Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının yüzüncü yıl dönümüne sayılı aylar kaldı. Emperyalist kapitalist sistemin bu ilk genel paylaşım savaşı, pazarlara, sömürgelere hakim olmak, o günün koşullarında bunlar üzerinde oluşmuş egemenlik ilişkilerini yeniden ve en güçlüler lehine oluşturmak için patlak vermişti. Sonuçta sömürgeler, ülkeler, pazarlar yeniden paylaşıldı; emperyalist dünya dengeleri bu paylaşım üzerinden geçici bir süreliğine yeniden oluşturuldu. Savaşa katılan devletlerden birisi de Osmanlı İmparatorluğu idi. İmparatorluk, Alman İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile müttefik olarak bu savaşa katıldı.
Osmanlı İmparatorluğunu yönetenler, bu savaş sayesinde köhnemiş ve çürümüş bu imparatorluğun dağılmasının engellenebileceğini, şans yüzlerine gülerse yeni kazanımlar elde edebileceklerini umarak ve hesap ederek bu paylaşım savaşına katıldılar. Ama paylaşılacak ganimetlerin başında da, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisi geliyordu. İmparatorluk, bu savaştan, müttefikleri ile birlikte yenilgiyle çıktı ve Osmanlılar da dahil olmak üzere, Alman, Avusturya-Macaristan, Rus Çarlığı gibi imparatorluklar yerle bir oldu, taçlar yerlerde yuvarlandı.
Bu savaşın sonuçlarının uluslararası düzeyde çok ciddi etkileri oldu. Kuşkusuz burada bunları uzun uzun anlatmanın bir gereği bulunmuyor. Ama kısaca şunlar hatırlatılabilir. Emperyalist-kapitalist sistem en zayıf halkasından yarıldı ve Ekim Devrimi ile birlikte Rus işçi sınıfı ve emekçi halkları sosyalist bir düzen inşa etmeye yöneldi. Bu durum ezilen halklara ve uluslara büyük bir ilham kaynağı oldu ve ilk sosyalist devlet Sovyetler Birliği’nin desteği ile gerçekleşen ulusal kurtuluş savaşının ardından Anadolu toprakları üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Emperyalist ülkeler arasındaki güç dengeleri değişti ve savaştan zaferle çıkmasına rağmen İngiltere’nin mutlak hakimiyeti sona erdi. ABD yeni ve genç bir emperyalist güç olarak savaştan en kârlı çıkan devlet oldu.
Kuşkusuz savaşın en kesin sonuçlarından birisi de, yeni bir paylaşım savaşının koşullarını oluşturmak ve olgunlaştırmak oldu. Çünkü emperyalist dünyada egemenlik ve güç ilişkilerinde kesin değişikliklerin gerçekleşmesinin başka bir yolu bulunmuyor. Dünya, emperyalist devletlerin sahip oldukları güçler ölçüsünde paylaşılıyor ve bu paylaşımda kimin hangi payı alacağı, yeni egemenlik hiyerarşisinin nasıl oluşacağı, sahip olunan güçler tarafından belirleniyor. Örneğin paylaşılmış olan Almanya uzun süre bu koşullara tahammül edemezdi ve yeni bir paylaşımı gündeme getirebilmek için ayağa kalkmak zorundaydı vb..
Birinci Dünya Savaşı’nın şimdilik bizi doğrudan ilgilendiren yönü Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ve verilen Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ardından yeni bir cumhuriyetin kurulmuş olmasıdır. Yeni kurulan bu cumhuriyetin ekonomik, sosyal ve siyasal yapısının niteliği hala tartışma konusu ve güncel gelişmeler bu tartışmaları sürekli olarak körüklüyor. AKP Hükümeti’nin işbaşına gelmesi, bu Hükümet’in Cumhuriyet’in niteliğini değiştireceğine ilişkin iddialar, cumhuriyet, cumhuriyetin değerleri, bunların savunulup savunulmayacağı, savunulacaksa bu savunmanın niteliğinin ne olacağı, eleştirilecek ve savunulmayacak yönlerinin neler olduğu gibi sorunlar halen tartışma konusu ve biz de bu yazıda bu sorunları irdelemeye çalışacağız. Ancak yazının kapsamını genel bir değerlendirme çerçevesinde tutmak değil, özellikle tartışılan konular üzerinde sınırlamak amaca daha uygun olacaktır.
KOPUŞ VE DEVAMLILIK SORUNU?
Ülkede ve uluslararası düzeyde liberal tarih yazıcıları tarafından Osmanlı İmparatorluğu ile Cumhuriyet arasında bir devamlılığın olduğu hep iddia edilmiştir. Onlar bu “devamlılığı” 3. Selim’den başlatarak, özellikle İmparatorluğun 19. yüzyılda içerisine girdiği “reform süreci” üzerinden kurmakta ve Islahat Fermanı, Tanzimat, Meşrutiyet’in ilanı, bazı yüksek okulların açılması, laik kanunların kabul edilmesi ve mahkemelerin vb. kurulmuş olmasını bu iddialarına dayanak yapmaktadırlar. (Bu konularda Prof. Taner Timur’un Osmanlı Mirası makalesine bakılabilir.)
Buna karşın, içlerinde Kemalist tarih yazıcılarının da olduğu diğer bir grup tarihçi, dönemler arasında kurulan bu “devamlılığın” yüzeyselliğini, önceki dönemde yapılan bu reformların Batı’ya bağlanmanın ve bağımlılığın bir ürünü olduğunu, Cumhuriyet döneminde yapılan reformların ise kesin bir kopuşun üzerine geldiğini, bağımsız gelişme yolu üzerinden gerçekleştiğini ileri sürmüşlerdir. Kuşkusuz bu, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve onun kazanımları, yeni Cumhuriyet’in gerçekleştirdiği reformların bu koşullarda gerçekleştiği dikkate alındığında doğru bir yaklaşımdır; ancak sınırlılıkları da görülmelidir. Yani Cumhuriyet’in aldığı yol ve sonradan özellikle de II. Dünya Savaşı’ndan sonra içine girdiği süreç göz önüne alınmalıdır. ABD ve Batı ile ilişkiler, NATO’ya giriş gibi gelişmeler ve ülkenin yeniden yapılandırılması sorunları bu çerçevede değerlendirilmelidir.
19. yüzyılda imparatorluğun yapmaya giriştiği reformları da içeren gelişme döneminin sömürgeci ülkelerce dayatıldığı, siyasi ve ekonomik yapının bağımlılık ve sömürü ilişkilerini geliştirmeye yönelik olduğu bilinmektedir. Emperyalizm döneminde –öncesinde başlayarak– yarı-sömürge yapının oluşması ya da Lenin’in tanımı ile görünüşte bağımsız ama ekonomik ve siyasi olarak yeni bağımlılık biçimlerinin ortaya çıkması söz konusudur. Osmanlı İmparatorlu’nun içine girdiği süreç de elbette bundan ayrı ele alınamaz. İç ve dış dinamiklerin karşılıklı olarak etkileştiği bir gelişme söz konudur.
Bu gelişme içerisinde, Cumhuriyet’e giden yolda halk hareketlerine ilişkin köşe taşları aranacaksa, –halk hareketinin gücü ve güçsüzlüğü, üst sınıfların etkisi vb. bir yana– kuşkusuz bu köşe taşlarından en önemlisi 1908 Devrimi’dir. Halk hareketi, gücü sınırlı da olsa, monarşiden meşruti monarşiye (2. Meşrutiyet) doğru yolu açmış; Padişah, Meclis’i (Meclis-i Mebusan) tanımak zorunda kalmıştır. Meşruti monarşi Cumhuriyet’e giden yolda bir uğrak noktası olmuş, ancak savaş koşulları bütünüyle değiştirmiş, olağan gelişme yolunu kapatmıştır.
Ancak Meşrutiyet döneminin “Meclis” etkisi reddedilemeyecek önemdedir. Bu önem sonraki dönemde de kendisini açığa vurmuştur. Bu nedenle, Ulusal Kurtuluş Savaşı günlerinde, en yüksek otorite olarak, halkı temsil ettiği ileri sürülen* kesimlerden oluşan Meclis tanınmıştır. Örneğin Büyük Taarruz’un kazanılmasının ardından Meclis kürsüsünden konuşan Mustafa Kemal şunları söylemektedir: “..Milletin mukadderatını doğrudan doğruya deruhte ederek, yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin civanmert ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve itiatiyle emirlerinizi yerine getirdiğimden dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim…” (4 Ekim 1922, Aktaran: Toktamış Ateş)
Keza daha savaşın başında Ankara’da Meclis’in açılmasının gecikmesinden rahatsızlık duyan Mustafa Kemal, buna karşı “kerametin Meclis’ten beklenmemesi gerektiğini” söyleyen Yunus Nadi’ye “..Ben bilakis her kerameti Meclis’ten bekleyenlerdenim. Nadi bey, bir devreye değiştik ki, onda her iş meşru olmalıdır. Milli işlerde meşruiyet, ancak milli kararlara istinad etmekle, milletin temayülatı umumiyesine tercümen olmakla elde edilir…” demektedir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra da yeni Meclis varlığını sürdürmüş, ancak demokratik seçimler, modern siyasi partiler, söz, basın, örgütlenme özgürlüğü vb. gibi parlamenter bir demokrasinin temel kurum ve ilkelerine izin verilmemiştir. Ancak Meclis’in “her işi meşru” gösteren, onlara “meşruiyet” kazandıran konumu korunmuş, Meclis bu amaca sonuna kadar hizmet etmiştir. Ama bu Meclis artık savaş içerisindeki Meclis değildir. Mustafa Kemal’in “bir devreye değiştik ki” vurgusu boşuna değildir. Ekim Devrimi’nin ortaya çıkardığı Sovyetler, Halk şuraları vb. gibi işçi ve emekçi halkın örgütlenmeleri ve bunların yüksek prestiji meclis gibi kurumların da saygınlığını yükseltiyordu. Tüm bu nedenlerle Meclis korunmuş, ama yeni yönetimin amaçlarına uygun bir işlev görmesi sağlanmıştır.
Cumhuriyet, demokrasinin olmadığı, demokratik hak ve özgürlüklerin bulunmadığı bir cumhuriyet olarak şekillenmiştir. Bağımsızlığın kazanılması, Hilafet ve Saltanat’ın kaldırılması, laik yasalar, dinin siyasal yaşamdaki etkisinin sınırlanması ve din üzerinde devlet kontrolüne dayanan bir tür laikliğin kurulması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, giderek her kademedeki eğitimin parasız hale getirilmesi, anayasadan dine ait maddelerin çıkarılması, yeni alfabenin kabul edilmesi vb. gibi reformlar (bütün bunlar Atatürk Devrimleri olarak adlandırılmaktadır), Cumhuriyet’in ileriye doğru attığı adımlar ve kazanımlar olmuştur. Cumhuriyet’in değerlerini savunmaktan söz edenlerin de, en azından bir bölümünün bu değerlerle kastettiği yukarıda sayılan reformlardır.
Ancak Cumhuriyet’in demokratik bir cumhuriyet olarak şekillenmemesi ağır siyasi ve toplumsal sorunların birikmesine ve çözülmeden sonraki dönemlere devredilmesine neden oldu. 20’li yılların ortasından başlayarak, Kürt sorunu, baskı, terör ve asimilasyonla “çözülme”ye çalışıldı. Böyle bir “çözüm”ün hiçbir başarı şansı olamazdı ve olmadı da. Kürt sorunu, bugün de, çözülememiş bir sorun olarak, tüm ağırlığı ile varlığını sürdürüyor. Kuşkusuz ülkede demokratikleşme yolunda bir gelişme olsaydı, cumhuriyet, halkın baskısı altında demokratik bir cumhuriyet olarak şekillenebilseydi, Kürt sorunu da demokratikleşmenin bir parçası olarak çözüme kavuşturulabilirdi. Ancak peşpeşe gelen Cumhuriyet yönetimlerinin bu sorunu çözüme kavuşturmak gibi bir niyeti olmadı.
İlk Kürt isyanından sonra ilan edilen Takrir-i Sükun dönemi ile birlikte, başta sol olmak üzere tüm muhalefet ezildi. Zaten çok sınırlı bir çerçevede söz konusu olan söz ve basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü bütünüyle ortadan kaldırıldı. Yeni devlet otoriter bir diktatörlük olarak şekillenirken, işçi ve emekçi halkın muhalefet hareketlerine hiçbir biçimde izin verilmemesi ilke edinildi.
Dinin siyasal yaşamdaki etkisini sınırlama, dinsel yasaların kaldırılması ve dini faaliyetlere belirli sınırlama ve yasaklar getirilmesi olumlu ve olumsuz yanları bir arada olan uygulamalar oldu. Laiklik yönünde atılan adımlar, modern bir toplumun şekillenmesi için atılması gereken zorunlu adımlar olarak kabul edilmelidir. Ancak bu adımlarla, din devlet ilişkisinin, dinin –Diyanet İşleri aracılığı ile– devlet tarafından kontrolü ve din gibi toplumsal bir sorunun yasa ve yasaklamalarla sürekli kontrol altına alınmaya çalışılması gibi dine ilişkin burjuva radikalizminin siyasi tavrını yansıtan önlemlerle çözülmesi tutumu halk arasında dinsel inanç ve önyargıların ömrünün uzatılmasından başka bir sonuç vermedi. Din toplumun derinliklerine doğru çekildi ve orada uygun anın gelmesini bekleyerek etkisini yaygınlaştırmaya çalıştı.
O dönemin laiklik anlayışının sınırlarını anlamak açısından şu örnek dikkat çekicidir: Giyim reformu tartışmaları ardından tekke, türbe, zaviyeler kapatılmış, din adamlarının kıyafetlerinin devlet kontrolüne alınması şöyle açıklanmıştı: “Diyanet İşleri Başkanlığı ve ona bağlı müftüler, imamlar, hatipler vardır. Bu sınıfa ait kılığı tanırız. Bu işle görevli olmayıp da dışarıda kalanların aynı kılığı giymeleri doğru değildir. Bu gibileri kimse tanımaz ve kabul etmez.” (M. Kemal, Çankırı konuşması, 1925) Burada ortaya atılan giyim-kuşam olsa da, din ve dinsel ritüellerin devletin kontrolü altında olacağı kesin bir dille belirtilmiş, laiklik anlayışının sınırları yeniden tarif edilmiştir. Bu anlayışın dinin devlet tarafından kontrol edilmesine dayandığı tartışmasızdır.
Burada, “o koşullarda başka türlüsü uygulanabilir miydi?” gibi bir soru kuşkusuz ortaya atılabilir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan başarıyla çıkmış prestiji yüksek bir yönetim, dini devlet yönetiminden ayırarak vatandaşın kendisine ilişkin özel bir alan olarak kabul edilmesi ve devlet tarafından kontrol altına alınmak amacıyla da olsa dinin desteklenmemesi gibi bir yola girseydi, kuşkusuz farklı bir gelişme yolu ortaya çıkabilirdi. Elbette bu bir olasılıktır. Ancak bugünden bakılınca, o dönemde dinsel temelde isyan hareketlerinin ya hiç olmaması ya da çok cılız kalması bu yolun izlenebileceğini akıllara getiriyor. Atılacak bu adım, dinin en etkili olduğu köylü kitlelerinin temel talebi olan bir toprak reformuyla desteklenebilseydi, kalıcı ve etkili olabilirdi. Ancak kesin olan bir şey var ki; bugün daha açık ve net görüldüğü gibi, dini devlet kontrolüne vermek istenilen sonuçları vermemiştir.
Cumhuriyet’in demokratik bir cumhuriyet olarak şekillenmemesinin elbette temel nedenleri bulunuyordu. Daha Kurtuluş Savaşı içerisinde halkın direniş için kurduğu örgütler dağıtılmış, savaşın önderliği bütünüyle ticaret burjuvazisi, büyük toprak ağaları ve üst düzey asker sivil bürokratların yönetim ve denetimine geçmişti. Halk hemen hemen örgütsüzdü. Cumhuriyet Osmanlı’dan devraldığı ekonomik, toplumsal ilişkileri aynen korumuş ve devam ettirmiş, özetle ekonomik alt yapı sıkıca korunmuş, Cumhuriyet yönetimi ile onlara siyasi ve hukuksal yeni bir üst yapı kazandırılmıştır.
Şunu da açıkça ifade etmek gerekir ki; Cumhuriyet’i kurup yönetenleri demokratik bir düzen kurmadıkları, köklü toplumsal reformlar yapmadıkları için suçlamak, onları yapamayacakları ve yapmak da istemedikleri işler dolayısıyla eleştirmek ve bu eleştiri içerisinde örtülü bir beklentiyi ifade etmek anlamına gelecektir. Onların sınıfsal konumlarından kaynaklanan politik yaklaşımları, ülkeyi Batı kapitalizmi doğrultusunda geliştirmek, bu amaçla “modernleştirmek ve çağdaşlaştırmak”la sınırlıdır. Bu “modernleştirme ve çağdaşlaştırma” içerisinde demokratikleşme, demokratik bir yönetim bulunmamaktadır. Bugün “Cumhuriyet’in değerlerini savunmak” adına yola çıkanlar bulunsa da, Cumhuriyet’i yönetenlerin temel değerleri arasında halktan korkmak, halka inisiyatif tanımamak ve ona güvenmemek en başta gelenlerden birisiydi!
Osmanlı borçlarının ödenmesi konusunda radikal bir tutum almasa da –bu borçların ayrılan topraklara harcananlar dışındakiler ödenmiştir–, kapitülasyonların kaldırılmasını, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in bir kazanımı olarak görmek gerekir. Kapitülasyonların kaldırılması ve milli sınırlar içerisinde kalan kıyılarda deniz taşımacılığı hakkının elde edilmesi, ileride şekillenecek olan ulusal ekonomi için temel kazanımlar oldular.
Başta Mustafa Kemal olmak üzere Cumhuriyet’i yönetenlerin 1929 büyük bunalımına kadar izledikleri “kalkınma yolu” devlet desteğinde bir burjuva gelişme ve “burjuvazi imal etme” yolu olmuş, ama bunda başarı sağlanamamış; büyük ekonomik bunalım, burjuva gelişme yolunda doğrudan devletçilik uygulamalarını gündeme getirmiştir. Sovyetler Birliği ile dostluk politikası, Cumhuriyet’in o dönemdeki olumlu adımlarından birisidir. Bu sayede Sovyetler’den ekonomik destek alınmış, kamu sektöründe ciddi sanayi kuruluşları devreye sokulabilmiştir. “Ulusal ekonomi” adına bu dönemde atılan adımlar önemlidir.
Ancak II. Dünya Savaşı sonrasında Cumhuriyet hükümetlerinin uyguladıkları ekonomi politikaları ilginç bir biçimde geçmiş kazanımların tasfiyesine yönelik olmuştur. “Her mahallade bir milyoner yaratma” sloganı ile hükümet olan ve “Küçük Amerika” olmayı hedefi olarak belirleyen DP Hükümeti bağımlılık ilişkilerinde utanç verici adımlar atarken, dinsel gelişmelere de kapıyı ardına kadar açmıştır. Azınlıklara uygulanan baskı, sindirme ve göçürtme yolları devam etmiştir. KİT (Kamu İktisadi Teşekkülleri) sorunu hükümetler açısından sürekli bir sorun olmuş, KİT’lerin özelleştirilmesi DP Hükümeti’nden beri gündemde olmuş –ama somut koşullar KİT’lerin ekonomi içerisindeki ağırlığının artmasına yol açmıştır–, ANAP ve sonrasında gelen hükümetler ve nihayet AKP Hükümeti bu soruna son noktayı koymuştur. Yani Cumhuriyet, ekonomide, toplumsal yaşamda ve politikada tersine bir yolu katetmeye başlamıştır. Bu çerçeveden bakıldığında, Cumhuriyet’in kazanımları ve değerlerinin AKP Hükümeti’nden çok önce terkedilmekte olduğunu, AKP Hükümeti’nin açılan bu yolda atılmış en ileri adım olduğunu tespit etmek yanlış olmayacaktır.
GÜNCEL TARTIŞMALARIN ANLAMI
AKP Hükümeti’nin kurulduğu günden bu yana laiklik, dinin politikaya alet edilmesi, gizli bir gündeme sahip olmak, takiyye yapmak gibi tartışmalar hiç eksik olmadı. AKP Hükümeti’nin dinciliğe bulanmış sosyal ve politik uygulamaları, dini günlük yaşam içerisinde daha fazla öne çıkarma çabaları farklı tepkileri ve karşı çıkışları da hep beraberinde getirdi. Çeşitli çevreler Cumhuriyet’in temel değerlerinin elden gittiği ifade ettiler ve onları savunmak için mücadele çağrıları yaptılar, yapıyorlar.
Sosyalizm mücadelesi içerisinde bulunan, ama ülkedeki demokrasi ve özgürlükler sorununu da çözmenin zorunluluğunu bilen kesimler açısından, bu sorun, mücadelenin genel hedeflerine bağlı olarak, işçi ve emekçi halkın mücadelesiyle birlikte farklı bir düzeyde ele alınırken, kendilerini doğrudan Kemalist, Atatürkçü, ulusalcı vb. olarak adlandıran çevreler ve bazı sol çevreler soruna daha farklı anlamlar yükleyerek, onu özünde burjuva sınıfların bakış açısını ifade eden bir düzeyde ele alıyorlar.
Özünde iki farklı ele alışı ve doğal olarak iki farklı mücadele çizgisini ifade eden ve ayrışan bu yaklaşımların temel ayrılığı nerededir? Bu temel ayrılığın, doğrudan, onların sınıfsal açıdan soruna yaklaşımından kaynaklandığını, ideolojik temellerinin olduğunu, bütün bunların sonucu olarak bugünkü toplumu değiştirme mücadelesinde yüzün geriye mi, yoksa ileriye mi dönük olduğu ile belirlendiğini ifade etmek gerekir. “Cumhuriyet’in değerlerini savunma” çizgisinin –bu değerlerin ne anlama geldiğini yukarıda ana çizgileri ile özetlemeye çalıştık– statükoyu savunma ve onun hasar gören yönlerini onarmayı içerdiğini tespit etmek gerekiyor. Bu yanıyla da bu çizginin yüzü geriye dönüktür ve temel hedefinin de geleneksel geçmiş statükonun savunulması olduğunu ileri sürmek yanlış olmayacaktır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulan Cumhuriyet’in burjuva demokratik devrim yönünde atılmış bir adım olduğunu, bunun tarihsel bir ilerlemeyi ifade ettiğini, ama toplumsal ilerlemenin artık farklı bir aşamasına gelindiğini, demokrasi, özgürlük, laisizm, bağımsızlık gibi ideallerin gerçek içeriklerine halk demokrasisine doğru ilerlemekle kavuşabileceğini, bugün sermaye ve gericiliğe karşı verilen mücadelenin bu hedeften ayrı düşünülemeyeceğini ileri süren sosyalist çizgi ise bir halk devrimini amaç edinmektedir. Bu yanıyla yüzü ileriye dönüktür ve toplumu köklü bir biçimde değiştirmenin yolunu açmak istemektedir.
Kısaca bir daha hatırlatmak gerekirse; Cumhuriyet, Türk toplumunu ümmet olmaktan kurtarmış, Türk uluslaşmasını sağlayarak –bu durumda, Kürt sorunu ve uluslaşması da kendi yolunu izlemiştir–, bireyi yurttaş konumuna yükseltmiştir. Öğretim birliğini (tevhidi tedrisat) sağayarak eğitim sistemini laikleştirmiştir. Laiklik ilkesini benimseyerek, dinin toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki ağır etkisine son vermiştir. Bu genel kazanımları, Hilafet’in kaldırılması, harf devrimi, kılık kıyafet, bağımsızlık vb. gibi daha pek çok unsurla genişletmek olanaklıdır. Hatta bu “kazanımlara” Atatürk ilkelerinin ifade ettiği içerikleri ekleyenlerin bulunduğu da bir sır değildir.
Ama yukarıda Cumhuriyet’in kazanımları olarak görülen ilerlemelerin, feodal, yarı-feodal bir toplumsal üst yapı ve ilişkilerinin tasfiye sürecine ait olduğu, bunların önemli ölçüde tasfiye edildiği, toplumun burjuva toplumuna doğru değiştiği bir tarihsel dönemin özellikleri olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bu yanıyla bakıldığında, Cumhuriyet’in, benzer süreçleri yaşayan diğer toplumların geçtiği süreçlerden ayrılan bir “özgünlüğü” bulunmamaktadır. Belki şu söylenebilir ki, bütün bunlar, İslam dininin egemen olduğu bir toplumda gerçekleşmiştir ve bu yönüyle bir farklılığı bulunmaktadır. Bu doğru olmakla birlikte, özellikle eğitimde ve devlet örgütlenmesinde Osmanlı’nın son dönemlerinde girilen sürecin birikimlerinin, 1908 Devrimi’nin kazanımlarının da hesaba katılması gerekir.
Ne yönden bakılırsa bakılsın, bu, bir tarihsel toplumsal ilerlemeye denk düşmektedir. Ne var ki, dinsel yapıların ve örgütlenmelerin toplum içerisinde saldığı derin kökler, köklü bir toplumsal devrimin yoksunluk ve burjuva demokratizminin egemen olamaması, sürekli olarak geri yönde bir baskı ve harekete neden olmuş, bu durum, politik mücadelelerin alanını genişletmiştir. Bir bakıma “ilericilik-gericilik” kavgası, bitmeyen bir mücadeleye dönüşmüştür. Dini politik amaçlarla kullanan siyasi parti ve hükümetlerin varlığı, bu mücadeleyi sürekli olarak “taze” tutmuştur. Hatta bu durumun askeri darbelerin gerekçeleri arasında sayıldığı, 28 Şubat “post-modern” darbesinin de ana gerekçesi olduğunu hatırlatmak gerekir.
Bu şu anlama gelmektedir ki, kesin ve açık tarihsel gerçek göz önüne alınmadan soyut bir Cumhuriyet ve onun değerlerini savunma tartışması yapılamaz. Cumhuriyet’in ilk yıllarının, hatta II. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar olan tarihi kendi içerisinde farklı özellikler gösteren bir tarihtir. II. Dünya Savaşı ve ardından gelen süreç, “NATO’ya, CENTO’ya” üye olma, Marshall Planı, Truman Doktrini gibi uygulamalarla Batı emperyalizmine sıkıca bağlanma, halk hareketinin askeri faşist darbelerle bastırıldığı, IMF ve Dünya Bankası programlarının uygulandığı, Kore’ye, ve diğer dış ülkelere ABD’ye uşaklık temelinde asker gönderildiği, eski “kazanımlar”ın önemli bir kısmının tasfiye edildiği bir dönemdir.
Değerleri savunanların tamamının “bütünlüklü” bir savunma içinde olduğu ve tutarlı bir programa sahip oldukları iddia edilemez. Ancak “değerleri savunma” adına yola çıkıldığında, bir bulanıklıktan ve ideolojik, siyasi karmaşadan kurtulunamayacağı da açıktır. Kuşkusuz Kemalistler ve ulusalcılar için sorun daha açıktır. Onlar, geçmiş statükoyu, din etkisinden arındırılmış olarak yeniden egemen kılma peşindedirler. Ancak “sol” adına hareket edenlerin platformu da, pratik gelişmelerin kanıtladığı gibi, ulusalcı akımların belirlediği çerçevenin dışına çıkamamaktadır.
Örneğin “Cumhuriyet”in değerlerinin savunulması gerektiği”ni ileri sürenlerin literatüründe çözülmemiş bir ulusal sorunun varlığı bulunmamaktadır. Bu sorun Kürt sorunudur ve demokrasinin diğer sorunları olduğu gibi, bu sorun da çözülmemiş, çözülmemesi bir yana, sistematik bir ulusal baskının konusu olmuştur. Kuşkusuz “Cumhuriyet’in değerlerini savunma” paydası altında bir araya gelenlerin kendilerini hemen sadece Kürtler karşısında konumlandıran bir ulusalcıkla şekillendirmeleri, diğer taraftan solcu olanlarının ise örtülü bir sosyal şövenizmle malul olmaları tesadüfi değildir. Bu konu çeşitli vesilelerle bu dergide ele alındığı için, özel olarak bu konuya burada yeniden girilmeyecektir. Ama sorunun laiklikle bağlantılı yönleri bulunmaktadır ve laiklik bağlantısı “değerler”in savunulmasında, özellikle toplumsal yaşantıda dinsel ögelerin daha görünür kılınması bağlamı içerisinde önemli bir yer tutmaktadır.
Bugün güncel bir laiklik tartışmasının yürütülüyor olması, bu nedenlerden dolayı şaşırtıcı değildir. “Değerleri” savunanlar, laiklik anlayışının zaten inançlara saygıyı içerdiğini, bunun içeriği ve kapsamı ile oynanmaması gerektiğini ileri sürmektedirler. Hatta şunu diyenler de vardır: “Din ve vicdan özgürlüğüne dayalı laiklik diye bir şey ortaya atıldı” vb. Onlara göre, bu gereksizdir, çünkü zaten laiklik bu ilkeyi içermektedir vb. Eğer laiklik soyut bir tartışmanın ve köklü bir çözüme ulaşmış burjuva devrimi sorunu içerisinde tartışılmış olsaydı, bu görüş haklı olabilirdi.
Ne var ki, laiklik, ülkede, somut olarak uygulanış biçimiyle bir tartışmanın konusudur ve içeriği ve kapsamı bu gerçeklikten ayrı tartışılamaz. Egemen laiklik anlayışının din ve devlet işlerini genel olarak birbirinden ayırmayı hedeflediği doğrudur. Bu adımla dinin etkisi sınırlanmış, ama bu yapılırken din devletin bünyesi içerisine alınmış, dinin yönetimi bir devlet kurumu aracılığı ile düzenlenmiştir. Bu durumun “resmi ve resmi olmayan bir din” anlayışını körüklediği, din ve inanç sahiplerinde “zülüm altında olma” duygusunu diri tuttuğu reddedilemez. İşte bu nedenle, din ve inanç özgürlüğü temelinde bir laikliği güvence altına alan demokratik bir devlet yapısının kurulması büyük bir önem taşımaktadır.
Devlet ve din işlerinin bütünüyle ayrılması, dinin kişinin özel yaşam alanı olarak kabul edilmesi, devletin her türlü dini inanç ve dinsizliğe karşı kör ve sağır olmasının sağlanması, demokratik bir cumhuriyetin vaz geçilmez temel ilkelerinden biri olmak zorundadır. Bugün “Cumhuriyet’in değerlerini savunmak” Cumhuriyet’in güdük ve sınırlı da olsa açtığı yolu genişletmek, halk için olumlu sayılabilecek kazanımları korumak ve geliştirmek, onları gerçek içeriklerine kavuştururken, Cumhuriyet’e örneğin Kürt sorununun demokratik çözümünü güvenceye alan kurum ve yasalarla yeni ve demokratik nitelikler kazandırmak – bütün bu kazanımlar halkın alttan gelen atılımına dayanmak anlamına geliyorsa, ilerici ve demokratik bir nitelik taşıyabilir.
Eğer “Cumhuriyet’in kazanımlarını savunmak”, eski devlet statükosunun aldığı yaraları iyileştirmek, gövdesinde açılan delikleri tıkamak, bir iktidar değişikliği olmadan işbirlikçi tekelci “laikçi burjuvazi”nin yedeğine takılmak olarak anlaşılıyor ve pratik olarak öyle davranmak anlamına geliyorsa, bu, kesinlikle siyasi olarak gerici bir tutumdur. Halk hareketi kendi bağımsız yolunu izlemektedir ve egemen sınıfların çeşitli kliklerine karşı demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık ideallerini savunmaktadır. Bu mücadele kendi yolunu açmakta, yeni güç ilişkileri üzerinden sınıfsal, ulusal ve politik saflaşma yeniden şekillenmektedir. Bu mücadelenin, Cumhuriyet kazanım adına ne sağladıysa o zemin üzerinde hareket ettiği, hatta ideal olarak onu geliştirdiği, ama “Cumhuriyet’in kazanımlarını savunmak”la yetinemeyeceği açık ve net olarak anlaşılmalıdır.
Şurası kesindir ki; İslami dinsel politika toplumun karşısına kendi “alternatif dünya görüşü” ile çıkmaktadır. Bu nedenle, onun karşısına “Ccumhuriyet değerlerini savunmak”la sınırlı bir platformla çıkmak, daha baştan etkisiz silahlara mahkum olmak anlamına gelecektir. Bugün laiklik, ancak, işçi sınıfının dünya görüşü temelinde ve sınıfsal kurtuluşa açılan bir platform üzerinde halk için demokrasiyi ileri sürerek savunulabilir. Din, bugün temel gücünü, ilahi güçlerden ve gökyüzünden değil, toplumsal eşitsizliklerden, yarına güvensizlikten, bugünün kapitalist toplumunun insanlığın geleceğini karartmasından almaktadır. Gerek İslam’ın, gerekse de diğer dinlerin bu temel sorunlara getirebileceği hiçbir çözüm bulunmamaktadır. Durum böyleyken, dinsel ideoloji ve politikalarla “Cumhuriyet’in değerlerini savunmak”la sınırlı bir platformla mücadele etmek, sosyalistlerin daha baştan kendilerini etkisiz ve inandırıcılığı olmayan ve üstelik başarısızlığı tescillenmiş bir platforma mahkum etmeleri anlamına gelecektir.
Bugün yaşanılanların anlamı çok açıktır. Cumhuriyet dini kullanabildiği kadar kullanmıştır. Bu dönemde din daha da palazlanmış ve güçlenmiştir. Sıra, dinin Cumhuriyet’i kendi amaçları için kullanmasına gelmiştir. Aynı devlet mekanizması köklü bir değişikliğe uğramadan dinci etkilere hizmet etmekte, aynı zamanda tüm halk üzerinde otoriter, despotik bir egemenlik kurabilmektedir. Bu durum, aynı zamanda, dinci politikaların ulaşabilecekleri en uç zirvedir. İşçi ve emekçi halkın önünde devlet ve din, onları ayakta tutan sermaye grupları ile birlikte tüm çıplaklığı ile durmaktadır. Demokratik bir toplum ve devlet yapısı için mücadele, giderek daha fazla biçimde işçi ve emekçi kitlelerin ulaşmak istedikleri temel hedeflerden birisi haline gelmektedir. İşçi ve emekçi sınıfların bu mücadeleden başarıyla geçmeleri demek, dinin toplumsal kökenlerinin ortadan kaldırılacağı toplum düzeninin kapılarının ardına kadar açılması demek olacaktır. Dolayısıyla buradan bakıldığında, “Cumhuriyet’in değerlerini savunma” ile sınırlı bir platformun sınırlılıkları, siyasal mücadelenin önüne koyduğu engeller daha açık ve net görülebilir olmaktadır.