İhsan Çaralan, Evrensel Kültür’ün 2002 Mayıs sayısında yayınlanan “Dil Egemenlik ve ‘Dil Özgürlüğü”‘ başlıklı güzel yazısına, mitolojide Babil Kulesi ve dilin insanları birleştirici, toplumsallaştırıcı ya da insan toplumu olarak bir arada tutucu karakterine atıfla başlıyor. Tanrılar katına ulaşmak üzere bir kule inşa etmeye girişen ve tümü aynı dili konuşan insanların, tanrılar tarafından, dilleri farklılaştırılıp birbirlerini anlamaları ve ortak amaçlarını gerçekleştirmek üzere ortak eylemlerini (işi) yürütmeleri önlenerek püskürtüldüklerini anlatan mitolojik öyküden söz ederek, dilin, dil-insan faaliyeti ve dil-insan ilişkisinin önemine değiniyor. “Bu açıklamanın tarihsel bir gerçekliğe, dayandığı söylenemez. Ama” diyor; “bu açıklama, toplumsal yaşamın oluşmasında, insanlar arasındaki bağ olarak dilin rolünün tali değil esas olduğunun daha o zamanlardan anlaşıldığını gösterir.”
Gerçekten de mitoloji, insanlardan başkaları tarafından yaratılmamıştır. Henüz, hem bilgilerinin sınırlılığı ve hem de faaliyetleri ile düşünceleri arasındaki ilişkiyi doğru kuramayışları nedeniyle, ne kendi faaliyetlerini ne de dünyayı yeterince açıklayamayan insanlar tarafından. Dolayısıyla açıklamaları, kendi faaliyetleri ve ihtiyaçları üzerinden olmasa ve çözümsüzlükleri, kendi düşüncelerinde yarattıkları tanrılar vb. gibi “üstün düzenleyiciler”e ihtiyaç gösterse ve aynı anlama gelmek üzere gerçeğin ters-yüz edilmiş halini verse bile, yine de gerçekle ilişkili olmamazlık, gerçeği yansıtmamazlık edemiyordu. Ayrı diller halinde farklılaşmasını, dolayısıyla ön kabul olarak ortaya çıkışını da tanrılara ve insanlarla tanrıların ilişkisine vehmetse de, önemiyle birlikte dil gerçeğini, insanın toplumsal varlık olarak gücü ya da aynı anlamda faaliyeti açısından koşulu oluşunu ortaya koyuyordu.
Peki dile ilişilin gerçeğin kendisi, tersyüz olmamış haliyle insan-dil ilişkisi nasıldır?
Dergimizin 111. sayısında da yer verdiğimiz, Engels’in “Doğanın Diyalektiği”nin bir bölümünü oluşturan “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” başlıklı makalesi, hâlâ, sağladığı açılımla konuya en iyi giriştir.
Dil, tıpkı emek gibi, onun açtığı “çığır’ın etken bir temel dinamiği olarak, insanın insanal faaliyetinin hem tarihsel ve kaçınılmaz bir ürünü hem de insanın var oluşunun, bütün varlığının temel bir koşuludur.
İnsanı insan yapan, -organik maddeler toplamı olarak fizyolojik bakımdan milyonlarca yılı kapsayarak yaşadığı evrim süreci bir yana bırakıldığında, ya da bunun üzerinde- hiç abartmaya düşmeden, onu yarattığı söylenebilecek olan varlık koşullarının başlıcası, önde geleni ve diğerlerini işlevselleştiren temeli sağlayanı, kuşkusuz emektir.
Biyoloji, fizyoloji ve komşu bilimlerinin konusuna giren -dünyanın oluşumu ile de bağlantılı olduğu kadarıyla ilgili diğer bilimleri de ilgilendiren- organik maddenin oluşumu ve gelişimi, onun varlık koşulları şu anda bizi ilgilendirmiyor. Ancak biliniyor ki, tek hücreliden başlayan organizmanın evrimi, doğal seleksiyonun da rolünü oynadığı bu uzun binyıllar boyunca türlerin farklılaşmasına götürerek, hayvanlar âlemini, memelilere, maymuna ve onun özel bir türü olan antropoide (insansı maymun) kadar getirmiştir. Memeliler içinde hiç de küçük bir azınlık oluşturmayan sürüler halinde yaşama, onun da özelliği durumundadır ve zaten, insana dayanaklık eden bu türün başka türden bir yaşama biçimine sahip olması olası da değildir. İnsana dair olan, insanı hayvandan farklılaştıran bunun ötesindeki bütün gelişmeye, artık organizmadaki farklılaşmaları koşullamayı da kapsayarak, en başta emek kaynaklık etmiştir. Emek, emek harcama, dolayısıyla emekgücü kullanımı, kuşkusuz, gelişkin örgütlenişlerinin birikimini de kendisi sağlamak üzere, en ilkel düzeyinden başlayarak insanı insan eden başlıca temel dinamik olmuştur. Şimdiden söylenmelidir ki, emek tek dinamik değildir ve örneğin dil de bu dinamikler arasında temel bir öneme sahiptir. Ancak, dil de içinde olmak üzere, diğer insanlaştırıcı itici güçlerin kaynağının ve rollerini oynamak üzere ortaya çıkışlarının, emek sürecinden ve emek süreciyle birlikte doğduğu; bugün artık tüm insanal gelişmenin üzerinden ve çok üst perdeden ileri sürülenlerin tersine, tek doğru açıklama durumundadır.
Günümüzde burjuvazi, neoliberal öğretisiyle, tüm sonuçlarıyla birlikte, değer ya da daha genel olarak -toprak gibi doğal zenginlikler dışında- maddi zenginliklerin kaynağı olarak emeği yok sayma, emeğin yaratıcılığı ve üretkenliğini “sıfir”a indirgeme noktasına varmıştır. Artı-değerin açıklamasına girmemelerine ve dolayısıyla emek gücü sömürüsünü onaylamalarına rağmen, zenginliklerin kaynağı olarak emeğin hakkını teslim eden, “tüm zenginliklerin kaynağı emektir” diyen ilk burjuva politik ekonomicilerden Adam Smith’ten bu yana, hele neoliberaller açısından, “açıklamalar” temelden değişmiş, değişmek zorunda kalmıştır. Artık emek zenginliği açıklayıcı bir değere sahip sayılmamakta, ne başlıca üretken güç oluşuna ve yaratıcılığına ne de zenginlik kaynağı oluşuna atıfta bulunulmaktadır. Neoliberal kuramcılar, bugünkü küreselleşme koşullarında, rolünü sıfırladıkları emek yerine, tüm üretici, yaratıcı etkinliğin, kapitalizm ve sermaye egemenliğini alternatifsiz ve hatta “tarihin sonu” sayışlarına bağlı ve paralel olarak, sermayeye özgü olduğunu çoktan ilan etmiş bulunuyorlar. Onlara göre üretken olan, zenginlik yaratan sadece ve sadece sermayedir. İnsanla, kuşkusuz üretken insanla, dolayısıyla emekgücüyle, onun üretkenliğiyle ilgili burjuva açıklamalar; tekelci kapitalizm koşullarında üretken olmaktan tümüyle çıkma eğilimindeki sermaye ile bağlantılandırılarak yapılmakta, emek ve üretkenliği, sermayenin bir alt başlığı olarak tanımlanan “insan kaynaklan” çerçevesine sıkıştırılmaktadır. Emek ve emekgücü yerine, sanki birikmiş canlı emek ve karşılığı ödenmemiş emekgücünden başka bir şey olmayan artı-değerin bir görünümü değilmiş gibi, sermaye kılınmış makineyi, popülerleştirilmiş biçimiyle, tam otomasyonu (işçisiz fabrikayı), bilgisayarın üretime uygulanmasını, daha genel olarak “bilişim”i geçirerek, emeği üretim, emekçiyi de üretici kategorilerinin dışına sürme; neoliberal sosyal ve politik ekonomi kuramlarının temel bir ideolojik kalkış noktası durumundadır. Buna göre, üretken olan emek olmadığı gibi, işçi sınıfı ve genel olarak emekçiler üretici değil ama üretici olan sermayenin ürettiklerinin tüketicileri olmaktadırlar! İddia, tarihi de bugünü de sermayenin yaptığı şeklindedir.
Kuşkusuz, ilk politik ekonomicilerden bu yana, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuvazi karşısında sağlamış olduğu kazançların yüreklere saldığı korku ve bu korku üzerinden şimdi ulaşılmış elverişli (işçi sınıfı ve hareketinin dünya ölçeğinde uğradığı geçici yenilgi) koşullarda emekçilerin ellerinde gelecekteki kazançlarının dinamiği olacak hiçbir hak bırakmama ve kârlarını maksimuma yükseltme kaygısı, burjuva politik ekonomicilerin açıklamalarındaki farklılaşmanın nedenini oluşturmaktadır. Artık bugünü ve geleceğiyle emeğe, üretkenliği ve değer yaratıcılığına ilişkin her şey yadsınma konusu edilmektedir. Emek, sadece hakları tanınmayarak ve gasp edilerek değil, ama üretkenliği, zenginlik kaynağı ve İnsana faaliyetin temeli, onun başlıca varlık koşulu, insanın ve insan toplumunun yaratıcısı ve şekillendiricisi oluşu inkâr edilip bu özellikleri sermayeye mal edilerek aşağılanmaktadır.
Benzer tutum, dil açısından da geçerlidir, örneğin bugün anadil sorunu, en başta dilin, insanı insan yapan temel bir koşul, ama açıklamasını emek sürecinde ve onunla birlikte doğuşunda bulan kendi kaynağına sahip bir koşul -giderek uluslaşmaya bağlı olarak ulusal bir değer- oluşuyla ele alınmıyor. Kötü ve aldatıcı bir oyun oynamakta olan sağıyla “solu”yla neoliberal küreselci partiler; kırpıp kırpıp kuşa döndürdükleri anadil sorununu, yalnızca AB ve AB üyeliği sürecinin “zorunlu” bir koşulu olarak sahipleniyor pozundadırlar. Tümü sermaye örgütlenmesi durumundaki, dilin işlevinin ancak kendisine bağlı olarak açıklanabileceği emeği, tüm yaratıcı/üretici işlevselliğiyle yok sayan, ona ve haklarına ölesiye düşman, üstelik doğal ki, dillere yönelik baskının bugüne kadarki uygulayıcısı, hâlâ dil özgürlüğü adına dil eşitsizliğini (onca kanaldan 24 saatlik Türkçe yayına karşı tek kanaldan 10 dakikalık Kürtçe yayının savunulmasına dayalı “eşitlikçilik”, “özgürlükçülük”) savunan AB’ci gerici burjuva partiler; kuşku yok ki, dil sorununda doğru bir yaklaşıma sahip olma koşuluna sahip değillerdir.
EMEK VE EL
İnsanın temel bir varlık koşulu olan dil, onun başlıca temel varlık koşulu olan emek ile bağlantısı dışında ele alınıp incelenemez; sahiplenilmeyi bırakalım, ortaya bile konulamaz. Emek ve emek süreçlerinden koparılarak sahipleniliyor pozu verilen dil ve özel olarak anadil sorunu, ancak yok sayıcılığın adının sahiplenicilik takıldığını kanıtlar, aldatıcılığın malzemesi olmanın ötesine geçmez.
O nedenle, gerçek bir tartışmanın kalkış noktalarından başta geleni, emek ve üretkenliği, emeğin insanın başlıca temel varlık koşulunu oluşturması, bunun tanınıp tanınmadığı olmak durumundadır. Emeğin ve yaratıcılığının tanınmayışının; sadece doğada işlenmemiş halde bulunan “malzeme”nin zenginliklere dönüştürülmesinin başlıca kaynağının değil, ama insanın kendisini insan olarak var eden kaynağın da yok sayılması, öyleyse, insanın ve insan faaliyetinin, bütün bu faaliyetin karşılamaya yönelik olduğu insanın ihtiyaçlarının da yok sayılmasından başka bir anlamı yoktur. Bu, insana dair olan her şeyin dışlanmasıdır. Daha çok kâr ve sadece en yüksek kârın, yalnızca sermaye ve sermayenin sömürgen çıkarının gözetilmesi, bu amaçla, insani olan her şeyin kaynağı olan emiğin zenginlik/değer yaratıcılığının ideoloji düzeyine yükseltilmiş inkârı demek olan kapitalizmin neoliberal savunusu, insanlık dışılığın savunulmasından başka bir şey değildir.
Emek ve emeğe ilişkin, dil de içinde olmak üzere emekle bağlantılı ve bu bağlantısı dışında izah edilemez ve kaçınılmaz olarak şarlatanlık ve aldatıcılık malzemesi olmaya indirgenen tüm sorunlarda insanlık dışı pozisyon alış, günümüz gerçeğiyle olduğu kadar gerçeğin tarihselliğiyle de ilişkisiz ve tam bir çarpıtmadır. İnsanı ve insan toplumunu, doğa-insan ve insan-insan ilişkileri bakımından en temel faaliyetini oluşturan emek süreçleri ve emekgücüne dayalı -kendisini, toplumu ve doğayı- dönüştürme faaliyetinin dışında ya da üstünde ve örneğin sermayenin, onun “yaratıcılığı”nın ürünü saymak; tam bir neoliberal kurgudur. İnsan, insanlığa ilk adımını attığı andan itibaren emekgücüyle doğayı dönüştürme faaliyeti içinde kendisini ve insan toplumunu var etme, yeniden ve yeniden üretme, dönüştürmeye girişmiş, bu ilk adımını da emek ve organı eli sayesinde atabilmiştir.
Daha insan oluşa ilk adımın atıldığı andan başlayarak, insanlık tarihi; insanın, kendisiyle birlikte insan toplumunu yaratıp geliştirmesi ve tarih yapıcılığı bakımından, üretkenliği bir yana, bizatihi sermayenin kendisinin hiç var olmadığı dönemlere tanıklık etmiş, ama başından günümüze, emeğe ve emekgücüne, onun yaratıcılığına dayanmayan insan ve insanla ilişkili hiçbir gelişmenin tanığı olmamıştır.
Antropoitlerin, insansı maymunların, ellerini başka işlevler üstlenmek üzere serbestleştiren dik yürümeye geçişleri, ellerle ayakların işlevlerini daha başından farklılaştıran, üzerinde yaşadıkları ağaçlara tırmanma ve meyveleriyle beslenme ihtiyaç ve edimlerinin ürünü olarak gerçekleşmiş ve ayaklar üzerine dikelmenin kendisi, insanlaşmaya geçişte belirleyici olmuştur. İnsan oluşa atılan bu ilk kesin adımın önemi, emeğini doğaya uygulayabilmek üzere onun organı olan “el”i serbestleştirmesindedir. Ancak binlerce ve binlerce yıllık bir zamanı tüketen, “el”in serbestleşip kuşaktan kuşağa yeni beceriler kazanarak, emek uygulayıcısı, onun organı olarak yetkinleşmesinin kendisi bile; bu binlerce yıllık uğraşın, “el”i de kendi organı olarak biçimlendiren emeğin var ediciliğinin bir kanıtı, emeğin dolaysız ürünüdür.
“Eğer kıllı atalarımızda dik yürüme önce kural ve daha sonra da zamanı gelince bir gereklilik durumuna geldiyse, herhalde, bu arada, öteki çok farklı işlevlerin ellere aktarılmış olması zorunluluk olmuştur” diyen Engels, şöyle devam ediyor;
“Atalarımızın, binlerce yıllık sürede, maymundan insana geçiş döneminde, ellerini yavaş yavaş uyarlamayı öğrendikleri ilk hareketler, ancak en basit işlemler olabilirdi. En ilkel vahşiler, hatta aynı zamanda fiziksel bir gerileme göstererek daha çok hayvana benzer bir duruma dönüşenler bile, bu geçiş dönemi yaratıklarından çok daha üstündür. İlk çakmak taşı insan eliyle bıçak haline getirilinceye kadar, öyle dönemlerden geçilmiştir ki, bizce bilinen tarihsel dönem, onunla karşılaştırılınca önemsiz görünür. Ama asıl adım atılmıştı: El, serbest duruma gelmişti ve artık durmadan yeni beceriler kazanabilirdi. Böylece kazanılan daha büyük esneklik kuşaktan kuşağa geçiyor ve artıyordu.
“O halde el, yalnızca emeğin organı değildir, emeğin ürünüdür de. Ancak emeğin, giderek yeni işlemlere uygulanmasıyla, geliştirilmiş kasların, eklemlerin ve daha uzun aralıklarla kemiklerin kalıtsal yoldan geçmesi, bu kalıtsal inceliğin, yeni, giderek daha karmaşık duruma gelmiş işlemlere, giderek yenilenen biçimde uygulanması, insan elini, Rafael’in tablolarını, Thorwaldsen’in heykellerini, Paganinni’nin müziğini yaratabilecek bu yüksek yetkinlik düzeyine kadar getirmiştir.”(1)
Ne “el” el ve insan da insan olurken ne de çakmak taşından Rafael’in tablolarına insanlık şaheserleri yaratırken sermaye en küçük bir işlev üslenmiş, ama “el’in kendisi de dâhil tüm yaratıları, sadece ve yalnızca emeğin ürünü olmuştur. Sermayenin; bırakalım, belki emeğe reva görülen “tüketicilik”le tanımlanmaya en fazla hak kazanan el koyuculuk ve satın alıcılıktan gayrı tablo, heykel ya da müzik ve dolayısıyla bir yönüyle onlarla ifade edilebilecek tarih yapıcılığını: tarih sahnesine çıkışı bile, şunun şurasında, birkaç bin yıl öncesine dayanır. Bu, milyonlarca yılı bulan insanlığın tüm ”macerası” ile karşılaştırıldığında, saniyelik bir “an”dır. Ticaretin, dolayısıyla emek ürünlerinin parayla alınır-satılır olmasının, değişim değerleri üretiminin, henüz üretim ilişkilerinin asıl yönünü oluşturmamakla birlikte, ortaya çıkışı, insanlık tarihinin oldukça ileri dönemlerine özgüdür. Basit meta üretimi ve meta-sermaye ilişkileri ve giderek para, kölelik ilişkilerinin yanı sıra, ilkel komünal toplumu çürüten bir unsur olarak, onun çözülme ve yerini köleci topluma bırakma döneminde ortaya çıkmış ve önce köleci, ardından da feodal üretim ilişkilerine bağlanmış haliyle, toplumsal üretimi belirleyici işlev üstlenememiştir. Bunun için, kapitalizmin doğuşunu beklemek gerekmiştir.
EMEK, DİL VE İNSAN
Peki, neden dil sorununu tartışırken, emek ve organı “el”in üzerinde bunca duruyoruz?
Her şeyden önce şundan ki, emeğin ürünü ve organı olarak elin gelişmesi ve geliştikçe daha gelişkin emek süreçlerinin ortaya çıkışını koşullaması, insanlaşma sürecinden başlayarak, diğer insani işlevler ve onların organlarının, rollerini oynamak üzere, ihtiyaç olarak belirmesi, oluşması ve gelişmesine götürdü. Elin gelişmesi, organizmanın başka kısımlarının, örneğin insansı atalarımızın gırtlağının değişmesine, bunu dayatmak üzere, insanlaşmaya atılan ilk temel adımla birlikte girdiği başkalaşma içinde emek süreçlerinde toplumlaşmaya yönelen insansıların birbirleriyle ilişkilerini ilk düzenleyişlerine doğrudan etkide bulundu. Bu ilk ilişki düzenleyiş, zorunlu olarak birbirlerini anlamalarını, öyleyse birbirleriyle bir takım sesler aracılığıyla iletişim kurmalarını gerektirmekteydi. Dilin kaynağında emek süreci bulunur, dil emek süreci ile birlikte doğmuştur.
Ancak bu toplumun ferdi olarak yaşayabilen insanın önceli olan Antropoitlerin birbirleriyle bir türden ilişkiler içinde bulundukları, sürüler halinde yaşamış oldukları kesin olmalıdır. Bir yandan doğa karşısında bir arada etkinlikte bulunan, öte yandan, eli ve emeği, giderek bu etkinliğinin belirleyici ve gelişmekte olan temeli haline gelmeye başlayan insanlaşan insan; birbirine bağlı iki yönlü ilerleme içine girdi: Hem emeğini uygulayarak içinde yer aldığı her yeni ilerleme, doğal nesne ve olaylarda içkin yeni özellikleri keşfetmesine ve perspektifinin gelişmesine götürdü, hem de emeğin ve emek süreçlerinin gelişmesi, insanlaşan insanın, sürü halinde bulunmadan toplum halinde ortaklaşa etkinlikte bulunmaya dönüşmesinin yolunu açtı ve insan ancak bu süreçte insan oldu. Engels’in kısa ama önemli özeti şöyledir:
“… emeğin gelişmesi, karşılıklı dayanışma, ortaklaşa faaliyet durumlarını çoğaltma, ve bu ortaklaşa faaliyetin her birey için sağladığı yararın bilincine varma yoluyla toplum üyelerinin birbirine giderek yaklaşmasına zorunlu olarak yardım ediyordu. Kısacası, oluşum geçiren insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeylerinin bulunduğu noktaya eriştiler. Gereksinme kendine bir organ yarattı: maymunun gelişmemiş gırtlağı, durmadan daha gelişmiş modülasyon elde etmek için yapılan modülasyon yoluyla yavaş ama sağlam biçimde değişti ve ağız organları, yavaş yavaş birbiri ardından düşünce ifade eden sesler çıkarmayı öğrendi.
“Hayvanlarla bir karşılaştırma, dilin kaynağının, emek sürecinden ve emek süreci ile birlikte doğduğu açıklamasının, tek doğru açıklama olduğunu gösterir. En gelişmiş hayvanların bile birbirlerine iletmek gereksinmesini duydukları pek az şey dahi, düşünce ifade eden konuşmayı gerektirmez.”(2)
Hayvanların konuşmaya, dolayısıyla bir dile ve dilini geliştirmeye ihtiyacı yoktur; çünkü ne emek harcarlar ne toplum oluştururlar ve ne de ikisinin birliği olarak bir arada emek uygulamalarını düzenleme ihtiyacı ortaya çıkar. Bunların giderek düşünmeye de ihtiyaçları olmaz ki, bu ihtiyaç, dil ihtiyacı ile ayrılmazcasına birbirine bağlıdır. Dil, her şeyden önce, düşüncenin bir takım seslerle başkalarına, kuşkusuz en başta birlikte etkinlik içinde olunan insanlara iletilmesinin aracından başka bir şey değildir. Öyleyse emeğin yanında ve onun etken oluşuna bağlı ve koşut olarak, insanı insan yapan temel varlık koşullarından olduğu gibi, dil; birbiriyle iletişim kurarak emeğini doğaya uygulayan insanın insanlaşmasının bir diğer temel varlık koşulunun, düşünmenin ve organı beyinin gelişmesinin yolunu da açmıştır. Burada kuşkusuz, karşılıklı etkileşimin sözünü etmek gerekir. Beyinin ve düşünmenin gelişmesi; dili ve konuşma organlarının olduğu kadar, emek süreçlerinin, emeğin ve organı elin gelişip yetkinleşmesini etkilemiştir. Tümünün birden gelişmesinin asıl temelini emek ve elin gelişmesi oluşturmuş; ancak, insan, gelişmeleri birbirlerini etkileyip koşullandıran dili ve konuşma organlarıyla beyninin gelişmesi, dolayısıyla birbiriyle iletişim kuruşu ve düşünerek uygulayacağı emeği önceden planlayışı, üstelik ikisi bir arada, bunu giderek ortaklaşa toplumsal bir etkinlik olarak düzenleyişi ile hayvandan kesin olarak ayrılmıştır.
Dilin önemi öylesine küçümsenemez ki, dilin ve konuşma organlarının düşünme ve organı beyin ile ilişkisinde birincil olan, önde gelen; dil düşüncenin ifade aracı olmasına karşın, dil ve organıdır. “Önce emek, sonra onunla birlikte dil – bir maymunun beynini etkileyen ve en önemli iki dürtü bunlardır ve bu etki altında maymun beyni, bütün benzerliğine karşın çok daha büyük ve çok daha yetkin bir insan beynine doğru gelişmiştir.”(3) Ama öte yandan, “Beynin ve ona eşlik eden duyularının gelişmesinin, gittikçe durulaşan bilincin, soyutlama ve sonuç çıkarma yeteneğinin emek ve dil üzerindeki tepkisi, hem emeğe, hem de konuşmaya daha çok gelişme için durmadan yenilenen bir dürtü verdi. Elin, konuşma organlarının ve beynin birlikte eylemiyle yalnızca her bireyde değil, aynı zamanda toplumda da, insanlar, giderek daha karmaşık işleri yapabilecek, giderek daha yüce hedeflere yönelecek ve erişecek güce vardı.”(4)
Dil, sonunda, insan tonlumu içinde birbirleriyle ilişki içinde kendilerini örgütleyen ve birlikte üreten insanları, birbirine bağlayan -emekle birlikte ve onun yanı sıra ikinci- bağı sağlamakla kalmadı; tek tek ve birlikte, toplumsallığı içinde, zamandaş olarak ve kuşaktan kuşağa aktarımını kapsayarak, düşünmeyi ve düşüncenin gelişmesini olanaklı kıldı. Hayvandan farklı olarak insan, -kuşkusuz diğer varoluş kaynakları ve etkileri ihmal edilmeden- denebilir ki, diliyle insan oldu. Nasıl eli serbestleşip emeğini doğaya uygulayabilir olmadan insandan söz edilemezse, konuşma organları ve dili gelişip yetkinleşmeyen insandan da söz edilemez. Diline ve dilinin sağladığı olanaklarına sahip olmadan, insanın emeğini yetkinleştirmesi mümkün olmayacağı gibi; giderek kuralları da oluşup sistemleşen ve bir kez sistemleştikten sonra, ancak çok uzun tarihsel dönemler içinde, o da ancak belli başlı yönlerine ilişkin olmayan bazı değişikliklere uğrayabilen dilbilgisinin, düzenleyip mükemmelleşmesini sağlayabildiği seslerden oluşan dil malzemesi, dilin sözcükleri, terim ve deyimleri olmadan insan düşüncesi ortaya çıkıp gelişemez. Dil ve sağladığı olanaklar olmadan düşüncenin “kendi olanakları” ile var olması imkânsızdır. “Dilsiz”, dil malzemesinden bağımsız düşünce olamaz. Dilsiz bir düşünce ve dilsiz bir insan toplumu tasarlamak, idealizmden başka bir şey değildir. Dolayısıyla insanın insan oluşu kadar, düşünüp önceden planlayarak üretmesi ve başka belirli amaçlarına uygun -siyasal, kültürel, hukuki vb.- pratikler geliştirmesi, elini ve emeğini kullanabilmesinin yanında dili sayesinde mümkün olabilmiştir.
O halde dilin belli başlı özellikleri şunlardır: 1) Dil, düşünme ve düşünceyi ifade aracıdır, “düşüncenin dolaysız gerçekliğidir'(5) İnsan kendi düşüncelerini ancak dil aracılığı ile var edebilir ve geliştirebilir; tekil insanın dil aracılığı olmadan düşünmesi, sadece başkalarına iletmesi, düşüncesini ifade etmesi değil ama kendi başına bile düşünmesi, başkalarına aktarmayacak olsa da düşünebilmesi olanaksızdır. 2) üstelik düşünme faaliyeti, tekil insana özgü, tecrit edilmiş bir faaliyet değil, ama tek tek insanların düşünceler geliştirmesi bile, önünde sonunda toplumsal bir faaliyettir. Dolayısıyla düşünme süreci, insanlar arasındaki ilişkiyi, düşünce alışverişini gereksinir ve bu alışverişin dil dışında aracı yoktur. Düşüncenin ifadesi ve aktarımının tek aracı dildir. 3) Düşünce aktarımı kapsamına girmekle birlikte, daha özel olarak, iletişim aracı olarak, yine insanlar dilden başka araca sahip değillerdir. Ne denli düşünce ifade etmekten uzak olursa olsun, insanlar arasındaki en sınırlı haberleşme bile, dilin araç olarak kullanımı alanına girer. 4) Dil, tümünün toplamı olarak, insanların siyasal, kültürel, ekonomik vb. tüm alanlarda, toplumsal ve günlük yaşamda birleşik faaliyetini düzenlemesine aracılık eder. Dilin düzenlemediği ya da dilsiz, sessizliğe gömülü bir toplumsal faaliyet yoktur ve hiç olmamıştır.
O halde dil, tüm yönleriyle insan toplumunun hizmetindedir. Sınıfsız toplumda, ilkel komünal toplumda tüm toplumun hizmetinde olduğu kadar, sınıflı toplumlarda da, şu ya da bu sınıfın değil ama tüm insan toplumunun hizmetindedir. Bundan, özellikle üst sınıfların, özellikle kastların varlığı koşullarında, dile, kendi jargonlarını ya da bir takım uydurma dilleri geliştirme ve topluma dayatma yoluyla müdahale çabasına girmedikleri ve girmeyecekleri anlamı çıkmaz; ama bu çabanın toplumun bütünü açısından beyhudeliği sonucu çıkar.
İLKEL TOPLUMSAL ÖRGÜTLENME VE DİL YA DA DİLİN İLK ÖZGÜLÜĞÜ
İnsanın insanlaşması ve aynı süreçte toplumlaşması, belirtildi, dile ve dilin gelişimine de dayanarak gerçekleşti. Ve ama kuşkusuz, insan toplumu, hemen, örneğin sermayeye ve sermaye örgütlenmesi olan bir toplumsal düzene “kavuşmadı”. Gelişmemişliği ve doğa karşısındaki acizliği nedeniyle insan insana yeterince yabancıydı, henüz yeni toplumlaşmaktaydı. Ve emek ürünleriyle ilişkisinde, insan emeğinden henüz dışlanmamış, insan, kendi faaliyetiyle kendisine yabancılaştırılmamıştı. Tersine, henüz ancak emeğiyle varolma uğraşına yeni başlamıştı. Öte yandan, bir “vahiy”e bağlı olarak ya da Babil Kulesi örneği mitolojik söylencelerdeki gibi öncesiz bir “ortak dil”e sahip olmadı. Ne “ol” denince “oldu” ne de Kuran’ın ilk cümlesinde yazıldığı gibi “ıkra” denince okudu ya da konuştu.
Mitolojinin “ortak dili” ya da “Âdem ve Havva”nın konuştukları ve onlardan başlayarak tüm insanlara yayıldığı teolojik açıdan iddia edilen “tek” dil hangisiydi? Babilce mi, İngilizce ya da Arapça mı, yoksa bir dönemler ırkçı “güneş-dil” teorisyenlerince pek sevildiği ve iddia edildiği gibi, “Orta Asya’dan tüm dünyaya yayılan” Türklerin dili Türkçe mi?
Herhangi bir sınıf ya da kast kendi jargonu ya da dayatma peşinde olduğu “toplama” bir uydurma dili insan toplumunun dili yapmadığı, buna hiçbir zaman güç yetiremeyeceği gibi, insanlar sahip oldukları bir “ortak dil”i giderek unutmamışlar, dilde böyle bir “ortaklık”tan farklılığa gidiş yaşanmamıştır.
İnsan bir tür maymundan gelip İnsanlaşırken, milyonlarca yıla yayılan geçiş süreci tek merkezli gerçekleşmemiştir. Gerçi, “insanın uzaydan geldiği”ne ilişkin “modern” menkıbeler de ileri sürülmemiş değildir. Ancak, çok merkezli gelişme kesinleşmiş olsa bile, hâlâ tartışılmakta oluşunu dikkate alarak tek merkezlilik-çok merkezlilik sorununu bir yana bıraksak bile, ilk kez -doğal koşullardan korunmak için ayrıca emek harcamadan yaşamaya elverişli her zaman sıcak iklime sahip- Java ya da Afrika, Avrupa ya da Çin’de veya başka yerlerle birlikte tümünde birden -birkaç on ya da yüz bin yıllık farklılıklarla- zamandaş olarak ortaya çıkmış oluşundan bağımsız olarak, insanın ortaya çıkışı, diliyle birlikte olmuştur; ancak bunun genel olarak kabulü, bize sadece, dillerin ortaya çıkışına ilişkin ipuçları sunar.
İnsanın -ve kuşkusuz insan toplumlarının, uygarlığın- çok merkezli gelişimi kuramı, kuşkusuz baştan, farklı çok sayıda dilin varlığı ve kendi özel yollarından gelişimlerini ön varsayar. Ancak sorun, -konu önemli olmakla birlikte- tek merkezlilik-çok merkezlilik tartışması içine sıkıştırılamaz. Yakın tarihlere kadar ağırlıkla kabul gören tek merkezli yayılma kuramı doğru kabul edilse bile, ya da çok merkezlilik kuramının kabulünden bir sonraki adımda, yine, insan toplumunun gelişme koşullarının ve insan ihtiyaçlarının “‘tek” ya da “ortak” dili olanaklı kılmadığı sonucuna varılır. İnsan toplumları, Java ya da Afrika’da farklı farklı dillerle konuşmaya başlamakla kalmamışlar, ama her bir “merkez”e ya da tek merkezlilik kuramına göre “tek merkez”e ait kabul edilen binlerce ve binlerce küçük “merkezcik”te ortaya çıkıp gelişmeye başlamışlardır. Aslında “merkez” ya da “merkezler”, zaten binlerce küçük merkezciklerdir. İnsansılardan bu yana alınırsa, toplumlaşma sürecine giren her bir sürü, kuşkusuz bir dizisi birbirleriyle ilişki içinde ve birbirlerini etkileyerek, ama kesinlikle birden bire büyük toplumlar ya da uygarlıklar oluşturmadan, kendi yollarından insanlaşmaya ve ilk ve en basit bağ olan kan bağıyla birbirine bağlı küçük topluluklar olarak toplumlaşmaya, dolayısıyla kendi aralarında iletişim ihtiyacını karşılamak üzere, insanlaşma halindeki kendi küçük topluluklarının, giderek barbarlık koşullarındaki kendi gens ya da klanlarının dillerini geliştirip kullanmaya yönelmişlerdir. İnsanlar ilk toplumlaştıklarında kan bağına dayalı -temel örgüt biçimi ya da kurum olarak diğerlerini de türeten ve sonra giderek onların asli bileşeni olan- gens (soy), kabile ve aşiretler olarak örgütlenmeye, belki de en doğru deyimle “uyum sağlamışlardır”. Henüz hayvanlıktan kurtulmaya ilk yöneldikleri aşağı yabanıllık döneminin sürüden farklılaşma koşullarından devralınan, tümüyle kendinden gelmeliğin kandaşlık ilişkileri (hâlâ bazı hayvan türlerinde de gözlenebilen, tamamen serbest cinsel ilişkiye dayalı ilkel “kandaş aile”) dışında, ellerinin altında hazır, insanları birbirine bağlayacak başka bir bağa sahip değillerdir.
Fazla rastlantıcı olan, yeryüzünde ancak tek bir “şanslı” maymun sürüsünün insan toplumunu -kuşkusuz bunun doğal sonucu olarak, tek bir “şanslı” maymunun da insanı- öncelediği/önceleyebileceği düşüncesi, pek gerçekçi görünmemektedir; ama doğru kabul edilse bile, yine de, insanlığın tek bir dille yola çıktığı kolaylıkla ileri sürülemez. Şundan ki; henüz daha maymundan ayrılmamış ya da yeni yeni ayrılma yoluna girmekte olan atalarımız, tıpkı olağan maymunlar gibi bitkilerle besleniyor ve doğanın bahşettiklerinden fazlasına -üreterek- sahip olacak durumda olmadıklarından, giderek kaynaklarını tükettikleri bir beslenme bölgesinden diğerine sürüklenirken, doğal sınırlara sahip beslenme bölgelerini de dolduruyorlardı. Üretmeyen ama yalnızca tüketen atalarımızın bu “toplamacılığı”, Engels’in deyişiyle “yağma ekonomisi”, insanlaşmaya kendi katkısını yaptı. Nesilleri kapsayan görece uzun bir sürede, organizmalarının da değişiklik geçirmesine yol açarak, beslenme ihtiyacı ama beslenme alanlarının dolması, yeni bölgelere dağılmaların yanında bir başka çözümü daha koşulladı: En zeki ve çevreye uyarlanabilirlik yeteneği en gelişmiş olan maymun türü alışageldiği besinlerden başkalarını tüketmeye, besinlerini çeşitlendirmeye yöneldi. “Şanslı” maymun, zorunlu olarak, “yenilik” arayışı içinde ve çevreye uyarlanabilme yeteneği üstün maymun olabildi; “şans” tek bir maymun sürüsüne özgü değildi, belirli bir tür, henüz gerçek anlamda emek harcamıyor olsa bile, onun ön adımlarını atma girişimleri içine girmekteydi. Beslenme ihtiyacının giderilmesinde şekillenen bu arayış çabası ve yetenek, organizmayı farklılaştırmaya başlamıştı. Ardından sıra et yemeye, bunun için avlanmaya, sonra da hayvanların evcilleştirilmesine geldi. Ama rastlantısal olarak yaralı ve ölü balık ve hayvanları bulup yemenin et yeme alışkanlığının önünü açtığı söylenebilecek olsa bile, önce balık ve sonra et yeme, kural olarak, bugüne kadarki arkeolojik araştırmaların bulgusu olarak keskinleştirilmiş taş parçalarının av amacıyla kullanılmasını, öyleyse emek ürünü olarak üretilmelerini gerektirdi. İşte dilin oluştuğu süreç, insansıların, bir yandan -özellikle ırmak boyları ve deniz kıyılarını izleyerek- farklı bölgelere yayıldıkları, bir yandan da bulundukları bölgelerde hem türler olarak farklılaştıkları hem de, dili de geliştirecek tüm yetenekleri gelişerek ve alet yapmaya girişerek, aynı zamanda avlanmak ve kendilerini birlikte korumak üzere kendi aralarında örgütlendikleri bu süreçti: İnsanlaşma süreci. “Şanslı maymun”, tek bir maymun sürüsü, ya da tek bir sürünün teki bir maymunu değil, ama en zeki ve yetenekli maymun türüydü, insanlaşmaya adımlarını atmaya başlayan insansıydı. Ve bu türün yaşadığı tüm alanlar, insanlaşma alanları, dolayısıyla dilin de ortaya çıkış alanları oldu. Ve sonuç olarak, tek merkezli olsa bile, bu merkezin farklı bölgelerinde, örneğin Java ya da Afrika’nın şurasında burasında, ya da doğrusu, tüm yaşamaya elverişli iklime sahip alanlarda, insan, diliyle birlikte ortaya çıktı; insanlaşmaya bağlı olarak doğan insan topluluklarının tümünde, insanların kendi aralarında iletişim kurma ve anlaşma, ortak işler düzenleme ihtiyaçlarını gidermek üzere, her toplulukta ayrı ayrı kendi özel dillerini türetmeleriyle insan oldu. Tek ya da çok merkezde, “şanslı” türün insanlaşmaya başladığı alanlarda, insansı ve en çok da insanın, neredeyse hemen başlayan yayılmalarıyla çeşitlenen dillerin ilk ortak kökenleri oluştu. Belirli merkezlerde, yayılmaya bağlı dil farklılaşmalarının, bugünkü dil farklılıklarının, belirli ortak dil ailelerine mensup olmasını açıklayan ortak diller türedi. Hint-Avrupa, Ural-Altay, Afrika ve Çin vb. dil aileleri gibi.
“Kandaş aile”nin kandaşlar arası cinsel ilişkinin yasaklanmasına bağlı olarak dönüştüğü “ortaklaşa aile”nin, insan soyunu sağlamlaştırarak ve gelişmesini garanti altına alarak yol açtığı ilerleme; hemen tüm halkları kapsayarak, orta ve yukarı aşamalarıyla yabanıllık ve sonra barbarlık dönemlerinin toplumsal örgütlenmesinin temelini oluşturan gens’e götürdü. Büyüyen ve büyüdükçe yeni akraba genslerin ortaya çıkışına yol açarak bölünmelere uğrayan gensler kandaş örgütlenmenin asıl unsuruydu. Birkaç akraba gens bir kabile oluşturuyor, aynı şekilde, ortak dölden gelenlerin birliği olarak aşiret, birkaç kabileden bileşiyordu. Tüm toplumsal örgütlenme kan bağı üzerine kuruluydu.
Dilin gelişmesi, insanların -kandaşlar ve düşman soylar arasında- birbirleriyle ilişki halinde doğayla ilişkilerinin bu toplumsal örgütlenmesi koşullarında gerçekleşti. İlk elde, birbirleriyle iletişim kurma, fikir birliği yapma ve ortak eylemler gerçekleştirme ihtiyacı; gensler ve ortak atadan gelen genslerin birliğinden başka bir şey olmayan aşiretler açısından yakıcıydı. Her aşiret tek bir dile sahip olmak zorundaydı ve öyle oldu.
Ancak, daha çok düşmanlara karşı işbirliği, ama aynı zamanda doğa karşısında (kuraklık ve göçler örneğinde olduğu gibi) elbirliği etme zorunluluğu ve öte yandan evlenmeler dolayısıyla aşiret akrabalaşmaları, çoğu toplumlarda aşiretler konfederasyonlarına götürüyordu. Bunların bir kısmı (daha çok, akrabalık bağlarına sahip olanları) görece kalıcı oluyor, diğerleri, kesin bir barışın sağlanamadığı durumlarda aşiretler arası bitip tükenmek bilmeyen savaşlar nedeniyle dağılıyorlardı. Ama görece düzensiz bir araya gelişler bile, farklı aşiretlerin bir arada eylemlerini ve görece düzenli ilişkilerini hem gereksiniyor hem de koşulluyordu. Bu ilişki ve yakınlıklar, dilin gelişmesini etkiledi. Genellikle aşiret konfederasyonları görece basit lehçe (diyalekt) farklılıklarıyla tek bir ortak dil kullanıyorlardı. Belirli bir bölgenin aşiretlerinin dilleri ise, birbirlerinden az çok farklara sahip lehçelerdi. Aşiret ile lehçe, çekinmeden söylenebilir’ ki, zamandaş olarak oluşmuştur. Engels, aşireti belirleyenler arasında “Yalnız o aşirete özgü bir lehçeyi de belirttiği “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”nde buna değinir; “Gerçekte, aşiret ve lehçe düşümdeştir (yani aynı zamanda oluşan iki şeydir). Amerika’da, bölünmeler sonucu yeni aşiret ve yeni lehçelerin oluşması, daha yakın zamanlara kadar görülüyordu…”(6)
Giderek barbar halkları, kavimleri oluşturan aşiret toplulukları halinde yan yana bulunuş ve özellikle dalgalar halinde barbar akınları ve göçlerde ifadesini bulan birlikte eylem; aralarında bazen lehçe farklarını da aşan dil farklılıkları bulunan ortak ya da birbirlerine yakın (aynı kökten gelme) dillerin gelişmesine götürmüştür. Süreç, daha başından kendi diyalektiği ile bir yandan dil benzeşme ve birlikleri, diğer yandan dillerin farklılaşması biçiminde gelişmiş ve insan toplumunun özellikle tarıma dayalı olarak yerleşik hal alması ve uygarlıkların kuruluşu ile, bu alanda “taşlar”, görece yerli yerine oturmuştur. Bundan sonra, belirli halkların başkaları tarafından yenilmesi ya da başka nedenlerle güçten düşmesi ve hatta Likyalılar gibi yok olmasına bağlı olarak, asimilasyon yoluyla bir dile bağlanan ve onun egemenliğine giren ya da düpedüz yok olan ve başka dilleri emip hızlı bir gelişme ve ilerleme gösteren diller ve dile dair dalgalanmalar olmamış değildir. Bu dalgalanma, daha bugün bile, sürüyor. Örneklerden biri, son Ubıh birkaç yıl önce yaşama veda edince yok olan Ubıhça’dır. Tamamen özgürce gelişebildikleri ve teşvik edildikleri dönem olan Stalin döneminin sonrasında onlarcası tarihe karışan dillerden sadece biridir, Ubıhça. Diğer örnek ise, iktisadi-siyasal ve teknik üstünlüğe bağlı olarak, neredeyse onları ele geçirmek üzere hemen tüm diller içine sızan İngilizcenin üstünlüğü ve etki alanının büyümesidir.
Ancak şu söylenebilir ki; belirli kökenlerden gelen halklar geniş kıtalar üzerinde yayılarak, giderek hemen tüm yeryüzünü kaplamışlardır. Başlangıçta genslerden hareketle oluşan aşiretlerin bölünmesiyle bu halklar giderek “değişmez” aşiret grupları haline gelmişlerdir, ilksel ve ilkel aşiret dilleri de; çoğu yerde, giderek aralarındaki eski ilkel birliğin izlerinin bile silinmesine götüren bu bölünmelere bağlı olarak, bir yandan artık birbirlerini hiç anlamaz hale gelmelerine dek değişip farklılaşarak ayrı ayrı dillere kökenlik etmiş, öte yandan kavimler halinde birlik ve yakınlıklara bağlı olarak, az çok farklılıklarla dil birlik ya da yakınlıklarının zeminini sağlamıştır.
İnsanlık, dilin gelişmesi bakımından, uygarlığa adımını attığı andan kapitalizmin şafağına kadar, belirli dilsel dalgalanmalarla az-çok kararlı bir dönemden geçti denebilir. Bu dönem, tüm köleci ve feodal emperyalist yağma ve zorbalığa, bütün yayılmacılığa karşın, diller üzerinde özel bir baskının pek yaşanmadığı bir dönem oldu. İnsanlar, yığınlar halinde köleleştirildiler, serfler olarak toprağa ve kişiye bağımlı kılındılar, ancak buradan gelme zor (ki, hem köleci hem de feodal zor iktisat-dışı baskıdır, siyasal zordur) dışında, özel olarak kendilerini anadillerinden koparmaya, onlara başka dil dayatmaya yönelik baskı ve zor ile pek karşılaşmadılar. Roma İmparatorluğu’nda yüzlerce dil konuşuldu, tıpkı kutsal Roma-Germen ya da Emevi imparatorluklarında olduğu gibi. Bağımlı kılınmaya, haraç vermeye, köleleştirilmeye yönelik baskı ve fetih savaşları en çok bu dönemde görüldü, ancak bu baskı diller üzerinde baskıyı pek içermedi ya da bu tür bir baskıyla tamamlanmadı. Çünkü dil, ayırt edici bir belirleyendi; ancak ulusların ve ulusal hareketlerin doğuşuna kadar yağmacı sömürücü zorbalığın hareketsizleştiricisi bir birleştirici-dönüştürücü unsur haline gelmeyecekti. Öte yandan ve asıl olarak, henüz geniş ölçekli olarak, tek dil (ve tek dilin konuşulduğu alanların iktisadi ve siyasal birliği) ihtiyaç haline gelmemişti. Köleci ve feodal ekonomi, içe kapalı iktisadi birimleri öngörüyor, onlarla yetiniyordu. İki iktisat da, küçük ölçekli idi ve insanların birbirleriyle anlaşmalarını ve öyleyse tek dili, geniş ölçek üzerinde gereksinen büyüklüklere sahip değillerdi. Pazarlar, yerel pazarlardı ve başlıca, tek dilin geçerliliğini gereksinen ulusal devletlerin kuruluşunu dayatan ulusal pazarlar oluşmamıştı. Öyleyse, kapalı ekonomilere sahip derebeylikler, prenslikler vb.’de tek dilin kullanılışı, ama komşularda farklı dillerin bulunuşu; iktisadi bir sakınca ya da zorluk oluşturmuyor ve farklı dillerin baskılanması ihtiyacı doğmuyordu. Sözü edilen dönem, sömürücü zorbaların da köle ve serflerin de, birlikte, ayrı ayrı dilleri konuştuğu ve diller ve dil farklılıklarının çatışmaları belirleyici dinamik olmadığı, henüz uluslar ve bu ulusları ulus eden dinamiklerden olan ulusal dillerin ortaya çıkmadığı ve uluslar ile birlikte tarihsel gelişmeye damgalarını vurmadığı zamanları ifade etmekteydi.
Buraya kadar söylenenlerden kolaylıkla anlaşılacaktır ki, dil, en başta, insana özgü, -öncelikle emek ile birlikte- insan toplumunu var eden toplumsal bir olgudur, insan dilsiz, kuşkusuz anadili olmadan, düşünülemez. Ve ikinci olarak dil, birbirinden ayrıntıda farklılıklara sahip lehçeleriyle birlikte, insanın ilk toplumsal örgütlenmesi olan gens ve aşirete özgüdür.
ULUS VE DİL YA DA DİLİN İKİNCİ ÖZGÜLÜĞÜ
Sonra uzunca bir tarihsel dönem, ilkel komünal toplumsal örgütlenmeyi ya da barbarlığı takip ederek köleci ve feodal toprağa bağlı örgütlenmelerle sürdü. İnsanlar, köle ve sonra serf olarak yerleşik üretime geçer ve ama toprağa -ve kişiye, köle sahibi ve derebeyine- bağlanırken, gens ve aşiret örgütlenmesi dağıldı. Ancak bu dağılma, ne birden bire oldu ne de kalıntıları hatta neredeyse zamanımıza kadar sürmeden edebildi. Bir yandan aşiret bölünmeleri ve süreç içinde bu toplumsal örgütlenmenin dağılmasıyla diller farklılaşırken; diğer yandan, aşiret yakınlık ve ilişkileri kadar, köleci ve feodal toplumsal örgütlenme üzerinde yükselen uygarlığın, en başta, denizciliğin gelişmesiyle, çok geçmeden ortaya çıkan meta üretiminin gelişmesine ve bu uygarlıkların Yunan, Roma ve sonra Roma-Germen vb. site devletleri ve imparatorluklara götürmesine bağlı olarak, artık aşiretin ötesinde de, diller hem yayıldı hem de dil yakınlıkları gelişti. Örneğin, eski Yunanlılar denizcilik ve ticaretin ilerlemesi ve kurdukları deniz-aşırı koloniler yoluyla dillerini İtalya’dan Kafkasya’ya kadar taşıdılar. Latince, yayılması boyunca bu temelden yararlandı ve sonra hemen tüm Avrupa dillerinin gelişmesine dayanaklar sağladı. Önceden kalma aşiret yakınlıkları da, buna katkıda bulundu. Latincenin dinsel dil oluşu bunu kolaylaştırdı. Hıristiyanlaşmaya bağlı olarak Latince çeşitli halkların yaşamına girdi, dillerini etkiledi. Belli başlı diller, bu dönem boyunca, ileride sağlayacakları ilerlemenin zeminine sahip oldular.
Ama bu dönemde henüz birçok lehçe ve dil yok olup gidiyor ya da başka bir dil içinde eriyordu ve gelişmesinin önünde toprağa ve kişiye bağlılık engeli olan küçük meta üretimi ve ticaret ile askeri fetihlerin ötesinde, üretim birimleri ve üretken insanı, dilleriyle birlikte birleştirecek bir dinamik görünmüyordu. Üretimin doğallığı, içe kapanıklığı ve yerelliğine koşut olarak yerel dil ve lehçeler yaygındı. Bu yerel dil ve lehçeleri aşiret ilişkileri koşullamıştı, ancak aşiret örgütlenmesinin dağılmasıyla, kalıntılarının yanı sıra, toprağa bağlı ilişkiler, bu yerelliğe dayanaklık etti. Tek ya da az-çok farklılıklarla tek dilin konuşulduğu geniş alanlar, tek bir ortak dilin gelişip serpilmesinin de temelini sağlamak üzere, iktisadi ve siyasal yönden bu genişliğe uygun örgütlenmemişti. Döneme damgasını bu yerellik ve farklılıklar vurdu.
Nihai çözüme, küçük meta üretimine kapitalist ilişkilerin sızması ve feodalizmin bağrında kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla ulaşıldı. Kuşkusuz bu, göreceğiz ki, tarihsel bakımdan nihai çözüm değildi; ama bir sıçrama anlamına geldi.
Meta üretimi ve ticaret, daha ilkel komünal ilişkilerin, aşiret bağlarının dağılma döneminden başlayarak, ortaya çıkmıştı. Değişim için de üretiliyordu; ancak ne istikrara kavuşmuş bir pazar ya da pazarlar oluşmuştu ne de meta üretimi başat üretim biçimi durumundaydı. Köleci ya da feodal üretime bağlanmış haliyle süregiden meta üretimi, insan toplumunun ilerleyişini etkiledi, ama onu şekillendirici bir rol oynamaya güç yetiremedi. Bunun için üretici güçlerin, en başta emeğin üretkenliğinin, emekgücünün kendisinin de metalaşmasına elverecek düzeyde gelişmesi gerekti. Daha geniş ve kalıcı dil birliği ve kuşkusuz birliklerine ihtiyaç gösterecek ve onu koşullayacak olan, emeğin gelişkin toplumsallaşmasıydı. Oysa küçük üretim ve dayanağı olan bireysel emek; gerek özgür küçük köylülerin gerekse zanaatkârların basit meta üretimi, gerekse de köleci ve feodal üretim biçimiyle, üretimin ve emeğin tek var oluş hali durumundaydı. Yerelliği olduğu kadar, başat olarak tüketim için üretimi ve aynı anlama gelmek üzere içe kapanıklığı, öyleyse, kuşkusuz makina değil ama bireysel üretim aletlerinin kullanılabildiği tekilliği ve doğal üretimi dayatan; emeğin bu toplumsallaşmamış bireysel kullanımıydı. Toplumsal emeği olanaklı kılan, üretici güçlerdeki ilerleme ve mekanik düzenlerin, giderek makinanın üretime uygulanması ve alınır-satılır kıldığı emekgücünü giderek büyüyen üretim birimlerinde toplaması oldu.
Büyüyen üretici güçler, mekanizm, giderek makinalar, o ana kadar uykuda olan içe kapanık toplumsal yapılar içine bir “bomba” gibi düştü ve tüm bu yapıları paramparça etmeye başladı. Gelişen üretim teknikleri ve üretici güçler, önce basit elbirliğini, sonra manifaktürü ve ardından makinalı üretime dayalı fabrikayı yarattı, ama bunlar da, eski üretim biçim ve tekniklerini ezip geçmeye yöneldi. Aynı pazarda toplumsal emek ürünleriyle rekabet etmek zorunda kalan bireysel emek ürünleri ve dolayısıyla toplumsal emek karşısında bireysel emek, bu atılıma dayanamadı, pes etti. Tüm küçük üretim, yalnızca basit meta üretimi değil ama tüketim için üretim (en son biçimi olarak feodal üretim) iflas etmeye ve dağılıp yok olmaya başladı, meta üretimi, toplumsal emeğe dayalı kapitalist üretime bağlandı. Ama işte bu noktada, direnme halindeki küçük üretim, en başta feodal üretim ve daha da çok onun üstyapısı, tüm idari bölünmeleri, lonca sınırlamaları, ticari vergi ve harçları vb. ile feodal siyasal toplumsal örgütlenme, kapitalist gelişmenin karşısına dikildi, onun gelişmesinin engellerini sağladı. Pazarlarda kapitalist üretim ve değişimin hükmü geçiyordu ve bu üretim biçimi pazarları fethe çıkmıştı, buna zorunluydu, pazarsız edemezdi; ama bir kez pazarın oluşması gerekiyordu. Binlerce ayrıcalığıyla birlikte feodal siyasal parçalanmışlık ve yerellik, pazarın oluşmasının başlıca engeli durumundaydı. Bir yandan içten gelen kapitalist gelişme önlenemez yükselişini sürdürüyor, öte yandan karşısına feodal ayrıcalık ve parçalanmışlıklar dikiliyordu. Çatışma kaçınılmazdı ve çıktı. Kimi yerlerde ayaklanma ve savaşlar, kimi yerlerde ise iç başkalaşımlar yoluyla sonucuna vardı.
Bu süreç, konumuz açısından, ulusal dillerle birlikte, ulusların ve en uygun formunu ulusal devlet örgütlenmesinde bulan ulusal hareketlerin doğuş ve uyanış süreci oldu.
Feodal ayrıcalık ve sınırlamalar, siyasal bölünmüşlük, üretimde ve siyasal örgütlenmede yerellik, ayrı ayrı derebeylik ve prenslikler vb. tek bir pazar oluşturma uğraşında kapitalizm ve burjuvazinin ayağına dolanıyordu. Prenslikten prensliğe hukuk ve yasaların değişmesi, geçiş vergileri ve haraçlar, seyahat özgürlüğünün engellenmesi, bir prenslikten diğerine ortak dilin farklılıklar içermesi ve değişik para birimlerinin geçerli oluşu, yanı sıra işçi kaynağı emekçilerin toprağa ve kişiye bağımlılığı vb. ticareti, pazar birliğini ve kapitalist ilerlemeyi önleyen başlıca engellerdendi. Burjuvazi pazarını ancak, feodalizmi alt ederek ve, kapitalizmin açtığı yola girmiş özgürleşme peşindeki küçük üreticileri, başta köylülüğü, zanaatkârları vb. feodalizm karşısında ve tek bir pazar etrafında birleştirerek ele geçirebilirdi. Ulusal pazar, kapitalizmin yükseliş döneminin temel iktisadi birimi oldu. Burjuvazi, önüne düştüğü yoksullarıyla birlikte kendi iktisadını, dayandırabileceği tek toplumsal dayanak olan ulusa dayandırdı. İnsan, gens ve aşiretle çıktığı “macerasında ulusa varıyordu. Bütün bir ara dönem, yan ya da tam uyku halinde, bunu beklemiş gibiydi.
Ulus, tek bir kapitalist pazar etrafında birleşebilecek, tarihten gelme kültürel yakınlıklarla ortak manevi şekillenmeye hazır ve yatkın, pazarın oluşmakta olduğu topraklarda yaşayan ve giderek toplumsallaşan emeğin birbirine bağladığı insanlardan oluşacaktı. Burada dile, hiç de küçümsenemez bir rol düştü. Sadece aralarındaki iletişimin ve manevi bir birliğin oluşmasının ihtiyaç haline getirmesiyle değil ama ulusal pazardan başka bir şey olmayan topraklarını dış düşmanlara karşı birlikte savunma ihtiyacını da kapsayarak, tek bir ortak dil; tek bir ulusal pazarın oluşma ihtiyacı ve insanların birbirleriyle kolaylıkla değişimde bulunabilmeleri, birlikte toplumsal üretimi sürdürebilmeleri için de zorunluydu. İleride, süreç içinde, farklı dillerle de birbirleriyle anlaşabilir, değişimde bulunabilir ve üretebilirlerdi; ama ilk elde, en kolay ve en yol açıcı olanı, üstelik ulus olarak birleştirici rolünü oynayabileni, ortak dildi. Öyleyse, lehçelere varıncaya dek dil ayrılıkları ve bunu koşullayan yerelliğin aşılması ve tek ya da lehçe farklarıyla yakın dillerin konuşulduğu toprakların siyasal bölünmüşlüğünün giderilerek, bu dil ya da dilleri konuşan halkların birleştirilmesi; kapitalist gelişmenin dayattığı zorunluluk durumundaydı. Bu, ortak dilin birleştiriciliğini de kapsayan uluslaşma, ulusal birliğin sağlanması ve bunun doruğu olarak ulusal devletlerin kuruluşuyla gerçekleşti.
Kapitalizm, ulusal uyanışı tetikledi; halklar, yüzlerce yıllık içe kapanıklıktan ve uykularından uyanıp uluslaşmaya, aynı anlama gelmek üzere, kendilerini pazarın ve kapitalizmin kollarına atmaya yöneldiler. Özlemleri, kendilerinin efendileri olmak ve sömürüden kurtulmaktı; ama işler, umdukları gibi gitmedi. Toprak köleliğinden kurtuldular, ama kendilerini kapitalist kölelik zincirleriyle bağlanmış buldular. Kazançları; son sömürücü sınıf ve örgütlenmeye karşı, görece düzlenmesine katıldıkları bir zeminde sömürüye karşı ülke çapında birleşebilecekleri, iletişim, yerel kopukluklardan gelen dağınıklıklar vb. zorlukları çekmeyecekleri, tek bir proleter sınıf örgütlenmesini olanaklı kılan toplumsal ilerleme; en küçük haklarına göz dikse bile sınıf mücadelesinin gelişmesi bakımından en uygun zemin olan modern ulusal devlet ve elde edebildikleri demokratik haklar oldu.
Sömürülen ve ezilen yığınlar özlemlerini gerçekleştirememişlerdi ve kurtuluşları, artık daha açık bir biçimde gelişebilecek sınıf mücadelesinin sağlayacağı çözüme kalmıştı. Ama burjuvazinin hegemonyasında gerçekleşse ve onun iktidarıyla taçlansa bile, özünde ticaret özgürlüğü olan siyasal özgürlükler ve feodal keyfiliğe karşı hukuk önünde eşitlik olarak siyasal/hukuksal biçimsel eşitlik gerçekleşmiş, ulusal devlet çoğunlukla burjuva demokrasisi biçimini almıştı. Feodal ayrıcalık, sınırlamalar ve keyfilik karşısında, dil eşitliği ve özgürlüğü de içinde ulusal özgürlükler, kaçınılmaz demokratik içerikleriyle şekillenmiş ve zaten bu içerikleriyle halkın burjuvazi dışında kalan kesimlerini etrafında toplayabilmiş ve harekete geçirebilmişti. Ulusal dil talebi, dil eşitliği ve özgürlüğü, bu nedenle tamamen demokratik bir içeriğe sahiptir. Dil özgürlüğü ve bu alanda hak eşitliği, anadil hakkı, bu nedenle ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı kapsamındadır ve her ulusun ayrılıp kendi ulusal devletini kurma hakkı kadar kendi anadilini özgürce kullanma hakkının kayıtsız şartsız tanınması, demokratizmin en sıradan ilkelerindendir. Bu hak, kendi ezilenlerini de peşlerinden sürükleyen farklı ulusların burjuvaları arasındaki ulusal kavgalara bağlanmış dil kavgalarına da neden oluşu ve dolayısıyla, dil eşitliğinin inkârı genel eğilimi olması bir yana, bir zamanların -feodalizm karşısındaki- ileri burjuvazisi tarafından; “vatan” vb. kutsallıklar atfedilen ulusal pazarın ihtiyacı, tamamen burjuva bir ihtiyaç olarak ciddiyetle sahiplenilmişti. Kuşkusuz aynı burjuvazi, başka ulusların dilleri de dâhil bütün talepleri karşısında baskı uygulayıp kavga vermiş, ama kendi ulusunu tüm yönleriyle yüceltirken, “kendi” dilini de sahiplenip yüceltmişti.
Dil özgürlüğü ve birliğinin iktisadi temeli, anlaşılmış olması gerektiği gibi, kapitalist meta üretiminin, tam egemenliğini sağlamak üzere “kendi” ulusal pazarını ele geçirmek ve bunun için tek -ya da lehçe farklarıyla tek- ulusal dili konuşan halkın yaşadığı -feodal parçalanma alanları olan- bölgeleri siyasal bakımdan birleştirmek zorunda olması gerçeğindedir. Bu yakıcı gerçek, ulusal dilin gelişmesini ve yazınsal alanda kök salmasını önleyen tüm engellerin ortadan kaldırılmasını gerektirir, insanların birbirleriyle anlaşabilmelerinin tek aracı olan dilin ulusal ölçekte birliği ve engelsiz gelişimi; feodal ketlerinden kurtulup özgürleşmiş geniş ticari alış veriş için, insanların ayrı ayrı sınıflar halinde özgürce ve yığınsal gruplaşabilmeleri ve pazar aracılığıyla, büyüklü küçüklü satıcı ve alıcı tüm meta sahiplerinin ayrı ayrı ve bütün olarak sıkı bağlar geliştirebilmeleri için, temel bir koşuldur.
Eski köklerinden güç alarak, aşiret yakınlıklarından vb. beslenerek, yerleşik (dolayısıyla yazılı, yazının kullanıldığı ve kuşaktan kuşağa aktarımının ve kalıcılığın imkânlarını sağlayan) toplumsal örgütlenmelerin, bir yandan Mısır, Babil, Çin vb. ve diğer yandan Yunan ve Roma uygarlıklarının yaptığı katkıyla birlikte, ulusal diller bu süreçte ortaya çıktı. Yerel farklılıklar birden bire yok olmadı, var olmayı sürdüler, ama pazarın ve iletişim zorunluluğunun etkisiyle çok uzun olmayan bir sürede silinmeye yüz tuttular. Öyleyse modern diller, ulusla yalnızca bağlantılı değillerdir, ama tamamen ulusa özgüdürler. Zaten modern dil, adı üstünde, ulusal dildir. Anadil, eğer lehçe değilse, ulusal dilden başka bir şey değildir, olamaz. Lehçe ise bile, bir ulusal dilin lehçesi olmalıdır. Ama lehçe-ulusal dil ilişkisi, ilişkinin hem bugünü hem de dilin kökeni bakımından anlamlı ve açıklanabilir olmalı; bizde uzun yıllar boyu yapıla-geldiği gibi, Hint-Avrupa kökenli bir dili, Ural-Altay kökenli bir dilin lehçesi sayma şarlatan ırkçılığı marifet sayılarak, dilbilimi ve bütün bir insanlık tarihi baş aşağı çevrilip anlaşılmaz kılınmamalıdır. Çincenin İtalyancanın lehçesi olduğunu ileri sürmeye benzeyen anadil üzerindeki baskıcılık ve inkârcılığın işareti, aldatıcılık bile olmayan kafatasçılık, trajikomiktir.
DİL ÖZGÜRLÜĞÜ VE MARKSİZM
Ulusun kendisi oluşurken ulusal dil de oluşmuş, ulusal birlik, aynı zamanda bir dil birliği olarak şekillenmiştir. Stalin, ulusu belirleyen nitelikleri çok bilinen makalesinde özetlemektedir:
“Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir.”(7)
Eğer dil birliği yoksa ulusal birlik ve ulus da yok demektir. Ulusal dil, ulusu ulus eden başlıca niteliklerdendir. Öte yandan, ayrı bir dil varsa ve bu birlik, toprak ve iktisadi birliğin yanı sıra kültür ve ruhsal şekillenme ortaklığıyla birlikte bulunuyorsa; örneğin henüz bir ulusal devletin örgütlenmesine güç yetirilememiş olması, ulusu, ulus olmaktan çıkarmaz. Ulusal dil, bugünkü modern dünyada ayrı bir dil olarak, üzerinde tartışmalar yapılan “anadil” varsa, o, artık, ne aşiretlerin varlığıyla ve ne de salt kültürel bir varoluş olarak açıklanamaz. Kültür ortaklığını da mümkün kılmak üzere, ulusal dil olarak anadil, zaten bir kültürel sorun olarak da ortaya çıkar, ama varoluşu ve bunun koşulları, kültürellikle sınırlı değildir, olamaz. Kökleri, iktisatta, pazar ve toprak birliğinde, kapitalist gelişmede ve bu gelişmeye en uygun formu sağlayan uluslaşmada olmak zorundadır. Bütün diğer açıklamalar, anadilin yok sayıldığını, insanlık ve demokratizmle ilişkisiz olarak, başka nedenlerle, politik aldatmacalar malzemesi olarak kullanılma konusu edildiğini ve ama hem ulus hem de ulusal dilin baskılandığını gösterir. İşaret ettiği, ezilen ulustur, dil eşitlik ve özgürlüğünün bulunmayışıdır.
Kapitalizm gelişmesi boyunca, Batı Avrupa’da, istisnalar dışında, belli başlı ülkeler açısından, dil de içinde olmak üzere ulusal sorunu çözerek, ulusal devletler halinde örgütlenerek ilerlemiştir. Burada, ulusal hareketler ve ulusal devletlerin kurulması dönemi olarak yaşanan burjuva demokratik devrimler dönemi, başlıca 1789-1871 yıllarını kapsamıştır. Bu sorun, feodalizmin tasfiyesine bağlı olarak neredeyse sonu gelmez ulusal kavga ve çatışmaların nedeni olmuş, bu çatışmaların temelini daima pazar kavgası oluşturmuştur. İstisnai örneklerden üçü, İrlanda, Bask ve Korsika’dır ki, buralar, kapitalizmin en az geliştiği bölgelerdir. İstisnalar bir yana, bu ülkelerde, ulusal dil ve özgürleşmesi sorunu da içinde, uluslaşma ve ulusal uyanış, ilerici burjuva ulusal hareketler ve ulusal devletlerin doğuşu ve gelişmesi dönemi çoktan sona ermiştir. Bu ülkelerin “büyük” uluslarından her biri, artık hem kendi ülkelerinde hem de sömürge ve bağımlı ülkelerde başka ulusları ezerler, ezilen uluslar karşısında ezen ulus durumundadırlar.
Kapitalist gelişmenin yavaş olduğu geri kalmış Doğu Avrupa’da, ulusal hareketler dönemi de olarak burjuva demokratik devrimler dönemi, gecikmeyle, ancak 1905’te başlayabilmiş ve ama kapitalizmin ömrü ulusal sorunu çözmeye yetmemiş, ulusal sorun, esas olarak, Sovyet Devrimi ile birlikte, sosyalizme bağlanarak çözülmüştür. Buraya Çin de dâhil edilebilir. Bu çözüm, ulusal kavga ve çatışmaların sonu olduğu gibi, diller bakımından sınırsız bir özgürlük anlamına gelmiştir. Yalnızca SSCB’de yüzden fazla dil serbestçe gelişme ve kendini zenginleştirme imkânı bulmuş, ulusal çatışma yerini proletarya enternasyonalizminin yön verdiği ulusal kardeşleşme ve yakınlaşmaya bırakmıştır. Türkiye’de de demokratik devrim dönemi gecikmeyle ve üstelik yukarıdan 1908’de başlayabilmiş, çok-uluslu Osmanlı İmparatorluğu ulusal uyanış ve hareketler açısından dayanıklı bir zemin sağlayamamış, emperyalistler arası çekişmelerin de etkisiyle parçalanma ve ayrı ulusal devletlerin kuruluşu kaçınılmaz olmuş; Türkiye, imparatorluktan devraldığı çözülmemiş ve zaman zaman alevlenen ulusal sorun ve kavgalarla birlikte yaşamayı sürdürmüştür.
Ardından, -kökleri bir önceki döneme dayanan Asya’nın ulusal uyanışını da kapsayarak- başlıca 2. Emperyalist Savaş sonrası sosyalizm-kapitalizm karşıtlığı döneminde, yerini, yeni sömürgeciliğe bırakmak üzere sömürge sistemi çözülmüş, ortaya, görünüşte bağımsız çok sayıda ülke çıkmıştır.
Şimdi, Doğu Avrupa, eski SSCB toprakları ve çok sayıda görünüşte siyasal bağımsızlığına sahip bağımlı ülke açısından, hem bir bütün olarak emperyalizm karşısında bağımsızlık sorunu içeriğiyle ulusal sorun, hem de birçoğunda ezen ulus-ezilen ulus ilişkisinin varlığı üzerinden, yine tüm gericiliğin olduğu gibi ulusal baskının da kaynağı emperyalizmi hedeflememezlik edemeyecek olan ulusal bağımsızlık sorunu olarak ulusal sorun gündemdedir. Ve bu sorunun, genel bir demokratikleşme olmadan, artık sosyalizm mücadelesine bağlanmış bir demokratikleşme olmadan çözümü olanak dışıdır. Doğu Avrupa’da kapitalizmin yeniden kuruluşuna bağlı olarak yeniden ulusal kavga ve çatışmalar hortlatılmıştır; bağımlı ülkeler de dâhil tümünde, hem diller hem de genel olarak uluslar baskı altındadır ve en başta emperyalizme bağımlı kılınmışlardır. İçeride, emperyalizmle birleşmiş işbirlikçi gericilik, yine ulusal baskı ve bağımlı kılma dinamiğidir. Artık, eskiden feodalizm karşısında olduğu gibi, kapitalizm, tarihsel bir ilerletici güç olmaktan çıkmış, tekellerle birlikte, tekelcisi burjuvazinin, küçük ve orta burjuvazinin tepkisini de üzerinde toplama durumunda bir gericilik, el kuyuculuk kaynağı olarak, tarihsel gelişmenin engeline dönüşmüştür. Ancak buralarda hâlâ ilerici ulusal talep ve ulusal hareketler dönemi kapanmamış; ama ulusal hareketler bakımından, tekelci kapitalizm ve hele dayatılmış neoliberal küreselleşme koşullarında kapitalizm karşıtlığına bağlanmaktan başka yol kalmamıştır.
Artık ne genel olarak ulusal talepler ne de dil eşitlik ve özgürlüğünün elde edilmesi burjuvaziden beklenemez. Ezilen ulusların burjuvazisi, özellikle orta ve küçük burjuvazi, kuşkusuz hâlâ dil de dahil ulusal taleplere sahip çıkacaktır. Ancak, başarı şansı kalmamıştır: öncelikle dil de dahil ulusal baskının kaynağını artık tekelcileşmiş kapitalizmin oluşturması nedeniyle. İkinci olarak, ezilen ulusun burjuvazisinin, bir yandan, onu, tekeller ve emperyalizmle uzlaşmacılık ve beklenticiliğe iten bağlara sahip olması ve diğer yandan da kendi kapitalist karakteri dolayısıyla, tekeller ve emperyalizmi tasfiyeye yönelmeye mecali kalmaması nedeniyle. Ve üçüncü olarak, yönelse bile bunu başarabilecek güçten yoksun bulunması nedeniyle. Özellikle son yılların küreselleşme koşullarında ortaya çıkan ulusal deneyler bunu kanıtlamaktadır. Ezilen ulus burjuvazisi, öyle görünmektedir ki, sıradan bir ezilen ulus milliyetçiliğinin ötesine geçememekte, emperyalizmle kapışmayı kolay kolay göze alamamakta, ne kendi halkının anti-emperyalist özlemleriyle ne de ezen ulus ve emperyalist ülkelerin işçi sınıfı ve emekçileriyle birleşmeye yanaşmamaktadır. (Kuşkusuz bu, aynı zamanda, bir güç ve güç ilişkileri sorunudur da ve gelecekte dünya proletaryası ve hareketinin gücünün artışına bağlı olarak, bir yönüyle değişebilecek bir eğilimi ifade eder. Ancak öte yandan, yukarıda sayılan üç nedenin, güç ilişkilerinin değişmesine rağmen, rolünü oynamaya devam edeceği de söylenmelidir.)
Oysa devlet kurma hakkı bir yana, örneğin dil eşitliği ve özgürlüğü konusunda, Amerikalı, Avrupalı vb. emperyalistler ve onların işbirlikçilerinin, tüm ulusal ve dil eşitliği ve özgürlüklerini inkâr edişlerini örten aldatıcı karaktersizliklerine bel bağlamak ve beklenti içine girip ezilen yığınları da sokmak yerine; yüzlerini, çıkarları gereği, tam eşitlik ve özgürlüğü ilke edinmekten başka çaresi olmayan işçi sınıfı ve emekçilere, onların bu ilkeyi savunan sınıf bilinçli ileri unsurlarına, devrimcilerine dönmeleri, ulusal bakımdan da gerçek güç kaynaklarının harekete geçmesi/geçirilmesi bakımından zorunlu olmasına karşın, bundan kaçınmaktadırlar.
Emperyalistlerin ve ezen ulus burjuvazisinin, en çok sıkışmış olduğu durumda bile, örneğin anadil ve dil eşitliği ve özgürlüğü konusunda, göstermelik önlem bile olmayan önlemlerden başkasını kabullenmeyecek olması, gerici burjuva karakteri gereğidir. Bu karakter, yüzlerce örneğiyle somutlanmış tarihsel bir gerçektir. Bunun tam tersine, bilinçli işçiler, Marksistler ise, tam hak eşitliğinden ve ulusal özgürlüklerden yanadır. Dil konusunda da böyledir. Bu da tarihsel bakımdan somutlanmıştır.
Nesnel çıkarları itibarıyla işçi sınıfı ve onların bilinçli kesimini oluşturan Marksistler, hiçbir nedenle hiçbir dile imtiyaz tanınamayacağı ilkesini benimserler. Hiçbir dil bir diğerinden üstün değildir. Uluslara ve dillere tam eşitlik ve özgürlük, sorunun gerçek çözümünün tek yoludur. Çok uluslu ve çok dilli ülkeler bakımından soruna bu yaklaşımın önemi can alıcıdır. Çok uluslu ve çok dilli devletler, kapitalizmin genel eğilimine aykırı ve bugüne feodalizm ve askeri emperyalizm koşullarından kalma mirastır. Eski Rus Çarlığı, Osmanlı İmparatorluğu vb. gibi ülkeler, kapitalizmin geç gelişmesine bağlı olarak, dinsel askeri feodal örgütlenmelerinin çerçevesinde böyle devletlerdi. Tekeller ve emperyalizm koşullarını bu durumda karşılamalarıyla, ulusal devletlerin kuruluş dönemini ancak geç ve kenarından yakalayabildiler ya da bu olanağı teğet geçtiler. Ve bu ülkelerin ulusal sorunları bu nedenle ağırlaştı.
Oysa söylendiği gibi, kural olarak Batı Avrupa’da bu sorun, dil birliğinin de sağlandığı ulusal devletlerin kurulmasıyla çözülmüştü. Üstelik sadece bu biçimde değil, çokuluslu devletlere, sorunun çözümü bakımından ışık tutacak ayrıksı bir çözüme de, yine Batı Avrupa sahne oldu. Sözü edilen, İsviçre örneğidir.
Bu örnek, kapitalizm koşullarında ve demokratizm çerçevesinde, ulusal sorunun eşitlik ve özgürlük temelinde çözülebildiğini ve şimdi de -tekelci egemenlik ve burjuvazinin gericileşmesi nedeniyle- sosyalizmi hedef alan demokrasi ve ulusal bağımsızlık mücadelesinin yan ürünü olarak, benzer bizimde çözülebileceğini ortaya koymaktadır. Bu örnek göstermektedir ki, ulusları ve dilleri baskı altında tutmak, ülkenin geleceği bakımından hiç de gerekli değildir ve o, çok korkulan bölünmeye hiç de neden olmamaktadır. Üstelik eşitlik ve özgürlüğün, ayrılma hakkının, hak eşitliğinin tanınması, en sağlam gönüllü birliğe götürmüştür. Bu nedenle, İsviçre örneği, Marksizm’in, çok uluslu bir ülkede, nesnel ve beyinlerdeki ulusal çitleri, önyargı ve kaygıları aşmanın, ulusal kaygı ve çekişmeleri gidermenin ve ulusal kayıtsızlığı yerleştirerek ulusallığı sorun olmaktan çıkarmanın, birlikte kardeşçe yaşamanın en sağlam, öyleyse zora dayanmayan ama gönüllü birliğin tek yolunun; ayrılma hakkı dâhil, tüm ulusal hakların, konumuz açısından, dil eşitliği ve özgürlüğünün tanınması olduğuna dair tezinin bir doğrulanmasıdır.
Ulusal sorununun, devlet kurma hakkı açısından hiçbir ulusun ayrıcalık sahibi olmadığının tesliminin yanı sıra, dil sorunu açısından da, resmi dil ya da devlet dili olarak hiçbir dile ayrıcalık tanınmaması ve tam hak eşitliği ve özgürlüğün kabulüne dayanan, mali sermaye egemenliğinin bugünkü koşullarında, ancak sınıf mücadelesinin bir yan ürünü olarak elde edilebilecek kapitalizm çerçevesindeki çözümünün İsviçre örneği; hem olanaklı ve hem de geçerli tek çözüm olarak şöyledir: İsviçre, kendi parlamento ve hükümetlerine sahip çeşitli ulusların, oluşturdukları kantonlar yoluyla sâğladıkları gönüllü birliğin örgütlenmesidir ve ne ayrı parlamentolarla kantonların varlığından ne de ayrı dillerin resmen tanınmış olmasından İsviçre en küçük bir zarar görmüştür. İsviçre, bu nedenle bölünüp parçalanmadığı gibi, tersine, sağladığı yarar büyüktür. Bu ülkede tek bir ortak dil, bir resmi dil yoktur, ama üç resmi dil vardır ve bu da, bir bölünme nedeni olmamış ve tersine İsviçre’yi birleştirip bütünleştirmiştir. Bu ülkede nüfusun yaklaşık yüzde 70’i Alman, yüzde 22’si Fransız ve sadece yüzde 7’si İtalyan’dır. Ulusal sorunun bu çözüm örneğinde, halkın hiçbir bölümü, hiçbir hakkı bakımından yok sayılmadığı gibi, “küçüktür-büyüktür” gibi kaygılarla haklarının “boyu” da ölçülmemiş ve her ulustan halka eşit haklar tanınmıştır. “Eğer İsviçre İtalyanları, ortak parlamentoda sık sık Fransızca konuşuyorlarsa, onlar bunu, herhangi bir barbarca polis yasasının zoruyla yapmamaktadırlar (İsviçre’de böyle yasalar yoktur); Fransızca konuşmaları, yalnızca demokratik bir devletin uygar yurttaşlarının, kendiliklerinden, çoğunluğun anladığı dilde konuşmayı yeğ tutmalarından ötürüdür. Fransız dili, İtalyanlara karşı kin telkin etmez; çünkü bu dil, polis önlemleriyle zorla kabul ettirilmeyen, özgür ve uygar bir ulusun dilidir.” diye yazan Lenin, ardından, Rus milliyetçiliği yaparak Çarlığın tek resmi dil dayatmasını ve bunun için polis önlemlerini savunan liberallere soruyor: “O halde çok daha dağınık olan ve son derece geri olan ‘büyük’ Rusya, dillerinden biri için ayrıcalıklı bir durum yaratarak niçin gelişmesini frenlesin? Bunun tam tersini yapmak doğru davranış değil midir bay liberaller? Eğer Rusya, Avrupa ‘ya yetişmek istiyorsa, hangileri olursa olsun, bütün ayrıcalıkları, bir an önce, tam olarak ve en enerjik biçimde ortadan kaldırmak gerekmez mi?”(8)
Hiç kimse, Lenin’in liberallere yönelttiği soruları, sadece Rusya ile ilgili sorular olarak anlamayacaktır. Evet, bu sorular, tüm çok-uluslu devletler açısından geçerlidir”. Özellikle, Avrupa’ya yetişme, Avrupa’ya benzeme propagandasının geçer akçe sayıldığı ülkeler açısından daha da geçerlidir, Frenletici olan, ülkenin tüm iç dinamiklerinin harekete geçirilmesini önleyen, çünkü bu dinamiklerin bazılarını baskı altında tutan, bu baskıdan güç alarak, ezen ulustan halkın, bu ulusun işçi ve emekçilerinin de baskı altında tutuluşunun koşullarını besleyen; ulusal zorbalık ve imtiyazcılıktır. Farklı uluslara farklı davranmanın, öyleyse, ezen ulus burjuvazisinin çıkarlarının örgütlenmesi olarak, bölücü olan da, budur. “Bölücülük” paranoyası bir yana, özgürlüklerin ve hak eşitliğinin zayıflatıcı ve bölücü olmadığının kanıtı; önce İsviçre ve sonra, Lenin’in kurduğu ve tüm ulusların tam hak eşitliği üzerinde ulusal kardeşliğin sımsıkı örgütlenmiş olduğu, hiç kimsenin ulusal çekişme ve çatışmalar yüzünden bölünerek dağıldığını iddia edemeyeceği Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’dir.
DİLİN GELECEĞİ
Peki, ulusal sorun ve dil sorununda zora dayalı tüm uygulamaların, bütün ayrıcalıkların uzlaşmaz düşmanı olan ve tüm ulusal dillerin, sadece eğitim ve öğretim dili değil, ama öğrenim dili olmasının (“ulusal okul” değil) yanında, resmi dil olarak da benimsenmesini, dolayısıyla geliştirilmek için elden gelenin yapılmasını, bunun çok uluslu ülke için gerekli ve zenginleştirici olacağını savunan Marksistlerin, dillerin geleceğine ilişkin yaklaşımı nedir?
Marksistler, ezilenlerin talepleriyle ilgili başka her konuda olduğu gibi, dil konusunda, zora ve imtiyazlara karşıdırlar. Ama nesnel tarihsel gelişmenin kendiliğinden belirli dilleri eritip sönümlendirmesine karşı değillerdir. Tersine uzak bir gelecekte insan dilinin tekleşmeye gideceğini öngörürler. Bu eğilim, belirli dillerin, dayanakları gelişkin bazı başkaları içinde erimeye başlamış olmasında, bugünden yaşanmaktadır da.
Kuşku yok ki, kapitalizm tarafından teşvik edilen uluslar arasındaki gelişme farkları; teknoloji ve bilim vb. de içinde olmak üzere, genel olarak üretici güçlerin ve kapitalizmin gelişmesi bakımından, şirketler ve sektörler kadar, bölge, ulus ve ülkeler arasındaki eşitsizliği öngören kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının işleyişine bağlı olarak büyümektedir. Sıçramalı gelişim, aynı yasanın bir diğer yönü olsa bile, özellikle ezilen bağımlı uluslar açısından bu fark giderek olumsuz yönde açılacaktır. Son yüzyılda yaşanan budur. Almanya belki ABD’yi yakalayıp geçebilecektir ya da bu, belki Çin’e nasip olacaktır, ama Türkiye ya da örneğin Nijerya veya herhangi bir Arap ülkesi ve uluslarının bu şansı olmadığı ortadadır. Tarihin bu akışını saptamak gerekiyor. Bunda bir olumsuzluk var mıdır? Zor ve baskıdan arındırıldığında, yoktur. Mutlaka kaçınılmazlıkla gündemde olan zordan arındırıldığında, geriye, iktisadın katı zorunlulukları kalır. Kapitalizmin iktisadi gelişmesi ve sonuçları kalır. Ulusu ve ulusal dilleri var eden bu iktisadi zorunluluğun, kapitalizmin gelişmesi sürecinde, ulusal dil ve lehçelerin ve hatta dilleriyle birlikte bir dizi ulusların güçlüler lehine zayıflamaları ve giderek sönmeleri doğrultusunda etkide bulunması kaçınılmazdır ve bunda hiçbir sakınca yoktur; yeter ki, ulusal zorbalığa dayanmış olmasın. Marksistler iktisadi zorunluluğun dayattıklarına karşı çıkıp “akıntıya karşı kürek çekecek” kadar aptal olmadıkları gibi, her ne olursa olsun ulus ve her şeye rağmen ulusal çıkarlar peşinde olan milliyetçiler değillerdir; üstelik tüm iktisadi zorunlulukların, yok etmek bir yana, geleceği ”avucunun içine” bırakmakta olduğu sınıfın, proletaryanın sözcüleridirler. Sadece iktisadi nedenlerle, siyasal zora dayanmadan, ama kapitalist gelişmenin doğal ürünü olarak, bazı uluslar ve diller diğer bazılarınca asimilasyona uğratıldığında, sızlanmaya gerek duymazlar. Karşı çıktıkları ve her koşulda karşı çıkacakları, asimilasyon politikası, yani asimilasyonunun zora dayalı olarak gerçekleştirilmesidir. Bunun ötesinde, sorun yoktur, ötesi, tarihsel zorunluluklar alanına girer.
Gözlerimizin önünde, örneğin Türk işçileri emekgüçlerini kiralamaya gittikleri Almanya’da Almanlaşmıyorlar mı? İkinci ve belki üçüncü nesillere kadar belki hâlâ Türklüklerini hatırlıyorlar ama ya dördüncü nesil? Ya beşincisi? Üstelik daha ikinci nesilden itibaren anadillerinin Almanca mı yoksa Türkçe mi olduğu tartışmalı hale gelmiyor mu? Üçüncü neslin anadilinin artık Almanca sayılması gerektiği ortada değil mi? Ve burada, salt iktisadi etkenin rolünü oynayışı dışında, zor hiçbir biçimde sahneye çıkmamaktadır. Ya da Diyarbakır veya Batman’dan İstanbul veya İzmir’e fabrika tezgâhı başına çalışmaya gelen Kürtlerin, önce Kürtçelerini unutup giderek kaybetmeye ve üç-beş nesil sonra belki kendilerini Türk saymaya başlamalarında, proletaryanın bakış açısından, ne gibi bir sakınca olabilir? Bunda, tıpkı, tarihsel gelişme bakımından istisnai durum kategorisine dâhil edilmesi gerekse de, Diyarbakır’ın bir köyüne yerleşmeye giden Abdülhamit “sürgünleri” Türk ya da Çerkezlerin, giderek Kürtleşmelerinde bir sakınca olmaması gibi, hiç sakınca yoktur. Söylendiği gibi, yeter ki asimilasyon, zora dayalı olmasın ve bir politika olarak yürütülmesin. Marksistlerin, dillerin ve ulusların erimelerine ilişkin, bundan başka sakıncalı görecekleri bir şey yoktur.
Bu gelişme kaçınılmazdır. Ama emperyalist kapitalizm koşullarında, dünya ölçeğinde tek dile varılamayacağı da ayrı bir konudur. Gerçi bugün bile, Anglosakson merkezli küresel kapitalizm, sakatlı ve güdük de olsa, gelişen teknoloji ve onun başlıca geliştiricisi tarafından kullanıma sunulan bir “bilgisayar dili”nin, hemen tüm uluslarca benimsenmesinin yolunu açmıştır. Ancak bu, henüz en yoksul dilden de daha yoksul, birkaç yüz sözcüklük bir tür “yapay” dil durumundadır. Ancak bu bile, önemli bir şeydir. Öte yandan, tarih
sahnesine sıkışından bu yana, ulusal ve uluslararası iki eğilimi ile birlikte varolan kapitalizm (Bkz. Kadir Yalçın. Ö.D, sayı: 122, sf. 27), gelişmesi boyunca ve özellikle olgunluk döneminde, evet, ulusal çitlerin aşılmasına, uluslararasında ilişkilerin ve yakınlıkların çoğaltılmasına götürmektedir ve daha şimdiden tek bir uluslararası kapitalist ekonomi ve pazar yaratmıştır. Ancak, bu ekonomi ve pazarlar ve tüm uluslararası ilişkiler, hâlâ birbirleriyle çatışmaya hazır ve iktisaden durmaksızın çatışıp dünyayı paylaşmaya uğraşan emperyalist odaklarca bölünmüş durumdadır. Böyle bir iktisada dayalı “parçalı bütün” olan kapitalizmin, bir “ultra-kapitalizm”e dönüşmesi pratik olarak olanaksız olduğundan, kapitalizm koşullarında tek dile varılması da olanaksızdır.
Tek ortak dil, hatta sosyalizmde, komünizmin ilk aşamasında da olanaksızdır. Bu, bir yandan kalıntılarıyla birlikte kapitalizmin, öyleyse değer yasasının işleyişi ve bölüşümde burjuva hakkının geçerliliğinin sona ermesini, diğer yandan bir ya da birkaç ülkede geçilemeyecek olan komünizmin üst aşamasına varılabilmesi bakımından dünya ölçeğinde kapitalizmin tasfiyesini gerektirir. Bu koşullarda bile tıpkı kol emeğiyle kafa emeği ve kırla kent arasındaki farkların silinmesinin zaman alacak oluşu gibi, dillerin kaynaşması ve tek bir ortak dile ulaşılmasının, bununla birlikte sosyalist ulusların kaynaşmalarının, dolayısıyla sınırlardan sonra, ulusal farklılıklarla birlikte, uluslar ve ulusal dillerin de sönümlenmesinin epey bir zaman alacağı kuşkusuzdur. Ama insanlığın tek bir ortak dile, tüm ulusal dillerin alabildiğine serpilip gelişmelerinin teşvik edilmesi üzerinden, o koşullar oluştukça, en gelişkin dil ya da yakın diller lehine, diğerlerinin sönümlenmeye ve onlar içinde erimeye başlaması yolundan ulaşılacağından kuşku duyulamaz.
Dipnotlar:
1) Doğanın Diyalektiği, sf.218, Sol Yay. Dördüncü Baskı
2) Age. 220
3) Age. 221
4) Age. 122
5) Marksizm ve Dil, Stalin, sf. 35, Evrensel Basım Yayın
6) Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni, Engels, sf. 95, Sol Yay.
7) Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, sf. 15, Sol Yay. 4. Baskı
8) Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Lenin, sf 16 Sol yay 8. Baskı