Küreselleşme ve “yeni politika”

Emperyalist sermayenin sınırsız yayılabilmek ve engelsiz azami kâr elde etmek için geliştirdiği yöntemlerin ve kullandığı araçların son derece çeşitli, zengin ve etkili olduğu görülüyor. Çeşitlilik ve değişkenlik, pek çok alanı tutarlı bir biçimde kucaklayan bir sistemin içinde yer alıyor ve “Küreselleşme”yi, yalnızca ekonomik ve bu anlamda da “doğal”, “kendiliğinden” bir olay olarak göstermek isteyen propagandacıları da yalanlıyor. Küreselleşme plancılarının, önceki yönetim biçimlerindeki değişiklik de dâhil olmak üzere, buna ilişkin alışkanlıkları, kültürleri, ilişkileri de değiştirmeyi gündemine almamış olması düşünülemez. Türkiye, özellikle son on-yirmi yıllık uygulamalara bakarak söyleyecek olursak, uygulamanın laboratuarlarından biri. Öyle görünüyor ki, başlıca küreselleşme odakları, IMF, DB, AB gibi kurum ve kuruluşlar, eğer yıkılmaz da sağ salim yollarına devam edebilirlerse, gelecekte bütün dünyada uygulamayı düşündükleri modelleri, özel yapısı ve bağımlılık ilişkileri dolayısıyla önce Türkiye’de deniyorlar. Elde ettikleri sonuçları genelleştiriyor ve derinleştiriyorlar. Genelleştirmeyi, benzer ülkeleri aynı süreçlere sokmaya çalışarak, derinleştirmeyi ise Türkiye’deki uygulamaları incelterek ve kurumlaştırarak yapıyorlar. Politikadaki ve ekonomideki kriz, “küreselleşme odakları”nın yeni deneyleri için olağanüstü fırsatlar ve olanaklar sundu. Birkaç yıldır, yerel yönetimler üzerinden yapılan deneyler, şimdi daha genel düzeyde ele alınmak üzere planlanıyor; siyasal partiler bu işleyişin temel aracı olduğundan, partilerin “yeniden yapılandırılması” önem taşıyor.

YERELDEN MERKEZE
Politikayı, “halksız” bir etkinlik alanı haline getirmek, uzun süredir kilit öneme sahip bir aşama olarak kabul ediliyor. Gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin “popülist politikalar” yüzünden kaynakları israf ettiğini ileri süren propaganda, gerçekte kamu işlerine yapılan bütün harcamaları hedef alan, bunları gereksiz “israf” olarak damgalayarak, sosyal hakları, ücret düzenlemelerini, taban fiyat uygulamasını tümüyle ortadan kaldırmaya yönelik bir “küreselleşme” planının parçasıydı. Özellikle bizim gibi, devletçi politikalara bağlı olarak önemli bir “devlet sektörü” oluşmuş bulunan ülkelerde, özelleştirmelerin hemen ardından kurumların ve işletmelerin uluslararası yabancı sermayeye devrini hazırlayan bir yol izlenmesi, buna paralel gelişen bir siyasal rejim biçimi arayışını da getirdi.
’80’Ii yıllara kadar, ABD, özellikle Latin Amerika ülkelerinde ve Türkiye’de, siyasal rejim sorununu askeri darbelerle çözmüştü. Günümüzde değişmeyen hedeflere değişik araçlarla ulaşmaya çalışan emperyalizm, doğrudan askeri darbeler yerine, kendisine bağlı etkin “sivil” güçlerin siyasi kariyerlerini, medya desteklerini ve işbirlikçi burjuvazinin ekonomik gücünü kullanarak baskı oluşturuyor. Böylece bir darbenin bölebileceği burjuva klikleri aynı program ekseninde birleştirebiliyor ve diplomatik bakımdan da daha ucuza mal ediyor.
Ancak programın uygulanabilmesi, büyük halk yığınlarının muhalefetine yol açacağından, bunu zayıflatmak, doğmadan önünü kesmek, eğer doğarsa yönünü çevirmek, mümkün olduğu kadar boş hedeflere saldırmasını sağlayarak içini boşaltmak için, örgütleri, sendikaları denetim altına alıyor, emperyalizm tarafından hazırlanıp önlerine konulan programların ve taleplerin peşine takarak nefeslerini tüketiyor; yoruyor, bitkin düşürüyor. Kitlelerinin nezdinde sendikaların güçsüz, işlevsiz olduğu düşüncesinin yerleşmesini, yine bizzat sendika bürokratları aracılığıyla yapıyor.
Muhalif kitlelerin örgütsüzleştirilmesinin en önemli basamağı, bunları kendi tarihsel doğuş özelliklerinden kopararak yeni işlevlerle tanımlamak biçiminde göründü. Sendikalar, dernekler, siyasi partiler, meslek örgütleri, aynı kategori içinde “sivil toplum örgütü” biçiminde tanımlanarak, şimdi birkaç “pilot bölge”de yürürlüğe konulan “yönetişim mekanizmaları” içine çekiliyor.
Sendikalar, meslek örgütleri, odalar ve hatta siyasi parti temsilcilikleri, “katılımcı yönetim birimleri” olarak alacakları görevlere hazırlanıyor.

“DEVLETTEN TOPLUMA DEVREDİLEN YETKİ”
Kapitalist büyük sermaye ve finans merkezleri, yaklaşık yirmi yıldır yerel yönetimlerin büyük ve kârlı yatırım alanları olduğuna karar verdiklerinde, ilk önce belediye hizmetlerinin tanımında ve doğasında yer alan “kamu hizmeti” kavramına karşı bir mücadele başlattılar. Belediye işçilerinin her grevinde ya da örgütlenme girişiminde, belediye hizmetlerinin özel şirketlere devredilebileceği propagandası başlatıldı. Özellikle 1992-93’de İstanbul’da gerçekleştirilen büyük temizlik işçileri grevi, bu propagandanın zirveye çıktığı bir ortam yaratmıştı. Ancak yalnızca buna benzer “halkı sıkıştıran” fırsatlarda değil, su, elektrik, doğalgaz, yol yapımı gibi konularda da, kamu işlerinin şirketlere devredilmesi fikri sık sık işlendi. Buna uygun bir kamuoyu yaratılmasına çalışıldı. Belediyeler (artık bunun yerine, küreselleşme projelerine daha uygun bir terim olan “yerel yönetimler” kullanılıyor) kamu işlerini görmek üzere seçilmiş siyasi kurumlar olmaktan gittikçe çıkarak, bu işlerin ihale edildiği şirketler arasında koordinasyonla görevli kurumlar haline gelecektir. Bu yolda epeyce derlendiğini gösteren örnekler, Evrensel Kültür’ün 128. sayısındaki Dosya bölümünde Birgül Ayman Güler’in yazısında bulunabilir.
Uluslararası şirketler ve büyük tekeller için, bugüne kadar hep kamu hizmeti kavramı içinde tanımlanmış işler, kârlı yatırım alanları haline getirilirken, Belediyelerin kamu bankalarından kredi almasının ya da merkezi hükümet tarafından maddi olarak desteklenmesinin de önü kesiliyor. Buna, “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” adı veriliyor. Böylece, güya gittikçe güçlenen “yerel yönetimler”, bir zaman sonra merkezi hükümetten tamamen bağımsız hale gelebilecekler ve böylece, “sivil toplum örgütlerinin” dolaysız olarak yönetimde ağırlıklarının bulunduğu bir “gerçek demokrasi”ye geçilecek! Şimdiden kimi mahallelerde “sokağı güzelleştirme inisiyatifi”, “ağaçlandırma sivil girişimi” gibi adlar altında, deneyler yapılıyor.
Her alanda yürütülen savaş, burada “merkezi hükümet yetkilerine karşı güçlendirilmiş yerel yönetimler” sloganıyla sürdürülüyor. “Sivil toplum” kavramı gibi, “küçültülmüş devlet” de, 12 Eylül askeri darbesinin izlerini silemeyen ülke aydınları için son derece cazip ve bu yüzden propagandacı olarak devşirilenlerin sayısı bir hayli fazla.
Bu sloganlar, programın ilk elden yürütücüleri olarak sosyal-demokratların seçilmesinin nedenini de açıklıyor. Böyle bir program, tekelci burjuva partileriyle lafta bile olsa aralarında bir fark kalmamasının sıkıntısını çeken sosyal-demokratlar için can simidi gibidir.
Ancak, AB söz konusu olduğunda, bu “reformcu” görüşlerin hepsinin tekelci partiler tarafından da hararetle savunulduğu ve tek başına bunu savunmanın bir fark yaratmadığı gözden kaçmıyor.

“YENİ POLİTİKA”
Yeni politikayı anlamak için, bu model üzerinden bazı kestirimlerde bulunabiliriz. Temel hedef, her ülkede uluslararası şirketlerin, büyük emperyalist tekellerin yerel ya da merkezi bütün yönetim aygıtlarında tam egemenliğinin sağlanmasıdır. Bu, hiç kuşkusuz, belki de önümüzdeki bir elli yılı kapsayacak biçimde planlanıyor ve işler tamamen yolunda gitse bile bugünden yarına gerçekleşemeyeceği biliniyor. Ancak Türkiye gibi, emperyalizm için olağanüstü fırsatlar ülkesi olan bir yerde, olanaklı görülen her alanda küçük-büyük deneyler yapmak, eğer olanaklıysa fazla ertelemeden uygulamaya geçmek neden olmasın?
“Yeni Türkiye” hareketinin küreselleşme süreçleri içindeki yerini anlayabilmek için, onu, yukarıda andığımız kimi kavramlar ve geliştirilmekte olan “yeni demokrasi” modeli üzerinden çözümlemek yararlı olacaktır.
“Yeni Türkiye” hareketi, kendisini parti olarak tanımlamakta epey çekingen davranıyor. Adında parti kelimesi yok. O yüzden gazeteciler, televizyoncular bunu nasıl söyleyeceklerini kestiremiyorlar. Zorunlu olarak YT’nin sonuna parti kelimesini ekliyorlar. Kuruluşu sürecinde hep “oluşum” kelimesi kullanıldı. Bunun bir rastlantı, ya da amaçsızca seçilmiş bir şey olmadığını, “küreselleşme mantığına uygun” bir model arayışının ilk sancılarından kaynakladığını saptamak zor değildi.
Her şeyden önce, emperyalist merkezler, Türkiye’de kurulacak yeni bir siyasal partinin, “sağ-sol ayrımı yapmadan büyük kitleyi kapsayacak” bir genişlikte olmasında ısrarlıydı. Bu yüzden, hemen DSP’den kopanlarla atılan ilk adımlarda kurulan çatıya “parti” demek, planın asıl gövdesinin önünü tıkayabilirdi. Ortalıkta Amerikan üniversitelerinden, Amerikan politika kulislerinden beslenmiş ne kadar muteber adam varsa, aynı planın etrafında birleştirilmeye çalışılıyor, Cem’in Avrupa Birliği aksanıyla konuşan girişimini, IMF-Dünya Bankası-ABD açısından denetlemeye yönelik girişimlerde bulunuyordu.
Parti kavramının kullanılmasını engelleyen öneriler, buradan geldi ve ortaya “parti olmayan parti” biçiminde, postmodern söyleme çok uygun bir “oluşum” çıktı. İhsan Çaralan 23 Temmuz Tarihli Evrensel’de, Türkiye’de ÖDP sayesinde bir hayli tanınmış olan bu kavramın, yeni oluşum için oldukça yerinde bir tercih olduğunu yazdı.
Deyim, çok ilginç bir biçimde, “sol içi” bir tartışmanın ürünü olarak ortalıkta dolaşmaya başlamıştı. ÖDP kuruluş çalışmaları sırasında, “parti” lafından gına getirmiş solcu aydınlar, kendilerini herhangi bir “iktidar” sıkıntısına sokmayacak, “demir disiplin, öncü müfreze” gibi terimlerle ifade edilen iç işleyişten “kurtarılmış” bir “örgüt” arıyorlar, buna da Leninist parti modeline hiç bulaşmamış anlamına gelmek üzere, “parti olmayan parti” adını veriyorlardı.
Küçük burjuvazinin o deneyi hüsranla bitti.
Parti gibi örgütlenmeden politika yapabilmek için başka türden dayanakların olması gerektiğini, başka bir planın parçası halinde hareket etmek üzere yola çıkmış olmak gerektiğini öğrenmemizi sağlayan ise, uluslararası büyük burjuvazinin uzantısı YT oldu. Dünya çapında küreselleşme odaklarının öngördüğü politik örgüt modelinde, halkla ilişkiyi asgari düzeye getirecek bir yapı düşünülüyor. Halkı “tavlamak” için sosyal harcamalar yapamayacak, “israf” sayılabilecek destekler veremeyecek partilere ihtiyaç var. Bu, “ekonomiyle politikanın ayrılması” kavramında dile getiriliyor. İktidara gelen partiler, hiçbir biçimde ekonomik hayatla ilgilenmeyecek, yalnızca ekonomi merkezlerinin aldığı kararların uygulanabilmesi için gerekli ortamı yaratacak, gerekli yasaları çıkaracak ve uygulayacaktır. Türkiye’deki bütün askeri darbelerin gerekçeleri arasında, “oy avcılığı uğruna halka taviz veren politikacılar” kalıbıyla ifade edilen gerekçe mutlaka yer almıştır. Bu, devletin kaynaklarını yüksek taban fiyatı, yüksek ücret, görece iyi sosyal haklar vs. şeklinde, özellikle de seçim zamanlarında “ulufe dağıtır gibi” dağıtma sonucu ortaya çıkan ve söz konusu kaynakların kesintisiz kendilerine akmasını isteyen tekelci burjuva kesimlerin propagandasından ibarettir. Ve Türkiye’nin siyasi tarihi göstermiştir ki, hiçbir siyasal iktidar, bir kez daha seçim kazanmayı düşünüyorsa, “ulufe törenlerinden” vazgeçemez. Ancak asker gelir, bir daha oy alıp almayacağını düşünmeksizin her türlü kesintiyi yapar, direnişleri zorla kırar, kaynak dağılımını da egemen sınıfın istekleri doğrultusunda düzenleyebilmek için, partileri, sendikaları, dernekleri kapatır; böylece program uygulanır.
Şimdi ise, işi tersinden başlayarak ilerletmeye çalıştıkları görülüyor. Sendikaları, dernekleri işlevsiz hale getirmek için yıllardır süren çalışmalar, önemli ölçüde işçi sınıfının aleyhine sonuçlar verdi. Siyasi partiler, yaklaşık yirmi yıllık bir süreçte, birbirlerinden program farkları olmayan, hepsi aynı rejimi uygulamaya memur kılınmış örgütler haline geldiler. Şimdi, artık son perdeyi oynamak üzere, parlamento içinde ve dışında güçlü desteklere sahip, “küreselleşme ihtiyaçlarına tam uygun”, herhangi bir biçimde “popülizm” yapmayacak bir partinin kurulması gerekiyor.
Özetleyecek olursak, “yeni politika”nın ana çizgileri, esas olarak halk taleplerinin mümkün olduğu kadar etkisiz kılındığı, buna karşılık “eski” demokratik kitle örgütlerinin temsilî “sivil toplum örgütleri”ne dönüştürülerek yedeklendiği bir zeminde belirlenecek.
Derviş’in misyonu, böyle bir ortama katkıda bulunacak teknik kurumları, bu arada partileri de oluşturmak, kendisi işin başında olmasa bile başka türlü işleyemeyecek olan bir mekanizma yaratmaktır. Bunun ilk işaretini, hükümetten ayrılma olasılığının konuşulduğu bir sırada, Hazine Genel Müdürü’nü kendi yerine “teknik adam” olarak bırakabileceğini, çünkü zaten herkesin aynı politikaları uygulamak “zorunda” olduğunu söylerken gösterdi.

YAKIN VE UZAK HEDEFLER
“Küreselleşme” odaklarının Türkiye’den kısa ve orta vadede yapılmasını istediği düzenlemelerin; bağımlılık ilişkilerini pekiştirmek, zaten zayıf ve ikiyüzlü olan kimi burjuva direniş noktalarını tümüyle silmek, sendikaları, emekçi örgütlerini ve özellikle de Kürt halkını yedeklemek gibi bir işlevi olması bekleniyor.
“Uyum yasaları”, Kıbrıs sorunu ve ABD’nin bölgedeki operasyonları (Irak, Kafkasya), şu anda ABD ve AB’nin Türkiye’de siyasete başlıca müdahale noktalarını oluşturuyor.
ABD’nin bölgede tam egemenlik için girişeceği ve asıl hedefi, kuşkusuz, orta ve uzun vadede Kafkasya ve İran olacak olan “Irak Operasyonu”, Türkiye’deki siyasi operasyonla eşgüdümlü ilerliyor. Kemal Derviş’in Ecevit hükümeti içindeki konumunu olduğu kadar, Cem’in “Yeni Türkiye” hareketiyle olan ilişkisini de bu çerçevede ve ABD’nin bu açılımları açısından ele almak aydınlatıcı olabilir.
Irak operasyonu için olası tarih olarak Türkiye’de seçimlerin sonrasının belirlendiği söyleniyor. Eğer bu doğru ise, seçim sonrası hükümetten beklenenlerin şimdi görünenden daha fazla olacağı da tahmin edilebilir.
Seçim sonrasına ilişkin değişik koalisyon seçenekleri üzerine senaryolar yazılıyor. ABD için en iyi seçenek, Cem-Derviş birliğinin temsil ettiği bir küreselleşme hükümetinin iş başında bulunmasıdır. Ancak bu “olmazsa olmaz” bir koşul değildir. ABD ve AB, seçimle işbaşına gelebilecek bütün hükümet kombinasyonlarıyla planlarını uygulatabilecek konuma gelmişlerdir. Bununla birlikte, “ideal tertip”, Cem-Derviş-Yılmaz hükümeti olarak gösteriliyor. Bu, aynı zamanda ABD ile AB’nin ortak amaçlara ilerlemesini daha kolaylaştıracaktır. Yeterli güce ulaşabilmeleri için buna Tayyip’ten de destek gelecektir.
Ancak bu senaryoların ilginç tarafı, seçimden sonra, bir Saadet Partisi-CHP koalisyonu doğsa, ya da yine içinde MHP’nin bulunduğu bir başka koalisyon zorunlu olsa, uygulanacak çizginin değişmemesidir. Bütün analizciler, hükümet kombinasyonları üzerinden tahminlerini yaparken, herhangi bir hükümetin diğerinden ne bakımdan farklı bir yol izleyeceğini asla açıklamıyorlar. AB karşıtı güçlerin seçimlerden galip çıkmasını çok zayıf bir ihtimal olarak görüyorlar ve doğrusu bunu hesaba bile katmak istemiyorlar.
“Küreselleşme projesi”, kendiliğinden işleyen, kapitalizmin doğasından kaynaklanan “nesnel bir süreç” olarak gösteriliyor ve buna karşı koymaya çalışmanın olanaksız olduğu sağcı, “solcu” her egemen sınıf partisinin temel gerçeği haline gelmiş bulunuyor. Oysa en azından Türkiye’de yaşanan son siyasi gelişmelere bakınca, piyasalarda olup bitenden, hükümet içi ilişkilere kadar her yerde “görünmez bir elin” düzenlediği bir planın işlediğini saptamak zor değil. Ancak bu “gizli el”, kapitalizmin ilk çağlarındaki gibi, pazar ekonomisinin kendi kuralları içinde gerçekleşen ve bize piyasa olarak görünen, sayesinde düzeni gerçekleştiren bir “gizli el” değil. İstifalarla altı boşaltılarak düşürülmeye çalışılan Ecevit ve onun durumundan epeyce bir ibretli ders çıkaran Recai Kutan, uluslararası bir komplodan söz ettiler. Ama onların bir gün öncesinde, Evrensel gazetesi, “AB-ABD komplosu” saptamasını yapmış ve isim isim komplonun mimarlarını vermişti. Kısaca Cem-Derviş-Özkan üçlüsü, darbenin yürütücüleri olarak çabuk teşhis edilmişler, ama başta hükümet olmak üzere herkes eli kolu bağlı kalmıştı. Bu, devletlerin tarihinde fazla örneği olmayan bir durumdur. Hükümeti düşürmek üzere, yasa dışı bir düzenek kuruluyor, kurucuların kimler olduğu biliniyor ama bunlar hakkında en küçük bir soruşturma yapılamıyor. Bu yüzden, bir zamanlar 28 Şubat harekâtı için kullanılan ama çok da yerinde olmayan “postmodern darbe” tanımlaması, bu kez karşılığını bulmuş gibidir.
İşin doğrusu, emperyalist programların ağırlığına baktıkça, hangi hükümetin bunun altından kalkabileceğini kestirmek güçleşiyor. Belki Çiller, ABD’nin asıl istediğinin ne olduğunu en iyi bilen olduğu için, “Irak’a yapılacak operasyonun başbakanı olmak istiyorum” deyiverdi. Evet, ABD şimdi böyle “yürekli” bir başbakan istiyor. Ama yalnızca Irak’ta kendisine yol döşeyecek birini aramıyor; Kıbrıs meselesini de halledebilecek, IMF programlarından şaşmayacak ve AB’ye giden yolda da Irak’a girer gibi cesaretle girecek bir başbakan arıyor.
Adaylarımızın hepsi, canı gönülden, her buyruğu yerine getirmeye azmetmiş aslanlar gibi esas duruşta bekliyor.
“Küreselleşmenin politikası”, emperyalizmin iki yüz yıllık politikalarından özünde hiç farklı değil. Halklar için yokluk, yoksulluk ve kan, emperyalistler için daha çok kâr, daha çok toprak, daha çok pazar…
Emperyalizmin planları ile uygulama araçları, diğer yandan büyük bir iç çelişmeyi de içinde taşıyor. Şu anda ABD için olduğu kadar, AB için de Türkiye olağanüstü önem taşıyan bir ülke.
Başka bir deyişle, Türkiye elde olmazsa, planlarının yürütülebilmesi olanağı son derece kısıtlanacak. Bir de, Türkiye’nin bu politikalara karşı kökten karşı duran bir yol izleyebildiği durumu düşünürsek, bunun emperyalizmin yıkılışı için büyük bir olanak olduğu da görülür.
Emperyalizm, ilerlediği bütün yol boyunca kendi açmazlarını ve çelişkilerini büyüterek yürüyor. Bazen en güçlü göründüğü yer ve zamanda, en büyük darbeyi aldığı çok olmuştur. Türkiye’ye fazla musallat oldu ve belasını bulacağı toprakların burası olması kimseyi şaşırtmamalı.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑