendi güvenlikleri açısından “güvenlik kuvvetlerine ihtiyaç duymaktadır. Bir örnek olarak 50 “şeriatçı” Yahudi tarafından kuruluşu başlatılıp bugün 400 nüfusa varan El Halil kentindeki yerleşim birimi verilebilir. 120 bin nüfuslu kentin üçte birinin İsrail denetimine alınmasına götüren bu tek yerleşim biriminin “güvenliği”nin ne tür bir sorun olduğu tahmin edilebilir. Üstelik işgal ve yaygınlaştırılmasının dayanağı olarak yerleşimci sayısı, tüm BM kararlarına karşın artmaktadır. Bu sayı 1994’ten bu yana yaklaşık dört kat artmıştır. Bu birimlerin en verimli ve stratejik topraklar üzerine kurulduğu tahmin edilebilir. Örneğin Batı Şeria’daki yerleşim birimleri dolayısıyla, toprakların yüzde 27’si ve su kaynaklarının yüzde 90’ı İsrail’in elindedir. Ancak özellikle 1987 ve 2000 İntifadaları ile büyüyen “güvenlik” sorunu bir açmaz yaratmaktadır.
İntifada ile yan yana yerleşim birimleri sorunu, zaten tümü silahlı olan ve her yıl askeri eğitimden geçen Yahudilerin giderek daha büyük bölümünün yedek askerliğe çağrılmasını zorunlu kılmıştır. Topraklarının ellerinden alınmasına, aşağılanma ve durmak bilmez baskı ve zorbalığa tepki olarak patlak veren iki İntifada da, tamamen kitlesel karakterlidir. Filistin halkının direnme kararlılığını gösterdiği gibi, “güvenlik” sorunu da içinde olmak üzere, Siyonizm’de ısrar ettiği ve Filistin topraklarını işgal altında tuttuğu sürece, İsrail’in sorunsuz yaşayamayacağını ortaya koymuştur. Bu haliyle İsrail ne içeride huzur bulacak ne de bölgede huzur bırakacaktır.
* * *
Bu ve benzeri nedenler, İsrail’in önüne iki çözüm koymaktadır: Biri, Siyonizm’i dışlayan, halkların eşit haklarla kardeşliğine dayalı barışçıl halkçı demokratik çözümdür ki, İsrail’in devlet olarak varolma hakkını garanti edecek olan da budur. Diğeri, Siyonizm’in öngördüğü, ırkçı söven kan içicilik üzerine kurduğu, halkların düşmanlaştırılması, Filistin’in kökleştirilmesi ve Arapların ezilerek diz çöktürülmesine dayalı saldırganlığın “çözümü”dür. Bu çözüm değildir; bunda ısrar ettikçe, İsrail rahat yüzü görmeyecek, ancak çok kan akacaktır.
Bu “çözümsüzlüğün çözümü”nde, İsrail’in her bakımdan “dost”a ihtiyacı vardır. Tek gerçek dostu Amerikan emperyalizmi (kuşkusuz en çok ikisinin de ardındaki gerçek güç olan Yahudi mali sermayesi), ABD çıkarlarının yanında, Türkiye’yi bu nedenle de İsrail’in yanına ve yardımına koşmaya sevk etmiş, “Yahudi Lobisi”nin, gerçekte Yahudi mali sermayesinin gücünü bilen Türkiye de bunu seve seve yerine getirerek üçlü stratejik ittifakın üyesi olmuştur. Bununla İsrail, bölgede özellikle askeri bakımdan güçlü bir müttefik edindiği gibi, bu olanağı, karşısındaki Arap cephesinin bölünmesi ve bir kısmının açık ya da üstü örtülü biçimde yanına geçmesinde kaldıraç olarak kullanılmak üzere Türkiye’nin kendisine sunduğu “açık çek” olarak değerlendirmeye çoktan yönelmiştir. Son tank ihalesi, bu çerçevede anlaşılmalıdır: hem soykırımcı saldırganlığı meşrulaştırıcı bir “çek” hem de gerici Arap yönetimlerinin yüzünü İsrail’e döndürücü bir manivela.
Kimse, Türkiye’nin İsrail yanlısı sözde tarafsızlık politikasını basitçe değerlendirmemelidir. Bu basit bir taraf tutma değildir. Ardında “terörizme karşı mücadele” konsepti yatan “küresel” saldırganlık, hesaplaşma ve yeniden yapılandırma sürecinde bir pozisyon alıştır. “Siyasal stratejik ilişkilerimiz” dolayısıyla “Tank ihalesini iptal edemeyiz, İsrail’le ilişkiyi kesemeyiz” diye yazarken Milliyet’in köşe yazarı Sami Kohen bu gerçeği dile getirmektedir. Yahudi mali sermayesi, Amerikan emperyalizmi, İsrail’in onlara dayalı gücü, Türkiye’nin Fox TV yorumcusunun dediği gibi “satın alınmışlığı” da içinde olmak üzere köşeye sıkıştırılmışlığı- tümü, Türkiye’yi ABD-İsrail-Türkiye stratejik işbirliğine mahkûm etmektedir. Köklü alt-üst oluş ve tutumlar olmadan, bu pozisyonun zor değişebileceği doğrudur.
NEREYE GİDİYORUZ, ÇÖZÜM NEREDE?
“Küresel hesaplaşma” etkenlerinin birikmesi ile birlikte bizatihi küreselleşme sürecinin yeniden yapılandırmalarla ilerleyişinin genel bir sertleşme yönünde olduğu ortadadır. İktisadi bakımdan ellerinde avuçlarında bir şey kalmamacasına talana hedef olan dünya halkları ve sömürgeleşme sürecindeki ülkelerin; siyasal bakımdan hiçbir haklarının tanınmadığı köleleştirilmelerinin askeri güçlerle doğrudan desteklenmesi ya da üstlenilmesi eğilimi belirginleşmektedir. Balkanlar, Afganistan ve çevresi, öncelik Filistin ve ardından Irak’ta olmak üzere Ortadoğu’da olanlar bu eğilimin gelişmesinin ifadeleridir. Önümüzdeki günlerde halkların payına daha çok bomba ve kan düşeceği görülmektedir.
Ancak bu saldırganlığın yol açtığı birikimlerin, saldırganların tahminlerinin ötesine geçebileceği de söylenmelidir. Venezüella’da Chavez’in Amerikan emperyalizminin itibarını iki paralık eden 48 saat içinde geri dönüşü, başka yönlerinin yanında, bu yönde bir gelişme olarak da değerlendirilmelidir. Irak sorununda Amerikan emperyalizminin, şimdiye kadar olageldiğinin tersine, bu kez, yanına İngiltere’yi bile almakta zorlanarak “tek tabanca” kalması, yine bu birikimin bir göstergesidir. Filistin’e yönelik saldırganlıkta, ABD desteği dışında İsrail’in neredeyse tamamen tecrit olması da buna işaret ediyor. AB temsilcilerine bile, kaç kez reddettikten sonra “lütfen” Arafat’la görüşme izni veren, AB Dönem Başkanı İspanya Dışişleri Bakanı Josep Pisque’nin “General Şaron sadece kendisiyle uzlaşabileceklerle konuşmak istiyorsa, bir süre sonra arabulucu bulamayacak” içerikli tepkisini alan, ünlü Zbigniew Brzezinski tarafından bile ırkçı Güney Afrika’ya benzetilen, sonradan düzeltmeye uğraşsa bile stratejik ortağının Başbakanı tarafından soykırımla suçlanan İsrail’in zor durumda olduğu açıktır. Bu, aynı zamanda Amerikan emperyalizminin zorluğu ve tecrit olmuşluğu ve itibar kaybı anlamındadır.
Gidişatın diğer bir yönünü oluşturan emperyalistler arasındaki karşıtlığın bugünkü gelişmesi de, giderek sertlik yüklenmekte ve kopuşma eğiliminde ifadesini bulmaktadır. Kendi aralarındaki kapışmanın bugünkü durumu, Bosna’dan Filistin’e uzanan süreçte, ABD etrafındaki toplanmanın birer-ikişer azalmasına ve en son “teke düşme”ye götürmüştür. Yeni oluşturulacak bir takım “olaylar”, yeniden ABD odaklı belirli emperyalist birliklerin gündem almasına tanıklık etmemize yol açsa bile -ki, bunlar beklenmelidir-, genelleşme durumundaki kopuşma eğilimi değişmeyecek görünmektedir. Gelişmekte olan emperyalistler arası karşıtlıklar, bir yandan dünyayı yeni bir savaşa götürecek bir birikimin nedeniyken, diğer yandan da, yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi, dolaylı yedek olarak, halkları mücadeleye yönelten birikimi besleyici rol oynamaktadır, oynayacaktır. Yeter ki, dünya işçi sınıfı, ezilen halklar kendi taleplerine, bağımsız örgütlenmeleri ve mücadelelerine yönelsinler ve emperyalistlerden birinden birine bel bağlamasınlar. Kendi aralarındaki kapışmayla birlikte emperyalist saldırganlığın ve karşı koyusun, direnişin yükselişi: dünyanın gidişatını bu iki etken karakterize etmektedir. Filistin’de yaşananlar, tam da buna örnektir.
Çözümü de buradan aramak zorunludur.
Dünya ölçeğinde emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı proletarya ve halkların ortak mücadele ve dayanışması ile emperyalist zorbalık ve tahakküme son verilmesi, halkların kendi zenginlik kaynakları ve geleceklerini kendi ellerine almaları, kendi kendilerinin efendileri olmalarının yolunun açılması dışındaki tüm seçenekler, aslında tek seçeneğe indirgenir, tümü halkları ve davalarını güçten düşürüp emperyalist talan ve tahakkümü besleyip güçlendirir. Özel olarak Filistin sorunu açısından da böyledir.
Filistin’in önünde, ikisinin de kapısı aralanmış, hatta neredeyse tüm yönleriyle uygulamasına da girişilmiş “iki” çözüm seçeneği durmaktadır. Kesintiye uğrayan Madrid ve Oslo sürecinde şekillenen, Filistin’i Filistin olmaktan çıkaracak köleleştirici daha bir dizi tavizle -ki son saldırganlık bunları koparmayı hedeflemektedir- gerçekleşebilecek bir Pax-Americana’da ifadesini bulan emperyalizm ve Siyonizm’le uzlaşmaya dayalı “çözüm”. Filistinliler bunun çözüm olmadığını bilmekte ve bu çözüm Filistin halkı ve İntifadası ile dışlanmaktadır.
İsrail’in şimdiye kadar ulaşamadığı tam köleliği öngören bir Pax-Americana hedefine, şimdiki gibi, koşulları sonuna kadar zorlayarak ulaşmaya çalışacağı görülüyor. Filistin halkının bugüne kadar ortaya koyduğu kararlı mücadeleci tutum bunu pek olanaklı kılmıyor. Ancak halkçı anti-emperyalist çözümünün, Filistin halkının yanında en azından bölgenin diğer halklarının mücadelesi ve dayanışmasına da ihtiyaç duyduğu söylenmelidir. “Küresel” hesaplaşmalar ve yeniden yapılandırma sürecinde diğer tüm halkların kurtuluş davaları açısından giderek daha da gerekli hale gelen uluslararası ölçekte mücadele ortaklığı ve anti-emperyalist dayanışma, Filistin’in kurtuluşu davası açısından da geçerlidir. Halkların kurtuluşu, emperyalizmden kurtuluş davasının parçaları durumuna, sorun, emperyalist zincirin bir ya da birkaç noktadan kırılması sorununa çoktan dönüşmüştür.
Burada Filistin’e desteğin içeriği ve biçimi önem kazanmaktadır.
Filistin halkının her türden desteğe ihtiyacı olduğu, kısmi destekleri bile dışlama lüksü bulunmadığı kuşkusuzdur. Bu “lüks” dünya halkları ve devrimciler açısından da yoktur. Her ülkede her türden İsrail’i protesto ve Filistin’e destek eyleminin önemi azımsanamaz. “Barış gönüllüleri”nin vb. eylemleri de küçümsenemez. Ancak Filistin’e sunulacak eylemli desteğin özünü, halkların kendi ülkelerinde emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadelelerini yükseltmeleri oluşturur. Örneğin Türkiye halkının Siyonizm’in güçten düşürülmesine temel katkısı, Siyonizm protestosundan da çok, onu stratejik müttefikinden etmek üzere, kendi ülkesinde yürüteceği anti-emperyalist demokratik mücadelesi ve onun zaferidir. Kuşkusuz, bu mücadeleyi yürütürken, Türkiye halkı ve devrimcileri, ertelemeci bir tutumla Filistin’e sunacakları desteği kendi zaferlerine kadar savsaklamayacaklardır. Ancak, yasak savmacılık yapılmayacaksa, Filistin halkının asıl ihtiyacı olan destek açısından üstlerine düşen görmezden gelinemez.
Bu, tüm destek eylemleri ve genel olarak sunulan destek bakımından temel ölçütü oluşturur.
İslamcılık ve milliyetçiliğin çeşitli biçimlerini de kapsayarak dinamikler ve tutumların sonuçta gelip dayandığı belirleyici nokta; emperyalizm ve özellikle Amerikan emperyalizmine karşı tavır noktasıdır. Siyonizm’i Amerikan emperyalizmiyle birlikte düşman edinme tayin edicidir. Hiç yoktan iyi olsa bile, desteğin, özellikle emperyalizme karşı tutum almaya cesaret edemeyişin sonucu olan tamamen pasif “dua etme” vb. türlerinin, yönlendiricilerinin, Amerikan emperyalizmiyle uzlaşmacılığa bağlı yasak savmacılığına denk düştüğü ortadadır. Emperyalizme karşı tavır almaktan kaçınma, “Kudüs”, “El Aksa” vb. türü motifleri siyasal İslamcılıkta pek bol olan kutsallıklar savunuculuğu ve anti-Semitizm üzerinden Filistin davasını çözümsüzlüğe ve uluslararası desteklerini daraltıp zayıflatmaya götürmektedir. Halkların kardeşliği ve mücadele ortaklığına dayalı halkçı perspektif yerine, dinci ve milliyetçi çeşitli perspektifler, ancak halkların bölünmesine yol açabilir ve açmaktadır. “Şaron destekçiliği yüzde 80’lere ulaşıyor” türünden gerekçelerle, bir bölümüyle hiç de küçümsenmeyecek barış gösterileri örgütleyen İsrail halkını dışlamak, Filistin’in kurtuluşu davası bakımından düşünülemeyeceği gibi, “dış destek” bakımından İslam ya da Arap nüfusun desteğinin sağlanmasıyla sınırlı yaklaşımlar, Filistin halkı ve davasına zarar vermekten başka işe yaramaz. Türkiye’de örneğin, yüz binleri alanlara toplayabilme gibi olanaklara sahip olan AKP ve SP gibi İslamcı partilerin, ABD ile aralarını bozmamak için, en azından bunu yapmaktan kaçınırken, anti-Semitizme ve kutsallık savunuculuğuna sarılmaları böyle bir içeriğe sahiptir.
Emperyalizm ve Siyonizm kendi kendini sokmaktan kaçınmayan akrep misali, kendi sonunu hazırlamakta, talan ve döktüğü kan, dünya halklarını kurtuluşları için mücadeleye itmektedir. Zorluklar artmakta ama sosyal ve ulusal kurtuluş mücadeleleri için koşullar giderek daha elverişli hale de gelmektedir. Filistin davasının bugüne kadarki seyri ve Filistin halkının ödediği tüm bedellere rağmen takındığı kararlı tavır, dünya halklarının yolunu aydınlatıcıdır. Görev, en çok, hızla örgütlenme eksiklerini tamamlama ve halkların birleşik anti-emperyalist eylemini besleyerek başına geçme zorunda olan dünya işçi sınıfınındır.