“Milenyum”u en az yirmi yıl önceleyerek zaferi ve genel geçerliği, üstelik sonrasızlık iddiasıyla birlikte muştulanan “serbest piyasa”; piyasanın üstünlüğü ve kadiri mutlaklığına ilişkin üst perdeden olanca yüceltisiyle birlikte iflasına koşuyor.
Teoride ve tarihsel skalada bu iflas çoktandır ve “ilan edilmemiş savaş” türünden olmak üzere yürürlüktedir. Şimdi bu iflas durumu; sistemin ideolojik, hukuksal, eğitsel, hatta dinsel vb. tüm aygıt ve araçlarıyla tersini yönlendiren yoğun propagandaya karşın, unsur ve işaretlerine geniş emekçi kitlelerin kendi yaşamları içinde kolaylıkla ulaşabileceği bir bilginin yaygınlaşmasına da götürerek pratik bir hal almaktadır.
Piyasanın aldığı ilk “ölümcül darbe”, iflasının yüksek sesle ilanı olmasa bile koşula bağlanması ve asıl yüceltilen “serbestiyet” ya da “hürlüğü” ile birlikte iktisadi yaşamın “tek düzenleyicisi” olma üstünlüğünü yitirmesi; üretim ve ona koşut olarak sermaye birikim süreçlerinde yaşanan yoğunlaşma ve merkezileşmeye bağlı olarak tekellerin ortaya çıkışı ve egemenliklerini dayatmalarıyla gerçekleşti. Serbest rekabetin karşıtına, tekele dönüşmesi ve ancak onun yanı sıra, onunla birlikte ve onun tarafından sınırlanarak etkide bulunmayı sürdürebilmesi, piyasayı “serbest” olmaktan çıkardığı ve “güdümlenmiş” bir kategori haline soktuğu gibi, müdahale götürmez düzenleyici işlevinin de sonu olmuştur.
Bundan sonrasına ilişkin, artık, tekelle birlikte anılabilir, tekellerin egemenliğiyle sınırlanmış ve -tekeller arasındaki iç çekişmeler bir yana- bu egemenliğin dayanağı kılınmış bir tür piyasanın sözü edilebilir olmuştur. Ve şimdi artık, tekellerin egemenliğiyle birlikte varolabilen piyasanın iflasına işaret eden gelişmeler gündemdedir.
Gerçi önce liberal ve sonra neoliberal ideolog ve propagandacılar, aldığı her darbenin ardından piyasanın yeni bir övgüsünü örgütlemeye yönelmişler, bunun için öncelikle ve birinin tökezlemeye başlamasıyla diğerini hemen onun yerine ikame etmeye yöneldikleri, bu nedenle de birkaçını birden ortaya attıkları bir düşünce ya da fikirler piyasasını da oluşturmuşlardır. Bu “piyasa”da fikirler ve birbiri peşi sıra kuramlar dizesinin unsurları halinde öne sürülen düşünceler, kuşkusuz en başta ve temelde aşağı sınıf ve tabakaları sisteme bağlamanın yol ve araçları olarak, doğrudan bu hedefe yönelik üslup ve biçimleriyle ve bu hedefe ulaşmaya aracılık etme yeteneğindeki aydınları (muhalif olanları da kapsayarak) etki altına alıp “eleştirdikleri” durumda bile -yine kitleleri yönlendirmek üzere- kendine bağlamaya yönelik kuramsal biçimleriyle dolaşıma sokulmuştur. Peşinde olunan, bir hegemonik düşünsel ortam, kuşkusuz ideolojik bir ortamdır. Uluslararası tekeller ya da günümüz kapitalizmi, aygıt ve araçlarıyla bunu sağlamasına sağlamıştır, egemenliğini korudukça, iktisadi egemenliğinden kaynaklanan ve yanı sıra burjuva devletin elinde biriktirdiği olanaklarla bu hegemonya sürecektir.
Ancak emeğin ve üretimin toplumsallaşması tüm yerel ve ulusal sınırları da geçersizleştirerek hızlı bir biçimde ilerlemektedir. Zenginliklerin ya da başlıca üretim araçları ve toprakların -hem de giderek daha da- az sayıda elde birikmesi ise, bundan düşük bir hızla gelişmemektedir. Kriz koşullarının da teşvik ettiği “şirket evlilikleri”nde artış küçümsenir gibi değildir. Mümkün olabilecek her alandan her imkân son noktasına kadar zorlanarak aktarılan kaynakları emen sermayenin yoğunlaşmasının yanında merkezileşmesi baş döndürücü hızla ilerlemektedir. Kapitalizmin bu giderek hız kazanan genel yönelimleri, onun emeğin ve üretimin toplumsallaşmasıyla ürünlerin özel mülk edimlisi arasındaki temel karşıtlığının derinleşmesinden başka anlama gelmemektedir. Derinleşen karşıtlığın, yoksulluk, işsizlik, kriz vb. gibi sonuçlarının yıkıcılığının artışına götürdüğü kuşkusuzdur. Bu derinleşme ve artış konusu karşıtlık ve sonuçlarının, çalışma ve yasam koşullarını doğrudan etkilediği emekçi kitleleri tarafından algılanıp görülmesini Kolaylaştırırken gerçeklerin olduğundan başka gösterilmesine dayanarak kuramlar geliştirilmesini zorlaştırmasının ise; uluslararası sermaye egemenliği açısından taşıdığı tehlike ve oluşturduğu tehdit bir yana, nesnel olarak, neoliberal ideolojik hegemonyayı şurasından burasından delip geçersizleşmeye zorladığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Üstelik günümüzün orijinalitesi odur ki, sarsılmaya ve gedik vermeye zorlanan yalnızca neoliberal hegemonik ortam değil ama bütün olarak burjuva ideolojik hegemonyadır. Kapitalist karşıtlığın derinleşmesi ve sonuçlarının yıkıcılığındaki artışın yol açtıklarıyla birlikte, burjuva ideolojik yığınak unsurlarının, en azından 20–30 yıldır, neoliberalizmi yalnızca koçbaşı olarak kullanmaması ama, kendi dışında mümkün olan en azını bırakan neoliberal ideolojik biçimlerle birikmiş olması; burjuva ideolojik hegemonya ve devamı bakımından tahrip edici sonuçlara götürmektedir. Bu noktada, açmazından kurtulmak üzere, ne neoliberal ne de genel olarak burjuva ideologların yapabilecekleri pek fazla şey vardır.
Kuşkusuz, düşünce üretimlerine ara vermemekte, kuramlarını durmaksızın çeşitlendirerek ve yeni unsurlarla besleyerek yenilemektedirler. Neoliberal ya da genel olarak burjuva düşünce ve kuramların “piyasası” daralmamakta, tersine genişlemektedir. Ancak bu genişlemeye koşut etkileme gücünden söz edilemez. ABD ve Almanya gibi “en büyükleri” de içinde olmak üzere piyasalarıyla birlikte kapitalist ekonomilerin daralmasından şimdiden bir dizi ülkenin bir türlü kendilerini toparlayamadıkları krizlere sürüklenmelerine, dünya işçileri ve halklarının öfkelerinin artmasına, kapitalist ekonomilerdeki daralmaların katmerlendirdiği emperyalist yağma ve dayatmaların körüklediği antiemperyalist eğilimlerin güç kazanmasından Afganistan’a yönelik saldırganlıkta birleşmiş gibi görünen emperyalist büyük devletlerarasında aslında aynı saldırının gerçek nedenini oluşturan yeniden paylaşıma yönelik çelişki, sürtüşme ve çatışmaların keskinleşmesine kadar bir dizi unsur; neoliberal olduğu kadar genel olarak burjuva fikir, düşünce ve kuramların etkisini kırmakta ve bu etkinin alanını daraltmaktadır. “Krizsiz müreffeh kapitalizm” iddialarını geçersizleştiren Japonya’nın yıllar süren çıkışsızlığı, Amerikan ekonomisinin yüklerini tüm dünyaya yıkmasına karşın önlenemeyen daralışı, “Güneydoğu Asya Kaplanlarının ardından, Arjantin ve Türkiye’nin de çözüm oluşturduğu ileri sürülen emperyalist ve neoliberal manifestolar niteliğindeki IMF reçeteleri ve mali yardımına karşın çöküntüye uğramaları; bu tür gelişmeleri izah edemez olan tüm neoliberal düşünsel-kuramsal şarlatanlıkların etkisini giderici olmakta, sadece burjuva ideolojik hegemonyayı değil ama sonuç olarak sermayenin egemenliğini de sarsmaktadır.
Küçümsenmeyecek sayıda aydın ve özellikle bilim adamı, çoğunlukla son bir yıldır, gerçeklere ve gerçeklerin savunulmasına, örneğin sosyalizme, Marksizm’e atıfta bulunma ya da vurgu yapmaya eğilim göstermektedir. Ancak büyük çoğunluğunun, yakın geçmişte, küreselleşmeci neoliberal burjuva ideolojik hegemonya koşullarında kafa karışıklığına sürüklenmiş olduklarından kuşku yoktur. Neoliberal ideologların “çiğnedikleri sakızlar”dan olan çok sayıda “yeni” veri, argüman ve yaklaşımla, olay ve olguların ortaya koyduğu gerçeğe, bu gerçeğin bilgisine ve bu bilgiye dayanma eğilimindeki kendi görüşlerine dair kuşkularının körüklenip düşüncelerinin muğlaklaşması özellikle teşvik edilmiştir. Doğruluğundan kuşku duyulamayacak gerçek ve bilgisini bırakmayan/tanımayan hegemonik düşünsel çerçevenin, kuramların, tez ve argümanlarının “bombardımanı” karşısında savunmasız kalıp/eleştirel tutumlarını sürdüremeyip ya etki altına alınmış, ya da karşı eğilimleri nedeniyle baskılanıp aşağılanarak ve görüşlerini dile getirmeleri bedeller ödemelerine bağlanarak yıllardır kuşkuları içinde sessizleştirilmiş oldukları bir gerçektir. Önemli bir kısmıysa, yakın zamana kadar neoliberal ağızla ya da “karşı görüş” ileri sürerken bile onların argümanlarını kullanarak yarı neoliberal ağızla ses verir hale geriletilmişti. Böyle bir geçmişe rağmen, son zamanlarda, anımsanmayacak sayıda aydının du dayatılmış çerçevenin dışına çıkma ve sosyalizme, Marksizm’e atıfta bulunma eğilimini göstermeleri ise; kuşkusuz, bu ideolojik hegemonyayı zayıflatan, onun nesnel zeminindeki daralmayla, bu daralmayı koşullayan (giderek öznelliği de etkileyip kapsayarak) sözü edilen nesnel gelişmelerle bağıntılıdır.
Bu bağıntı iki yönden işlevseldir. Gösterdiği ya da ifade ettiği gerçek, iddialı tez ve kuramları ve kuşkusuz argümanlarıyla birlikte neoliberal burjuva ideolojik hegemonyanın nesnelliğinden kuşku duyulamayacak olay ve olguların dayatmasıyla çözülmekte ve geçersizleşmekte olduğudur. Artık örneğin ILO’nun “Dünya İstihdam Raporu 2001 “e göre üç kişiden birinin açık ya da gizli işsiz olduğu dünyada, dönüştürücü ve sistem kurucu tarihsel rolünü de yitirmek üzere proletaryanın bir “çalışanlar” kategorisi içinde eriyerek sınıf karşıtlığı ve çatışmasının sonuna gelindiği tezini ya da “kendi içinde sınıf karşıtlığı içermeyen bir üretim ilişkisi olarak” kalite yönetiminin işçilerden teknisyen ve mühendislere, işletme yöneticilerinden hissedar ya da patrona kadar herkesi, karar alma süreçlerini de kapsayarak, “kendi işletmesi”nin “üretim ve yönetiminin katılımcısı” kılarak mülkiyet ilişkilerini geçersizleştirdiği tezini veya sözü edilen iki tezin bir üst düzlemde ifade edilişi olan liberal politik ekonomi sisteminin “tarihin sonu” olduğu ya da kapitalizmin “alternatifsizliği ve sonsuzluğu” tezini, yakın zamana kadar yapıla-geldiği gibi, apriori, kanıta ihtiyaç göstermeyen gerçeğin ön kabulü olarak dayatıp üzerinden fikir geliştirmek kolay olamamaktadır. Üstelik bu zorluk, açık işsizliğin yüzde yirmilerin üzerinde seyrettiği Türkiye ile sınırlı bir zorluk da değildir. Örneğin yine aynı rapora göre, 1990–1999 yılları arasında, part-time çalışma ya da ya da genel olarak eksik istihdamın toplam istihdam içindeki payının yüzde 13’ten 16’ya büyüdüğü AB ülkelerini de ilgilendirmektedir. Yine örneğin yalnızca işçilerin değil teknisyen, mühendis ve bir kısım bürokratların da işsizlikle yüz yüze bırakılmasını koşullayan esnek çalışma ve kalite yönetimi, özelleştirme, esnaf ve köylüler başta olmak üzere küçük üreticileri iflasa sürükleyerek proleterleşme sürecini işsizleşme süreciyle çakıştıran ve kendi gerekçesini geçersizleştiren patent hakları, kotalar, teşvikleri vb. içeren tarım, hizmet ve finans sektörlerinin liberalizasyonu vb. politika ve uygulamalarıyla genel neoliberal saldırganlık, tetiklediği kadar unsuru da olduğu, kapitalizmin yol arkadaşı -günümüzde bir yenisi yaşanmakta olan ekonomik daralma ve krizle birlikte, bu zorluk ve zorlanmayı evrenselleştirmektedir. Dünyanın gelişmemiş ve orta derecede gelişmiş ülkelerden oluşan ve büyük çoğunluğu teşkil eden “borçlu devletler”le üç-beş gelişmiş ülkeden oluşan rantiye “alacaklı devletler” halinde bölünüşünün birinci yanında kalanlar bakımından bu zorluk çok daha büyüktür; ancak ABD, Almanya, Japonya başta olmak üzere “alacaklı devletler” azınlığı bakımından da zorluk küçümsenir gibi değildir. Başını neoliberal akıl danelerin çektiği burjuva ideologlar zora düşmüşlerdir; ancak, bundan anlaşılması gereken, “kişisel” bir zorluk değil, sermayenin kurmaya uğraştığı “yeni dünya”yı fikri olarak önceleyerek yönlendirme çabasındaki burjuva düşünce sistemi ya da sistemler toplamının zorda olduğudur.
* * *
Yukarıdaki bağıntının işaret ettiği gerçek ise, çözülüşe uğramakta olan ideolojik hegemonyanın kenarından köşesinden atlayarak, ama artık onun tarafından bütünüyle denetlenemez olan çoğu kuram, tez ve fikirlerin: uzun sayılabilecek yıllar boyunca genellikle sözü edilen hegemonyayı ve sonuçlarını aşılamaz bir veri sayarak kabullenen ya da oluşmuş duruma boyun eğen düşünürler ve hegemonik baskı altında bulanıklaştırmaktan kaçınamadıkları, hatta kaçınmadıkları kuram, tez ve düşüncelerinin gelişmesi ya da devamı olarak ortaya çıkmakta oluşudur.
Örnek vermek gerekirse, yıllarca ve yıllarca, sözü edilen hegemonya koşullarında düşünce piyasasında ancak Marksizm eleştirileri ve eleştirmenleri yaşam hakkı bulabilmişler, Marksizm neredeyse “yeraltı”na itilmiş ve yok sayılmıştı. Kuşkusuz kaynağını sermaye egemenliğinin oluşturduğu modern revizyonizm, Maoculuk ve revizyonizmin kefareti küçük burjuva devrimciliğin “içeriden” ve etrafında dolaşarak şurasından burasından çekiştirmeye ve kemirmeye giriştiği sermaye ve kapitalizm karşıtı dünya görüşü ve pratiğe bağlanan teorik sistem olarak Marksizm’in, felsefi yönelişi, tarihsel yaklaşımı, bilimsel yöntemi, pratik verilere bilimin uygulanışının parlak bir örneği olan kapitalizm çözümlemesi, kısa sürede yaşama geçen onun sonuna dair bilimsel öngörüsü ve bunda proletaryanın tarihsel rolüne ilişkin öğretisiyle vb. bozuşturulması, birkaç on yıldır ciddi bir düşünsel faaliyet alanı haline getirilmişti. Neoliberal saldırganlık ve hegemonya, bu faaliyetin neden olduğu tahribat üzerine gelip oturdu. Sosyalizmden kapitalizme geri dönüş koşullarında ortaya saçılan iğdiş edicilik, -örneğin sosyalizmin yerine “piyasa sosyalizminin savunulmasına geçiş, düşünce piyasasında kendisine yer bulan bu ve benzeri fikir ve tezlerin Marksizm’e yamanması ya da Marksizm’in eleştirel “zenginleştirilmesi” sürecinde kat edilen mesafe-, neoliberal hegemonyaya dayanaklık ettiği ve onu sağlamlaştırdığı gibi, ufaktekfek rötuşlarla “yeni” hegemonik düşünce piyasasında da “muhalif” kimliğiyle bir değer taşımaya devam etti. Artık “meşru” Marksizm, bu iğdiş edicilik olarak, iğdiş ediciler şahsında yaşatılıyor ve gerektikçe tavsiye ediliyordu!
Şimdilerde hegemonyası sarsıntı halindeki neoliberal kuram, tez ve düşüncelerin alternatifi olarak ileri sürülen düşünceler ve sosyalizme, Marksizm’e yapılan atıflar, böyle bir geçmişe sahiptir, sabıkalıdır, düşünsel süreklilik göz önünde tutulduğunda sicili parlak değildir. Sözü edilen hegemonik koşullara boyun eğilerek dolaysızca Marx ve Engels’ten ve onlara başvurmaktan uzak durulup “meşruiyeti kabul gören” Marksizm yorumcuları ya da Marx’a açıklık getirmeye, görüşlerini “çağdaş” katkılarla geliştirmeye çalışan eleştirmenleri olarak Adorno, Althusser, Poulantzas türü anti-Marksistlere ya da düşünceleriyle Marksizm’in sentezi uğruna çaba gösterilen Weber türü sistem kurucu sosyologlara dayanılarak sunulan kuram, tez ve düşüncelerin hegemonik ortamdan nasibini almadığı ve bulaşık olmadığı ileri sürülemez. Marx’ın Adorno ve benzeri aracılara, onlar tarafından yorumlanmaya ve bu yorumlardan alıntılanmaya ihtiyacı yoktur, olamaz. Onların yorumlarıyla “meşru” kılınmış Marx ve “Marksizm”in, bugünün konuşmak ve alternatif ileri sürmek bakımından uygunlaşmış koşullarında başvuru kaynağı ve çözüm olarak ileri sürülmesi ne gerçekçidir ne de bir çözüm oluşturur. Olsa olsa, Marx ve Marksizm’i, ne denli iyi niyetle olursa olsun, sermayeye yeni bir gönüllü yedeklenme dalgasına bir kez daha kurban vermeye, zayıflamış hegemonik ortamın -başarılı olursa, belki burjuvazinin ideolojik cephe hattını bir adım geriden kurmayı benimsemesi rağmına- sağlamlaştırılmasına hizmet eder. Adorno, Horkheimer gibilerinin aktarmacılığıyla, Althusser çıkışlı “sivil toplumculuk”la, Weber’le sentezleştirilmiş, tam istihdam başta olmak üzere iktisadi çözümlemelerde Keynes’le bağlantılandırılan, kalkınmacı, sosyal devletçi yaklaşımlarıyla bir yandan önceki dönemin doğrudan burjuva iktisatçılarına diğer yandan Avrupa merkezcilik eleştirisi adına kapitalizm karşıtlığını unutup ya da geriye atıp “geriden, “geri kalmış” ya da “bıraktırılmış “tan bakışla emperyalizm karşıtlığıyla sınırlı bir “gelişmecilik” perspektifinden Marksizm’le tartışan Sweezy-Daran, Samir Amin örneği yorumlara dayandırılarak çeşitlendirilen ve hem bilimsel hem de proletaryanın dünya görüşü olmaktan uzaklaştırılmış bir tür “Marksizm” ile burjuva teori ve pratiğiyle hesaplaşılamaz ve gelecek kucaklanamaz.
Kapitalizmin çıkmazına, bir kez daha ve pratik politika bakımından dev olanaklar sunarak gönderme yapan nesnel gelişmelerin burjuva ideolojik hegemonyayı zayıflattığı ve -sosyalizm ve Marksizm de içinde olmak üzere- alternatif tartışmasının, özellikle geniş emekçi kitlelerin nezdinde olanaklı hale geldiği günümüzde, Marksizm’in saflığının korunması ve bu uğurda tam netliği hedefleyen ideolojik mücadelenin önemi artmış ya da zaten önemli olan bu mücadeleye ihtiyaç güncelleşmiş durumdadır. Ancak eklenmelidir ki, teorik mücadele, Marksizm’in saflığının korunmasını amaçlamakla yetinemez. Marx’ı, Engels’i ve takipçilerini aracısız kaynak alarak, doğa ve toplum bilimlerindeki, toplumsal yaşamdaki ilerleme ve gelişmelerle -hiçbir zaman gelişmelere kapalı bir dogma olmamış olan- Marksizm’in güncelleştirilip geliştirilmesi, bu mücadelenin amaçlarından olmak zorundadır. Sadece cepheden karşıtı olan doğrudan burjuva ideolojik biçimlenmelerle değil, hatta daha da ağırlıklı olarak, “içinden” ya da kenarından tırtıklayarak bozuşturuculuk yapmakta olan üstü örtülü burjuva, küçük burjuva ideolojik biçimlenmelerle teorik hesaplaşma içinde bu amaçlara ulaşılabilir ve işçi, emekçi kitlelerin devrimci pratiğiyle bağlantısı içinde bir fikri akım olarak Marksizm’in ve kuşkusuz sosyalist işçi hareketinin gelişmesi güvence altına alınabilir.
* * *
İdeolojik mücadele ve liberalizmle bulaşık hale getirilme çabalarının üstesinden gelinerek teorik alanda Marksizm’in egemenliğinin yeniden sağlanması; burjuva ideolojik hegemonyanın sarsılmasına yol açan gelişmelerin aynı zamanda yeni bir işçi, emekçi hareketi dalgasının yükselişini de koşullaması ve bir süredir böyle bir yükselişin başlamış olması nedeniyle, özel bir önem kazanmaktadır.
Teorik alanda tüm yok sayma ve çarpıtma çabalarına karşın, kapitalizmin dara düştüğü çok yönlü kriz koşullarında, tarihsel rolüyle birlikte proletaryanın bir sınıf olarak yitip gittiği iddiasında bulunan ya da emeğin değil ama yalnızca sermayenin değer yarattığını ileri süren veya “toplumsal analizlerini bütünüyle işçi sınıfı ve emekçileri dışta tutarak yapan yok sayıcıları ve sınıf gerçeği, sınıf karşıtlıkları ve işçi sınıfının dönüştürücü rolünün türlü türlü çarpıtıcıları da kapsamak üzere, olumlu ya da olumsuz, yapıcı ya da yıkıcı yaklaşımlarıyla hiç kimse, en başta işçi sınıfını dikkat merkezine almazlık edememektedir.
Hatta bu, yalnızca burjuvazi ve kapitalizmin dara düştüğü kriz koşullarına özgü bir durum da değildir. Örneğin tamamen yanılsamaya dayalı ve ideolojik düzeyden başlatılarak yürütülen esnek çalışma, kalite yönetimi, özelleştirme vb. saldırganlığı ya da bunların ardında yatan -sınıf çıkarının yön verdiği ve bu çıkarı yansıtan- ideolojik kaygı ya da tutum, doğrudan işçi sınıfını ya da daha iyi anlaşılmak üzere, emek sermaye karşıtlığını ve artı-değer sömürüsünün yoğunlaştırılmasını ve ama bunun halka, en başta işçilere onların lehine gelişmelermiş gibi sunumunu değil de neyi dikkat merkezine koymuştur? Burjuva ideologların işçi sınıfını en çok yok saydığı, devrimci rolüyle birlikte tarihe karıştığını en çok ileri sürdükleri koşullarda, en ilgisiz sorun ve bağlantıları, örneğin “yüksek” felsefi, iktisadi vb. sorunları tartışıyor görünürken bile, çoğu kes üstünü örtüp kaygı ve amaçlarını gizleyerek, (ancak aptalları kendilerini ele veren acık sözlülük yapmışlardır) sınıf karşıtlığının zorunlu kıldığı üzere ve bu karşıtlık ve düşmanlığın hakkını vererek, işçi sınıfını karşıya alan, ezmeyi, aldatmayı, örgüt ve hareketini dağıtmayı, saptırmayı, yedeklemeyi vb. dikkat merkezinde bulunduran bir tutuma sahip oldukları ortadadır. Bin dereden su getirip bin bir “ikna edici” gerekçe bulmaya çalışarak, başka herhangi türden kategorileri değil, ama işçi sınıfı ve onunla bağlantılı kategorileri yok saymaya uğraşmaları; örneğin eşcinsellerin, çevrecilerin vb. vb. önemi ve rolüne atıfta bulunarak işçi sınıfınınkinin gereksiz ve geçersiz ya da “sivil toplum örgütlerini” yüceltirken emek örgütlerini “çağdışı” ilan etmeleri, bunun kanıtı durumundadır.
Burjuva ideologların yok sayarken bile kaçınamadıkları işçi sınıfını -yarattıklarına mümkün olan en ileri düzeyde el koyma; bilinç, bağımsız örgüt ve mücadele imkânlarını daraltma; kavrayışını ve hareketini saptırma ve bastırma vb. yönleriyle- dikkat merkezinde bulundurma tutumu, zora düştükleri koşullarda daha da belirginleşmektedir. Şimdi sınıf hareketinin gelişmeye yönelmesinin taşıdığı ya da potansiyel olarak içerdiği tehdit, bu tutumun pekiştirilmesine götürdüğü gibi, “ince ayarcı” bir tutumla da birleştirilmesine yol açmaktadır, “ince ayarcılık”, kafa karıştırmaya, üstesinden gelmek üzere yeni uğraşıları gerektiren bölünmeler yaratmaya vb. yönelik görünüşte, Marksist, eleştirelliği siz, suçlayıcılığı ve inkârcılığı okuyun-, “zenginleştiriciliği” -siz, bilimsel köklerinden koparılmışlığı, eklektik ve anlaşılmaz kılınmışlığı ve reddediciliği okuyun- ve “çağdaşlaştırılmışlığı” -siz, tüm temel önermeleriyle birlikte bir dünya görüşü ve bilimsel yöntem olarak çağdışı ilan edilmesi okuyun- ile “Marksizm” yorumları ve Marksizm’le bir tür -kuşkusuz olumsuz- ilgisini açıklayan, Post-yapısalcılığın kavramlarıyla oluşturulan “post-Marksist” örneği başına belirli sıfatlar alan kuram ve yaklaşımlara, sarsıntı halindeki ideolojik hegemonyayı güçlendirmek üzere, kendi içinde yer açmayı içermektedir.
Bu nedenle, teorik alanda, hem neoliberal içerikli olanlar başta olmak üzere doğrudan burjuva akımlara hem de Marksizm’le ilintilendirilen burjuva, küçük burjuva akımlara karşı mücadele, içinde bulunduğumuz dönemde, vazgeçilemez bir görev durumundadır. “İnce ayarlı” olanları da kapsamak üzere, işçi ve emekçilerin kafalarını karıştırmaya ve onları kapitalizme ve tekellerin egemenliğine bağlamaya yönelik olarak geliştirilmiş tüm safsataları geçersizleştirmek ve bu amaçla ideolojik mücadeleyi kesintiye uğratmadan sürdürmek, ileri kesimlerinden başlayarak işçi sınıfı ve emekçilerin kendi bağımsız örgüt ve mücadelelerini geliştirebilmeleri bakımından zorunlu bir ihtiyaçtır. Aynı zamanda bir entelektüel hareketle birleşmeyen bir işçi ve emekçi hareketi, sınıf güdüleri dışına çıkmayı dayatsa bile, kapitalizmin sınırlarını aşmaya güç yetiremez; bugün artık yetmezliği, örneğin uzlaşmacı sendikacılığın yön verdiği sendikaların yok oluşa sürüklenmesiyle bir kez daha kanıtlanan kendi başına iktisadi/sendikal mücadele kapsamıyla düzen içinde çıkmaza mahkûm olur. Sınıf mücadelesinin bugünkü çıkmazından kurtulabilmesi için, iktisadi mücadelenin, politik mücadelenin yanı sıra teorik mücadeleyle de birleştirilmesi olmazsa olmaz koşul durumundadır.
* * *
Öte yandan teorik mücadele, yalnızca hasımlarla hesaplaşmaya ya da doğru söyleyişle onlarla kavramları yarıştırmaya indirgenemez. Bu, yeni bir işçi-emekçi hareketi dalgasının içinde ya da arifesinde olduğumuz günümüz koşullarında, burjuva ve görünüşte Marksist ya da kendisini Marksizm’le ilişkilendiren akımlara karşı ideolojik mücadelenin özellikle önem kazanmasına karşın böyledir. Bundan anlaşılması gereken, Marksizm düşmanı akımlarla mücadeleye ara vermek ya da bu mücadeleyi önemsiz görmek değil, ama ideolojik mücadeleyi doğru bir temelde ele alıp yürütmeyi de kapsamak üzere, tüm mücadelenin hareket noktasının olduğu kadar amacının ve bağlanacağı yerin de hiçbir zaman dikkat merkezinden çıkmayacak biçimde doğru belirlenmesidir. Bu mücadelenin hareket noktası, amacı ve bağlanacağı yer, aydınca ya da politika dışı içerik taşıyan akademik tartışmalar, kavramların çekiştirilmesinden ibaret laf cambazlıkları değildir, olamaz; devrimci ideolojik ve teorik mücadeleyi, bütün yönleriyle, -kapitalizm karşıtlığının ve emeğin yeni dünyasının öznesi, dolayısıyla bugün tarihsel gelişme ve ilerleme fikrinin zorunlu olarak bağlandığı sınıf olan- işçi sınıfı ve hareketinin çıkar ve ihtiyaçları şekillendirmelidir. İşçi sınıfı ve hareketinin çıkar ve ihtiyaçlarından hareket etmeyen, bu çıkar ve ihtiyaçları karşılama amacına hizmet etmeyen, sınıf mücadelesinin önünün açılmasına, geliştirilmesine ve sınıfın kurtuluşuna bağlanmayan bir ideolojik ve teorik mücadele, ne kapitalizm karşıtı ne devrimci ne de Marksist sıfatıyla anılmaya layık olabilir.
Burjuva ve saptırıcı akımlarla ideolojik mücadele ve teorik tartışma, kuşkusuz bu çerçevede ele alınmalıdır.
Bunun da ötesinde, böyle bir ideolojik hesaplaşmayı da kapsamak üzere, ideolojik, teorik mücadele; sınıfın ve emekçilerin bugün ufkunu özellikle daraltan ve ama nesnel gelişmelerin bu ufuk darlığını yırtmaya yönelik etkisinin pratik olarak hissedilmeye başlandığı (başka bir deyişle, nesnel gelişmelerin bu ufuk darlığının yırtılmaya başlaması bakımından aydınlatıcı müdahaleyi özellikle kolaylaştırdığı) alan ve sorunlarda öncelikle yoğunlaşmak durumundadır. Burjuva ve saptırıcı görüş ve akımlarla mücadeleyi ve geniş kitlelerin gerçeklerin farkına varışını da kolaylaştırmak üzere, burjuva ideolojik hegemonyayı özellikle geçersizleştirme yönünde etkide bulunan gelişmelerin en çok ortaya çıktığı, dolayısıyla analizleri üzerinden aydınlatma faaliyeti yürütülmesinin sınıfın ve emekçilerin yeni bir ileri atılışına olumlu katkıda bulunacağı olay ve olgulardan hareket etmek doğru olacaktır.
Teorik mücadele, kuşkusuz sorunların, olay ve olguların, bağlantılarıyla, teori düzeyinde ele alınmasıyla yürütülecektir. Ancak eğer bir aydın gevezeliği ya da fikir jimnastiği olmayacaksa, politik bir programın, öyleyse, bu programın nesnel olarak sahibi olan ve yığınsal olarak öznesi durumuna yükseltilmesine katkıda bulunacağı sınıfın, işçi sınıfının politik mücadelesinin önünü açmalı ve başka türlü gelişemeyecek olan bu mücadelenin, acil talepler ve bu uğurda mücadele ile bağlantısını gözetmelidir.
Vurgulanmalıdır ki, bugün işçi sınıfının teorik, politik ve ekonomik mücadelesinin ya da işçi sınıfının mücadelesinin bu üç yönünün birbirlerini güçlendirerek başarıyla gelişmesi açısından nesnel koşullar on yıllardır olmadık ölçüde elverişlidir. Sadece gerici burjuva, küçük burjuva akımların işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki etkisinin kırılmasına yönelik olumsuzlama olarak değil, ama işçi ve emekçilerin -özellikle ileri kesimlerinden başlayarak- aydınlatılması ve sosyalist bilinçle donanmasına yönelik sosyalist propagandayı da kapsayarak -iktisadı, kaçınılmaz krizi, sınıf karşıtlık ve ilişkileri, ekonomi ile siyaset ve sınıflarla devlet, düşünsel-kültürel ideolojik, hukuki, ahlaki vb. üst yapı arasındaki ilişkiler, işsizlik ve sefaletin derinleşmesi gibi sonuçlarıyla birlikte- kapitalizmin teşhiri ve kapitalist karşıtlığın zorunlu sonucu olarak sosyalizmin kaçınılmazlığı ve bunun için yapılması gerekenlerin açıklanması; burjuva ideolojik hegemonyayı sarsıntıya götüren nesnel gelişmeler göz önüne alındığında, kolaylaştığı kadar ertelenemez bir görev haline de gelmiştir. Artık, her koşulda ciddi bir zafiyet işareti olan bağımsızlık ve demokrasi vurgusu yapmakla yetinmenin, sınıf hareketinin gelişme İhtiyaçları bakımından gericileşmeyle eşanlamlı olacağı söylenmelidir. Öte yandan, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesiyle birleşmeyen ve onun önünü açmayan bir sosyalizm vurgusu ya da propagandasının ayaklarının yere basmayacağı, aydınca bir gevezelik olmaktan öteye gitmeyeceği de kesindir. Sadece bu da değil. Sosyalizm propagandası ya da genel olarak sosyalist mücadele, barış mücadelesi ve ezilen halkların kendi kaderlerini tayin hakkının savunulmasıyla birleşmelidir. Ve tümü, kültürel-düşünsel dönüşüm de içinde olmak üzere burjuva dünyasının dönüştürülmesi ve iktidar mücadelesi olarak, işçi ve emekçilerin acil talepleri için mücadeleyle birleşmediğinde, yine ayaklarını yere basamayacak, söylemden öteye geçtiğinde başarıyla gelişme şansı bulamayacaktır. Öyleyse tümünün birleştirilmesi zorunluluktur ve hem bu birleşme hem de doğru birleştirilen sınıfın üç yönlü mücadelesinin ilerleyişi açısından devrimci inisiyatif giderek daha fazla önem kazanmaktadır.
Devrimci inisiyatifin nesnel zeminini genişletip Marksizm’in işçi ve emek hareketiyle birleşmesini de olumlu etkilemek üzere, ideolojik akımlarının mahkûmiyetini de kapsayarak kapitalizmin teşhiri ve sosyalizmin alternatif olarak işlenmesi bakımından koşullar, bugün her zamankinden elverişli durumdadır.
* * *
Örnek vermek gerekirse…
Ya çarpıtılıp gerçeğin gösterdiğinin tersini kabul ettirmek için propaganda malzemesi olarak kullanılarak ya da her şeye rağmen yer verilmekten kaçınılamadığı için kullanılmak zorunda kalındığından sermaye medyasında da çıkan haberler bile, artık dikkat çekicidir.
İşsizlikle ilgili rakamlardan söz etmiştik.
“Ankara’da işsizlik sigortasından yararlanmak için İş-Kur Ankara Şubesi’ne başvuran 200 kişiden hiçbirinin başvurusu kabul edilmedi, İzmit’te İş-Kur’a başvuran 70 kişiden sadece bir işsiz maaş almaya hak kazandı. Yüzlerce kişinin başvurduğu Elazığ’da sadece bir kişinin başvurusu kabul edildi.” “işsizlik ödeneği açlık sınırının altında. Türkiye’de ödenek tavanı, aylık 163 milyon lira olan net asgari ücret düzeyinde; Almanya’daki tavan ise 4 milyar 680 milyon lira.”
Ya henüz işsizlik belasıyla tanıştırılmak üzere işten atılmamış olanlar? İşte bir örnek: “OYAK Renault patronu ile işyerinde örgütlü Türk Metal Sendikası arasında varılan anlaşmaya göre, haftalık 35 saat çalışma üzerinden yapılan ücret ödemesi, 25 saat üzerinden yapılacak. Pazar günü yapılan fazla mesailer ise artı normal ücret üzerinden hesaplanacak.” Ya da bir başka örnek: “Öğretmenlere, belediye zabıtalarına, demiryolu ve Telekom (PTT) çalışanlarına vb. sağlanan ulaşım indirimleri ve ücretsiz seyahat kartları kaldırıldı.”
“Doğalgazdan kömüre dönüş hızlandı.” “150–200 milyon lirayı bulan doğalgaz faturaları ciddi tepkiye yol açtı.”
“Elektrik ve su faturaları el yakmaya başladı.” “Su ve elektrik zamları otomatiğe bağlandı.”
“Dünyada petrol fiyatları geriledi, Türkiye’de dolar düştü ama akaryakıt ürünlerine yine zam yapıldı!”
“Ocak ayında enflasyon hız kesmedi.” “Enflasyon uçuşta; aylık artış toptan eşya fiyatlarında yüzde 4,2, tüketici fiyatlarında yüzde 5,3” “Ocak ayında yıllık enflasyon toptan eşyada yüzde 92,0, tüketici fiyatlarından yüzde 73,2 olarak gerçekleşti.”
“Türkiye’de tarımsal ürünlerde sürekli bir kısır döngünün yaşandığını dile getiren Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı İbrahim Yetkin; ‘Bu döngü sürekli üreticinin ve tüketicinin kaybettiği bir döngüdür. Üreticinin elinden 80–100 bin liraya çıkan patates tüketiciye 700 bin liraya, 400–450 bin liradan çıkan elma 1–1,5 milyon liraya, 100 bin liraya çıkan havuç 1 milyon liraya ulaşmakta. Bu döngüde parayı kazanan hep aracılar. Serbest piyasa ekonomisi adı verilen bu düzen gerçekte, serbest soygun düzenidir’ diye konuştu.”
“Ziraat Bankası ve Halkbank’a ait 900 dolayında şubenin kapatılmasına ilişkin kararname Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldı; bu kararnameyle iki bankanın 36 bin çalışanından 17 bininin bankalardan çıkarılıp başka devlet dairelerine verileceği belirtili yor.”
“Bankaların rehabilitasyonuna yönelik yasal düzenlemeyle öz sermaye yeterlilik oranları ya da pazar payları yüzde 1’den yüksek olan bankalara bu oranı yüzde 8’e yükseltmek üzere devlet tahvili veriliyor. Fon bankalarına 18,5 katrilyon, holding bankalarına ise en az 7–8 katrilyon liralık kaynak aktarılıyor.”
“175 katrilyonluk kamu kaynağının kullanımı yetkisine sahip Kamu Bankaları Ortak Yönetim Kurulu üyeleri, yeni Bankalar Yasası ile dokunulmazlık zırhına kavuşarak yapacakları iş ve işlemlerden sorumsuz tutuluyorlar.”
“Karayolları ve Köy Hizmetleri, kamu harcamalarından tasarruf etmek üzere İI Özel İdareleri Bölge Müdürlüklerine bağlanıyor. En son MTA tasarruf kuyruğunda…” “Kış bastırınca, binlerce köye ulaşılamıyor, çok sayıda araç İpsala ve Kapıkule Gümrük Kapıları’nda bekletiliyor, Ankara-İstanbul ulaşımı bile aksadı…”
“Acılı annenin kâbusu: Parasızlıktan müdahale edilmeyen küçük bebeğinin cesedi de hastanede rehin kaldı.” “Aynı ilacın yeni ambalajlı fiyatı üç misli.”, “Tedavi masrafları düşük olduğu için İngiliz hastalar tedavi için Türkiye’ye gönderiliyor…”
“YÖK Yasa Tasarısı tartışılıyor”. “Tasarıyla sanayi-üniversite işbirliği perçinleniyor.” “Araştırma geliştirme projeleri, şirketler tarafından finanse edilebilecek; araştırma profesörlükleri için yapılacak bağışlar, üniversite işletme hesabının gelir kaynakları arasında sayılıyor.” “Tasarının bir maddesi, ‘Masraflarının tamamı gerçek ya da tüzel kişilerce karşılanan hizmetlerde sözleşme ile araştırma profesörü istihdam edilebilmesini’ öngörüyor.” “Katkı payı ödemelerinin miktarları, Yükseköğretim Kurulunca tespit edilen öğrenci başına cari hizmet ödeneği miktarının yarısını geçmemek kaydıyla üniversite ve yüksek teknoloji enstitülerinin yönetim kurullarınca tespit edilecek. Katkı payını ödemeyen öğrencilerin kayıtları yapılmayacak.” “İstanbul Üniversitesi’nde harçların tavanı 850 dolar olarak belirlendi.”
“Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantılarında sürdürülen Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) müzakerelerinin 2002 yılı sonuna kadar bitirilmesi hedefleniyor.” “Türkiye, kamunun elini çekeceği hizmetler alanının dünya çapında liberalizasyonunu ve bunun kurallarının saptanmasını amaçlayan GATS kapsamında, 7 hizmet sektörünü piyasaya açma taahhüdünde bulundu: Mesleki hizmetler; haberleşme hizmetleri; müteahhitlik ve ilgili mühendislik-mimarlık hizmetleri; eğitim hizmetleri; kanalizasyon, çöplerin kaldırılması, su, sağlık gibi alanları da kapsayan çevre hizmetleri; mali hizmetler, sağlık ve ilgili sosyal hizmetler, turizm ve seyahat ile ilgili hizmetler, ulaştırma hizmetleri.”
“Endüstri Bölgeleri Yasası ile Türkiye’de kurulacak endüstri bölgelerinde yatırım yapacak yabancı şirketlere vergi istisnasından asgari ücretle sendikasız işçi çalıştırmaya kadar birçok avantaj sağlanıyor.”
“Sigara üretimi ve pazarlamasını yabancı şirketlere açan Tütün Yasası ile Türkiye’de tütün üretiminin ipi çekildi.”
“11 Eylül sonrasında ABD, İngiltere ve diğer gelişmiş ülkelerde demokrasiye kısıtlamalar getirildi. ABD’de başkanın emriyle yabancılar süresiz gözaltına alınabilecek ve askeri mahkemelere sevk edilecek.” “AB normlarına uyum çerçevesinde yapılan Anayasa değişikliğinin gereği olan uyum yasaları kapsamında ‘mini demokrasi’ paketi olarak »itelendirilen düzenleme Mussolini’yi aratıyor!”
Vb. vb. Farklı alanlardan seçmeye çalıştığımla gazete haberleri sayısız örnekle sürdürülebilir.
***
“Tarihin sonu” olduğu vurgulanarak övgünün de ötesinde mutlaklaştırılan “liberal iktisadi sistem”in ekonomik durgunluk ve krizle, “barış” yerine savaş ve cezalandırma, “demokratikleşme” yerine kısıtlamacılıkla içine girdiği iflas durumu, bu sistemin düğüm noktası olan “piyasalar”, piyasa ilişkileri ve egemenliği açısından da geçerli. Sermaye, mal, hizmetler vb. piyasalarıyla birlikte çöken Arjantin ekonomisi, belki işaretlerden birini oluşturuyor, işçiyi işsizlik ve açlığın kucağına atan emek piyasası, 2001’de sosyal güvenlik kurumlarına aktarılması için 6 katrilyon IMF talimatı gereği “bulunamazken” bankalara bir çırpıda 25 katrilyon kaynak aktarılmasını gereksinen ve binlerce çalışanını sırtından atılması zorunlu yük sayan finans piyasası, tütün ve sigaranın Phillippw piyasası” adaleti uluslararası tahkime ve hakemlerine terk eden “hukuk piyasası”yla vb. “piyasanın üstünlüğü” teziyle emeği ve emekçiyi, halkı ve çıkarlarını değil yalnızca ve yalnızca tekellerin kârını gözeten piyasacı anlayış ve liberal iktisadi sistemin ya da kapitalizmin çıkmazı ve sonunu gösterip sosyalizmin tek gerçek alternatif olduğunu kanıtlayacak bir aydınlatma faaliyetinin milyonları etkileyip kazanmasına elverir yüzlerce, binlerce gerçek herkesin günlük yaşamını çekilmez hale getirmektedir. Bunların her biri ya da bir arada birkaçı üzerinden yükseltilecek bir teşhire ve buradan güç alacak bir politik mücadeleye bağlanacak teorik mücadelenin önemli bir konusunu “piyasanın üstünlüğü” ve “piyasacılık”ın, onunla ilişkilendirilmiş bir dizi başka tezin geçersizleştirilmesinin oluşturması hem tamamıyla mümkün hem de gereklidir. Böyle bir çaba, milyonlarca emekçinin geleceğini kazanmasına temel bir katkı oluşturacak, sarsıntı halindeki burjuva ideolojik hegemonyanın kırılmasına hizmet edecektir.
Şubat 2002