Uluslararası Para Fonu (IMF) geçtiğimiz günlerde açıkladığı bir raporunda, dünyadaki büyüme hızının yılsonunda ortalama yüzde 2,7 oranında kalacağını belirtiyordu. Ardından Dünya Bankası ve son olarak da Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) konjonktür raporlarında büyüme rakamı yine IMF’nin tahminiyle aynıydı.
Bu; ilk bakışta ilginç görünmüyor elbette. Herkes bir krizin yaşandığı konusunda hemfikir ve en bariz gösterge olarak da büyüme oranlan gösteriliyor. Nitekim bir önceki yılın büyüm oranları ve 2001 yılı başında öngörülen tahmini büyüme rakamları hatırlandığında (2000 yılında yüzde 12,8 oranında büyümüştü. Yılbaşında da 2001 sonunda büyüme hızının yüzde 4,3 olması bekleniyordu) oldukça büyük bir fark ortaya çıkıyor. Ancak açıklanan raporlarda gerçekten de ilginç bir değerlendirme dikkati çekiyor. Her üç kuruluşa göre de dünya ekonomisi hızla durgunluğa (resesyon) doğru ilerliyor. Yani henüz keskin bir kriz söz konusu değil ama bu tehlike bütün şiddetiyle kapıda! Bu raporların dikkati çeken tahminlerini anlamak bakımından burjuva iktisatta yaygın olarak kabul edilen bir kriteri hatırlamak gerekli. Buna göre, durgunluktan bahsedebilmek için büyüme oranının 2,5’in altında olması gerekiyor. Şu işe bakın ki, emperyalistlerin en has kuruluşlarının bütün raporlarında (buna ABD istatistiklerini de dâhil etmek gerekiyor) büyüme hızı tahmini 2,7 olarak tespit edilmiş. Yani durgunluk sınırının biraz üzerinde.
İDEOLOJİK VE POLİTİK MANİPÜLASYON
Kuşkusuz dünya çapında yaşanan gerçeklik, egemen iktisadın istatistiğinin gösterdiğinden çok daha çarpıcı ve açık biçimde cereyan ediyor. Ama egemen güçler hesaplamalarında dahi bunu kabul etmek konusunda büyük bir tedirginlik içinde. Çünkü durgunluk denildiği zaman sadece ekonomik bir krizden bahsedilmediği, bunun aynı zamanda kapitalizminin bünyesinde bulunan onulmaz hastalıklara, yapısal çelişkilere işaret ettiği 19. yüzyıldan bu yana bilinen bir gerçek.
1990’lı yılların başında ilan edilen Washington Konsensüsü adı verilen ünlü doktrinin bir ürünü olarak; dünyanın küreselleştiğini ve bu gelişmenin üretim sürecindeki kimi açmazların, çelişkilerin de çözülüp buharlaşmasına yol açtığını ileri süren bir ideolojik iklim değişikliği meydana gelmişti. Ve geride bıraktığımız on yıl boyunca yeni bir ekonomik rejimin hâkim olmaya başladığı sürekli olarak vurgulandı ve bu çerçevede çok çeşitli paradigmalar ortaya atıldı. Artık klasik krizler döneminin aşıldığından, ülkelerarası eşitsizliğin sömürüden ve pazar ilişkilerinden çok, bilgi ve teknolojinin eşitsiz dağılımından kaynaklandığına kadar…
Özünde işçi sınıfının üretim sürecindeki konumunun değiştiğine ve emek-sermaye çelişkisinin aşıldığına bağlanan bu paradigmaların hedefi kuşkusuz ki, kuramsal düzlemde, Karl Marx’ın kapitalizmin temel yasası olarak yüz elli yıl önce formüle ettiği emek-değer teorisiydi. Emek-değer teorisi, kapitalizmin yapısal karakterinin son tahlilde aşırı üretim/eksik tüketimden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Peşi sıra Lenin’in geliştirdiği emperyalizm teorisi de sistemdeki yeni yoğunlaşmalara, çelişkilere ve çatışmalara dikkat çekerek, kapitalizmin nihai aşamasının emperyalizm olduğunu ilan etmiştir. Emperyalizm döneminin en karakteristik özelliklerinden birisi olarak da üretimin yoğunlaşması sonucunda krizlerin daha sarsıcı ve dünya yüzeyine yayılma olanaklarının artması olduğunu belirtmiştir.
İşte emperyalist kuruluşların yayınladığı raporlarda, burjuva iktisatçıların gelişmeleri gelip geçici birer olgu olarak analiz etmelerinin ardında böylesine yoğun bir ideolojik/politik manipülasyon ve kaygı yer alıyor. Nitekim burjuva ekonomi politiğinin en muhafazakâr temsilcilerinden olan The Economist dergisi 1974 yılından bu yana ilk kez durgunluk konusunu kapak yaparak bir nevi sermaye çevrelerinin korkularını ve şaşkınlığını da dile getiriyordu.
Şimdi tartışma, bu krizin yapısal özelliklerinin neler olduğu konusunda yoğunlaşmış durumda. Burjuva ideologları artık bir kriz dönemine girildiğini rahatlıkla itiraf ediyorlar. Ama bu durumun geçici olup olmadığı, yeni bir üretim rejimine (korumacı vb.) evrilip evrilmeyeceği popüler analizlerin hâlâ ana sorusu olmayı sürdürüyor. Egemen sınıfların sözcülerinin büyük çoğunluğu ise 11 Eylül’de meydana gelen saldırıların durgunluğu başlattığı, en azından fazla zarara uğramadan atlatılabilecek bir krizi daha da derinleştirdiğini savunuyorlar.
Durgunluğu anlamak için bu kriz senaryolarını tek tek incelemekten ziyade, kriz olgusu ve kapitalizm ilişkisine dikkati çekmek, hem işçi sınıfının politik olanaklarını tespit etmek, hem de burjuva ideolojik araçlarının yoğun propagandası altında bir sis perdesinin ardına gizlenen kriz ile sınıflar arasındaki bağlantıyı görebilmek bakımından daha anlamlı olacaktır.
YAPISAL BİR EĞİLİM
Kriz denildiğinde egemen görüşün bakış açısı bir “anormallik” durumu olduğudur. İstikrarsızlığın baş göstermesi, mevcut üretim biçiminin normal seyrinden sapmasıdır. Kapitalizmin genel karakterine ilişkin bir olgu değildir. Oysa kapitalizmin tarihi, bizatihi bu görüşü reddeden bir seyir izlemiştir. Öyle ki, “normal” denilen süreçlerden daha uzun sürmüştür “anormal” durumlar.
Buna karşın Karl Marx’ın geliştirdiği kriz teorisi egemen anlayışı da hedefine koyarak kapitalizmin yaşadığı krizleri “normal bir varoluş” olarak tespit eder. Marx bu sonuca ulaşırken ilk olarak; kapitalizmin tarihsel olduğundan hareket eder, yani bir başlangıcı ve sonu vardır, kendinden önceki üretim tarzları gibi gelip geçicidir. İkincisi; kapitalizm en önemli değişikliklerini krizleri aşarken yaşar. Üçüncüsü; kapitalizm esas olarak, iç çelişkileri olan, istikrarsız ama bu iç çelişkilerinin dinamiği üzerinde krizler ve toparlanmalardan geçerek gelişen bir üretim tarzıdır. Sonuçta krizler toparlanma ve istikrar dönemleri kadar “normal” bir varoluş anıdır.
Marx’ın geliştirdiği teorik çerçeve üzerinden aktüel olarak sık sık adını duyduğumuz bazı “kriz” anlarının anlamlandırılması gerekiyor. Örneğin; petrol krizi, döviz krizi, borç krizi veya bir ülkenin, bölgenin yaşadığı krizler vb. Evrensel bir sistem olarak kapitalizm, kendi üretim tarzının farklı gelişmişlik düzeylerinin eşzamanlı birlikteliğine sahiptir. Ve bu eşzamanlılık hem krizlerin ortaya çıkış biçimlerini, görünümlerini ve şiddetini belirler hem de yukarıda saydığımız kriz biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olur. Söz konusu krizler ise daha derinde gelişen ve yaygınlaşan kapitalist krizi ele verir. Dönemsel krizler olarak adlandırılan bu anların özelliği, eşitsiz gelişme ve bağımlılık ilişkileri düzleminde ortaya çıkmasıdır. Dolayısıyla bu noktada Lenin’in emperyalizm teorisi, bize büyük bir anahtar sunuyor.
Emperyalizmin eğilimlerini kısaca şöyle özetler Lenin: 1- Üretimin ve sermayenin merkezileşmesi, tekellerin ortaya çıkması. 2- Banka ve sanayi sermayesinin kaynaşması ile yeni sermaye biçiminin ve buna bağlı olarak da yeni bir sermaye sınıfı fraksiyonunun, finans kapitalin ve mali oligarşinin ortaya çıkması. 3-Sermaye ihracının ayrı bir önem kazanması. 4- Dünyayı aralarında paylaşan uluslararası tekellerin oluşması. 5- Dünyanın topraklarının en büyük kapitalist güçler tarafından paylaşımının tamamlanması.
Lenin, bu beş eğilimi tek tek inceleyerek aralarındaki bağlantılar üzerinden emperyalizmin çürüyen kapitalizm olduğunu belirlemiştir. Böylece emperyalizmin aynı zamanda kapitalizmin değişmesi ve yok olması ile ilişkili olduğuna dikkat çeker; bununla bağlantılı olarak da son tahlilde emperyalizmin, kapitalizmin nihai krizi olduğunu söyler. (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, 2001)
Lenin’den aktardığımız bu son vurgu, aslında bugünkü krizin de yapısal nedenlerine işaret ediyor. Birbiri ardına yaşanan ekonomik buhranlar, çatışmalar ve paylaşım savaşları emperyalizmin yapısal sorunları olarak karşımıza çıkıyor ve Lenin’in, üzerinde ısrarla durduğu gibi bütün bu gelişmeler çürümüş kapitalizmi ortadan kaldırmıyor ama aynı zamanda bu bunalım, emperyalizmin ekonomik ve politik kurumlarının işlemesini de engelleyen bir süreci beraberinde getirerek işçi sınıfı için daha olgunlaşmış politik olanakları ortaya çıkartıyor.
Böylesine karmaşık ve girift üretim ilişkilerinin üzerinden gelişen mali piyasalar, borsalar, finansal enstrümanlar, teknolojik imkânlar bir yandan sermaye birikiminin genişlemesine neden olurken diğer yandan da devrevi krizlerin sıklaşmasına ve kapitalizmin kriz anlarının süreklileşmesine yol açıyor. Güncel gelişmelerin bu çerçevede ele alınması kriz olgusunu anlamlandırmak bakımından önemlidir.
EŞZAMANLI DURGUNLUK
Dünya ekonomisinde yayılmaya başlayan durgunluk, dünyanın toplam üretiminin yüzde 34’ünü, toplam ithalatın ve ihracatın, sırasıyla yüzde 31 ve 28’ini gerçekleştiren ABD, Japonya ve Almanya’yı pençesine aldı. 2001’in birinci üç aylık döneminde, Avrupa Birliği ülkelerinin Avrupa dışına toplam dış satımları yüzde 12,5 geriledi. Almanya’da yıllık ekonomik büyümenin yüzde 1’in altına düşme olasılığı güçlendi. Avrupa’da tüketici talebinde de hissedilir bir gerileme başladı. Artık, Avrupa’nın bu yıl yavaşlamasına rağmen, ABD’den daha güçlü bir büyüme gerçekleştirerek dengeleyici bir etki yapma umudu da kalmadı. Japonya ise geçen on yılın dördüncü durgunluğuna girdi ve Gayri Safı Milli Hâsılasının (GSMH) yüzde 130’una ulaşan bir kamu borcu ve yüzlerce milyar dolan aşan batık banka alacakları altında, dünya ekonomisini de çatlatmaya aday bir mali krize doğru hızla kayıyor.
Dünyanın geri kalanının durumu da hiç parlak değil. En son verilerle bir yıl öncesine göre sanayi üretimi büyüme hızı ile 2000–2001 dönemi GSMH büyüme hızları şöyle: Tayvan -5,8/-1,9, Filipinler -2/-0,6, Tayland -1,8/-1,3, Singapur -0,8/4,9, Malezya -0,3/4, Hong Kong -0,2/-7, Avustralya 3,1/-1,8, Güney Kore 5,7/-5,3, Peru -6,3/-1,1, Meksika -1,9/-3,4, Kanada 0,7/4,2, İsrail -1/4,2 (IMF-Ülke İstatistikleri)
Dünya ekonomisinde eşzamanlı bir durgunluğun yerleştiğini gösteren bir diğer gösterge de şirket kârları. Örneğin, Standard and Poors 500 indeksine göre 2000 yılının ilk üç aylık döneminde Amerikan şirketlerinin kârları, bir önceki yılın aynı döneminden belirgin olarak yüksekti. Şirket kârlarını ölçen S&P 500 indeksi bu yılın ilk dört aylık döneminde yüzde 6’dan fazla geriledi, ikinci üç aylık dönemde de gerilemenin yüzde 16–17 düzeyine ulaşması bekleniyor. Aynı dönemde, teknoloji sektöründe bu gerileme yıllık yüzde 40-yüzde 60 oranlarına ulaşıyor. Benzer bir durum Avrupa’da benzer sektörlerdeki şirketlerde de görülüyor (The Economist, Temmuz 2001 sayısı).
Bu rakamların arkasında daha köklü, kalıcılığı yüksek kriz eğilimleri var kuşkusuz. Geçen 20 yıl boyunca uluslararası mal ve sermaye piyasalarının serbestleştirilmesinden en çok faydalanan, mali hizmetler, otomobil ve Telekom araç gereçleri ve donanımları, yarı iletkenler, sanayi makineleri sektörlerinde kronik bir kapasite fazlası sorunu yaşanıyor. Bakır, alüminyum fiyatlarında yaşanan, demir-çelikte sertleşen ticari gerginlikler hep bu durumun göstergeleri. Geçen on yılda bu lider sektörlerde dünya ölçeğinde entegrasyon büyük hız kazandı. Ancak, bu sırada oluşan bağlantılar şimdi, sektörler arasındaki kriz eğilimlerini hızla yaygınlaştıran ve güçlendiren bir araç işlevi görüyor. (Ergin Yıldızoğlu, “Bu sefer farklı”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2001.)
Veriler dünya ekonomisinde gelişen durgunluğun, daha öncekilerden önemli farklılıklar içerdiğini ortaya koyuyor. Çünkü bu kez dünya ekonomisi Morgan Stanley’in yorumcularının deyimiyle “şok emicilerden” yoksun durumda. 1990’Iarın başındaki kriz sırasında Rusya ve Doğu Avrupa dünya ekonomisiyle bütünleşiyor, yeni yatırım alanları ve milyonlarca yeni tüketici oluşuyordu. Asya’da altyapı yatırımlarında patlama yaşanıyor, Latin Amerika ülkeleri hiper enflasyon sürecinden yeni yeni çıkıyorlardı. Geçen dönemde şok emici rolü üstlenen bu bölgeler, aslında biraz bu işlevlerinden dolayı 1997’de çöktüler. Aynı dönemde sermayenin dolaşımının hızlanması, telekomünikasyon teknolojisindeki gelişmeler yeni yatırım olanakları sağlıyordu.
2000 yılında başlayan ekonomik durgunluk, 1997–98 mali krizindekinden de farklı bir yayılım kazanıyor, üretim ve yatırım düzlemlerini de etkisi altına alıyor. 1974’ten bu yana ilk kez batılı kapitalist ülkeler ile önde gelen bağımlı ülkelerin ekonomilerinin eşzamanlı olarak bir daralma yaşaması dikkati çekiyor. Kısaca bu kez dünya ekonomisinin bir bölgesindeki ekonomik yavaşlamayı, bir başka bölgesindeki büyümenin getirdiği talep ve yatırım olanaklarıyla dengelemenin koşulları büyük oranda tıkanmış durumda. Üstelik bu kriz, dünya ekonomisinde 1974 yılından beri yaşanan genişleme döneminin sonuna işaret ediyor. Yani devrevi kriz süreci, büyük bir bunalımla noktalanıyor.
“BÜYÜK PATLAMADAN” MALİ SERMAYENİN BUNALIMINA…
Devrevi kriz sürecini anlayabilmek amacıyla, küreselleşme adı verilen ve mali sermayenin mutlak hegemonyasını sağladığı son 25 yılın bilânçosunu hatırlamakta yarar var. Çünkü bu süreç finansal piyasaların olağanüstü bir gelişme gösterdiği ve sermaye birikimini müthiş derecede yoğunlaştıran tarihsel dinamiklerin ortaya çıktığı önemli bir uğrak.
1960’lar, 2. Dünya Savaşı sonrasında merkez kapitalist ülkelerde, kısmen de gelişmekte olan ülkelerde, yaşanan büyük ekonomik genişlemenin (ekonomik boom) sona erdiği ve kapitalizmin uluslararası düzeyde yapısal bir krize sürüklendiği yıllardı. Beklenen kırılma 1970’lerin başında gerçekleşti. Genelleşmiş bir durgunluk ile birlikte uluslararası para sisteminin dağılması ve sabit kurdan esnek kur sistemine geçilmesi ile petrol fiyatlarındaki ani artış gibi iki büyük istikrarsızlık yaratıcı ve risk artırıcı oluşum meydana geldi. Krizle birlikte petrol ve döviz fiyatlarındaki aşırı dalgalanmadan korunmak amacıyla risk azaltıcı birtakım finansal enstrümanlar devreye girmeye başladı. Diğer taraftan merkez kapitalist ülkelerde yatırım olanaklarının tıkanması, bankaların borç verecek müşteri bulmaktaki zorlukları ortaya muazzam bir sermaye fazlası çıkarttı. Çare, bağımlı ülkelerin pazarlarını yeniden yapılandırarak bu pazarlara sermaye fazlasının ihraç edilmesiydi. Süreç 1950’lerden sonra azaldığı belirtilen sermaye ihracını, sermayenin uluslararasılaşmasını bir anda ön plana çıkarttı. ABD ve Avrupa bankalarındaki nakitler, hedef seçilen ülkelere borç olarak verilmeye başlandı. Bu durum, birbirine bağlı iki yönlü bir ihtiyacın ürünüydü. Merkez kapitalist ülkelerdeki aşırı üretimin bir şekilde yeni pazarlara aktarılması, emilmesi gerekiyordu. Bunun için hedef seçilen ülkelerin bu aşın stokları tüketebilecekleri bir iç pazar dinamiğine ihtiyacı vardı. “İthal ikameci rejim” adı verilen ve batılı ülkelerden tüketim malı ithal etmeye dayalı bir sanayileşme hamlesi başlatıldı. Borçlar buralara aktı. Böylece hem batılı ülkelerin bankalarındaki fonlar bir yandan değerlenmiş oluyordu, diğer yandan da aynı ülkelerdeki sanayi üretimi kendine pazar yaratma şansı bulmuştu. Ancak bağımlı ülkeler açısından sorunlar giderek arttı ve alınan borçlar bir süre sonra ödenemez boyutlara ulaştı. 1970–1983 yılları arasında gelişmekte olan ülkelerin toplam borç stoku yüzde 811 artarak 68 milyar dolara çıkmıştı bile. 1984 yılında ise bu miktar tam 895 milyardı. Ve bu ülkelerde borç krizi patlak verdi. Bağımlı ülkelerin, borçlarını ödeyemez duruma gelmesi, merkez kapitalist ülkeleri de sarstı. Borç krizi sermaye piyasaları açısından iki anlama geliyordu. Birincisi borç veren bankalar alacaklarını tahsil edemeyince mali yapıları bozulmaya başladı. İkincisi ise sermaye fazlasının değerlenebileceği alanlardan biri geçici olarak kapanmış oluyordu. Sonuçta, uluslararası sermaye bağımlı ülkelerdeki piyasalardan çekilerek merkez kapitalist ülkelere geri döndü. Ancak buralarda da yeni yatırım olanaklarının tıkanması, uluslararası sermayenin yeni yönelimlere girmesine neden oldu. Bunların başında özellikle de ABD’de yaşanan tüketici kredilerindeki hızlı artış geliyordu. Ama daha önemlisi ikinci gelişmeydi. Yani birikmiş artı değerin yeniden paylaşımı olarak spekülatif hareketlere yönelinmesiydi.
Borç krizinin uluslararası mali bunalıma yol açmasından çekinen ABD faiz oranlarını hızla düşürmeye başladı. Böylece ABD’de borçlanma olanakları artıyor, sonuçta da hisse senetleri ve tahvillerin yükselmesi için uygun ortam yaratılmış oluyordu Borsalardaki hareketlilik şirket borçlarının artması, spekülatif işlemlerin de yoğunlaşmasını beraberinde getirdi. Bu iki sonuç arasındaki bağlantının aslında bugünkü krizin de dinamiklerini açığa çıkarttığını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü banka sermayesi ile sanayi sermayesinin girift ilişkilerinin en rafine yansıması olarak borsa, kapitalizmin krizinin aynası durumundadır. Dolayısıyla kredi sistemi borsanın işleyişi, krize ışık tutacak bazı verileri bize açık biçimde sunuyor.
KREDİ SİSTEMİ VE KRİZİN AYNASI OLARAK BORSA
Marx’ın temel tespitlerinden birisi faizin paranın fiyatı olduğudur. Kapitalistin elinde biriken paranın faiz getirmek amacıyla dolaşıma girmesi ise karmaşık bir kredi sisteminin gelişmesine yol açmıştır. Buna karşın parayla karşılaştırıldığında kredi, daha kompleks bir olgu olarak karşımıza çıkar. Bu mekanizmanın gelişimi, mali sermayenin egemenliğinin artmasına yol açarken, para hareketlerinin de kapitalizmin işleyişindeki rolünü artırmıştır. Öyle ki, paranın zaman ve mekânsal sınırlamalardan kurtulmasını sağlayarak, özellikle kriz dönemlerinde aşırı üretim ve sermaye birikiminin yeniden değerlendirilmesi gibi oldukça önemli bir araç işlevini üstlenmiştir. Kredi sisteminin bugün en yoğunlaştığı mekanizma borsadır. Borsa sermaye için bir çeşit kredi piyasasıdır.
Kapitalizmde sermaye birikimi yavaşlamaya başladığında şirketler borsaya akın eder. Bu, üretim sürecinin devamı için gerekli olan fonları sağlamayı kolaylaştırır. Ancak kriz süreci uzadıkça kredi talebi de artar. Üretim sürecinin dışında elde edilen fonların riski büyüktür ve krediyi alan da, veren de risk üstlenmiş olur.
Çünkü kredi talebi, aslında el konulacak artı-değer üzerine bir bahistir. Şirketler elde edecekleri artı-değeri bir nevi ipotek ettirerek hisse ve tahviller yoluyla borçlanırlar. Bankalar ve finans kuruluşları da elde edilecek bu artı-değeri gözeterek bu borcu dağıtırlar. Ama durgunluk dönemlerinde üretim sürecinin yavaşlaması, tüketimin azalması, beraberinde kredi ilişkilerini daha fazla yoğunlaştırır. Sürekli bir kredi talebi doğar ve beklenen artı-değerden kâr elde etmek yerine her iki taraf da borsadaki alışverişten kâr elde etmeye başlar. Bu, gerçekte gelecekte üretilmesi beklenen artı-değere olan ilginin azalmasına, buna karşın üretilmiş ve birikmiş artı-değerin paylaşılmasına yönelinmesi anlamına gelir. Spekülasyonlar hızla artar, finans piyasaları şişmeye, suni olarak büyümeye başlar. Sadece spekülasyon yaparak, kredi piyasasından beslenerek büyüyen bir kesim, üretim sürecini tehdit etmeye başlar. Bu, krizin en büyük göstergesidir.
Borsadaki işlemlerin özünde, artı-değer üzerindeki bahsin bulunması, devletlerin borçlanmak için yine tahvil, bono gibi finansal enstrümanlara başvurması, emekçi kesimler için sömürü oranının daha fazla artması anlamına geliyor kuşkusuz. Borsaların çökmesinin veya birden hareketlenmesinin artı-değer üzerindeki spekülatif işlemlerin artmasından başka bir anlamı yoktur. Spekülatif kazanç, özünde üretim sürecinde yaratılan değerlerin belli kesimlerin elinde mülkiyet olarak kristalize olduğu noktadan sonra dolaşım alanına girdiği ölçüde spekülatörlerin ilgi alanına girmiş oluyor. Değer biriktikçe spekülatif sermaye bu değeri ele geçirmeye ve faiz getirişi sağlamak üzere dolaşıma sokmaya çabalıyor.
Dünyada son on yılda finansal işlemlerde görülen hareketlilik gerçekte bir krizin çanlarının çaldığının habercisiydi. 1 trilyon doları aşan bir fon dünya borsalarını dolaşarak faiz getirişi elde ediyordu. 1987 Meksika, 1997 Asya, 1998 Rusya, 2000 yılında da Türkiye ve Arjantin’de başlayan krizlerin patlak vermesine neden olan, aşırı üretimin getirişi olan durgunluk ve artan spekülatif işlemlerdir.
KAPİTALİZM OLANAKLARINI TÜKETEREK AYAKTA DURUYOR
Küreselleşme olarak nitelendirilen ekonomik ve politik konjonktüre tekabül eden son 25 yıllık zaman dilimi, emperyalizmin de yeni yönelimlerinin bir ürünüydü. Lenin’in, yüzyılın başında dikkati çektiği sermaye birikim rejimi kendini en yoğun ve açık biçimde bu süreçte ortaya koymuştu. Marx’ın Komünist Manifesto’da söylediği gibi, sermaye, kendine benzer bir dünya yarattı. Uluslararasılaşma, tekelleşme ve mali oligarşinin mutlak biçimde hâkimiyet sağlaması, klasik sömürgeciliğin başlattığı dünyanın en ücra köşelerine kadar birer pazar ve hammadde kaynağı olarak yapılandırılması sürecinin tamamlandığı koşullarda kriz patlak verdi.
Yapısal kriz süreci içinde 1980’Ierden sonra geliştirilen kriz düzenleme mekanizmalarının tükendiğini ve yine önümüzde, belirsizliklerle ve radikal değişiklik olanaklarıyla dolu bir dönemin açıldığını düşündüren işaretler son derece hızlı bir biçimde çoğalıyor.
Sonuçta küreselleşme mitinin arkasına sığınmış o bildik, klasik, yapısal sorunlar krizle birlikte bir kez daha bütün mistik peçelerinden ve teknoloji ile süslenmiş halelerinden sıyrılarak karşımıza dikiliveriyor. Bu kriz aslında çürümüş ve tarihsel olarak bir adım daha ileri atacak dermanı kalmamış kapitalizmin kendisinden başka bir şey değil.
Aralık 2001