Kalite sisteminin kurumları ve yasaları

Türkiye’de yaklaşık 10 yıldır sürdürülen kalite politikasının, yeni bir sürecine gelindi. “Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı” bu süreci, öncekinden ayıran temel faktörler nelerdir? Kalite politikasının 2001 yılı Şubat Krizi öncesi uygulamalarıyla, 2002 yılı başından itibaren uygulanacak yöntemler arasındaki farklılığı, iki yönden ele alabiliriz.
Bunlardan birincisi; ikna ve vizyona dayalı propaganda döneminin illüzyonu, gerçeklerle yüz yüze gelince sarsıldı.
Kalite felsefesi ve kalite sistemi, bugüne kadar, sanki kapitalist sistem veya sosyalist sistem gibi bir politik ekonomi düzeni tanımının dışında, “yepyeni” bir dünya düzeni olarak lanse edilmişti. “İş mükemmelliği ve çalışanın mutluluğu” üzerinde yükselen vizyon, gerçek yüzüyle tanınmaya başlandı. Gelinen yerde, kalite sisteminin en açık ifadesiyle “çıplak kapitalizm” olduğu gerçeği herkes tarafından görüldü. (Ancak, halen, kuşkusuz yığınları aldatmak için, kalite felsefesinin ve kalite sisteminin adaptasyonunda kullanılan yöntem ve söylemlerin propagandasına devam edilmesi, sorunun bir diğer yönüdür.)
Özellikle teknokrat ve bürokrat tabakalar arasında, kalite sistemi, kutsanan ve ulvi bir dokunulmazlık çemberi içinde kabullenilen bir düzeni temsil ediyordu. Bunun nedenleri arasında, bu sisteme ait tanım ve terminolojinin “insani duyarlılığa” ve “kaybolan umutlara bir çıkış yolu olduğu iddiası vardı. Kalite sisteminin mükemmel bir iş disiplini sağladığı ve yükselme, çok kazanma fırsatı yarattığı düşünülüyor, daha da önemlisi, yükselen ufuklara doğru yelken açılan dünya vatandaşlığı özlemi içindeki küçük ve orta burjuva sınıfın ve bürokratların ezici çoğunluğu tarafından, umut kapısı olarak görülüyordu. Oysa kalite sisteminin uygulandığı işletmelerde işçi kıyımları, haksızlıklar, ücretleri düşürme veya aylarca ücret alamama, kazanılmış haklardan vazgeçme ve sisteme biat ettiği sürece işte kalabilme vb. gibi baskılarla, çok yoğun bir kıyım politikası dönemi yaşandı. Bu baskı ve olumsuzluklardan teknokrat ve bürokrat kesimlerin önemli bir kısmı da nasibini almaya başladı. Netaş, Ericsson, Packart gibi yabancı menşeli elektro-komünikasyon sektörüne ait işletmelerde, banka, sigorta, kamuya ait kurum ve işletmelerde çalışan teknokratlar, işçi sınıfıyla kıyaslanabilecek bir ezilmeye ve kıyımlara uğradılar. Alt taşeron işletmeciliğinin ve yeni vizyona dayalı medya ve reklam gibi sektörlerin, yani yoğun olarak emekçilerin çalıştığı kısmi bir vizyon dönemine özgü işyerlerinin kapanması ve işten atılmalarla vb. bu dönemin “ikna”ya ve “illüzyon”a dayalı yöntemlerle sürdürülme sürecinin de sonuna gelindi.
2001 Şubat Krizi ile birlikte, yaygın KOBİ işletmeciliğinin toplandığı organize sanayi bölgeleri ve bunların kurulduğu illerde, yoğun üretim daralması ve işsizlik, iflaslar vb, nedeniyle reel sektörde, üretim hadlerinde düşüşe geçen bir trend izlendi.
Bugüne dek, Türkiye’de, yabancı sermayenin ortaklığında taşeron olarak işletilen firmalar, bu şirketlerde ISO–9000 standardı ile kalite felsefesini ve kalite sistemini yaymaya çalışıyordu. Özellikle otomobil, beyaz eşya ve telekomünikasyon sektörlerinde, medyatik şovlara dönüştürülen kalite yönetimi ve felsefesinin, ne çalışanları ne de işçi sınıfını artık ikna etme olanağı kalmadı. Bu firmaların alt işletmesi olarak belli bir süre desteklenen KOBİ’ler, krizle birlikte desteklenmekten vazgeçildi. Zaten bugüne dek verilen destek, tekel merkezlerinin, ISO–9000 kalite sisteminin kuralları içinde, Türkiye’nin özel veya kamu sektörlerini, 10–15 yıldır parçalayarak, yüz binlerce küçük ve orta işletmecilik haline getirilmeleri amacıyla verilmekteydi. Bu amaçla her sektöre ait holding ve onlara bağlı banka, medya, sigorta vb. gibi sektörel parçalanmışlığın da sonuçta, amacı özelleştirme politikalarına hizmet eden bir organizasyondu.
Yabancı sermaye ile ortaklaşan holdingler, genellikle bankaları, şirketleri ve taşeron işletmeleri ile bunlara bağlı alt işletmeler olan KOBİ’lerde, bu süreçte krizlerle tıkanma noktasına geldi. En önemlisi ise, sayıları her gün artan holdinglere ait banka ve şubeleri, sigorta şirketleri, tekellerden aldıkları sermayeyi geri dönüşü olmayan alanlara yatırarak hatırdılar. KOBİ’lerin çoğu, aldıkları teşvik kredilerini geri ödeyemez ve dayandıkları kamu ihalesi desteğiyle bile ayak duramaz hale geldiler. Bankalar operasyonu olarak ele alınan modernizasyon çalışmalarının, “kurtarma ya da başka gerekçeler” ileri sürülse de, ana hedefinin, uluslararası organizasyona uyum projesi çerçevesinde, üretimdeki işletmelerin, sosyal kurumların “kurtarılması operasyonu” sürdürmeye hazırlık olduğu görülür. Çünkü “kurtarma” kelimesi de, aynı “kalite” kelimesi gibi, uluslararası denetime uygun üretim koşullarını yaymanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. “Kurtarılacak” işletmeler, özellikle KOBl’ler, uluslararası kriterlere uymak ve yaymak amacıyla kredilendirilecekti.
KOBİ’lerin, verilen kredilerle, ISO–9000 standardı almak üzere, kendilerini yenilemeleri ve kalite sistemine entegre olmaları isteniyordu. Oysa üretim daralmasına giden koşullarda, bu amaca uygun kullanılmayan ve kendi üretimlerine sarf edilen krediler, geri istenmeye başlanmıştı. Özellikle bu süreçte, ödeme zorluğu çeken işyerleri, birer birer iflas etmek zorunda bırakıldı, işçileri ve diğer çalışanları da, işsizlikle karşılaştı.
Tekellerin, kredi vererek taşeron işletmelerini enformasyon teknolojisiyle, merkezi otomasyon sürecine bağlama amaçlan, kesintiye uğradı, işletmeler arası entegrasyon ve izlenebilirlik süreci, iflaslar ve geri ödeme güçlükleri gibi sorunlar karşısında, kesintiye uğramaya başladı, sistemin gedikleri giderek açıldı. Çünkü tekeller tarafından bu süreçte kışkırtılan kayıt dışı ekonominin, kuralsızlığın ve yeni teknolojiye ayak uyduramamanın sonuçları olarak, sistemin sürekliliği ve gelişimi de sekteye uğruyordu. Böylece, kalite sistemiyle ulaşılmak istenen esnek üretim teknolojisinin makyajı dökülmeye, arkasındaki kuralsızlığın, hak gasplarının, iflasların, kayıt dışılığın sonuçları ortaya çıkmaya başlıyordu.
Kalite politikasına ilişkin propagandaların menşeinde, düzenli ve disiplinli bir çalışma yaşamı, her işin ve işlevin kayda geçirilerek denetim altına alınabileceği bir sistem tarif ediliyordu. 10 yıldır bu yönde yapılan propagandaların arkasından gelen ise, yolsuzluk, kayıtsızlık, iş yaşamının düzensizliği, vergi açıkları, batık krediler vb. ile sistemin cilası bir bir dökülüyordu. Vergisiz ve denetimsiz üretim, otomasyona bağlı üretimin diğer hatlarında kopukluk, başıbozukluk yaratarak, kalite sisteminin ilkesi olarak propagandası yapılan, “0” hata, verimli üretim yerine, çok hatalı ürünlerin piyasaya çıkmasına ve verimsizliğe neden oluyordu. Örneğin, hatalı Mercedes otobüslerinin yaptığı kazalar, gündemde, bu teknolojiye olan güveni sarsacak boyutlardaydı. ISO–9000 belgesi almış özel yemekhanelerin zehirlediği işçi ve öğrenciler, televizyon ekranlarında sistemsel bozukluğu ifşa ediyordu. Belge alan işletmeler bir bir çökerken, verimsizleşerek üretim düşürüyordu.
Diğer yandan, KOBİ’lerin, tedarikte kolay ulaşım ve yönetim olanaklarının gelişmesi açısından uygun bir coğrafyada toplanmaları, şeklen sağlanmış ama alt yapı olarak istendiği gibi geliştirilmemişti. Çünkü bu alt yapının maliyeti, yeni bir şehir kurmak kadar yüksekti. “Yeni endüstriyel bölgecilik” esasına göre şekillenen sanayileşme, organize sanayi bölgeleri ve serbest bölgeler olarak, kuralsızlığın, en ilkel haliyle esnek sömürünün ve hak gasplarının iş yaşamında etkin olduğu, çarpık bir yapılaşmaya neden oluyordu. Alt yapı çalışmaları olarak çoğu, su ve elektrik tesisatlarını bile yeterince kuramadılar. Oysa bu alt yapı çalışmaları için kredi veren tekeller, bu bölgelerin yönetimlerinin, bölge merkezli elektro-komünikasyon ve iletişim ağlarının tamamlanmasını ve bölgedeki işletmelerin de asgari teknik donanımını sağlamasını istiyordu. Hâlbuki Türkiye’de çoğu organize sanayi bölgelerinin alt yapıları 10 yıldır tamamlanamıyor, dolayısıyla bölgesel enformasyona ulaşılamıyordu. Yani istenen otomasyon düzeni tamamlanamıyordu. Hatta ISO–9000 belgesi almak üzere kredi alan işletmelerin pek çoğu, belgelerini göstermelik alıyordu. Sonra sistemini işletemiyor veya işletmiyordu. Bunun nedeni ise, hem maliyetler hem de çalışanların direnişi olarak özetlenebilir. Türkiye’de, KOBİ’lerin yüzde 30’unun belge almak üzere müracaat yaptığı ve bunların da ancak yüzde 10’unun, standardın gereklerini yeterince yerine getirebilir durumda olduğu tahmin ediliyor.
Kredi kurumları, vergi kurumları, sendikal ve sosyal kurumlar, tekeller açısından yeterince denetlenemez durumdaydı. Bu açıdan acil önlemlere gerek duyulan bir devlet politikasının, tekelci denetime açılmasının koşulları dayatılıyordu. Kredi kurumları olarak başta bankalar, sigorta kurumları, sanayi odaları ve çeşitli vakıfların kalite sistemine göre yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. Özellikle bankaların, kredi musluklarını sadece “kalite” için açması gerekirken, başka alanlara da, -özellikle “kamuya”- desteğini sürdürüyordu.
Kalite sisteminin ahlakı, ulusal ahlakla çelişiyordu.
Kamu kurumlarında ve işletmelerinde, yüz binlerce bürokrat, kamu çalışanı, kalite sisteminin kabul edemeyeceği bir felsefe ve ahlak normları taşıyan kurallarla çalışıyordu. Bu işletmelerin şirketleştirilmesi, yani çalışanlarının işçileştirilmesi ve ilişkilerin ticarileştirilmesi, yeterince yürütülemiyordu. Çoğu tasfiyeye uğramış, küçültülmüş ve şirketleştirilmiş olmasına karşın, kalanlar kalite sisteminin çevrimini tamamlamada kopukluklar yaratıyordu. Çünkü hazine, kamu işletmelerinin gelirlerine, tüm mal varlıklarına el koyma ve geri desteğini azaltma yoluna giderek, bu kurumların mali durumunu sürekli bozuyordu. Halka açılma ya da piyasaya açılma ile birlikte, değerleri düşürülerek satılan hisseler, bu fakirleşmede etkin rol oynuyordu. Oysa kalite sistemi, her şeyden önce alt yapısal tedarikleri için yüklüce bir harcamayı gerektiriyordu. Kamu kurumlan, sisteme uyum sağlayacak kadar finanse edilemeyince, enformasyon tekniğine uygun denetim dışı kalıyordu. Bu da sistemde, zincirin kopan halkası etkisi yapıyordu.
Bununla birlikte, uluslararası tekellerin doğrudan yatırımları olarak faaliyet gösteren işletmeler, bu vizyonun yayılmasına uygun propagandalarını sürdürmeye devam ediyor.
Örneğin, “… Novartis satış kadrosu için üç ayda bir performans değerlendirmesi yapıyor ve prim sistemi uyguluyor. Piyasada çok yoğun bir rekabet olduğu için satışın çok sıkı takip edilmesi gerektiği belirtiliyor. Yatay bir yapıya sahip olan Novartis, hiyerarşik bir düzen uygulamak yerine iletişime önem veriyor. Performans değerlendirmesi ya da atama gibi konularda adil olmaya dikkat ettiklerim söyleyen Novartis insan Kaynakları ve Kurumsal İletişim Direktörü Aylin Gürer, hangi kriterlere göre değerlendirme yaptıkları açık olduğu için çalışanların şirket kararlarına güvendiklerini belirtiyor.
Novartis, biri Levent biri de Bakırköy’de olan iki fabrikasını yakında temelini atacağı Kurtköy’deki yeni fabrikasında birleştirmeyi planlıyor. Bu büyük yatırımı durdurmadıklarım söyleyen Aylin Gürer, “2002’den ümitliyiz, büyümeye devam edeceğiz” diyerek, köylülüğün iflas ettiği, esnafın halkın yoksulluğa sürüklendiği bir dönemde kârlarını artırdığını itiraf ediyor. Şubat krizinin ardından, işsizlik ve iflasla sonuçlanan on binlerce şirketin batmasına karşın, krizden palazlanarak çıkan tekellerin alt taşeronları olarak üretim yapan işletmelerin, krizden de daha az etkilendikleri, hatta büyümeye devam ettikleri görülüyor.
Buna karşın, Anadolu kaplanları veya Güney ve Doğu Anadolu kaplanları gibi, dünyaya açılmada liyakat unvanları alan on binlerce işletme, bu süreçte iflas bayrağını çekerek, yüz binlerce işçinin işsiz kalmasına neden olmuştu.
Bu yüzden de, artık, sisteme ait imaj dönemi sona ermiş, yerini, baskı ve zoraki yaptırım süreci olarak daha “etkin” tedbirlerle sürdürme dönemi başlamıştı. Ki, bu dönemin özellikleri, her alanda, yasalarla ve idari yaptırımlarla, sürdürülebilir bir sistem dayatması olarak, görülmeye başladı.

2002 SONRASI KALİTEDE ZORBALIK DÖNEMİ VE KURUMSALLAŞMA
İkinci farklılık ise, dünyada olduğu gibi Türkiye”de de, tekelci otomasyon teknolojisinin, tekellerin ihtiyacına cevap verecek düzeyde geliştirilmesi ve bu yolla kapitalist krizden korunma amacında olan tekellerin daha etkin bir sömürü sistemi kurabilecekleri yöntemleri geliştirme koşulları ortaya çıkmıştı.
Bugüne kadar medyatik şovlarla ve illüzyonlarla götürülen politikanın yaygınlaşma süreci ve kapsayıcılığı, gelinen yerde, istenilen düzeye çıkmak bir yana daha da geriliyordu. Sistem, gerektiği gibi yaygınlaşmıyor, otomasyona uygun üretim teknolojisinin bütünlüğünü sağlar duruma getirilemiyordu. Bunun aşılması için daha çok kurum ve işletmenin ticarileştirilmesi, özelleştirilmesi, kurulması istenen sisteme uygun hale getirilmesi şartları dayatılıyordu. Tekellerin istediği sistem, kalite sistemi olarak, yüksek enformasyon teknolojisine yol açacak düzenlemelerin yerine getirilmesi ve bu yapılaşmayla, tekelleştirilmiş dünya ticaretine uygun üretim için engellerin tümünü ortadan kaldıracak önlemlere gerek duyuluyordu. Bunun için, üretimi genel olarak otomasyon sistemine bağlayacak alt yapıların geliştirilmesi, kurumlaşması ve tüm ülkelere yaygınlaştırılması gerekliydi. Bu sistemin sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda ortak iş yapılan komşu ülkelerde de üretimde kıstas olarak alınması gerekiyordu.
Devletlere, ‘tüm üretimi, sisteme uygun hale getir ve engel olarak ortaya çıkan kamu kurumları ve işletmelerini hızla tasfiye et’ dayatması getiriliyordu. Bu dayatma, elini her köşeye uzattığında alacağı kârın ve sürdürülebilir izleme tekniğinin, kontrolünü de elinde tutacak tekeller tarafından, zorunluluk olarak getiriliyordu.
Türkiye, elinde avucunda ne varsa, bu denetlemenin teknolojisine yatırım yapmalı ve tekelci denetim ağının kurulması, tüm endüstriyel ve yönetsel tekniklerinin, kurum ve işletmelere yaygınlaştırılması için, harcama yapmalıydı.

STANDARTLARIN KURUMSALLAŞMASI İÇİN, HER ALANA YAYILMAK ÜZERE ÖNLEMLER ALINIYOR
Dünya ülkeleri arasında da, ticari ve sistemsel bütünlüğü sağlayacak bir üretim teknolojisinin (otomasyon) standartlaştırılması ve tekleştirilmesi isteniyordu. Bu nedenle yapılan tekeller arası antlaşmalar, sisteme uyum ve entegrasyonu için gereken formasyonun, nasıl ve hangi araçlarla yapılmasının koşullarını da koyuyordu. Yani Türkiye’de, sadece birkaç tekelin taşeronu olarak örgütlenen holding yapılaşmasının olanaklarıyla değil, tüm işletmeleri ve kurumlarıyla emperyalist tekellerin yağmasına açılacak düzenlemelerin yapılması isteniyordu. Bu ise, teknolojinin gelişimi ve yararlarının “toplumsal bir faydaya dönüşeceği” propagandası ile de bilimsel teknolojiye dayalı bir üretim standardının her alana yaygınlaşmasıyla olanaklıydı. Dolayısıyla, tekellerin bu bağlamda kullandığı enformasyon teknolojisinin en önemli aracı kurumu olan, kalite standartları, akreditasyon ve belgeleme kurumları, olarak öne çıkarılıyordu. Sisteme uyum yasaları da, uluslararası tekellerin yasalarına uyumlu olarak çıkarılıyordu. Uygunluk yasası, akreditasyon yasası, endüstri bölgeleri yasası, vergi yasası, banka yasası, kamu ihale yasası, çeşitli ürünlere ilişkin yasalar, eğitim yasası vb. uluslararası antlaşmaların zoruyla çıkarılıyordu. Böylece, yetersiz standartlaşma hızlandırılarak, ekonomide olduğu kadar politikada da buna uygun yaptırımlarla, antlaşmaların gereği hızla yerine getirilecekti.
Bu amaçla çıkarılan akreditasyon ve uygunluk yasaları, yabancı-yerli ortaklı veya sadece yerli sermaye ile ayakta durmaya çalışan tüm üretim birimlerinin, uluslararası standart olan ISO-9000’e göre üretim yapmasını şart koşuyor, bunu da belgelemesini istiyor. 11 Ocak 2002 tarihinden itibaren yürürlüğe giren “uygunluğun değerlendirilmesi” yasası, diğer adıyla “ürün yasası”, bu amaçla çıkarılan çok geniş kapsamlı bir yasaydı.
Tüm ürünlerde ve kurumlarda belgeleme, tekellere açık, ticari kar ve denetim olanaklarını artırmak üzere, her kurum ve işletmeye alınması gereken bir kıskaç, bir zoraki müşterilik getiriliyordu. Bu müşterilik, tekellerin denetim mekanizması olan akreditasyon ve standart belgelemesi yapmak üzere, her işletmeyi kapsıyor. Çünkü “müşteri fikri”, ticari çıkarlar için gereken bir tanımlamaydı. Akreditasyon ve kalite standardı belgesi almak demek,
a. İşletmelerde eğitim ve eğitilmiş eleman almak,
b. Yapılan ürünün test edilmesi için laboratuar kurmak ve her test ve ölçüm aletinin kalibrasyonunu yapmak üzere yeni test cihazları, ekipmanları almak, işletmede kullanılan her ölçü aletinin kalibrasyonunu yapacak belgelendirme laboratuarlarına (özerk kuruluşlarca kurulmuş) test ve muayene ücreti ödemek,
c. Kalite sistemi kurmak üzere, işletmelere bilgisayar, bilgisayarlı ve yenilenmiş teknolojinin gerektirdiği makine ve teçhizatı almak,
d. Üretimin her aşamasında kalite kontrol yapacak personel bulundurmak, performans değerlendirmesi ve istatistiklerini yaptırmak gibi, tekel merkezinin ürettiği bir proje veya planı işletmeye adapte etmek de gerekiyordu.
e. Standart belgesi almak için yetkili akreditasyon kuruluşlarına ödeme yapmak vb. gibi zorunluluklar getiren kalite sistemi, bunun için tekellerin ticaretlerinde geniş bir pazar olanağı elde etmelerine yarayacaktır.
Bu maliyet, KOBİ işletmeciliğinin sonu demekti. Ama sistemin, alt-taşeron işletmeciliğinin ucuz yedek parça veya anamal üretimine ihtiyacı vardı ve bunun için bir kurtarma operasyonuna girişilecekti. Yukarıda sıralanan maliyetin altından kalkamayacak KOBİ’lerin, belli bölgelerde toplanarak, her birinin ayrı ayrı laboratuar kurmaları yerine (ki, bu sistemin kriterlerinden biri) ortak laboratuarlar kurup, eğitim, enformasyon gibi temel kriterler için harcamalara ortak gidebilmeleri koşulları aranacaktı. Ayrıca iletişim ağlarının birleştirilmesi için alt yapı örülmesi, bu yolla kolaylaşacağı için, bu maliyetler karşılığı kredilendirilecek bir yönetim kuruluna bağlı endüstri bölgeleri kurulması ve bunun yasasının çıkarılması gündeme getirilmişti. Bugüne kadar az çok yapılanmış organize sanayi bölgeleri hızla ıslah edilmeliydi. Bu ıslah için endüstri bölgelerine 5 yıl geri ödemesiz kredi, vergi muafiyeti vs. gibi destekleme yapılmalıydı. Bunun ne derece uygulanabilir bir yaklaşım olduğu bir yana, kuşkusuz, KOBİ’leri değil tekelleri ve azami kârlarını gözettiği aşikârdır.
Ama kalite sistemi kurmanın daha önemli bir amacı vardır ki, bu da, tüm kurum ve işletmelerin, akreditasyon ve inovasyon içinde, uluslararası tekellerin çıkarlarına uygun bir üretim içine çekilmesidir. Bunu da akreditasyon kurumları ile yapacaktır.
Akreditasyon, çok geniş kapsamlı bir yaptırımı içerir. Şöyle ki, bir dünya tekeli;
“a) benim istediğim kalitede ürünü,
b) benim istediğim miktarda,
c) benim istediğim yöntemlerle,
d) benim tayin ettiğim yerde,
e) benim belirleyeceğim kriterlere göre,
f) benim istediğim türden elemanlarla,
g) benim istediğim süre içinde ve zamanda üret; yoksa seni yok ederim” der.
Bu şartlarda bir üretimin yapılıp yapılmadığını da akredite kurumlarıyla denetler. Bu ürün (hizmet veya mal cinsinden), akreditasyona uyumlu değilse, üretim yeri, “kredilendirmede”, “verimsiz” olarak değerlendirilerek, iflasa sürüklenir, kapatılır.
Basit bir örnek vermek gerekirse; bir tütün üreticisi köylü, yerli tütününü satmak için, uygunluğunu onaylatmak ve belge almak üzere, test laboratuarına başvurduğunda, tütün tekelinin belirlediği kriterlerle onay alacak, değilse onay alamayacaktır. Piyasaya belgelenmemiş tütünün girmesi engellenecek. Eğer piyasaya bu tütün girmişse, parası verilerek toplatılacak ve usulsüzlük cezası kesilecektir.
Ya da, belge alması uygun görülmeyen bir işletme, teknolojisini yenilemek ve kalite sistemine uyumlu bir sürece girdiğini kanıtlamak zorundadır ki, iflastan kurtarılabilir olsun. Kredi alabilsin. Bu kriterleri koyan ve denetleyen kurum ve kuruluşları incelersek, karşımıza, bankalar, organize sanayi bölgelerinin denetim mekanizmaları, akreditasyon kuruluşları, bilim ve teknoloji kurumları ve ISO–9000 Kalite standardı, bunlara ilişkin yasa ve kararnameler çıkar.
Türkiye ve benzeri ülkeler, uluslararası tekellerin denetimine girdikleri ve bu tekeller için üretim yaptıkları sürece, akreditasyon gereklerini yerine getirerek, ülke ekonomilerinin yönetimini doğrudan onlara teslim eden bir süreci kabullenmiş olurlar. Ya da tersinden söylersek, akreditasyon sistemine bağlı bir üretimde, tekellerin kuralları, kriterleri ve buna uygun düzenlemeler, koşul olarak kabul edilmiş demektir. Çünkü akreditasyon, üründe olduğu kadar üretim sisteminde ve insan kaynağı başta olmak üzere yeraltı ve yerüstü kaynaklarının tümünde tekellerin denetimine açılmak demektir ki, Dünya Ticaret Örgütü’nün Uruguay Raundu olarak bilinen kriterlerine uyumlu bir akreditasyon sistemi, tüm ülkelerde aynı standartlara göre düzenlemeleri içermektedir.

ÜRÜNDE DEĞİL, SİSTEMDE AKREDİTASYONUN ÖNEMİ
Akreditasyonda, uluslararası akreditasyon kurumları tarafından yürütülen ve onaylanan, belgelenen, ISO–9000 standardının dört unsuru; ürün kalitesi, sistem kalitesi, laboratuar kalitesi, personel kalitesi olarak akreditasyon ve belgeleme kriterleri, tüm ülkeler üretimine teşmil edilmek üzere kabul edilmektedir. Dolayısıyla, tüm devletlerin kalite standartlarına teşmil edilerek alındığı ana standart niteliğindedir. Girdiği her kurum ve şirkette, önce sistem kurucu bir eğitim politikası yürütülür. Bu politika, kalite felsefesinin, yöneticiler ve teknokrat-bürokratlardan başlayarak, tüm çalışanların sisteme kazanılması için ikna edilmesi süreci ile başlatılır. Ama aynı zamanda çok bağlayıcı bir denetimi de birlikte getirir ki ilk adımının ardından gelen performans değerlendirmesi, ücretin, çalışma koşullarının, üretimin tüm sürecini kapsayıcıdır. Dolayısıyla, standart, bir politik yaptırımlar ve ideolojik baskı olarak çalışanları sisteme kazanma yöntemi olarak geliştirilir ve yaygınlaştırılır.
Kalite sistemini kabullenmenin ardından, kazanılmış hakların ve sınıfsal örgütlenmenin olanaklarının kaybı başta olmak üzere, işten atılma, düzensiz ücret ve düzensiz işi kabullenme, ardından dağıtılmış ve örgütsüz bir toplum yaratılmak istenir.
İşçi ve emekçi sınıflar, kalite politikası ve özellikle ISO–9000 standardının, dağıtıcı ve dayanışmayı baltalayıcı yüzünü görerek ona karşı mücadeleyi hedeflediği anda, tüm sihir bozulur ve sistem çöker.
İşte, Türkiye’de, emekçi sınıfının karşısına çıkarılan, kalite sisteminin bir anlamda çöktüğü, yani hem küçük ve orta üreticiler açısından altından kalkılamayacak sorunlar hem de işçi ve emekçi sınıfların sessiz kalamayacakları ağır koşullar getirdiği bir döneme gelindi. Yeni yasalar ve yaptırımlar, bu dönemde, tekelci kapitalizmin çöküşünü aynı zamanda hızlandıracak uluslararası sürecin de habercisidir.
Dünya devleri arasında yer alan elektro-komünikasyon ve yazılım tekelleri (Microsoft, ITT, Vestel, Northern vb.) kârlarından zarar etmeye, Enron gibi büyük tekellerin bile batmaya başladıkları bir süreçte, henüz yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, yetişmiş insan kaynakları açısından iştah kabartan ülkelerin daha çok soyulması anlamına gelen yaptırımlar, tekeller arası işbirliği antlaşmaları ile dayatıldı. Bu yaptırımların en önemlilerinden biri olan akreditasyon ve uygunluğun belgelenmesi, bunun için üretimin her sektörüne giren standart (ISO-EN, CE) teknolojisinin alınmasını koşulluyor. Neden ISO- 9000 değil de, CE sorusunun yanıtı ise, AB ülkeleri ile geçmişten gelen ilişkiler, hem devletlerarası, hem de işçi ve emekçi sınıfların mücadele yöntemleri ve sosyal kurumlar olarak benzerlikler, kültürel etkiler vb. sayılabilir. CE, ISO-EN olarak ISO’ya teşmil edilmiş bir Avrupa standardının alt, yani ürüne ilişkin standardı olmasına karşın, ISO’nun kriterlerini de.
DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü)’nün Uruguay’daki toplantısında alınan kararlar, Türkiye için bu anlamda bağlayıcı nitelik taşımaktadır.

STANDARTLAŞTIRILMIŞ ÜRETİMİN ÖRGÜTÜ OLARAK DTÖ
Türkiye’nin ekonomisinde yapılanmanın koşullarını, uluslararası tekellerin antlaşmaları koymaktaydı. Bunlardan en önemlisi, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’dür.
GATT üyesi 128 ülke tarafından, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün Uruguay Raundu’nda aldığı kararlardan en önemlisi, Ticaretteki Teknik Engellerini Kaldırılması Anlaşmasıdır (TTEK Senedi). Bu antlaşmayla, bütün bu ülkelerin ticarette ortak bir standart etrafında şekillenen bir düzenlemeyi kabul ettiği açıklanmıştır. DTÖ’nün, 31 Aralık 1994’ten itibaren geçerli olmak üzere, 3 Şubat 1995’te imzalanan 25 anlaşma kapsamındaki diğer önemli ekleri, Hizmetlerin Serbest Dolaşımı/Fikri Mülkiyet Haklan Anlaşması’dır. Çok Taraflı Ticaret Anlaşması (MAI) da, bu toplantıda üye ülkelerin uymayı taahhüt ettikleri önemli hukuksal ek sözleşmelerinden biridir. TBMM tarafından da, 26 Ocak 1995 tarih ve 4067 sayılı yasayla onaylanmıştır. Bu anlaşmaların içeriği, “Üretim sistemleri ve iş sürecindeki dönüşümün kaynağını oluşturan teknolojilerin küresel ölçekte yaygınlık kazanması “küreselleşme”nin bir diğer göstergesidir. Örneğin, enformasyon teknolojisi, hangi coğrafyada filizlenip belli bir olgunluğa erişmiş olursa olsun, bugün bir dünya teknolojisi haline gelmiştir. İş sürecine/üretim organizasyonuna giderek egemen olmaya başlayan ve günümüz enformasyon teknolojisine dayalı olarak gelişen esnek üretim-esnek otomasyon teknolojileri için de aynı çözümlemeyi yapmak mümkündür” şeklindeydi.
Dünya ticaretinin düzenlenmesinin gerekleri olarak, “teknik düzenlemelerin ve standartların, ambalajlama, markalama ve etiketleme kuralları ve teknik düzenlemelere ve standartlara uygunluğun tayiniyle ilgili esaslar da dâhil olmak üzere, uluslararası ticarete gereksiz engeller yaratılmamasını (ve tabii olanların ortadan kaldırılmasını) temin etmek üzere uygunluk değerlendirilmesi gerektiği ve bunun da DTÖ tarafından organize edilmesi” yer almaktadır. Anlaşmayı imzalayan tüm ülkelerde üretim teknolojisinin standartlarını belirlemek ve denetlemek üzere görevlendirilen DTÖ, bunun için devlet kurumlarında da aynı düzeni sağlayıcı yaptırımları dayatıyordu ama yeterince uygulanamıyordu. Çünkü kapitalist sistem aslına dönme çabasına girerken, daha derin ve çözülmez krizleri peşi sıra da ortaya çıkarmaktaydı. Tekeller, dünya krizinin etkilerini, yüzyıllardır insanlığın birikimi olarak şekillenen ulusal ve sınıfsal değerleri, insancıl duyguları yok etme ve sermayelerini daha etkin kullanma amaçlarını, ülkelere daha açık ve net bir ifade ile açık baskıcı yüzünü ortaya çıkararak yaymak için acele ediyordu.

DEVLET YÖNETİMİNİ DAHA HIZLI KALİTELEŞTİRME
Üretimden başlayarak sosyal ve siyasal kurumlarda da yeniden bir yapılanmayı örgütleyen ISO standardı, bu standarda göre ekonomilerin yeniden yapılanması, Uruguay Raundu ile ivme kazandı. Çünkü girdiği her yerde ve ülkede, kendi kurallarını, kriterlerini koyan, bilginin ve yönetimin, belli merkezlerde toplanması ve denetlenmesini sağlayan araçlardan biri olarak, ISO, toplam kalite yönetimi için geliştirilmiş ve sürekli gelişmesi öngörülen temel kriterleri içermektedir. Her ülke kendi standardını, ISO standardına göre yeniden düzenleyen ve diğer kurumlarını (akreditasyon, vergi, mali politikalar, sanayi ve tarım politikaları, eğitim, bilim, sosyal örgütlenmeler gibi, özel ve devlet kurumları ve siyasi partiler gibi) etnik örgütlenmelerde de bu standarda uyumu kabul etmişlerdir. Ve tüm ekonomik ve politik alt yapısını bu standarda göre düzenleyen bir yapılaşmaya girmek durumundadır.
Böylece, TEK senedine imza atan tüm ülkelerde, “Ulusal Akreditasyon Konseyleri” oluşturulmaya başladı. Örneğin, Alman Ulusal Akreditasyon Konseyi, Fransız Ulusal Akreditasyon Konseyi, … Türkiye Ulusal Akreditasyon Konseyi (TÜRKAK) vb. gibi. Ulusal devletler, kendi ülkelerindeki denetim sistemini ya da üretim yöntemlerini, bu standarda göre yenilemeye başladı.
Ürün Belgeleme işlemleri, bugüne dek, yabancı ortaklı şirketlerde, bağlı oldukları tekele ait standartta üretim ve ürün belgelemeye tabi idi. Genellikle 1990 yılından bu yana da, TÜV, RW-TÜV, BerauVeritas, SQ Mart, RAB, DAB vb. gibi ABD ve AB ülkelerinin akreditasyon kuruluşları tarafından ISO–9000 belgesi verilmekteydi. 1995 yılından bu yana ise, adı “ulusal” olan, ama ulusal özelliği, sadece Türkiye topraklarındaki üretimden sorumlu olmakla sınırlı olan bir kuruluş olarak UME (Ulusal Metroloji Enstitüsü) akreditasyon ve belgeleme, yani denetim işlevini yerine getiren pek çok alanda faaliyet yürüten bir kurum olarak örgütlenmişti. UME’nin faaliyet alanları şöyleydi; Kalibrasyon, Ölçme, Eğitim, Danışmanlık, Endüstriyi Yönlendirici Yayınlar, Akreditasyon. (Sanayi ve Ticaret Bakanlığınca verilen yetki ile Ocak 1995 tarihinden itibaren, akreditasyon başvurularını yanıtlamaya başlamıştır. Türkiye’nin ürün standardını belgeleyen kuruluş olan TSE, 1998 yılından itibaren, belgeleme yapamaz olarak ilan edilmişti. Ama kalite belgesi vermek üzere danışmanlık hizmetleri yapıyordu.)
Avrupa ülkelerinde kullanılan standartlar, genel olarak EN-ISO–9000 standartlarına bağlı olarak geliştirilmiş CE markasıdır. Bu markanın ürünlere vurulması ile bu ürünleri sadece Avrupa ülkelerine, bir de, Avrupa standardına göre üretimi sürdüren diğer birkaç ülkeye ticareti kolaylaştıracaktı. Oysa uluslararası ticaret için, ISO–9000 belgesi almak gerekir.
DTÖ ve Katar toplantılarının kararlarına bakarsak, ülkelere getirdiği en büyük yaptırım, ürün ve hizmet için uygunluğun ölçülmesi demek olan yasalar ve bunlara uymayan işletmelerin ve kısımlarının kapatılmasını sağlayan düzenlemeler için hükümetleri sıkıştırmak olduğu görülür. Ki;
* Kamu ve özel, tüm işletmelerde, kalite yönetimi, ISO–9000, AS–400, CE, AQAP vb. gibi standardizasyon yönetimlerine geçmek üzere, “tüm işletmelerin yeniden yapılandırılması sürecini hızlandırın” direktifi veriliyor.
* Bu standartların girdiği her yerde, en başta esnek istihdam yöntemleri ile eleman azaltma, şirket kapatma ya da iflas gösterilerek işçi ve diğer çalışanların tasfiyesi, ücretlerin düşürülmesi, sendika ve sigorta gibi güvencelerinin ortadan kaldırılması gündeme gelir.
* Performansa göre ücret ve çalışma yaşamını düzenleyen prosedürlerle, plan ve projelerin, tekellerin planlarına göre belirlendiği bir üretim sistemi oluşturulur.
* Bu sisteme uyulup uyulmadığı da, tekellerin danışmanları ve uzmanları tarafından denetlenir.
* Kalite sisteminin belgesini veren kuruluşlar da ayrıca akreditasyon kurumları tarafından sürekli denetlenir.
Bu süreç, akreditasyon süreci olarak işler. Akreditasyon, işin veya ürünün, iş yapan mekanizmaların, sistemin kredilendirilmesi ve bunun için uygulanan kriterlerin yerine getirilip getirilmediğinin kontrol edilmesi (her yıl) anlamını taşır. Ki, bu kredilendirme, başta ülke ekonomisi ve siyasetinin kredilendirilmesi olarak, düzenlemelerle, yasalarla, kurumlarla vb. gündeme getirilmektedir. Bu koşulların tüm işyerlerine, devletten ve kurumlarından başlanarak, devlet-kamu-özel ayrımı yapılmadan, girmesi için geniş bir inovasyon süreci başlatılmıştır. Tekelleşmenin önündeki tüm engellerin aşılması ve her tür üretimi ticarileştirmenin olanakları böylece yaratılmış olacaktır. Ki, uluslararası sermaye için, devletler de, hizmet üretimi yapan ticari bir kuruluş, ticari mallarını ve hizmetlerini satabilecekleri bir pazar alanı anlamında değerlendirilmektedir. Örneğin, devletin kurumlarından Türk Silahlı Kuvvetleri, bağlı işyerleri, emniyet, polis okulları, kalite standardı almak üzere ilk belge başvurusu yapan kurumlardır. Şimdi sıra, bankalar, sigorta kurumları, vergi daireleri, SSK vb. gibi kurumlara gelmişti. Buralara satılan teknoloji, bu teknolojiyi üreten ve satan firmalara çok geniş bir pazar alanı açar.

TÜRKİYE’DE KALİTE YÖNETİMİNİN YENİ KURUMLARI
Türkiye’de, TTEK Senedi’nin hükümlerini yerine getirmek üzere, TÜRKAK (Türkiye Ulusal Akreditasyon Konseyi), UME (Ulusal Metroloji Enstitüsü), BTYK (Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu), UİYK (Ulusal İnovasyon Yüksek Kurulu), YPK (Yüksek Planlama Kurulu), BDDK (Banka Düzenleme ve Denetleme Kurumu), SPK (Sermaye Piyasası Kurulu) vb. gibi kurumların, Türk Bilim ve Teknoloji Politikaları’nı yürürlüğe koymak üzere, kurulduklarını veya yeniden şekillendirildiklerini görürüz. Bu kurumların amaç ve içeriklerine kısaca değinmeye çalışalım.
Bilgi teknolojisi, bir anlamda bilgisayarlarla denetim, ulaşım ve haberleşmede kolaylık ve hız sağlayan bir gelişimi artırarak, tüm kurum ve işletmelerin, tekellerin ticaretine uygun hale getirilmesi için, (yani yeni dünya düzenine adapte etmek üzere), kalite sisteminin en önemli unsuru olarak geliştirilmesini amaçlıyordu.
“Kalite felsefesi”nin temel unsuru, “yönetimin yenilenmesi” fikridir.
Toplam Kalite Yönetimi, kalitenin, üründen değil, yönetimden başlayarak, tüm üretenler ve tüketenleri de içine alan, mal ve hizmet üretenleri olduğu kadar tüketenleri de etkilemek isteyen bir anlayışın ifadesi olarak ortaya atılmıştı. Çok kaliteli değil, müşteriyi memnun eden türde ve tarzda üretim yapılmalıydı. “Müşteri memnuniyeti” önde gelmeli bu felsefeye göre. Buradaki “müşteri” sözcüğüne, sadece malı alanla sınırlanmayan, üretenlerin de birbirinin müşterisi olduğunu kapsayan bir anlam atfedilmekteydi. Gerçek anlamda müşteri ise, herkesi ticari bir meta olarak görmenin ve tüm ilişkileri ticarileştirerek kara endekslemenin bir kavramıydı.
Oysa Türkiye’de henüz, kamu mülkiyeti ve ahlakının şekillendirdiği bir yönetim biçiminin, izleri sürüyor. Hem iş yaşamının koşulları, hem de kamu hizmeti anlayışı içinde formüle edilebilecek ahlak ve hukuk kuralları ile ticari amaçlara uzak bir işletmecilik yaşanıyor. Ayrıca, bu işletme ve kurumlarda kârlılık ve kârın artırılması için önlemlerin yetersizliği, tekelci sistem için denetlenemez ve kabul edilemez olarak görülüyor. Bu, sistemin bütünlüğünü, ticaretin ve sermayenin gelişme hızını bozuyor görülüyor.
Yabancı sermaye için, kamu idaresi olarak devlet de, var olduğu kadarıyla, hizmet üreten bir müşteri idi. Devletin ve kurumlarının da yönetim sistemini yenilemesi ve teknolojinin getirişinden yararlanır hale getirilmesi sağlanmalıydı. Yani devlete de kalite getirilmeliydi. Bunun için TÜBİTAK tarafından BTYK oluşturuldu.

BTYK (BİLİM VE TEKNOLOJİ YÜKSEK KURULU)
Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun (BTYK) 3 Şubat 1993’te karar altına aldığı ve Türkiye’nin bugünkü, bilim ve teknoloji politikası’nın temelini oluşturan “Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: (1993–2003)”ün ifadesi olarak;
“Küreselleşme sürecinin bir başka yönü ise, üretim faaliyetlerini bütün bir dünya coğrafyasına yayan (diğer bir deyişle, üretim faaliyetlerini uluslararasılaştıran) uluslararası dev firmaların, bu sürecin bir dünya sistemi olarak yerleşmesinde oynadıkları belirleyici roldür. Bilim ve teknolojiye egemen ülke kökenli bu firmalar, günümün teknolojisinin -dünya teknolojisinin- fiili’ sahipleridir. (Fikrî mülkiyet haklarının korunması, sübvansiyonlar ve telâfi edici tedbirler ile ilgili olarak, Uruguay Turu Nihaî Senedi’nin getirdiği düzenlemelerin bu bağlamda altını bir kez daha çizmekte yarar vardır.) Teknolojiye egemen olmayan ülke kökenli firmaların, iç ve dış pazarlarda rekabet edebilmek ve ayakta kalabilmek için ihtiyaç duyacakları teknolojilerin transferindeki muhataplarının genellikle bu dev firmalar olduğunu. Türkiye açısından önemle kaydetmek gerekir.
Gümrük duvarlarının ve geleneksel korumacılığın giderek kalktığı bir dünyada rekabet edebilmek için belirleyici olan faktör, pazarlanabilir yeni ürün ve üretim yöntemleri, yeni yönetim teknikleri ve yeni teknolojiler geliştirmeye yönelik, bütünsel bir yeteneğin -inovasyon yeteneğinin- kazanılmış olmasıdır. Üretici firmalar, böylesi bir yeteneği ancak, yeni bir ürün ya da üretim yöntemi, yeni bir sistem geliştirmeyi ya da mevcutların iyileştirilmesini kendileri yapıyorlarsa -bu amaçla kendileri AR-GE yapıyorlarsa- kazanabilirler. Bunun da ön koşulu, mensup oldukları ülkenin, ulusal inovasyon sistemini kurmuş olmasıdır.” deniyor.
Burada, yeni bir ürün ve üretim tekniği edinerek ayakta kalacak firmaların, dünya tekellerinin muhatabı firmalar olacağı, diğerlerinin ise ayakta kalamayacağı açıkça ifade ediliyor. Ki, bu üretim yöntemlerinin alınması ve bu yöntemlere uygun sistemin kurulması, yani inovasyon yeteneğinin kazanılmış olması şartı getiriliyor. Bu yeteneği ölçecek olan kurumlar olarak, uluslararası tekellerin akreditasyon merkezleri ve onların kriterlerine göre biçimlenmiş TÜRKAK, UME, UİYK oluşturulmuştur.

TÜRKAK’IN KURULUŞU
TÜRKAK’ın kuruluş amacı, BTYK açısından şöyle tanımlanmaktadır:
“Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün yanı sıra, Avrupa Birliği, APEC ve NAFTA ekonomik blokları; kısaca ‘uygunluk değerlendirmesi’ olarak nitelendirilen deney, muayene ve belgelendirme çalışmalarının uluslararası kriterlere göre uyarlanmış biçimde yapılmasını temin etmek amacıyla bir dizi tedbir almıştır. Bunlardan; DTÖ tarafından gerçekleştirilen ‘Ticarette Teknik Engeller’ (TTE) Anlaşması kayda değer bir nitelik taşımakta olup, uygunluk değerlendirmesi hizmeti veren kuruluşların, uluslararası ilgili kriterlere göre faaliyet göstermelerini sağlamak için; anlaşmayı imza eden ülkelere, akreditasyon sistemlerini kurma şartını getirmektedir. Buna ilaveten; tarafı olduğumuz, Avrupa Gümrük Birliği Anlaşmasında da standardizasyon, belgelendirme ve metroloji konularında AB’nin ilgili mevzuatına ve uygulamalarına uyumun sağlanması şartı mevcuttur.
Ülkemizde üretilen malların piyasalarda dolaşımı için, yukarıda değinilen anlaşmaların öngördüğü şekilde; güvenilir ve şeffaf uygunluk değerlendirmesi işlemlerinden geçirilerek ilgili rapor ve belgelerin tanzim edilmesini sağlamak, Türk Akreditasyon Kurumu’nun temel amacıdır.”
DTÖ’ye bağlı tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye devleti’nin de imzaladığı anlaşmalara uygun örgütlenmesinin temel kurumlarından biri olarak TÜRKAK, ’99’dan itibaren oluşturulmaya başlanır, ama kurum olarak 2001’de, alt yapılarını oluşturmak üzere faaliyete geçer. ISO–9000 standardının, emperyalist sistemin kendini yenilemesi, üretim sisteminin de yenilenmesi olarak ifade ettiği felsefeye uygun biçimlerin yaratılacağı bir politikanın yürütülmesi gibi önemli bir işleve sahiptir. Kalite felsefesi ve Dr. Deming öğretisi’nden yola çıkarak, dünya ekonomisini ulusal sınırları yok sayan ya da bu sınırlarda şekillenen engelleri ve üretim yönetimini yeniden şekillendiren kuralların yayılması amacını üstlenmiştir. Türkiye’de bu kurallara uyum amacıyla kurulmuş sisteme, “ulusal inovasyon sistemi” adı verilmektedir.
Devletin ve kurumlarının tüm kısımlarında yasal veya kurumsal değişime ilişkin projeleri destekleyen, mali ve ideolojik kaynak yaratan kurumlardan biri olarak gündeme getirilmiştir.

ULUSAL İNOVASYON YÜKSEK KURULU (UİYK)
“Bilim ve Teknoloji Politikaları” adı altında yürütülen faaliyetin TÜBİTAK tarafından oluşturulan bir bilim kurulu olan, BTYK (Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu)’nın tek amacı, kalite sistemini kurmaktı.
“Bilim ve Teknoloji ile barışık,
“Ulusal İnovasyon Sistemi’ni kurmuş,
“Bilim ve teknoloji üretmede yetkinleşmiş,
“Bilim ve teknolojiyi süratle ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürme (inovasyon) becerisini kazanmış,
“Dünya bilim ve teknolojisine, insanlığın bu ortak mirasına, katkıda bulunan ülkeler arasında saygınlığa sahip bir Türkiye yaratmak, biçiminde tanımlanabilecek olan bugünkü Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikamızın ana konusunu Ulusal inovasyon Sistemi’nin kurulması oluşturmaktadır.” denilerek, sisteme uyumun bilim ve teknoloji politikaları içinde geliştirileceği söylenmektedir.
Halkı ve halka hizmet anlayışını bütünüyle dışlayan kalite felsefesinin uygulanmaya çalışıldığı siyasi ve ekonomik kurumlarda, bu felsefeyi, ülke özgülüne teşmil eden bir yapılanma projesi üretilmiştir: Ulusal İnovasyon Sistemi.
Bu sistemi hayata geçirmek üzere oluşturulan Ulusal İnovasyon Yüksek Kurulu (UlYK), sisteminin gereğini ise şöyle tarif etmektedir;
“Ulusal inovasyon sistemi; bilim ve teknoloji üretmeye yönelik kurumsal mekanizmaların ötesinde, bilimsel ve teknolojik bulguları ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürebilmenin kurumsal mekanizmalarını da içerir ve önemi de buradan gelir. Zira bilimsel ve teknolojik bulguları ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürme yeteneğine sahip bulunmayan herhangi bir ülke, sektör ya da işletmenin geleneksel korumacılığın kalktığı, uluslararası rekabete açık bir dünyada varlığını sürdürmesi mümkün değildir.”
Türkiye’nin “geleneksel korumacılığının kalktığı”nı söyleyen politika ile kamu ihale yasası, özel veya kamu sektörlerini destekleyen ihale sisteminin değiştirildiği koşullardan bahsedilmektedir. Çünkü bugüne kadar, kendi sermayesi ile kurulmuş özel işletmeciliğe, bir başka tanımla yabancı sermayenin ortaklığında olmayan işletmelere, bu ortaklığa zorunlu kılınması ve yabancı sermayenin teşvik edilmesi koşulları dayatılmaktadır. Bu da, halen varlıklarını sürdüren kamu kurumlarının, ihalelerinde, bu, nispeten özerk ve bağımsız işletmeleri destekleme koşullarının kaldırılması demektir. Gerçekten de, bugüne kadar, kamu kurumlarının ve işletmelerinin ihtiyacı olan malzeme veya ara mamulleri, hem ucuza, hem de zamanında teslim etme yeteneğini gösteren ulusal işletmelerin, artık iflas ettirilmesi için uğraşıldığı bir sistem kurulmaktadır. Hatta, ülkenin beyin takımına, “ulusal ekonomi kalmadı, her şey dünyaya entegre oldu” diye düşündüren bir ideolojik baskı da kurulmuştur. Oysa halen kamu mülkiyeti ve ahlakı, toplumda derin izler taşımaya devam ediyor. Bu nedenle bu izleri silmek üzere, politik baskılar uygulanıyor.
Ülke açısından, uluslararası rekabete açılmak üzere, korumacı “popülist politikalardan vazgeçilmesi gerektiği” de propaganda edilmektedir.
Ulusal İnovasyon Kurulu, sistemini şöyle tanımlamaktadır:
“…sistem yalnızca,
* ürettikleri ürünler, verdikleri hizmetler, üretim ve organizasyon yöntemlerinde yenilik yapabilme yeteneğine sahip firmalar (kısacası ‘yenilikçi’ firmalar); ve bu firmalara mühendislik, danışmanlık, tasarım ve kontrollük hizmetleri veren kuruluşlar;
* teknoloji transferine ilişkin mekanizmalar;
* kendi bünyelerinde profesyonelce araştırma yapan firmaların bu faaliyetlerini yürüttükleri araştırma birimleri;
*sözleşmeli araştırma merkezleri ve daha çok sınaî araştırmalar ve rekabet öncesi geliştirme faaliyetlerinde bulunan ortak araştırma merkez ve konsorsiyumları;
* temel araştırmalar yapan üniversiteler ve belli misyonlara yönelik olarak temel araştırmalar yapan kamu araştırma kurumları;
* rüzgâr tünelleri, simülâtörler, akseleratörler v.b. teknolojik kolaylıklar;
* eğitim-öğretim kurumları;
* öğretim ve araştırma kalitesini değerlendiren kurumlardan oluşmaz.
“Bunların yanında;
* enformasyon ağları ve konuya özgü enformasyon hizmetleri veren merkezler;
* standartlarla ve kalite denetimiyle ilgili kurumlar; ulusal metroloji sistemi; ulusal ‘notifikasyon’, ‘akreditasyon’ ve ‘sertifikasyon’ sistemi;
* üniversite ve kamu araştırma kurumlarının araştırma potansiyeli ile sanayi kuruluşlarının ileri teknolojiler temelindeki yaratıcı girişimciliğini buluşturan teknoparklar, tekno-kentler;
* yeni geliştirilen üretim araç ve yöntemlerini tanıtıcı -ve bunların içerdiği yeni teknolojilerin yayınımını (difüzyonunu) sağlayıcı- gösteri (demonstrasyon) merkezleri;
* firmaların yeni bilimsel ve teknolojik bulgulara erişebilmeleri; bunları kavrayıp, teknoloji gereksinmelerini karşılamak ve ticarileştirilebilmek üzere kullanabilmelerinde, kendilerine yardımcı olacak teknoloji danışmanları ve merkezleri;
* patent ofisleri ile fikri mülkiyet /sınai mülkiyet haklarını koruyan diğer kurumlar;
* uluslararası arenada, teknoloji alanında iş-görmede yetkinleşmiş kuruluşlar ve teknoloji ataşelikleri;
* özellikle aşağıdaki konularda danışmanlık hizmeti veren kurumlar/firmalar:
* yeni iş / yeni atılım alanlarına ilişkin ekonomik ve teknolojik fizibilite raporlarının hazırlanması ve yeni iş fırsatlarının geçerliliğinin irdelenmesi (tahkiki);
* iş stratejilerinin / iş planlarının geliştirilmesi; finansman yönetimi ve finansman kaynaklarına erişim;
* pazarlama, özellikle, uluslararası pazarlara açılma;
* fikrî mülkiyet / sınaî mülkiyet hakları mevzuatı (patent, faydalı model, endüstriyel tasarım, yazılım geliştirme, marka ve coğrafi işaretlere ilişkin ulusal, yabancı, uluslararası mevzuat); patent başvuru ve tescil işlemleri ve benzeri işlemler;
* firmalara rekabet üstünlüğü kazandırma, büyüme ve işlerini geliştirme konularında yardımcı olma amacına yönelik teknolojik yetenek analizleri; firmaların, işletme performanslarını sürekli olarak geliştirebilmeyi öğrenmelerini sağlama amacına yönelik işletme performans analizleri ve işletme elemanlarının yetiştirilmesi;
* “Just-İn-Time”, “Toplam Kalite Yönetimi” gibi kavramlarla ifade edilen, iş sürecine ilişkin yeni normların firma kültürü haline getirilmesi; yazılım geliştirme, veri işleme;
* yazılım ve enformasyon tedariki;
* inovasyon yönetimi; AR-GE yönetimi ve araştırma sonuçlarından yararlanma; insan kaynakları yönetimi;
* dünyadaki en iyi uygulama örneklerine erişim ve aktarım.
* genellikle yeni teknolojileri içeren ve nispeten uzun bir gelişme dönemini gerektiren yeni iş alanlarına atılan girişimcilere ve üstün yetenekleri ile yaratıcılıkları dışında sermayeleri bulunmayan birey ve gruplara, ilk atılım sermayesi (‘seed capital’) sağlayan finansman kuruluşları;
* teknolojik inovasyon yatırımlarını özendiren mekanizmalar;
* üniversiteler tarafından yürütülen bilimsel araştırmalara ve firmalarca yürütülen AR-GE faaliyetlerine finansman yardımı sağlamaya yönelik mekanizmalar;
* sözleşmeli araştırma merkezlerinin, ortak araştırma merkez ve konsorsiyumlarının oluşmasını kolaylaştırmaya ve finansman desteği sağlamaya yönelik, ayrıca, firmaları ortak araştırma yapmaya özendirici mekanizmalar;
* kuluçkalıklar, teknopark ve benzeri etkileşim ortamlarının yaratılmasını ve özel amaçlı enformasyon ağlarının kurulmasını kolaylaştırıcı/destekleyici mekanizmalar;
* teknolojik aşıdan yenilikçi ve yaratıcı girişimcilerin risklerini paylaşmak üzere, sonuçta ortaya çıkan ürün başarılı bir biçimde ticarileştirilebilmişse geri ödenmesi koşuluyla, ucuz kredi olanağı sağlayan kuruluşlar;
* kaynak ihtiyacı olan, gelişme potansiyeline sahip, ileri teknoloji tabanlı girişim şirketlerine ticari amaçlarla uzun vadeli sermaye yatırımı yapan risk sermayesi yatırım ortaklıkları,
* ulusal inovasyon sisteminin diğer yapı taşlarını oluşturur.”

Görülür ki, “bilimsel teknolojik devrim” terminolojisinin ardında, sistemli bir adaptasyon politikası adım adım örülmektedir. Doğaldır ki, bu süreçte, yani ’80 sonrası Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutan özelleştirme politikaları ardından, yenilenen bir politik ekonomi süreci, 1950–80 arası yapılanan ekonomi-politik ekonomisinin “eskidiği”, “bozulduğu”, “yozlaştığı”, “yolsuzlaştığı” vb. gibi gerekçelerle reddedildiği ve yenilenmenin “değişim” ihtiyacına dayandırıldığı bir süreç olarak ileri sürüldü. Eskinin, yani ’80 öncesi yapılanmanın içinde varolan ahlak-gelenek-yasa ve kurumlar, yenilenerek, “yeni düzen”e ya da “çağa ayak uydurmak üzere” yeniden düzenlenecekti.
Dolayısıyla, kalite felsefesi öğretileri içinde, devasa kampanyalarla sürdürülen bir propagandanın hedef aldığı ahlak, kamu ahlakı veya kamu işletmeciliği biçiminde örgütlenmiş bir ekonominin ahlakı, geleneği ve yasaları idi. Hedef alınan bu ahlak, gelenek, yasalar vb. de içeriği bakımından kuşkusuz kapitalistti; ancak örneğin kamu hizmetlerinin sübvansiyonuna yer bırakmakta ve her şeyi son noktasına kadar metalaştırmamaktaydı. Şimdi her alan ve şeyin kârlılığıyla değerlendirileceği “aşamaya” ulaşılmıştı.
Kalite felsefesi ve liberal eğilimlerin artırılabilirliği, reklâm veya ticari araçlarla sağlanabilirdi. Ama kamu işletmeciliğinin ve kamu görev ve denetim sorumluluğu içinde ve kamusal hizmeti bütünüyle dışlamayan üretim anlayışı içinde kurulmuş bulunan kurumların yenilenmesi için, bu kurumların yozlaştığı veya buralarda yolsuzluğun ve tıkanmaların yaşandığı, bu kurumların ve işletmelerin Türkiye ekonomisinin sırtında kambur olduğu gibi söylemlerle, yenilenmenin edebiyatı kamuyu ikna etmeliydi ki, sisteme entegrasyonda sorunlar azalsın. Hatta sadece edebiyat değil, “arpalıklar”a dönüştürülmüş kamu kuruluş ve işletmelerindeki devasa yolsuzduk olayları ortaya çıkarılıyor, rüşvet olayları peş peşe gazete manşetlerini süslüyordu, Kuşku yok ki bu kampanyanın bir hedefi vardı. Estirilen rüzgârların amacı, eskiyen kurumların değiştirilmesi gerektiğine halkın inandırılması ve ikna edilmesiydi.
Örneğin, bugünün gündemi olan “SSK’ların yok edilmesi veya ıslah edilmesinin gerekirliği”, ISO–9000 kalite sistemi eğitimlerine başlanan tüm SSK kuruluşlarında, hastane ve dispanserlerinde, SSK’nın “yolsuzluktan batırıldığı, batmaktan kurtarılması için yeni bir sistemle disipline edilmesi gerektiği” propagandası eşliğinde yürütülüyor. “SSK’ların kurtarılması operasyonu”, “daha kaliteli sağlık hizmetleri” verileceği üstünden yürütülen kalite eğitimi programlan ile başlarken, bu kurumların işçi sınıfının dayanışma örgütü olarak kurulduğu, bu amaçtan saptırıldığında, ne bu kurumların ne de memurların Emekli Sandığı gibi bir kurumsal dayanaklarının kalmayacağı söylenmiyor. SSK hastane ve dispanserlerinde çalışanlar, ISO ardından, tüm hak ve özgürlüklerini kaybedeceklerini fark etmeden, onun iyi bir sistem olduğuna inandırılıyor. Halkın % 60’ına “parasız” sağlık hizmeti veren bu kuruluşun, belge alırken, ancak %10’una “paralı hizmet” verir hale getirileceği söylenmiyor. Geriye kalan halkın ise, hastalandığında ölüme terk edileceği bir özelleştirme olduğu, ağızlara alınmıyor. Üstüne üstlük, bu kuruma ait işyerlerinin ticari bir pazar olarak görüldüğü, soygunun asıl ISO ile geleceği üzerinde hiç durulmuyor.

UİYK, TOPLUMU İKNA ETMEK İÇİN KULLANILAN BİR İDEOLOJİK AYGITTIR
UİYK’nın üstlendiği görev, sistemde kurmayı planladığı yönetimin (“yönetişimin”) açıklandığı kapsam, tüm ekonomik ve toplumsal yapı değişiminde atılacak adımları tarif eder. Bu adımların, Uruguay Antlaşmaları’nın çerçevesine uyumlu politik düzenlemeler olduğu görülür. Üretim, ürün ve hizmet kuruluşlarının yeniliklere ayak uydurması olarak ifade edilen yeteneğe ulaşmasında, eğitim ve teknik politikalarında, bu yeniden örgütlenmenin alt yapısını oluşturmak gibi bir misyona sahip olduğu görülür. Bu alt yapının, enformasyon hizmetleri veren kuruluşlarla, standartlarla ve kalite denetimiyle ilgili kurumlarla (ulusal metroloji sistemi; ulusal ‘notifikasyon’, ‘akreditasyon’ ve ‘sertifikasyon’ sistemi, ki bunların kurumları TÜRKAK, UME, uygunluk değerlendirme yetkisi alacak kuruluşlar olarak şekillenmiştir), teknoparklar ve tekno-kentlerle, ilk atılım sermayesi verecek finans kuruluşlarıyla, özel amaçlı enformasyon sistemlerinin kurulmasıyla, organize sanayi bölgeleri, serbest bölgeler veya endüstri bölgeleri vb. vb. kurulacağı belirtilmiştir. Özellikle, araştırma merkezlerinin, ortak araştırma merkez ve konsorsiyumlarının oluşturulması hedefinin, yabancı sermaye ile işbirliği içinde yürütülecek projeler olduğu açıkça söylenmektedir. Çünkü KOBİ’lerin ezici bir çoğunluğunun bu teknolojileri kurma gücü yoktur. Bu nedenle ortak teknoparklar projeleri, devlet-IMF sermayesi destekli yürütülecektir. Ve çok açıkça, inovasyonun, uluslararası denetime kapı aralayan bir sistem olduğu baştan kabul edilmektedir. Dolayısıyla, AR-GE olarak veya ortak proje olarak tüm kurum ve kuruluşlarda yürütülecek çalışmaların, tekellerin ihtiyacı yönünde ve denetiminde yürüyeceği, önkoşul olarak kabullenilmiştir. Bu tür araştırmaların veya fikri ortaklığın patentinin de, bağlı tekele ait olacağı, bu açıdan da, fikri mülkiyet ve sınaî mülkiyet hakları mevzuatı (patent, faydalı model, endüstriyel tasarım, yazılım geliştirme, marka ve coğrafi işaretlere ilişkin ulusal veya uluslararası mevzuat); patent başvuru ve tescil işlemleri ve benzeri işlemlerden elde edilecek gelirlere doğrudan tekellerin el koyma hakları sağlanmış olacaktır. Dolayısıyla, ulusal ya da kamusal bir proje veya düşüncenin, üretimi dâhil her atılacak adımı, yabancı sermayenin kar payı alacağı bir üretim olarak, organizasyon tamamlanmış olacaktır.

UİYK’YA GÖRE YENİLİKÇİ BİR GİRİŞİMCİ NASIL OLMALI?
Teknolojik açıdan yenilikçi veya yaratıcı girişimci, teknolojik yenilikleri almak (ISO–9000 veya CE almak) ve bunları, üretimde kullanmak üzere, kriterlerini yerine getirmeli. Bunu ispatlamak üzere denetleterek, belge almalı. Belge ücreti veya ekipmanlarını almak gibi bir isteğe sahip olmalı ki, “ayakta kalabilsin”.
Bu girişimci, aynı zamanda, Just-ln Time (kısmi zamanlı) çalışma, toplam kalite gibi kavramlarla iş süreçlerini kalite kültürüne uygun hale getirebilme, işletmesinde performans analizleri ile işyerinde çalışanlara sürekli bir baskı kurabilme, insan kaynaklan yönetimiyle, çalışanlarını, en hızlı koşan diğer emekçilerle sürekli yarıştırabilme ve yerlerini değiştirebilme, her an denetleyebilme ve istediği an ve biçimde fırlatıp atabilme, gerekli olduğunda ceplerine ulaşarak geri çağırabilme vb. yetilerine de sahip olmalı. Çalışanları veya üretimde yapacağı her işi ve gelişmeyi, veri tabanı oluşturarak yazılı istatistiklerle, bağlı olduğu uluslar arası ortağına veya şirkete, düzenli bilgi verecek enformasyon tekniğini almış olmalı veya en azından alma hazırlığı içinde olmalı. Bağlı olduğu tekele veya alt işletmesine ait geliştirilmiş bir ürün veya üretim tekniğini, her gelişmede takip ederek satın alma yeteneğine de sahip olmalı. Her bir yetenek veya yaratıcılığının kaça patlayacağının hesabını tutamayacak kadar da, başı dönmüş olmalı. (Kısacası, sustalı maymuna dönüşmüş olmalı.)
Örneğin, sadece bir ISO–9000 Kalite Belgesi veya CE markası alabilmek için, bu günün kuruyla, 15 bin ABD doları, sadece belgelemenin son işlemine vermek üzere, test laboratuarı kurmak, bunu ayrıca belgelemek, bu laboratuar için kalifikasyonda kullanacağı test cihazlarına yüklüce ödemede bulunmak, her bir test cihazını, ayda veya iki ayda bir, üst kalifikasyon için, bu amaçla kurulmuş merkez kalibrasyon kuruluşlarına götürmek, test ettirerek, belgesini almak, bunların her birine dolarla ifade edilen ödemeler yapmak vb. vb. zorunlu. Standart oluşturmak için, yani istatistik ve veri tabanını, performansa göre değerlendirmeleri günlük, aylık, yıllık planlar halinde yapmak üzere, ayrıca araştırma için gerekirse eleman almak ve onlara aylık (bunların eğitimi için ayrıca, sertifikasyon kuruluşlarına) ödeme yapmak, kalite eğitimleri için dışardan kalite eğitimi verecek danışman şirketlere yine 10-15 bin dolara yakın bir para ödemek, vb. vb. gerekiyor. Bitmez tükenmez ödemelerden sonra da, belge alamamak gibi bir sorunla karşılaşmak mümkün. Belge alsa bile, her yıl tekrarlanan denetleme ve altı ayda bir de iç denetim elemanlarına (devlet veya özel denetleme kuruluşlarına) belgesinin sürekliliğini test ettirmek için para ödemek zorunda. Her ölçüm aletini ayda bir kalibre ettirerek belge almayı ihmal etmemesi gerek.
İnovasyon yeteneğinin neye mal olduğunu, olacağını bugünden kimse bilemez. Danışman firmaların hesaplarına göre, bugünkü kurlarla hesaplandığında, en az 40–50 bin dolarla ifade edilen bir rakam tutacağı söyleniyor.
Ama bütün teknolojik gelişime ayak uydurması gereken sanayi ve hizmet üretiminin çekildiği çukurda, ödenen dolarların kimlerin cebine gittiğini herkes bilir. Bu ödemelerin kuruşu kuruşuna işçi ve emekçi halkın cebinden çıktığı veya çıkacağını da en iyi, emekçiler bilir.
Akreditasyonun, ya da inovasyon sisteminin bu anlamıyla, tam bir soygun sistemi kurmak olduğu açıktır.

BANKALAR YASASI
İnovasyona uygun bir üretim sisteminin kurulmasında amaç ve araç olan paranın, merkezi denetiminin sıkılaştırılması, bankalar eliyle yürütülecekti.
Teknoloji almayan, belge almayan şirketlere kredi verilmemesi ve desteklenmemesi için yasa çıkaran devlet, bunu bankalarla yürürlüğe koyacaktır. Bu nedenle bankalar yasası, ekonomiyi yeniden yapılandırma ve sisteme uygun hale getirmede, mali denetimi merkezileştirme işine ağırlık veriyor.
Düne kadar, her holdinge ait bir banka kurdurma, her sektörü kendi bankası ile destekleme üzerine şekillenen politikalar, bugün sermayenin yeniden birkaç elde toplanması için yap-boz tahtasına döndü. Aynı liberal politikalar, ’80 sonrası banka sayısını 90’a çıkarırken, bugün, en fazla 11’le sınırlamayı düşünüyor. Şekerbank, Tütünbank, Sümerbank, Oyakbank, Tekstilbank, Etibank, Çaybank, Pamukbank, Denizcilik Bankası vb. gibi sektör bankaları ve Koçbank, Yaşarbank vb. gibi holding bankaları sayısal olarak artarken, sermayenin de dağılımı denetlenemez ya da zor denetlenir hale geldi. Bu süreçte, mali denetimin merkezileştirilmesi amacıyla, standarda uygun kriterlerde hizmet üretmeleri için BDDK (Bankalar Düzenleme ve Denetleme Kurulu) kurulmuştu.
“Bankalar battı, soyuldu” , “kurtaralım” operasyonlarının ardındaki “daha büyük soygunlara hazırlayalım” fikri, gözlerden saklanmak istenen asıl gerçekti. Aslında bankalar, tekellerin soygununa hazırlanıyordu.
Her il ve ilçede olmak üzere, onlarca bankaya ait yüzlerce şube, yüz binlerce çalışanına da geçim kaynağı sağlıyordu. Aynı zamanda, Ziraat ve Halk bankaları gibi tarım kredileri veren, KOBİ’leri destekleyen bankalar, köylülüğe ve küçük üreticiye, esnafa destek sağlıyordu.
BDDK’nın özellikle Ziraat Bankası ve Halk Bankası olmak üzere, kamu bankalarının yönetim biçiminde alınan kararlarına bakıldığında, bunların uluslararası standartların kurallarına göre kredi düzenini yenileyeceği anlaşılmaktadır. Dışbank, bu iki bankanın standart uygulamalarında örnek olarak alınmıştır.
Türkiye’de ilk ISO–9000 belgesi alan yerli banka Garanti Bankası’dır.
BDDK’nın kamu bankalarında yaptığı ilk düzenleme; genel müdürlükler ve müdürlüklerle bölge müdürlüklerini kaldırmaktı. Banka merkezinde, yönetim kurulları (YK) oluşturmaktı. Ve YK’na bağlı alt birimler temelinde, örgütlenme şeması, tüm il ve ilçe şubelerinin doğrudan YK’na hesap vermesi biçiminde değiştirilmişti. Pek çok ilçede şubeler kaldırılırken, il şubelerinin sayısı da mümkün olduğunca azaltılmıştı. Böylece, hem yüz binlerce emekçiye yapılan ödemelerden kurtulunmuş, hem de özellikle küçük üreticilerin yararına olan kredilerin kesilmesi gündeme gelmişti. Asıl önemlisi, bu yapılanmayla, formel hale getirilmiş kamu bankalarının kamusal işlevi sıfırlanarak küçük ve orta üreticiler ve ulusal ekonomi ile bağları tümden koparılıp, doğrudan uluslararası tekellerin hizmetine ve denetimine açılmasıydı. Bunda amaç ise, kamu işletmeciliğini ve ulusal işletmeciliği tümüyle ortadan kaldıran ve KOBİ işletmeciliğini (tarım-sanayi-hizmet) doğrudan büyük tekellerin denetimine alan bir örgütlenmenin alt yapısının örülmesi olarak görülebilir.
Yönetim kurullarına bağlı 4 alt kısım; 1-Kredi pazarlama, 2- Şube dışı kâr merkezi, 3-Operasyon destek hizmetleri ve 4- İç denetim hizmetleri, ile sınırlı işlemler, dört murahhas üyeye bağlanarak, bunların YK’na hesap vermesi ve denetlenmesi sağlandı.
Verilen her kredi, kuruşuna kadar denetimden geçirilerek ve geri ödemesi, en küçük kırıntısına kadar hesaplanmış, sürekli kârı artıracak bir üretim teknolojisi geliştirme koşuluna bağlanacaktı. Bu denetimi yapabilecek şubeler açık kalacak, yada varolanlar bu temelde yapılandırılacak, geri kalanlar kapatılacaktı. Bu ise, şu anlama geliyordu: Her işletme veya KOBİ, doğrudan, o sektörde yer alan tekelci bir şirketin alt organizasyonu içinde yer alarak, kredi alabilir ve yaşayabilir bir kıskaca alınacaktı. Bu yolla, ülke ekonomisi açısından, nispeten özgül ve özerk kuruluşların ve şirketlerin gereğinin kalmaması, bağımsızlığını tümden yitirmesi isteniyordu. Örneğin, tarım işletmeleri sahipleri, köylülük veya küçük üreticiler, bunların örgütleri, TZOB (Türkiye Ziraat Odaları Birliği), TZDK (Türkiye Zirai Donatım Kurumu), TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi), EBK (Et ve Balık Kurumu) ve Ziraat kooperatifleri olarak tarım işletmelerinin (eskiden kurumları denebilirdi) artık yerel bankalardan kredi alma devrinin kapandığı, doğrudan tarım tekellerinin alt işletmeleri (taşeronları) olarak, bu tekellerin yönetim kurullarının kararı ile gerekli görüldüğünde destekleneceği bir örgütlenme modeli yaratıldı. Yani, ISO standardının, “proses kontrol” prosedürü içinde yer alan, “performansa göre değerlendirme” kriterine uygunsa, bir üretimin sürmesi, yoksa kapanması veya üretimden el çektirilmesi getiriliyordu. Bu standarda uygunluk, kredilendirmede etkin olsun, hatta sadece standart almak koşuluyla kredi verme kriterine uyulsun isteniyordu. (DB kredilerinin verilme koşulu bunu dayatıyordu.)
Tarım işletmelerinin (ve köylünün) etkin kullanımı adı altında, tarımın tekellerce yeniden düzenlenmesinin politik açılımı ise, ABD ve AB menşeli şirketlerin, “köylülüğün tembelliği ve ekonomiyi zayıflattığı” propagandası ile yürütülüyordu.
Mali sektör ve devlet kurumlarının, yeni ekonominin yapısal reformları çerçevesinde yeniden yapılanması için, titizlikle ve kararlılıkla şekillendirileceğim söyleyen Maliye Bakanı Sümer Oral, 2002 mali yılı bütçesini açıkladığı konuşmalarında; Türkiye ekonomisi için “İdari reform çalışmaları, AB’ye uyum, Dünya Bankası Projeleri, OECD ile işbirliği çerçevesinde uyumlu bir bütünlük içinde yürütülecek ‘hesap verilebilirlik’ ve ‘saydamlık’ ilkeleri ‘iyi yönetişimin’ yükselticisi olacaktır” diye konuşuyordu.
Yeni bütçe kod yapısı ve tahakkuk muhasebesinin toplam kalite yönetimi ve performansa dayalı yönetime hizmet edeceğini ifade eden Oral, “Harcama reformu kapsamında konsolide bütçeye dâhil altı pilot kuruluşta uluslararası standartlara uygun yeni bütçe sınıflandırması uygulamasına geçildiğini, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı ve Karayolları Genel Müdürlüğü ile Hacettepe Üniversitesi’nin pilot uygulamaya dâhil edildiğini” söylüyordu.

VERGİDE OTOMASYON
Sümer Oral, yine bütçe konuşmasında, uluslararası standartlarda, Vergi Dairesi Tam Otomasyon Projesi’nin ikinci aşamasına (VEDOP–2) başlamayı planladıklarını, bu kapsamda her ilde en az bir vergi dairesi olmak üzere belli sayının üzerinde mükellefi olan bütün vergi dairelerinin otomasyona geçmesinin sağlanacağını, böylece, merkezde bütün bilgilerin toplanıp yönetim ve denetim için etkin bir “Veri Ambarı”nın kurulmasının planlandığını açıklıyordu. Yani inovasyon yeteneği yüksek bir yapılanmanın, vergi reformu kapsamında da yürütüleceğini söylüyordu.
Vergi politikası, her dönem, halkın cebine doğrudan ulaşan devletlerin en büyük soygun politikası olarak görülür. Şimdi ise, uluslararası tekeller, vergi toplama konusunda, devletleri sıkıştırarak, halkı daha fazla ve etkin olarak sömürmelerini dayatıyor. Vergi toplayan il ve ilçe idareleri, kaçak yapılaşma sonucu ellerinden kaçırdıkları vergiyi daha etkin toplamaları için yeniden yapılandırılıyor. Bunun için denetim ağı sağlayacak teknoloji ile enformasyonu ellerinde tutacak tekellere de hesap verme durumunda kalacakları bir sistem kuruluyor. Vergi dairelerinin, yönetimlerinde, değişim ve denetleme organizasyonu yeniden biçimlendirilerek, yeni soygunlara alt yapı hazırlığında olunduğu, vergi sisteminin daha etkin bir soygun aracı olarak kullanılacağı, her gün gazete manşetlerini kapsayacak boyutlarda yeni vergilere ilişkin haberlerin artacağını görerek “yenilik”in, ne denli “eski”ye ait olduğu izlenebilir.

Şubat 2002

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑