Türkiye 1 ay sonra seçime gidiyor. Her seçim dönemi, çıkarları birbirine karşıt olan sınıflar açısından siyasetin daha da yoğunlaştığı dönemlerdir. Sermaye partileri açısından bu dönemler, işçi ve emekçilerin oylarını alarak, onları sermaye iktidarının, onun bağlandığı dış odakların çıkarlarını gizleyen politikalarına yedeklemek için daha özel bir çalışmayı gerektirmektedir. Seçimin hemen sonrasında unutulacak vaatlerde bulunup bulunmamanın ahlaki yüküyle ilgilenecek bir karakter taşıması beklenemeyecek olan burjuva politikacısı ile -çünkü sonuçta burjuvazi için aslolan sınıf çıkarlarını, kendi egemenliğini garantiye almaktır, bunu yapmak için her yol mubahtır- ona yedeklenmemek için sürekli uyanık olması gereken işçi sınıfının, halkın politikacıları arasındaki çatışma seçim dönemlerinde ister istemez daha ayrı bir önem kazanır. Elbette sınıf mücadelesinde aslolan sürekliliktir ve politik çalışmayı seçim dönemlerine indirgemek egemen burjuva siyasetin, aslında halkı siyaset dışına itme taktiğinin bir ürünüdür. Ve işçi sınıfı politikacısı açısından da temel olan şey, emekçi sınıfları, kendi sınıf çıkarları etrafında birleştirmeyi sağlayacak bir faaliyeti her gün aynı diriliği ile canlı tutmak olmalıdır. Ancak, burjuva temsil sisteminin henüz emekçiler nezdinde kırılamamış olan siyasete seçim dönemleri daha yakın durma alışkanlığı, ister istemez işçi sınıfı politikacılarına da, politikayı sermayenin bir ayrıcalığı olmaktan çıkarmak, işçi ve emekçilerin en geniş yığınlarını kendi çıkarları etrafında örgütlü olarak politika yapar hale getirmek açısından, seçim süreçlerini üzerinde daha fazla yoğunlaşılması gereken dönemler haline getirmektedir.
Bu faaliyetin işçi sınıfı politikacıları açısından en önemli yanlarından birisi de, düzen partilerini halkın gözünde teşhir edecek bir ajitasyonu sürekli kılmaktır. Bu da, onların söyledikleri ile yaptıkları arasındaki çelişkileri, yalanlarını ortaya koymayı gerektirmekte, bunu yapmak için de somut veriler sunmak zorunlu olmaktadır. Nasıl ki, olgularla sınırlı kalan, onları belirli bir sınıf politikasının, programının içine oturtamayan bir ajitasyon iktidar mücadelesi açısından işçi sınıfına bir şey kazandırmazsa, verilerle desteklenmeyen genel bir ajitasyon da, emekçilerin politikaya henüz mesafeli duran kesimlerini aydınlatmakta sınırlı kalması kaçınılmazdır.
Bu nedenle bu yazı da, işçi ve emekçileri açlığa, işsizliğe mahkûm eden, ancak buna rağmen halkın karşısına çıkıp oy isteyen IMF’ci partilerin daha çok verileri esas alan, söyledikleri ile yaptıkları arasındaki farka işaret eden bir teşhiri yapılmaya çalışılacaktır.
NE DEDİLER, NE YAPTILAR?
Şu an burjuvazinin, başta medya olmak üzere çeşitli kurumları aracılığıyla parlatılarak iktidara taşımak istediği partiler arasında CHP’nin özel bir yer tuttuğu bilinmektedir. 12 Eylül darbesinin ardından, cunta desteği uygulanmaya çalışılan IMF politikalarının has partisi Turgut Özal’ın ANAP’ının bugün barajın altında gözükmesi, hükümette bulunan diğer sermaye partilerinin de halkın gözünde ne kadar yıprandığının, kamuoyu anketleriyle ortaya çıkmış olması; hem Türkiye’nin işbirlikçi sermayesi için, hem de onun bağlı bulunduğu emperyalist kurumlar için CHP’yi halkı yedeklemek açısından önemli bir alternatif haline getirmektedir.
Oysa CHP’nin daha yakın geçmişteki vaatleri ile yaptıkları arasındaki çelişkiler bile, onun, sermayenin çıkarı için her türlü yalanı mubah sayan bir parti olduğunu göstermektedir. CHP ile DYP’nin koalisyonundan oluşan 52. Hükümetin programında şu vaatler ve hedefler dile getirilmiştir: “Toplumsal barışı sağlamaya ve gelir dağılımındaki adaletsizliği iyileştirmeye yönelik çabalarımızı sürdüreceğiz” (Hükümet Programı, 31.10.1995, s.9)
“Enflasyon karşısında alım güçleri azalan kesimlere, çalışanlara, ücretlilere, emeklilere, muhtaç yaşlılara, dul ve yetimlere sahip çıkmak, Hükümetimizin bir diğer temel politikasını oluşturacaktır.” (Hükümet Programı 31.10.1995, s.10)
Ancak, DYP-CHP hükümeti bütçe açığını kapatmak için yüksek faizle borç aldı. Bu uygulama enflasyonu düşürme yerine daha tırmandırdı. Bu nedenle de, enflasyon, ekonominin ve toplumun en önemli sorunu olmaya devam etti. 1995 yılında DYP ve CHP tarafından kurulan 52. Hükümet döneminde enflasyon, Aralık ayı itibariyle yüzde 65,6 oranında gerçekleşti. 1995 yılında vergi gelirlerinin yüzde 122,3’üyle borç ödendi. Eğitime ayrılan pay 1994 yılında zaten yüzde 14,9 gibi ihtiyacın çok altındayken, bu oran CHP’nin koalisyon ortağı olarak hükümette yer aldığı 1995 yılında yüzde 13,5’e düştü. Aynı şekilde sağlığa 1994 yılında ayrılan yüzde 4,4’lük komik pay da CHP-DYP koalisyonuna çok geldi ve o da yüzde 3,6’ya indirildi.
CHP, emekçi düşmanı politikalarını, iktidarda olmadığı zamanlarda bile uygulamayı başardı. CHP’nin ortağı olduğu İş Bankası’nın Aydın Doğanla birlikte satın aldığı Petrol Ofisi A.Ş.’de 2 bin 749 işçi işten atıldı. Yine CHP’nin İş Bankası aracılığıyla ortak olduğu Paşabahçe Şişe-cam’da 130 işçi zorla emekli edildi, yüzlercesi de başka illere gönderildi. CHP’nin ortağı olduğu başka bir fabrika olan Bergama Pamuk İpliği ve Dokuma Sanayi TAŞ.’de 600 olan işçi sayısı iki yıl içinde yan yarıya indi.
Emekçileri enflasyona ezdirmemek, bütün IMF partilerinin programlarında yer alan ama uygulamada tam aksi yapılan bir yalandan ibaret olarak kaldı. ANAP ve DYP partilerinden oluşan 53. Hükümet de bu konuda şunları vaat etmişti:
“Gelir dağılımının istikrarlı bir şekilde iyileştirilmesi, toplumsal refahın yükseltilmesi ve yaygınlaştırılması temel amaçtır.” (Ortak Hükümet Protokolü, 3.3.1996, s. 19)
“Hedefimiz enflasyonun tek haneli rakamlara indirilmesidir.” (Hükümet Programı, 7.3.1996, s.9)
RP ve DYP’den oluşan 54. Hükümetin de aynı konudaki vaadi şu şekildeydi:
“Gelir dağılımının istikrarlı bir şekilde iyileştirilmesi sağlanacaktır.” (Hükümet Protokolü, Haziran 1996, s.5)
Ancak, bu sermaye partilerinin tamamı, seçim döneminin ardından halka vaat ettikleri bu politikalar yerine, halkı ezen politikaları esas aldılar. Enflasyonu tek haneli rakama indirmeyi programlarına koyan ANAP ve DYP’den oluşan 53. Hükümet ile aynı yıl kurulan 54. Hükümet (RP ve DYP) döneminde enflasyon yükselişe geçti. Yılsonu itibariyle enflasyon oranı; yüzde 84,9 olarak gerçekleşti.
Ayrıca bu dönem, eğitim ve sağlığa ayrılan payda da önemli bir düşüş yaşandı. 1995’te eğitime ayrılan pay yüzde 13,5 iken, bu oran 1996’da yüzde 9,8’e indi. Sağlığa 1995’te ayrılan yüzde 3,5’lik pay da 1996’da yüzde 2,8’e düştü.
ANAP, DSP ve DTP’den oluşan 55. Hükümet ise aynı konuda şu vaat de bulunmuştu:
“Ekonomik ve sosyal politikaların uygulanmasında yoksulluğun azaltılmasına, sabit gelirlilerin, emekli, dul, yetim, küçük esnaf ve çiftçilerin fakirleşmesinin önlenmesine, işsizlere iş bulmaya önem verilecektir” (Hükümet Programı, 7.7.1997, s.41)
Görüldüğü gibi, peş peşe aynı partilerden farklı hükümetler kurulmaya devam ediyor ve hükümet programlarında enflasyon ile ilgili yer alan ifadeler değişmiyor. Ancak değişen bir şey var ki o da enflasyon. Ve enflasyon yükseldikçe yükseliyor; 91,0.
Ve 55. Hükümet döneminde de, uygulanmasından ödün verilmeyen ve halka yönelik kamu harcamalarını yük gören ekonomi politikaları nedeniyle eğitim ve sağlığa bütçeden ayrılan pay, vaat edilenin aksine bir önceki döneme göre daha da geriye düştü. 1998’de eğitime ayrılan pay yüzde 8,4, sağlığa ayrılan pay ise yüzde 2,6 idi. DSP’nin tek başına kurduğu 56. Azınlık Hükümeti’nin programında da bu konuda şöyle deniliyordu:
“Enflasyonla mücadele kararlılıkla sürdürülecektir” (Hükümet Programı, 12.1.1999, s. 15)
DSP, ANAP ve MHP’den oluşan 57. Hükümetin, yani şu an iktidarda bulunan koalisyonun programında ise şu ifadelere yer verilmişti:
“Hükümetimiz, acil sorunların çözülmesi ve yapısal reformların gerçekleştirilmesi, kronik enflasyonun süratle tek haneli düzeye indirilmesi, istikrarlı bir büyümenin sağlanması, sosyal devlet anlayışı ile gelir bölüşümünün iyileştirilmesi, refahın topluma yayılması, bölgeler arası gelişmişlik farklarının azaltılması, kaynakların etkili ve verimli kullanılmasını esas alan ve rekabetçi bir pazar ekonomisi anlayışına dayanan ekonomi ve maliye politikalarını özenle uygulamakta kararlıdır. Enflasyonla mücadele sürdürülürken, dar gelirlilerin mağdur edilmemesine özen gösterilecektir.” (Hükümet Programı)
Enflasyon hedefinin yüzde 30 olduğunu belirterek memur maaş artışını yüzde 15, asgari ücret artışını ise yüzde 17 oranında artıran 57. Hükümetin enflasyon balonu çabuk söndü. 1999 Aralık ayında, bir önceki aya göre toptan eşya fiyatları yüzde 6,8, tüketici fiyatları yüzde 5,9 oranında arttı. Aralık ayı itibariyle son bir yıllık enflasyon toptan eşyada yüzde 62,9 olarak gerçekleşti.
Eğitim ve sağlığa bütçeden ayrılan paydaki düşüş 57. hükümet döneminde de hızla devam etti. 2000 yılında eğitime yüzde 7,1’lik oranda bir pay ayrılırken, sağlığa da yüzde 2,3 oranın da pay ayrıldı.
FAİZ VE BORÇ SARMALI
IMF’ci sermaye partilerinin uyguladığı ekonomik politikaların ülkeyi sürüklediği yıkımın en önemli göstergelerinden birisi de faiz, borç ve hortum sarmalıdır. Son 22 yılda iyice derinleştirilen IMF bağımlılığına dayalı dışa bağımlı ekonomik düzenin bir sonucu olarak bugün faiz ödemeleri için ayrılan pay vergi gelirlerini aşmış bulunuyor. 1980’de verginin yüzde 4,2’lik bölümü faiz ödemelerine gidiyordu. 1987’de faizlerin oranı vergi gelirlerinin 4’te birine ulaştı. 1994 yılında vergi gelirlerinin yarısı faize gitti. 1997 yılında faizin vergi gelirlerine oranı yüzde 48’di, 1999 yılında yüzde 72,4 oldu.
2000 yılında ise yüzde 77,1’e çıktı. 2001 yılı sonunda ise, faizlerin vergiye oranı yüzde 103,3’ü görerek vergiyi aştı.
Borçlara giden vergi oranı bakımından da durum farklı değil. 1980’de verginin yüzde 7,7’si borçlara harcandı. Bu oran 1984’te yüzde 21,3’e, 1985’te ise yüzde 41,2’ye çıktı. 1987’de yüzde 59,5 olan borçlara giden vergi oranı, 1990 yılına gelindiğinde yüzde 36,4’e geriledi ancak bu gerileme hiç de uzun sürmedi. 1995 yılında vergi gelirlerinin yüzde 122,3’üyle borç ödendi. Bu oran, 2001’de ise yüzde 133’ü buldu.
“Milliyetçi sol” bir söylem kullanan DSP ile “milliyetçi sağ” söylemle oy toplamaya çalışan MHP’nin ortağı olduğu bugünkü hükümet döneminde Türkiye IMF’ye en borçlu ülke haline getirildi. Türkiye bu dönemde toplam 30 milyar dolarlık krediyle IMF’ye en borçlu ülke oldu. Ayrıca, IMF programının yol açtığı krizde Türkiye ekonomisi yüzde 9,4 oranında küçüldü. Böylece Türkiye, geçen yıl, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkış yılı olan 1945’ten bu yana en ağır yoksullaşmayı yaşadı. 2000 yılında 202 milyar dolar olan Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH), 2001’de 148 milyar doları ancak buldu. 2000’e göre 54 milyar dolarlık bir milli gelir kaybına uğrayan Türkiye’nin kişi başına geliri de 2000’de gerçekleşen 3095 dolardan 2160 dolara düştü. Sadece milli gelir düşüşleri ve borç stokundaki artış 2001 yılında Türkiye’ye 129 milyar dolarlık ek bir yük getirdi. Bu toplam 129 milyar dolarlık yük, 14 bin 500’e yakın aileye bölündüğünde ise aile başına yükün yaklaşık 9000 doları bulduğu görülüyor. Kişi başına gelir 3000 dolardan 2160 dolara indi.
Bu yıkımın gerçekleştiği dönem bugünkü DSP-MHP-ANAP hükümeti dönemi, ancak DSP’den kopanların oluşturduğu YTP’nin kurmayları da en yetkili makamlarında bulundukları bu hükümetle birlikte bu yıkımın birincil dereceden sorumluları arasındadır. Önce “sol”u birleştirmeye çalışarak, ardından da CHP’de etkin bir pozisyona gelerek emekçileri IMF programına yedeklemek isteyen ABD memuru Kemal Derviş de bu yıkım gerçekleşirken hükümetin ekonomiden sorumlu patronu durumunda bulunuyordu. Dolayısıyla hem o hem de bugün onun başına geçtiği CHP’yi de bu vebalin sorumlusu ve gönüllü ortağı olarak adlandırmak gerekir.
İŞÇİ VE EMEKÇİLER KURBAN EDİLDİ, ÜLKE RANT CENNETİ HALİNE GETİRİLDİ
Kriz yılı 2001’de, alım gücü en çok azalanlar imalat sanayisi işçileri oldu. İmalat sanayisinde üretimde çalışanların saat başına reel ücretleri sektör genelinde yüzde 14,4 azaldı. Düşüş kamu imalat sanayisinde yüzde 12 olurken özel kesimde yüzde 15,2’yi buldu. İmalat sanayisi işçi ücretleri petrol ürünleri kesiminde reel olarak yüzde 19,4 azalırken gıda sanayisinde yüzde 17,7, kimya kesiminde ise yüzde 16,4 oldu. Kamu kesiminde 22 Mayıs 2001’de yenilenen toplusözleşmeyle sağlanan zamlar, enflasyonla baş edemeyince kamu kesimi çalışanlarının reel gelirleri yüzde 11,6 oranında azaldı. Temmuz 2001’de yılın ikinci yarısı için yeniden belirlenen asgari ücret de enflasyon karşısında tutunamadı ve asgari ücretlinin alım gücü 2001 yılında yüzde 13,8 oranında geriledi. Memurlara 2001’in ilk yarısında yüzde 10, ikinci yarısında yüzde 5 zam yapıldı. Ayrıca ek artışlar da yapıldı. Ama yine de memurların 2001 sonunda reel gelirleri yüzde 4 oranında geriledi. Emekli maaşları da 2001’deki aşınmadan payını aldı. Emeklilerin reel gelirleri 2001’de yüzde 4’e yakın düştü.
“Devleti küçültme” adı altında bütçeden kamu hizmetlerine ayrılan pay her geçen yıl daha da azalırken, personel giderleri de kısıldı. Ve 10 yıldır hedeflenen enflasyon gerçekleşen enflasyonun altında kaldığı için memurlar enflasyona ezildi.
Sadece son 3 yılda reel ücretlerinden yaklaşık 250 milyon liralık kayıpları olan memurlar, hükümetle oturdukları toplugörüşme masasında da IMF dayatmalarıyla karşılaştılar. Hortumlanan bankalar için bir gecede milyar dolarlar bulan hükümet, memura yine “kaynak yok” dedi.
Bugüne kadarki bütün hükümetler asgari ücretliyi açlığa mahkûm etti. Bir yandan zam sağanağı sürdürülürken, diğer yandan asgari ücretliye yaşanamayacak bir ücret reva görülüyor. Yoksulluk sınırının 1 milyarı aştığı, açlık sınırının bile 400 milyonu bulduğu bir ortamda asgari ücret sadece 184 milyon lira. İşçilerin asgari ücretin vergi dışı bırakılması isteğini duymazdan gelen sermaye partileri, patronların milyarları bulan vergi borçlarını defalarca affettiler. İşçinin, bırakın ailesini, kendisini bile geçindiremeyecek olan asgari ücretten ise ayda 66 milyon liralık kesinti yapılıyor. Başta CHP olmak üzere, IMF programını uygulamaya devam edeceklerini söyleyen partiler, asgari ücretliye “daha fazla sefalet” vaat ediyor.
Son 3 yıl içinde özelleştirme nedeniyle, kamu bankalarının tasfiyesi de dâhil olmak üzere toplam 32 bin kişi işsiz kaldı. Bu sayıya, kamu bankalarının tasfiyesi nedeniyle işsiz kalan 24 bin banka çalışanı dâhil değil. Sadece Petrol-İş’in örgütlü olduğu işletmelerde son 4 ayda 1700 kişi işini kaybetti. Petrol-İş, özelleştirme nedeniyle son 10 yılda kaybettiği üye sayısını da 11 bin 724 olarak belirledi. (PETKİM, POAŞ, TÜPRAŞ, PETLAS gibi işyerlerinden atılan işçiler.)
Türkiye 2001 Şubat’ında, İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne kadarki en derin ekonomik ve mali krizi yaşadı. Dünya Bankası raporuna göre Türkiye’de 2001 yılı sonu itibariyle yaklaşık 2,3 milyon kişi (toplam istihdamın yüzde 10,6’sı) işsiz kaldı. Çeşitli nedenlerden dolayı 1989–1999 yılları arasında atılan işçi sayısı ise 11 milyon 697 bin.
Resmi işsizlik oranı bile yüzde 9,6 olarak açıklanırken, özelleştirme ve resen emeklilik gibi uygulamalar da işsizliğin büyümesine neden oldu. İşsizlik bu şekilde büyürken, ülke her gün biraz daha rant cenneti haline getirildi. Türkiye’de bugün, 1 milyon doları olan bir spekülatör, hiç çalışmadan, 7 ayda 750 bin dolar kazanabilirken, bir asgari ücretlinin aynı parayı kazanmak için, yemeden içmeden 50 yıl çalışması gerekiyor. 20 milyon doların 7 ayda 15 milyon dolarlık faiz getirisi PETKİM’in 2001 yılı kârına eşit. Bir başka çarpıcı veri olarak da, 10 milyon doların 7 ayda 7,7 milyon dolarlık faiz getirişi, 72 bin 500 asgari ücretlinin maaşına denk. 5 milyon doların 7 ayda 3,4 milyon dolarlık faiz getirisi ile 4 fabrika kurulabilir.
TARIMDA ÇÖKÜŞ, KAMUDA PERSONEL KIYIMI
Bireysel ve kurumsal rantiyelere 2001 yılında 40,5 katrilyon lira faiz geliri aktaran hükümet, işgücünün yüzde 35’ini oluşturan 7 milyon 200 bin çiftçiye ise doğrudan gelir desteği olarak 938 trilyon lira ödedi. Türkiye genelinde 2 bin 160 dolar olan kişi başına düşen milli gelir, tarım sektöründe 878 dolara kadar geriledi.
Türkiye, tarıma 1995 yılında 5 milyar dolar, 1999 yılında 2,9 milyar dolar, 2000 yılında ise 2 milyar dolar destek uyguladı. Bu rakamlar ABD’de 97 milyar dolar, AB ülkelerinde ise 127 milyar Euro olarak gerçekleşti.
Kendi kendine yeten 7 tarım ülkesinden biri olan Türkiye, 2001 yılında 124 milyon dolarlık buğday, 94 milyon dolarlık ayçiçeği, 83 milyon dolarlık soya fasulyesi, 16,2 milyon dolarlık nohut, 2,8 milyon dolarlık şeker, 45,8 milyon dolarlık mısır yağı ithalatı yaptı. Türkiye’nin tarım ürünleri ihracatı ile ithalatı arasında 2 milyar dolarlık bir fark bulunuyor. İthalat ihracat arasındaki makas ithalat lehine açılıyor.
Bu tablonun, kamuda çalışan emekçilere dönük yüzü de farklı değil. IMF’ye verilen niyet mektubunda, başta KİT’ler olmak üzere, kamu kuruluşlarındaki memur, işçi ve sözleşmeli personel istihdam düzeyinin aşağı çekileceği ve üçte iki oranında bir işten çıkartmanın olacağı ifade edildi.
İlk etapta Telekom ve Özelleştirme İdaresi portföyünde yer alan kamu şirketlerinde en geç Mart ayı sonuna kadar işten çıkartmaların olacağı, işten atmaların 2003 Haziran’ına kadar tamamlanacağı belirtildi. Hükümet hiçbir yeni işe alıma izin verilmeyeceğinin de altını çizerken, boşalan kadroların süratli bir biçimde tasfiye edileceği kaydedildi. Ayrıca kamu bankalarından 800 şube daha Haziran ayına kadar kapatılacak.
İKTİDAR OLMADAN İŞÇİ DÜŞMANLIĞINA İKİ ÖRNEK: UZAN VE ERDOĞAN
Yukarıdaki veriler, şu ana kadar iktidar olmuş partilerin uyguladıkları IMF politikalarının ülke ve emekçiler üzerindeki faturasının bir bilânçosunu sunuyor. Ancak, IMF politikalarını uygulamak için illa iktidar olmak gerekmiyor. Şu anda IMF’ye karşı bir söylemle emekçilerin desteğini arkasına almaya çalışan Genç Parti’nin lideri patron Cem Uzan, bir siyasi parti liderinin işçi düşmanı, IMF işbirlikçisi yönünü görmek için illa iktidara gelmesinin gerekmediğine bir örnek oluşturuyor. “IMF’ye rahmet okutuyor” başlığı ile yayınlanan bir haberde, Cem Uzan’ın devletten satın aldığı çimento fabrikalarında hem düşük ücretle işçi çalıştırdığını, hem de Trabzon ve Samsun’daki çimento fabrikalarında çalışan onlarca işçiyi sadece sendikalaştıkları için işten attığına dikkat çekiliyordu. Haberde görüşüne yer verilen TÜMTİS Karadeniz Bölge Şube Başkanı Muharrem Yıldırım, Trabzon’da Çimento Fabrikası’nda 2000 yılında sendikaya üye olan işçilerin bir hafta sonra Cem Uzan tarafından işten atıldığını dile getiriyor ve Samsun’da kurulan Lâdik Çimento Fabrikası’nda da aynı uygulamaların yaşandığını söylüyor. (Günlük Evrensel, Şahin Bayar, 27 Eylül 2002)
İktidar olmadığı halde, uyguladığı ekonomik politikalarla emekçileri yıkıma uğratanlardan birisi de AKP Lideri Tayyip Erdoğan. “Erdoğan’ın İETT hatırası” başlığını taşıyan bir haber de, Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken sendikasız bıraktığı İETT işçilerinin, şimdi ekonomik sıkıntı çektikleri, bu sıkıntının onları intihara kadar götürdüğüne dikkat çekiliyor. Haberde Recep Tayyip Erdoğan’ın İETT’de bıraktıkları arasında şunlara dikkat çekiliyor: “Ekonomik sıkıntı nedeni ile intihar eden işçi sayısı: 8, Hastanede tedavi gören işçi sayısı: 270, Evine haciz gelen işçi sayısı: 495, Maaşına haciz gelen işçi sayısı: 960, Milyarın üstünde faizli borcu olan işçi sayısı: 2800” (Günlük Evrensel, Sinan İmrek, 26 Eylül 2002)
IMF’ci partilerin ülkeye ve ülke emekçilerine faturasını gösteren bu tablo, halktan bugün yine oy isteyen bu partilerin bundan sonra yapacaklarının da “teminatını” oluşturuyor.